« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Şub

2012

SULTAN ABDÜLHAMİD (II) HAN

01 Ocak 1970

(1842-1918) Osmanlı padişahı (1876-1909). Babası Abdülmecid, annesi Tîrimüjgân Kadın Efendi'dlr. 21 Eylül 1842 ta¬rihinde dünyaya geldi. On bir yaşında annesini kaybettiği için, babasının emriyle, hiç çocuğu olmayan Piristû Kadın Efendi kendisine analık etti. Özel ho¬calar tayin edilerek eğitildi. Gerdankıran Ömer Efendi'den Türkçe. Ali Mahvı Efendi'den Farsça. Ferid ve Şerif efen¬dilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vak'a-nüvis Lutfi Efendi'den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalarla Gardet adın¬daki bir Fransız'dan Fransızca, Guatelli ve Lombardı adındaki iki İtalyan'dan mûsiki tahsil etti. Anne sevgisinden mahrum oluşu, babasının kendisine kar¬şı soğuk davranması onu çocuk yaşın¬dan itibaren yalnızlığa mahkûm etmiş¬tir. Taht için uzak bir namzet oluşu do¬layısıyla saray muhiti de kendisine peK ilgi göstermemiştir. Saray halkı ve dev¬let büyükleri zeki, fakat düşünce ve ka¬naatlerini asla dışa vurmayan Şehzade Abdülhamid'î pek sevmezdi. Bu yüzden herkesin uzak kaldığı bu akıllı şehzade, ancak Pertevniyal Kadın'ın yardımı ile Sultan Abdülaziz'e yaklaşabildi. Zekâsı ve politik kabiliyeti dolayısıyla amcası Abdülaziz, onun serbest bir ortamda yetişmesine imkân verdi. Mısır ve Avru¬pa seyahatlerine onu da götürdü. Şeh-zadeliği oldukça serbest geçen Abdül-hamid, Maslak çifiliğinde toprak işleriyle meşgul oldu. Burada koyun bes¬ledi, üstübeç madenleri işletti, borsa faaliyetlerine katılarak para kazandı. Tahta çıktığı zaman servetinin 100.000 altını aştığı söylenir.

Anayasaya dayalı meşrutî bir idare kurmak isteyen ve bu yüzden Abdülaziz ile V. Murad'ı tahttan indiren Midhat Paşa ve arkadaşlarıyla anlaşan II. Ab¬dülhamid, 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıktı. Bu sırada devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu. Abdülaziz devrinde başlamış olan Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına. V. Murad devrinde Sırbistan ve Karadağ muhare¬beleri de eklenmişti. Bu isyanları kış¬kırtan ve destekleyen Rusya “Şark meselesi”ni halletmek üzere fırsat kolla¬makta idi. Malî İmkânsızlıklar yüzünden isyanlar bastınlamıyordu. Abdülaziz'in son yıllarında Mahmud Nedim Paşa'nın dış borçların ödenmesiyle ilgili kararı, Avrupa'da büyük tepkilere yol açmış ve bu yüzden yeni bir yardım alınması im¬kansızlaşmıştı. Avrupa kamuoyu Osman¬lı Devleti aleyhine dönmüş durumda idi.

Bu şartlar içinde Abdülhamid büyük bir iyi niyet gösterisi ile işe başladı. Os¬manlı tarihinde o zamana kadar görül¬memiş birtakım hareketlerle kısa süre¬de ordunun ve halkın gönlünü kazandı.

Meselâ Seraskerlik Kapısı'nda subaylar¬la yemek yiyen padişah, burada “Seras¬ker paşa. paşalar, beyler, efendiler” hitabıyla başlayan bir konuşma yaptı. Bütün hükümet üyeleriyle mâbeyn per-sonelini Yıldız Sarayında yemeğe davet etti. Burada yaptığı konuşmada da mil¬lî birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi. Tersane'ye giderek bahriyelilerle birlik¬te sofraya oturup asker yemeği yedi. Bâb-ı Meşîhat'e giderek ulemâ ile birlikte ifiar yemeğine katıldı. Haydarpaşa Hastahanesinde Balkan cephelerinden gelen yaralıları teker teker ziyaret ederek onlara hediyeler dağıttı. Sadrazam ve diğer nazırlarla birlikte camileri dolaşarak halk içinde namaz kıldı.

Yeni padişahın buna benzer jestleri halk ve ordu mensupları arasında mem¬nunluk uyandırdı. Herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Sırplar'la yapılan savaşlarda Türk ordu-su Önemli başarılar elde etti. Fakat Rusya'nın derhal savaşa son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sır¬bistan ile üç aylık ateşkes imzalandı. İngiltere "Şark meselesi'nin İstanbul'da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi.

Bu sırada padişahla hükümet arasın¬da mâbeyn kâtiplerinin tayini yüzünden ilk anlaşmazlık çıktı. Rüştü Paşa'nın is¬tifasını padişah kabul etmedi. Sırplar'la barış yapılmasını istemeyen bir grubun Midhat Paşa ve arkadaşlarını öldürme¬yi. II. Abdülhamid'i tahtından indirmeyi planlayan komploları ortaya çıkarıldı. 400 kişi tevkif edildi. Anayasa hazırlığı için müslüman ve gayri müslimlerden bir komisyon kuruldu. Bu sırada Mid¬hat Paşa ile anlaşmazlığa düşen Rüştü Paşa istifa etti. 19 Aralık 1876'da sa¬dârete Midhat Paşa getirildi. Dört gün sonra da İngiltere'nin teklifini kabul eden devletler İstanbul'da toplandı. Ay¬nı gün yüz bir pare top atışıyla Osmanlı Devleti'nin ilk anayasası olan Kanûn-ı Esâsi ilân edildi. [141]

Alelacele hazırlanarak İstanbul Konferansı'nın toplandığı gün ilân edilen anayasa ile, Batılı devletlerin aşırı istek¬lerde bulunmaları önlenmek istenmişti. Fakat Batılı devletler bunu ciddiye bile almadılar. Daha önce Rus elçiliğinde hazırladıkları teklifleri, kabul edilmesi için Babıâli'ye sundular. Osmanlı Devle¬ti'nin bağımsızlığını tehlikeye sokacak kadar ağır hükümler taşıyan teklifler, padişahın emriyle 18 Ocak 1877 günü toplanan ve askeri, mülkî ve adlî üyeler¬le hükümetin ve gayri müslim ruhanî relslerin katılmasıyla oluşan 180 kişilik Meclis-i Umûmî'de görüşülerek oy birli¬ğiyle reddedildi. Elçiler, yerlerine birer maslahatgüzar bırakarak İstanbul'dan ayrıldı. Midhat Paşa İngiltere'ye, ana¬yasanın uygulanmasının garanti altına alınması şartıyla Batılı devletlerle anla¬şabileceğini bildirdi. İngiltere Londra'da bir konferans toplanması için tekrar faaliyete başladı. Midhat Paşa gerek bu hareketi, gerekse .hakkında çıkarılan Osmanlı hanedanlığını kaldırarak kendi ailesini tahta çıkarmak veya cumhuri¬yet kurmak gibi söylentiler yüzünden, görevinden azledilerek 5 Şubat 1877'de yurt dışına sürüldü.

II. Abdülhamid, Kanûn-ı Esasinin mi¬marı Midhat Paşa'yı yurt dışına sürdü¬ğü halde meşrutî idareden vazgeçmedi. Anayasa gereğince seçimler üç ay için¬de yapılarak 19 Mart 1877'de meclis bizzat padişah tarafından açıldı. 141 üyeden oluşan bu ilk Türk parlamento¬sunun üyelerinin 115'i mebus, yirmi al¬tısı da ayan üyesinden teşekkül ediyor¬du. Mebusların altmış dokuzu müslü¬man, kırk altısı gayri müslim idi.

İngiltere'nin teşebbüsüyle toplanan Londra Konferansı, Ruslar'ın tekliflerini kapsayan Londra Protokolü'nü 31 Mart 1877'de imzalayarak, kabul edilmesi için 3 Nisan 1877'de Babıâli'ye sundu. Ağır hükümler taşıyan bu protokol, pa¬dişahın isteğiyle mecliste görüşülerek reddedildi. Durum 12 Nisan 1877'de hükümet tarafından Batılı devletlere bildirildi. Böylece isteğine kavuşan Rus-ya, 24 Nisan 1877'de Osmanlı Devleti'ne resmen savaş ilân etti. Romenler, Sırplar. Karadağlılar ve Bulgarlar Rus¬ya'nın yanında yer aldılar. Malî ve aske¬rî vaziyeti son derece kötü durumda bulunan Osmanlı Devleti dışarıdan da yardım alamadı. Plevne'de Gazi Osman Paşa, doğuda Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın fevkalâde başarıları savaşın ge¬nel gidişini durduramadı; Türk orduları cephelerden çekilmeye başladı. Onların ardından on binlerce müslüman-Türk muhacir de İstanbul'a akın etti. Muha¬cirler bir plan içinde Anadolu'nun çeşit¬li bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Memleketin son derece karışık günler yaşadığı bu sırada, bu konularda tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte idi.

İlk meclis, parti grupları yerine milli¬yet gruplarının mücadele ve entrika sahnesi haline gelmişti. Anayasanın sağiadığı şahsî hürriyeti gayri müslim unsurlar millî hürriyet, hatta muhtari¬yet ve istiklâl hakkı mânasına alıyorlar¬dı. Anayasaya göre resmî dil Türkçe ol¬duğu halde, Ermeni ve Rum mebuslar kendi dillerinin de resmî dil olarak ka¬bul edilmesini isteyecek kadar ileri gi¬diyorlardı. Her mebus kendi milletinin problemi ile ilgileniyordu. Bunlar meclis içinde ve hükümet nezdinde âdeta üs¬tünlük kurmaya çalışıyorlardı. Anaya¬sa gereğince seçilen ikinci meclis Ocak 1878 başlarında toplandı. Ruslar'ın İs¬tanbul'a doğru ilerlediği bir sırada he¬men bir muhalefet grubu oluşturan ba¬zı mebuslar, başta sadrazam olmak üzere hükümetin azlini, savaşta yenilgi¬ye sebep olan kumandanların dîvân-ı harbe verilmesini istemeye başladılar.

Padişah. Edhem Paşa'nın yerine Ah¬med Hamdi Paşa'yi sadârete getirdi [142] Meclis, her nazırın meclise gelip hesap vermesi ve kumandanların yargılanmaları konusunda ısrar etti. 22 Ocak'ta buna dair bir teklif kabul edil¬di. Padişah, meclis başkanı Ahmed Ve-fik Paşa'yı meclise göndererek, tama¬men anayasanın uygulanmasından ya¬na olduğunu, sadâret makamını kaldı¬rarak kendi imtiyazlarından birini daha feda ettiğini, vekillerin her istendiğinde meclise hesap vereceklerini, ancak şu buhranlı günlerde yerlerine bir vekil gönderilmesi halinde mazur görülmele-rini istedi. Padişahın bu sözlerine rağ¬men mecliste yine şiddetti tartışmalar oldu. Padişah, Rus ilerlemesi karşısında meclisten karar alınmasını istediği halde, bu konuda meclis ciddi bir karar alamıyordu. Bu sırada Ruslar'la Edirne'de mütareke imzalandı [143] Padişah meclisin istediği adam¬ları hükümetten atmaya teşebbüs eden Ahmed Hamdi Paşayı azletti, yerine Ahmed Vefik Paşa'yı başvekil olarak ta¬yin etti [144] Başvekilin görevi meclisin çıkardığı kanunları padişaha arzetmek ve bakanlar kurulunun çalış¬malarını düzenlemekle sınırlandı.

Abdülhamid, Ruslar'la yapılacak barış konusunu görüşmek üzere sarayda ola¬ğan üstü bir meclis topladı. Toplantıya parlamentodan da beş kişi katıldı. Baş¬vekil Ahmed Vefık Paşa. Ruslar'ın teklif ettikleri barış şartlarını anlattı ve bu şartların ağırlığı karşısında hükümetin barış kararını tasvip edip etmediklerini mecliste bulunanlara sordu. Herkesin olumlu cevap verdiği bir sırada, mebus-lardan Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi birden ayağa kalktı. Padişahı alı¬şılmamış bir üslûpla suçlayarak olaylar¬dan meclisin sorumlu olmadığını söyle¬di. Padişah da bizzat cevap vererek bu savaştan kendisinin sorumlu olmadığı¬nı, bu konuda vazifesini yaptığını, mille¬tinden mükâfat beklediğini belirtti ve sözü Hazîne-i Hâssa Nâzın Said Paşa'ya bıraktı. Said Paşa savaşa nasıl girildiği¬ni anlattıktan sonra, sarayın harbin yönetimine karışmadığını söyledi. As¬tarcılar kethüdasının padişahı suçlayan görüşlerinde ısrar etmesi üzerine padi¬şah tekrar söz aldı. Kasıtlı olarak söyle¬nen bu sözleri kabul edemeyeceğini, görevini yaptığını tekrarladı. Şu anda da ölünceye kadar Ruslar'la tek başına dövüşmeye hazır olduğunu söyledi; astarcılar kethüdasının, hükümdarlarına karşı gösterdiği cüretten dolayı cezasını yine meclise havale ettiğini belirtti. Ba¬zı art niyetlilerin bu gibi davranışlarla böyle kritik bir zamanda devletin işleri¬ni zorlaştırmaya çalıştıklarını ilâve etti ve “Ben artık Sultan Mahmud'un izin¬den gitmeye mecbur olacağım” diye-rek sözlerini bitirdi. Nihayet anayasanın kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak, 13 Şubat 1878de Meclis-i Meb'ûsan'ı süresiz olarak tatil etti. fakat meşruti¬yet ve anayasadan vazgeçtiğine dair hiçbir beyanda bulunmadı. Aksine res¬mî devlet salnamelerinde bu iki mües¬sesenin varlığından sık sık bahsettirdi, on ay yirmi beş gün süren bu ilk meclis denemesinden sonra meşrutî devlet şekli itibarî olarak kullanılmakla birlikte, devlet idaresi yavaş yavaş II. Abdül-hamidin elinde toplandı. 3 Mart 1878'de Rusya ile Ayastefanos Antlaşması imzalandı.

İngiltere, Paris Antlaşması'nı ihlâl et¬tiği iddiasıyla Ayastefanos Antlaşması’nın milletlerarası bir konferansta göz¬den geçirilmesini istedi. Avusturya ve Almanya'nın da desteği ile Berlin Kon-feransı hazırlıkları devam ederken İn¬giltere Rusya ile gizlice anlaştı. Bir yan¬dan da konferansta yardım vaadi ile Babıâli'den yeni tâvizler kopardı. Gizli görüşmeler sonunda. Kıbrıs'ın yöneti¬mini geçici olarak İngiltere'ye bırakan antlaşma 4 Haziran 1878'de imzalandı. II. Abdülhamid. hükümetin bir oldu bit¬ti ile imzaladığı bu antlaşmayı onayla¬mamak için çok direndi. İngilizler aske¬rî tehditte bulundular. Bunun üzerine padişah Kıbrıs'ta hükümranlık hakları¬na asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizler'den bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı. Osmanlı diploma¬sisi İngiltere'nin Berlin Kongresi'nde vaad ettiği destek uğruna Kıbrıs'ı elden çıkarmıştı. Sultan Abdülhamid ise Berlin Konferansı'nın Osmanlı Devleti'ni masa başında taksim etmek üzere top¬landığına inanıyor, eğer tâviz verilecek¬se mutlaka karşılığının alınmasını isti¬yordu. Halbuki İstanbul'da İngilizler'le yapılan gizli görüşmelerden Berlin'deki Türk heyetinin haberi bile yoktu. Kon¬feransta Osmanlı Devleti lâyık olmadığı bir muamele ile karşılaştı. İngiltere va-ad ettiği desteği vermedi. 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması ile pek çok toprak kaybedildiği gibi. Rusya'ya karşı da ağır bir harp tazmi¬natı ödenmesi kabul edildi. Ayrıca Kıb¬rıs'ın İngiltere'ye bırakılmış olması, di¬ğer devletlerin de bu konudaki faaliyet¬lerini arttırdı. İngiltere'nin teşvikiyle Bosna-Hersek'in yönetimi Avusturya'ya bırakıldı. 1881'de Fransa Tunus'a, erte¬si yıl İngiltere Mısır'a, bir oldu bitti ile el koydular; Bulgarlar da 1885te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler.

Olayların bu noktaya gelmesinde II. Abdülhamid'in sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Padişah, olayların sebeplerini şimdiye kadar uygulanan yan¬lış politikalarda aramakta idi. Ona göre devletin belirli bir dış politikası yoktu. Avrupa'da oluşmakta olan yeni dengeler yakından takip edilmemiş, Türk ha¬riciyesi haysiyetli, bilgili ve tutarlı bir politika izleyemem işti. Hariciyecilerimiz birbirleriyle çekişmekten isabetli kararlar alamamışlar, daha çok yabancı dip¬lomatların tesirinde kalmışlardı. Devle¬tin yüce menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet ol-muşlar ve dış politikadaki bu yanlış tu¬tum dolayısıyla devletin dış itibarı sıfıra inmişti. Bu yüzden devlet, İstanbul ve Berlin kongrelerinde hakaret derecesi¬ne varan muameleye mâruz kalmıştı.

Abdülhamid, milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlü¬ğünü savunmayı hayatî bir görev sayı¬yordu. Öncelikle hedefleri belli, nesilden nesile devam edecek bir dış politika oluşturmak için hükümetinden raporlar istedi. Fakat yaşadığı olaylar, II. Abdül-hamid'in zaten karakterinde var olan şüpheciliğini daha da arttırdı. Bilhas¬sa büyük devletlerin çeşitli şekillerde Osmanlı devlet adamlarını elde ederek politikalarını bu yolla yürütmeleri, padi¬şahı tedbirli olmaya şevketti. Babıâli'¬ye güvenmediği için, Gazi Osman Paşa, Cevdet Paşa gibi muhafazakâr ve dü¬rüst bazı devlet adamlarının da destek ve teşvikiyle, devlet idaresini yavaş ya¬vaş tekeline alarak Yıldız Sarayı'nda top¬ladı. Önceki iki padişahın hal'edilmiş ol¬ması onda, kendisinin de.ta.httan indiri-leceği şüphesini sabit bir fikir haline getirmişti. Mason localarının V, Murad'ı tekrar tahta çıkarma faaliyetleri, özel¬likle aynı amaçla Ali Suavi'nin 20 Ma¬yıs 1878'de giriştiği I. Çırağan, Cleanti Scalieri-Aziz Bey Komitesinin Temmuz 1878'deki II. Çırağan vakaları bu şüp¬helerini daha da arttırdı. Bu yüzden dev¬lette olup biten her şeyden haberdar olabilmek için kuvvetli bir hafiye teşki¬lâtı kurdu. Abdülhamid'e göre. jurnalci¬lik ayıp ve kötü bir şey olmakla birlikte, bundan vazgeçmek de mümkün değil¬di. Zira dünyanın hiçbir yerinde entrika bizdeki kadar büyük boyutlara ulaşma¬mıştı. Ona göre pek çok avare memur ve subay hiç kimseyi beğenmemekte ve devleti yalnız kendilerinin kurtaracağı¬na inanmaktaydı. Bunu ispat için ajan¬lık yapmak, entrika çevirmek, bu da ol¬mazsa padişaha hakaret ve ifiira et¬mekten çekinmemekteydiler.

II. Abdülhamid bu yüzden ülke yö¬netiminde sert bir politika takip etti. Sultan Abdülaziz'in ölümünden sorum¬lu tuttuğu Midhat Paşa ve arkadaşları Yıldız Sarayında kurulan özel mahke-rriede yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Ancak padişah Ölüm cezalarını müebbet hapse çevirdi. İç politikadaki sertliği dış olayların seyrine göre azalıp çoğaldı. Dış politikada karşılaştığı güçlükler, bilhassa yabancı devletlerin içeride birtakım olaylar çıkartmaları, padişahı sıkı bir rejim uygulamaya şev¬ketti. Çünkü iç politikadaki çalkantıları kontrol etmeden, dağılmakta olan bir imparatorluktaki çeşitli menfaat grup¬larını ve siyasî faaliyetlerini zapturapt altına almadan devleti yönetmek müm¬kün değildi. Daha tahta çıktığı gün et¬rafını saran kimselerin entrikalarla örü¬lü ağlarına kendisini hapsetmek iste¬diklerini anlayan Abdülhamid, bu yüz¬den kurnaza karşı kurnazca hareket et¬meye karar verdiğini belirtir. Bunun so¬nucu olarak da Avrupa'da yapılan bö¬lücü yayın faaliyetlerine karşı sıkı bir sansür uyguladı. Devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna, ina¬nan Abdülhamid, bazı tâvizler pahası¬na da olsa, ağır bir yük oluşturan sa¬vaşlardan kaçınma yoluna gitti. Salta¬natı süresince daima idareli davrandı. Abdülaziz gibi devlet hazinesine el at¬madı. Aksine kendi kesesinden bile bazı fedakârlıklarda'bulundu. Sarayın mas¬raflarını âzami derecede kıstı. Cariye¬lerle dolu saray hayatından uzak sade bir hayat yaşadı.

Abdülhamid. ekonomik alanda kendi¬sinden önceki padişahlardan devraldığı dış borçları temizlemeye öncelik verdi. Tahta çıktığında, 1854-1874 arasında alınmış dış borçların vadesi dolan yıllık ana para ve faiz ödemeleri devletin normal gelirlerinin yarısını geçiyordu. Dış baskı aracı olarak kullanılan ağır borç yükünden bir an önce kurtulmak istedi. Avrupalı alacaklıların temsilcile¬riyle 20 Aralık 1881'de bir anlaşma İm¬zalandı. Muharrem Kararnamesi adı ve¬rilen bu anlaşma ile alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyün-ı Umûmiyye'yi kurma imtiyazı ta¬nındı. Böylece Osmanlı Devleti'nin Batılı devletler arasındaki itibarı oldukça düzeldi. Fakat anlaşmadaki bazı hükümler yüzünden borç senetlerindeki değer ar¬tışı Düyûn-ı Umûmiyye'nin işine yaradı. Bu arada, eskisi kadar olmamakla bir¬likte yeni borçlanmalara gidildi. Devlet gelirlerinin yüzde otuzu borçların ve fa¬izlerinin ödenmesine ayrıldığı halde, es¬ki borçlar temizlenemedi. Ancak alınan borçlardan çok daha fazlası ödendi ve borçlar büyük ölçüde hafifletildi. Bu borçlanmalara karşılık, memleketin yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme haklan İngiliz. Fransız, Alman şirket ve bankalarına bırakıldı. Yabancı bir kuruluş olan Osmanlı Bankası'na (Bank-i Osmânî-i Şâhâne) geniş yetkiler tanınarak devlet maliyesinin yabancı uzmanlarca denetlenmesine imkân verildi. Diğer ta¬rafian dünyadaki genel ekonomik bu¬nalımın ve kapitülasyonların da etkisiy¬le ziraî üretim düştü, yatırımlar durdu. Devlet gelirlerinin esasını oluşturan zi¬raî vergilerin toplanması aksadı. Çözüm olarak “İmtiyaz usulü”ne gidildi. Bu sa¬yede çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yapıldı. Fakat bu sistemin uygulanması sırasında büyük rüşvet ve yolsuzluklar oldu. Aynı devlete mensup şirketlerin imtiyazlarını belli bölgelerde toplamaya çalışması, memleketin yabancı devletler arasında ekonomik nüfuz bölgelerine ayrılmasına yol açtı. Bu şekilde yabancı devletler ve şirketler arasında amansız bir mücadele başladı. Demiryolu alanın-daki mücadele Almanya'nın zaferiyle sonuçlandı. İslâm dünyası ile bağlarını güçlendirmeye çalışan ve bunu temel bir siyaset haline getiren Abdülhamid, Almanya'dan aldığı malî destek ile. 1888'de Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattını Ankara'ya kadar uzatmaya te¬şebbüs etti. 1902'de Ankara'yı Bağ¬dat'a bağlayacak hattın yapımını da Almanlar'a verdi.

Abdülhamid'in en başarılı yönü dış politikasıdır. Dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere saray¬da bir çeşit bilgi merkezi kurdu. Türki¬ye ile ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden padişaha gelen raporlar burada toplanır ve değerlendi¬rilirdi. Padişah, gerektiğinde yerli ve ya¬bancı ilim adamlarından dış politika ko¬nusunda bilgi alırdı. Abdülhamid'in dış politikası prensip itibariyle basit, uygu¬lanış bakımından oldukça zordu. Dış politikada temel amaç, imparatorluğun barış içinde yaşamasını temin etmekti. Devletler arası rekabetin Türkiye üze-rinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu. Abdülhamid, Avrupa devletlerinin Tür¬kiye üzerinde birbiriyle çelişen çıkar ve ihtiraslarından faydalandı. Bu yüzden dış politikası milletlerarası ilişkilerde yeni şartlar oluştukça değişti. 1878'den XX. yüzyıl başlarına kadarki dönemde bağımsız bir politika izledi. Hiçbir dev¬letle devamlı anlaşmaya girmedi. Bü¬yük devletleri mümkün olduğu kadar birbirlerinden ayırabilmek için çeşitli diplomatik faaliyetlere girişti. Osmanlı Devleti'nin varlığı için en tehlikeli gör¬düğü İngiltere'ye karşı Rusya ile dostluk kurmaya yöneldi. Mısır'da İngilte¬re'nin karşısına, aynı bölge ile ilgilenen Fransa'yı çıkardı. Bu güçlerin desteğiyle ve ince hesaplarla bir denge politikası takip ederek İngiltere'nin etkisini kır-maya çalıştı. Büyük güçleri her fırsatta birbirlerine düşürmeyi dış politikasının âdeta temel unsuru haline getiren pa¬dişah, Kuzey Afrika'da da Fransa ile İtalya'yı karşı karşıya getirdi. Berlin Antlaşmasının ortaya çıkardığı Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti aleyhine bir¬leşmelerini önlemek amacıyla aralarındaki anlaşmazlıklardan faydalandı.

Abdülhamid, dış tehlikeler karşısında devletin tabii dayanağı olarak gördüğü müslüman tebaaya öncelik verme siya¬setini benimsedi. İngiltere'nin Mısır ve Arabistan'da ilmî araştırmalar adı altın¬da başlattığı Osmanlı aleyhtarı faaliyet¬lerini yakından takip etti. İngilizler'in Araplar arasında istismar ettiği konu¬lardan biri hilâfet meselesi idi. Müslü¬manların devlet başkanı olacak kişinin Kureyş soyundan gelmesinin şart olup olmadığı tartışmaları, İngiliz propagan¬daları yüzünden tekrar gündeme geldi. Osmanlı padişahının Kureyş soyundan gelmemesi sebebiyle meşru halife ola-mayacağı ileri sürülmeye başlandı. Abdülhamid'in şeyhi Ebü'1-Hüdâ. Araplar'ı Türklere karşı isyan ettiren konunun imamet meselesi olduğunu söyledi. Bunun üzerine padişah da eskiden be¬ri Osmanlı medreselerinde okutulan ve idâdîlerin altıncı ve yedinci sınıflarında da okutulmasına karar verilen Şerhu'I [145] baskısından imamet bahsini çıkarttı. Diğer tarafian, imamet konusunu tek¬rar ele alan İslâm mütefekkirleri, dinî ve tarihî açıdan imametin belli bir ırkaÖait olmadığını ispat ettiler. Bunlardan biri olan Peşâverli Hafız Abdülcemil, Hint diliyle yazdığı ve ez-Zaleruî-Hamidiyyetî işbâti'l-halîfe adıyla Arap¬ça'ya tercüme edilen risalesinde. Abdülhamid'in halifeliğinin meşru olmadı¬ğı konusunda yazılan risalelerin çeşitli bölgelerde dolaştığını, bu tür faaliyetle¬rin merkezinde “Kâfir ve şerir ileri gelenleri”nin bulunduğunu belgelerle ortaya koydu.

Abdülhamid İngiliz ajanlarının Arap milliyetçiliğini yaymak, halifeliğin Araplar'ın hakkı olduğu iddiasıyla Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayret¬lerine panislâmizin politikası ile karşı koymaya çalıştı. Müslümanlar arasın¬da birliği sağlamak amacıyla dinî pro¬pagandaya girişti. Bu konuda tarikat şeyhlerinden ve nüfuzlu kabile relsle¬rinden de faydalandı. En önemli ve tec¬rübeli yöneticileri, Anadolu ve Suriye başta olmak üzere, müslümanların ço¬ğunlukta olduğu vilâyetlere gönderdi. Halifelik makamından faydalanarak panislâmist ideolojiyi yaymaya çalıştı. Ha¬lifelik sıfatını Osmanlı padişahları ara¬sında en çok kullanan o oldu. Bu sıfatın verdiği güçle. Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndere¬rek İslâmiyet'in oralarda da yayılması için çalıştı. Abdülhamid'in Çin'deki tesiri o kadar büyük oldu ki, Pekin'de onun adına bir İslâm üniversitesi açıldı ve ka¬pısında Türk bayrağı dalgalandı. Şam'¬dan Mekke'ye kadar uzanan Hicaz de¬miryolunu inşa ettirdi. Araplar arasında başlattığı yoğun propagandalarla, ortak düşmanın, İslâmiyet'in düşmanı olan Batı emperyalizmi olduğunu ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürdü.

Bu çalışmaların kısa sürede etkisi görülünce. Batılı diplomatlar bunu “İslâmiyet yeniden hortluyor” şeklinde ül-kelerihe rapor etmeye başladılar. Bu¬nun üzerine Batılı büyük devletler, gay-ri müslimlere eşit muamele yapılmadığı iddiasıyla Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını arttırdılar. Devletin iç işleri¬ne yaptıkları müdahaleler büyük diplo¬matik bunalımlara ve gerginliklere se¬bep oldu. Bundan dolayı Abdülhamid, Makedonya ve Lübnan meselesinde ol¬duğu gibi gerilemek zorunda kaldı. Bazı konularda ise sonuna kadar diretti. Bunların başında Ermeni meselesi gel¬mektedir. Berlin Antlaşması'nın 61. maddesine göre. Anadolu'da Ermeni-ler'in yaşadığı vilâyetlerde ıslahat yapılacaktı. Abdülhamid, bunun Ermeni muhtariyetini doğuracağını ileri süre¬rek, "ölürüm de 61. maddeyi uygula¬mam" diyordu. Başta İngiltere olmak üzere Batılı büyük devletlerin tehditle¬rine rağmen bu konuda kesinlikle tâviz vermedi. Doğu vilâyetlerinde nüfus ço¬ğunluğunun müslümanlarda olduğunu. Ermeniler için özel ıslahat yapılamaya¬cağını ileri sürdü. Bu konuda en ufak bir tâviz veren sadrazam ve nazırları derhal azletti. Ermeni komitacılarının hayatına kasteden saldırılarına aldır¬madı. Abdülhamid'in direttiği ve kısmen başarıya ulaştığı gnemli konular¬dan biri de Filistin meselesi idi. Siyo¬nistler, Filistin'de bir yahudi devleti kurulması için Abdülhamid'e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük prob¬lemi olan dış borçların bir kalemde sili¬neceğini söylediler. Padişah bu para tek¬liflerini kabul etmediği gibi, yahudilerin çeşitli yollarla Filistin'e gelip yerleşme¬lerine engel olacak bazı tedbirler de aldı.

Abdülhamid, panislâmist politikası sayesinde İngiltere'nin Arabistan'da oy¬nadığı oyunlara engel olduysa da devle¬tin malî gücü daha fazla mücadeleye imkân vermedi. Bu yüzden, 1890'lar-dan itibaren tarafsız dış politikadan ay¬rılmak ihtiyacını duydu. Fakat bu sıra¬larda oluşmakta olan devletler grubun¬dan birine katılmayı da tehlikeli buldu. Yaptırdığı uzun araştırmalardan sonra Almanya ile iktisadî iş birliğine razı ol¬du. Almanya'yı tercih etmesinde pek çok sebep vardı. Bunların başında, Al¬manya'nın hiçbir İslâm ülkesini işgal et¬memiş olması, Ermeni meselesinde Türkiye'nin görüşünü desteklemesi. Al¬man imparatoru II. VVilhelm'in müslü¬manların dostu olduğunu açıkça ilân etmesi gelmektedir. Ayrıca Ortadoğu'yu ekonomik yayılma alanı seçen Almanya, iki milletin benzer özelliklerini propa¬ganda aracı olarak ustaca kullanıyordu. Siyasî ittifaktan şiddetle çekinen Abdülhamid. Almanya ile yapılacak iktisa¬dî münasebetler sayesinde memleketin kalkınabileceğini ümit etmekteydi. Al¬manya'nın kendi iktisadî yatırımlarını korumak İçin. Türkiye'ye dışarıdan ge¬lecek saldırıya tabii olarak karşı koya¬cağını da hesaplıyordu. Bu amaçlarla, başta demiryolu olmak üzere Alman yatırımcılarına geniş imtiyazlar verildi.

Abdülhamid. büyük güçler arasındaki rekabet üzerine kurulan dış politika ile ülke bağımsızlığının uzun süre korunamayacağını biliyordu. Esas maksadı zaman kazanmak ve bu zaman zarfında devleti iktisaden kalkındıracak gerekli reformları yapmaktı. Fakat Tanzimat döneminin borç faturası padişahın elini kolunu bağlamakta idi. Düyûn-ı Umûmiyye idaresi devletin bütün malî ve ik¬tisadî hayatına hâkimdi. Yeni düzenlemelerle yeni kaynaklar bulunmasına çalışıldı. Carî harcamalar kısılarak ısla¬hat için fon oluşturulduysa da dış tah¬riklerle içeride patlak veren karışıklık¬lar bu kaynaklan da eritti. Padişahın istediği bütün reformlar yapılamamak¬la birlikte oldukça önemli adımlar atıl¬dı. Eğitim, bayındırlık ve tarım alanın¬da olumlu gelişmeler görüldü. Bilhas¬sa eğitim alanındaki gelişmeler büyük¬tür. Kendi gelirleriyle ayakta durama¬yan medreselerin yeni usullerle eğitim veren okullara dönüştürülmesine hız verildi. Kaliteli uzman-memur yetiştir-mek üzere yüksek okullar açıldı. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Hendese-i Mülkiye. Dârü'l-Mua!limîn-i Âliyye, Maliye Mekte¬bi. Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mek¬teb-i Âlîsi, deniz ticareti, orman ve maâdin. lisan, dilsiz ve âmâ mekteple-riyle Dârülmuallimât ve kız sanayi mek¬tepleri, fen ve edebiyat fakültelerinden oluşan Darülfünun hep Abdülhamid döneminde açılmıştır. Bu yüksek okul¬lara öğrenci yetiştirmek üzere ilk ve or¬ta öğretime de önem verilmiştir. Bil¬hassa Batı tarzındaki ilk ve orta tahsi¬lin kurulması bu dönemdedir. Abdülha¬mid bütün vilâyetlerle sancakların ço¬ğunda rüşdiyeler kurdurdu. Yalnız İs¬tanbul'da açtırdığı idadilerin sayısı altı¬dır. İbtidâî denilen ilk mektepleri köyle¬re kadar götürdü. Rüşdiyelerden itiba¬ren yabancı dil öğretimi mecburi tutul¬du. Birçok vilâyette dârülmuallimînler ve hukuk mektepleri açtırdı. Memleket¬te kültür seviyesini yükselten Abdülha¬mid, Müze-i Hümâyun (Eski Eserler Mü¬zesi), Askerî Müze, Bayezid Kütüphâne-i Umûmîsi, Yıldız Arşivi ve Kütüpha¬nesi gibi kültür müesseselerini de kur¬muştur. İmparatorluk içindeki vakıf kü¬tüphanelerinin kitap mevcudunu tes-bit eden ilk kataloglar da bu dönemde yapıldı. Koyu bir sansür uygulandığı halde, yayın çalışmalarını bizzat destek¬lediği için kitap, dergi ve gazete sayı¬sında büyük artışlar oldu. Abdülhamid aynca. başta İstanbul olmak üzere im¬paratorluğun çeşitli şehirlerinin önemli fotoğraflarını ihtiva eden çok değerli bir albümler koleksiyonu hazırlattı. Bu albümler bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi"nin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Sağlık alanında da önemli adımlar atıldı. Tıbbiye'de öğre¬tim dili Fransızca'dan Türkçe'ye çevrildi. Haydarpaşa Tıbbiyesi ve kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastahanesi ile bir kısım masraflarını kesesinden karşıla¬dığı Darülaceze onun sağlık ve sosyal yardım alanlarında attığı Önemli adımlardır.

Bütün memlekette ticaret, ziraat ve sanayi odaları da yine Abdülhamid za¬manında açıldı. İlk defa “Tahrîr-i nüfûs” teşkilâtı kurularak, memlekette insan gücü ve mal varlığının istatistikî bir şe¬kilde her yıl düzenli olarak tesbitine çalışıldı. Ayrıca imar ve bayındırlık faali¬yetlerine de hız verildi. Anadolu ve Ru¬meli demiryollarının büyük bir kısmı ta¬mamlandığı gibi, yol bulunmayan Ana-dolu'da bir şose şebekesi meydana ge¬tirildi. Çeşitli şehirlerde atlı ve elektrikli tramvaylar, düzenli rıhtımlar yapıldı. Hi¬caz ve Basra'ya kadar telgraf hatları çekildi. Abdülaziz döneminde “Memle¬ket ve menâfi sandıklan” adıyla bazı kredi müesseseleri kurulmuştu. Bunlar 1883'te Menâfi Sandıkları. 15 Ağustos 1888'de de Ziraat Bankası adını aldı. Abdülhamid döneminde bu bankanın teşkilâtı genişletildi, çeşitli yerlerde şu¬beleri açılarak çifiçiler desteklendi. Feshâne ve Hereke fabrikaları genişletildi; Yıldız Çini Fabrikası açıldı. Askerî ısla¬hat için Almanya'dan uzmanlar getirti¬lirken Almanya'ya eğitim için Türk su¬bayları gönderildi. Askerî rüşdiyeler ve idadiler arttırıldı. Türk ordusu yeni silâhlarla teçhiz edildi. Hukuk alanında da önemli adımlar atıldı. Ceza usulü ve ti¬caret usulü kanunları çıkarıldı. İlk defa mahkemelerde müddelumumilik mües¬sesesi kuruldu. Batı örneklerine göre polis teşkilâtı yeniden düzenlendi. Me¬murlar için Tekalit Sandığı kuruldu.

II. Abdülhamid'in önemli özelliklerin¬den biri de Türklük şuuruna sahip olması idi ve İslâm cemaatleri içinde en güvendiği unsur da Türkler'di. Bu yüz¬den dış Türkler'le yakından ilgilendi. Daha saltanatının ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Şeyh Süleyman Efendi'yi Türkler ve Türkmenlerle te¬mas etmek üzere resmî vazife ile Orta Asya'ya gönderdi. Peşte'de toplanan Turan Kongresi'nde de padişahı yine Süleyman Efendi temsil etti. Azerbay¬can'da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçe'nin yeniden öğretim dili olması¬nı sağladı, öte yandan Söğüt'ü imar et¬ti; buradaki Osmanlı Devleti'nin kuru¬cuları Türk büyüklerinin türbe ve me-zarlannı tamir ettirdi. Bölgede yaşayan ve kendisinin “Öz hemşehrilerim” dediği Karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Söğütlü Maiyet Bölüğü kurdu.

Anayasalı meşrutî idareye tarafiar olan Abdülhamid, meclisin çeşitli un¬surların mücadele sahnesi olmasından çekiniyordu. Türkler'in haklarını koru¬yacak bir kanun hazırlığı için Avrupa anayasalarını tercüme ettirmeye baş¬lamıştı. O, Türk unsurunun kuvvetlen¬mesi için çalışılması gerektiğini savun¬makta, Anadolu'nun Türk'ün son sığı¬nağı olduğunu söylemekte ve Almanlar'ın burada koloni kurmak istemeleri¬ne de şiddetle karşı çıkmakta idi.

Malî darlık yüzünden yer yer patlak veren iç ayaklanmalar, yeni yeni muh¬tariyet istekleri, dış politikada karşılaşı¬lan güçlükler, devletin işleyişindeki ak¬saklıklardan doğrudan etkilenen genç memur ve subaylar arasında tepkiler uyandırdı ve zamanla gizli bir muhale¬fet cephesi oluştu. Devrin aydınları im¬paratorluğun kurtuluşu için tek çıkar yolun meşrutiyet olduğuna inanıyorlar¬dı. İttihat ve Terakki Komitesi'nin başı çektiği bu harekette Türk aydınları Er¬meni. Rum, Bulgar ve Arap gibi çeşitli unsurlara mensup komitacılarla “İttihâd-ı anâsır” fikri etrafında anlaştılar.

Komşu devletlerin yeni bir müdahaleye hazırlanmaları üzerine Makedonya'da bir araya gelmiş olan bazı Türk subay¬ları padişahı Kanûn-ı Esâsî'yi ilân etme¬ye zorladılar. II. Abdülhamid. 23 Tem¬muz 1908de anayasayı tekrar yürürlü¬ğe koyduğunu ilân etti. II. Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine imparatorluğun dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan İmpa¬ratorluğu, Osmanlı Meclisi'ne üye gön¬derilmesine engel olmak İçin 5 Ekim 1908'de Bosna-Hersek'i işgal etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. Bir gün sonra da Girit, Yunanistan ile birleştiğini açıkladı.

II. Meşrutiyet'in ilk seçimleri Türkler’le Türk olmayanların mücadelesi şeklin¬de geçti. İşin içine birtakım dış müda¬haleler de karıştı. Türk cephesini, or¬duya dayanan, devlet ve hükümete hâ¬kim olan İttihat ve Terakki Komitesi ile adem-i merkeziyetçi Ahrar Fırkası tem¬sil etti. Öteki unsur içinde de en şiddet¬li mücadeleyi, Yunanistan'ın telkinleri ve Fener Patrikhanesi'nin talimatı ile hareket eden Rumlar yaptı. 17 Aralık 1908 günü bizzat padişahın açtığı mec¬liste Türk mebuslarının sayısı diğer un¬surlardan azdı. Abdülhamid'in de Öte¬den beri korktuğu husus bu idi. Nite¬kim daha meclisin açılışının ilk günle¬rinde hıristiyan unsurlar millî gruplar halinde mücadeleye geçtikten başka, Arap ve Arnavut gibi müslüman unsur¬lar da çok geçmeden Türkler'e yüz çe-virmeye başladılar. Meclis-i Meb'lisan muhtelif Osmanlı milliyetlerinin Türklü¬ğe karşı mücadele sahnesi haline geldi. Bu durum İttihatçılar'ın “İttihâd-ı anâ¬sır” hayallerini suya düşürdü. Memle-kette İttihatçılar'ın başlattığı suikastlar halkın huzursuzluğunu arttırdı. Alaylı zabitlerin ordudan çıkarılmasına karar verilmesi, orduda da huzursuzluk mey¬dana getirdi. İttihatçılar'ın kendi adam-larını devlet dairelerine yerleştirmeleri. medrese talebelerinin de askere alın¬ması konusunda meclise kanun tasarısı verilmesi gibi İttihatçı hükümetlerin so¬rumsuz icraatı, iç huzursuzluğu arttırdı ve muhalefetçi cepheyi kuvvetlendirdi. Halk arasında İttihatçıların mason ol¬duğu söylentisi, medrese talebelerinin askerliğinin dinî eğitime karşı bir darbe sayılması ve ordudan çıkarılan alaylı su¬bayların mekteplileri “Kâfir” gösteren propagandaları ile çalkalanan ülkede muhalefet, İttihâd-ı Muhammedî Cemi¬yeti etrafında toplandı. Kıbrıslı Hafız Derviş Vahdetrnin kurduğu cemiyet, Volkan adlı gazetesi ile devamlı şekilde halkın taassubunu tahrik eden şiddetli bir neşriyata başladı. Bir ara meclisin tatilini isteyecek kadar ileri gitti. Mi¬zancı Murad da Mizan gazetesi ile İt-tihatçılar'a karşı şiddetli hücumlara başlamıştı. İşte bu iki muhalif gazete¬nin neşriyatı sonunda İstanbul'da bü¬yük bir ayaklanma patlak verdi. Eski takvime göre 31 martta meydana gelen ve Otuz Bir Mart Vak'ası olarak tarihe geçen bu olay, 13 Nisan 1909'da Taşkışla'daki Avcı taburları efradının, su¬baylarını hapsettikten sonra Sultanah¬met Meydanı'nda toplanmalarıyla baş¬ladı. Bir gün sonra Ermeniler Adana'da büyük bir ayaklanma çıkartarak pek çok Türk'ü katletti. İstanbul'daki olay¬lar on bir gün kanlı bir şekilde devam etti. Nihayet Selanik'ten gelen Hareket Ordusu'nun 23-24 Nisan 1909 gecesi İstanbul'a girmesinden sonra bastırıldı. Hareket Ordusu Ayastefanos'ta (Ye¬şilköy) bulunduğu sırada ayandan bazı¬ları ile mebusların çoğu birdenbire ora¬ya gidip 22 Nisan 1909 Perşembe günü ayan relsi eski sadrazam Said Paşa'nın başkanlığında Meclis-i Umümî-i Millî adıyla gizli bir toplantı yapıldı. Hareket Ordusu lehinde bir beyanname neşre¬dildi. Abdülhamid'in hal'ine ilk önce bu toplantıda karar verilmişse de karar gizli tutuldu. Bu sırada padişah Sadra¬zam Tevfik Paşaya saltanatı kardeşine bırakabileceğini, ancak bir komisyon kurularak 31 Mart Vak'ası'nda dahlinin olup olmadığının ortaya çıkarılması¬nı istedi. Tevfik Paşa bunu Said Paşa'ya bildirdiğinde Said Paşa, “Eğer temize çıkarsa bizim halimiz ne olur” diyerek karşı çıktı. II. Abdülhamid, kendisine sadık olan Birinci Ordu ile, Hareket Or-dusu'na karşı konulması hususunda ya¬pılan teklifleri kabul etmeyerek, müslümanların halifesi olduğunu ve müs-lümanı müslümana kırdıramayacağını söyledi. Bu kadarla da kalmayıp Topçu feriği Hurşid Paşa ile Dersvekili Hâlis Efendi'yi Hareket Ordusuna göndere¬rek meşrutiyetin korunduğunu bildirdi. Birinci Ordu kumandanına da Hareket Ordusu'na karşı koymamaları konusun¬da askere yemin ettirmesi talimatını verdi. İşte bunun üzerine İstanbul'a gi-ren Hareket Ordusu kısa sürede şehre hâkim oldu. Ordunun kumandanı olan Mahmud Şevket Paşa örfî idare ilân ederek, dîvânıharp ve darağaçları kur¬durdu ve suçlular yanında birçok suçsu¬zu da idam ettirdi. İttihat ve Terakki, hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul'da büyük bir terör havası estirmeye başladı. Birinci Ordu efradı angarya iş¬lerde çalıştırılmak üzere Rumeli yol¬larına sürüldü. Hafiyelik yeni bir şekle büründü; basının ağzına da kilit vurul¬du. Sonunda meşrutiyet, “Hürriyet” adı altında meclisli tuhaf bir mutlakiyet haline geldi.

Yeşilköy'de toplanan ve II. Abdülha¬mid'in hal'ine karar veren Meclis-i Millî azaları, asayiş sağlandıktan sonra 26 Nisan 1909 günü İstanbul'a dönerek, ertesi gün Ayasofya civarındaki binasın¬da tekrar Meclis-i Umûmî-i Millî adı al¬tında toplandı. Meclis 240 mebus, otuz dört ayan olmak üzere toplam 274 kişi¬den oluşmakta idi. Hal" fetvasının ilk müsveddesini sarıklı mebuslardan Elmalılı Hamdi Efendi (Yazır) yazdı. Fet¬vada Abdülhamid'e, İcraatı ile bağdaş-mayan asılsız ve mesnetsiz iddialarda bulunuluyordu. Nitekim fetvayı imzala¬mak üzere meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi bu fetvayı oku¬duktan sonra imzalamaktan çekindi. Sebebi kendisine sorulduğunda da fet¬vada padişaha isnat edilen üç önemli suçu Abdülhamid'in İşlediği kanaatinde olmadığını söyledi. Bunlar, Otuz bir Mart Vakasına sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazi¬nesini israf etmekti. Son derece dürüst ve metin bir kimse olan Nuri Efendi.

Abdülhamid'e saltanattan feragat et¬mesi teklifinde bulunulmasının daha doğru olacağını ileri sürdü. Bunun üze¬rine fetvanın son kısmı değiştirilerek hal' veya feragat şıklarından birinin tercihi meclise bırakıldı. Hacı Nuri Efen¬di buna rağmen padişaha isnat edilen suçlamalardan dolayı fetvayı imzalama¬makta diretti. Hatta istifa ettiğini dahi söyledi. Nihayet, sarıklı mebuslardan Mustafa Âsim Efendi, Hacı Nûrİ Efendi'yi ikna etti. Şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından imzalanarak hukukileşen fetva mecliste okununca, me¬busların bir kısmı derhal hal'ine karar verilmesi yönünde bağırmaya başladılar.

Meclis başkanı Said Paşa, mâbeyn kâtipliğinden başlayarak çeşitli hizmet¬lerinde ve yedi defa sadrazamlığında bulunduğu Abdülhamid'in otuz üç yıllık icraatından onun kadar sorumlu oldu-ğunu unutarak, pek çok iyiliğini gördü¬ğü padişaha karşı cephe almış bulunu¬yordu. Mecliste padişaha tahttan çe¬kilme teklifinde bulunulması kararını oylamadan, ayağa kalkarak II. Abdül-hamid'in hilâfet ve saltanattan hal'i ka¬rarını oya sundu. Mebuslar ellerini kal¬dırarak hal' kararına katıldıklarını be¬lirttiler. Oylamaya itiraz eden bazı me¬buslar da baskı yapılarak susturuldu. Sonunda ittifakla Abdülhamid'in hal'ine karar verilmiş oldu.

Meclisin hal1 kararını padişaha tebliğ etmek üzere seçilen heyet ayandan Er¬meni Aram, Bahriye feriği Laz Arif Hik¬met Selanik mebusu Yahudi Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esad Toptani'-den oluşmaktaydı. Sultan Abdülhamid Meclis-i Millîye Çırağan Sarayı'nda otur¬mak istediğini bildirdiği halde, Hareket Ordusu'nun artık diktatörce davranan kumandanı Mahmud Şevket Paşa, el çabukluğuyla tahtından indirttiği gece onu Selânik'e gönderdi. Eşyasını dahi alamadan birkaç bavulla gece yarısı Yıl¬dız Sarayından çıkarılan Abdülhamid. aile ve maiyet efradından oluşan otuz sekiz kişi ile Sirkeci'den özel bir trenle Selânik'e götürüldü. Binbaşı Fethi Bey (Okyar), kırk Selanik jandarması ile mu¬hafızlığına tayin edildi.

Selanik'te Alâtini Köşküne yerleştiri¬len Abdülhamid, orada vaktini maran¬gozluk ve demircilikle geçirdi. Abdül¬hamid saltanatta iken, Bulgar kilisesi¬nin Rum Patrikhanesi'nden ayrılmasın¬dan beri Balkan devletleri arasında de¬vam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların Osmanlılar'a karşı İttifak oluşturmalarına engel olmuştu. Fakat İttihatçılar’ın, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi unsura ait olduğunu nüfus nisbetine göre tayin etmeleriyle aralarındaki ihti¬lâf kalktı ve Balkan milletleri. Osmanlı Devleti'ne karşı birleşerek Balkan sa¬vaşlarını başlattılar. Kendisine gazete verilmediği için bu gelişmelerden ha¬berdar olamayan Abdülhamid'in. düş¬manın Selânik'e yaklaşması üzerine İs-tanbul'a nakledilmesine karar verildi. Durumu kendisini almaya gelen heyet¬ten öğrenen Abdülhamid. Balkan ittifa¬kına ve bu ittifaktan hükümetin haber¬dar olmamasına hayret etti. Dört Bal¬kan devletinin ittifakını duyar duymaz kiliseler meselesinin halledilip edilme¬diğini sordu. Halledildiğini öğrenince de ittifakı tabii buldu. Selanik'ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid'e tehlikeden bahsedilince, “Ben de bir silâh alır. as¬kerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehid olurum” cevabı¬nı verdi ve devleti bu duruma düşüren¬lere beddua etti. İstanbul'a gündüz çık¬mak şartıyla Selanik'ten ayrılmayı ka¬bul eden Abdülhamid. İstanbul'dan gön¬derilen Alman sefaretine ait Loreley sa¬vaş gemisiyle 1 Kasım 1912de getirile¬rek Beylerbeyi Sarayı'na yerleştirildi.

Hayatının son yıllarını burada geçirdi. I. Dünya Savaşı'nın en buhranlı günlerin¬de hükümette en nüfuzlu kimseler olan Talat ve Enver paşalar. İshak Paşa'yı Beylerbeyi Sarayı'na göndererek Abdül¬hamid'in tecrübelerinden faydalanmak istediler. Eski padişah artık verebilece¬ği hiçbir fikir ve tavsiye edebileceği hiçbir tedbir kalmadığını, devletin daha savaşa girdiği gün yıkıldığını belirterek dünya denizlerine hâkim devletlere kar¬şı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girişilmiş olmasının çok büyük bir sorumsuzluk olduğunu söyle¬di. Abdülhamid'in kıymeti bu dönemde daha iyi anlaşıldı. Saltanatı döneminde aleyhinde bulunan pek çok aydın onun lehinde yazılar yazmaya başladı. 10 Şu¬bat 1918 Pazar günü hayata gözlerini yuman Abdülhamid'in cenazesi Topkapı Sarayı'na nakledilerek teçhiz ve tekfini orada yapıldı. Sultan Reşad'ın iradesiy¬le. Ölümünün ertesi günü padişahlara mahsus muazzam bir törenle Divanyolu'ndaki II. Mahmud Türbesi'ne defnedildi.

Sultan Abdülhamid. Osmanlı ailesinin bütün özelliklerini taşımaktaydı. İri bu¬runlu, parlak ve iri gözlü idi. Soğukkanlı fakat vehimli bir mizaca sahipti. Yürür¬ken ve otururken biraz öne doğru mey-lederdi. Titrek fakat kalın bir sesi var¬dı; çok dinler, az konuşurdu. Kendisiyle konuşanlara saygı telkin eder, herkese karşı nazik davranırdı. Hoşlanmadığı kimselere bile güler yüz gösterir ve sevmediğini belli etmezdi. Karşısındaki¬nin duygu ve düşüncelerini sezmekte mahirdi. Herkesin gönlünü almasını iyi bilirdi. Fevkalâde bir zekâya ve hafıza¬ya sahipti. Bir kere gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. İradesi kuvvetli, fikir ve kararlarında istiklâl sa¬hibi, tehlike karşısında metanetli idi. Anne ve babasının veremden ölmüş ol¬maları, onu genç yaşından itibaren temkinli yaşamaya sevketmişti. İçki iç¬mez, her türlü sefahetten uzak durur, sade bir hayat yaşardı. Ölünceye kadar her sabah ılık su ile duş yapmayı alış¬kanlık haline getirmişti. Jimnastiğe me¬raklı olup kılıç kullanma ve tabanca at¬makta mahir idi. Batı müziğinden, ope¬ra ve tiyatrodan hoşlanırdı. Çalışmayı sever ve düzenli bir program uygular¬dı. Devlet işlerini her şeyin üstünde tu¬tar ve önemli haberler alındığında uy¬kusundan dahi uyandırıl ma sini isterdi. Devlet işlerinde değişik karakterdeki kimselerden faydalanmayı iyi bilir ve onlara mizaçlarına uygun hizmetler verirdi. Önemli devlet meselelerinde karar vermeden önce değişik fikirdeki dev¬let adamlarının görüşlerini alır, hatta bazan zıt görüşlü kimseleri huzurunda münakaşa ettirir, daha sonra kesin kararını verirdi. Sorumluluk taşıyan karar¬larda konuyu meclise havale eder ve kararın oradan çıkmasını sağlardı.

Sultan Abdülhamid halifelik makamı¬na yakışır iffet, haysiyet, vakar ve namus timsali bir kimse idi. Dindardı, ha¬yır yapmasını severdi. Kan dökülmesin¬den asla hoşlanmazdı. Otuz üç yıllık sal-tanatı süresince imzaladığı ölüm fer¬manlarının sayısı birkaç taneyi geçmez. Kimsenin rızkına mâni olmak istemez. yurt dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflerine dahi maaş bağtatırdı.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,26 M - Bugn : 19370

ulkucudunya@ulkucudunya.com