Defterimde Safiye Erol / Selim İleri
01 Ocak 1970
Bu güne kadar günce tutamadım. Heves ettim ama olmadı, arkası gelmedi. Bunda, belki, öğretmenim Rauf Mutluay'ın etkisi oldu.
Lise sondayken, Mutluay, "Gerçek edebiyat adamları günce tutmaz" demişti. Ben de yazar olmak istiyordum; ürktüm. Hocamızın niye öyle söylediğini çözemiyorum. Hele, yalnızca günce tuttukları halde edebiyat tarihine geçmişleri düşünürsek...
Günce tutmadım, tutamadım; ne var ki, 1965'ten sonra not defterlerine çiziktirdim. Not defterlerim önceleri 'sarı' defterlerdi. Sonra çeşit çeşit, boy boy not defterleri... Bazılarını sakladım, bazıları zaman içinde, evden eve taşınırken ya da başka sebeplerle kayboldu.
Elde kalanları geçen akşam bir araya topladım. Safiye Erol için. Kubbealtı Neşriyâtı, 'gizli usta' Safiye Erol'un hikâyelerini derliyor. Aziz dostum Sinan Uluant benden bir yazı istedi. Düşündüm taşındım; eserlerine hayranlık duyduğum Safiye Erol'un bendeki geçmişini kaleme getirmeye çalışacağım.
Notlar arasında, ilk Safiye Erol çiziktirmesi 1970'te. O sarı defter, elbette hatırlıyorum, Kemal Tahir'in hediyesiydi.
Pastırma Yazı'ndaki "Hayatımın Romanı"nı yazarken, Kadıköyü'nün Romanı'ndan yararlanmışım; 'Kadıköyü'nü bana öğreten roman! Ben de pek çoğumuz gibi Kadıköy demekle yetiniyordum.
Ama Kadıköyü'nün Romanı, hep yazageldiğim gibi, asıl semtleri, evleri, bahçeleriyle büyülemişti beni. Ankara Caddesi'ndeki Semih Lûtfi Kitabevi'nin camekânında gördüğüm bu kitap, Moda Plajı kapaklıydı. Yüzlerce defa gittiğimiz Moda Plajı'nı bir romanın kapağında görmek inanılmaz gelmişti. Hele, sayfalarında yol aldıkça, Bahariye, Yoğurtçu, Frerler Mektebi, Kuşdili, hatta Şifa, hele Haydarpaşa mendireğinin fenerleri karşıma çıktıkça, âdeta büyük bir sevinç duymuştum.
"Hayatımın Romanı"nda bu ayrıntılardan yararlanmadım. Safiye Erol'un incelikle kaleme getirmiş olduğu ev içi düzenlerinden esinlendim; gayet iyi hatırlıyorum.
Eski not defterlerimde ikinci Safiye Erol notu, tuhaf rastlantı, yazarın da ikinci kitabı, romanı olan Ülker Fırtınası'yla ilintili. Ülker Fırtınası'nın 1944 tarihli ilk basımını bulmuşum, Remzi Kitabevi basımını. Kadıköyü'nün Romanı kadar "sürükleyici" olmadığını yazmışım.
Gerisi de aklımda: Ülker Fırtınası'nı bitirememiştim. Uzun yıllar, suçu kendime kondurmayarak, bu eseri 'okunmaz' bir roman sandım. Ta ki, Kubbealtı Neşriyâtı yeniden yayımladı; donakaldım.
Ülker Fırtınası, İstanbul pitoreskinde, alaturka mûsikînin başına gelenler konusunda yazılmış en önemli romanlardan. Reşat Nuri'nin Son Sığınak'ı, Nâhid Sırrı'nın 'Yıldız Olmak Kolay mı?'sı başka başka perspektiflerden yaklaşır. Peyâmi Safâ'nın çok sevdiğim Fâtih-Harbiye'si, yer yer, ne diye saklamak, 'ideolojik'tir. Ülker Fırtınası'ysa Huzur'la ölçülmeli. (Hem Huzur'un hem Ülker Fırtınası'nın kadın kahramanı adaş. Hep merak etmişimdir: Tanpınar, Ülker Fırtınası'nı okudu mu?)
Bu romanda İstanbul, dünkü, öz İstanbul nefes alıp verir. Günümüzün New York özentisi İstanbul'unda yaşayanlar, Ülker Fırtınası'nı okuyunca, tarihî bir kentin neler yitirdiğini ve nasıl yitirdiğini çok daha iyi kavrayacaklar.
Defterlerde bir başka not, Safiye Erol'un Türkçesi'ne açılıyor: "Türkçe'yi Ciğerdelen'le sevdirmek isterdim."
Ülker Fırtınası'nı baştan sona okuyamamışken, daha girift Ciğerdelen'i bir solukta okumuştum. Ciğerdelen'le tanışıklığımızın öyküsü de belleğimde: Zâhir Güvemli'nin 1954 târihli Türk Romanları "resimli antoloji"si, Beyoğlu'ndaki Kitap Sarayı'nda 1960'ların iyice sonunda hâlâ alıcı beklerdi. Ben de nihâyet edinmiş, Ciğerdelen'in ayrıntılı özetini okumuştum. Sonra yine Kitap Sarayı'nda Ciğerdelen'i buldum.
Cumhuriyet Türkiyesi'nden yüzyıllar öncesine, kadın-erkek eşitliğinin bir manifestosu gibi açılan Ciğerdelen, Safiye Erol'un en ünlü romanıdır. Gelgelelim bu açıdan hâlâ irdelenmemiştir.
Hangi yıldı, Kamelyasız Kadınlar'ın yeni basımı için eklenti yazı "Türk Romanında Kadın Portreleri"ni Varlık dergisinde yayımladım. Zeynep Uluant'ın uyarısı o günlerde; not etmişim: "Zeynep Uluant, Safiye Erol'u gözden kaçırmış olduğumu çok nâzik bir dille söyledi. Peki ama niye? Niye atlamışım? Bunu düşün."
Düşünmek gerekir mi? Yanıt açıktı; edebiyatımız -öyle sanıyorum ki- en gözden ırak romancısı Safiye Erol'du; ben de bilinen, bize 'dayatılan' isimler etrafında ezberden yol almışım.
Zeynep Hanım sayesinde yazdım:
"Romanımıza emeği nice zamanlar gözden ırak kalmış Safiye Erol, özellikle Ülker Fırtınası ve Dineyri Papazı (1955) adlı eserlerinde, kadın kahramanlarını, doğu ve batı kültürlerinin bir tür sentez kişisi olarak karşımıza çıkarır. Bu, üslûpçu, ruh çözümlemelerini başarıyla dile getirebilmiş, usta işi romanlarda ilginç olan, Safiye Erol'un kadın kişilerinin -özellikle Ülker Fırtınası'nda batıdan edindikleriyle doğuyu yeniden değerlendirmeleri ve tasavvufun yardımıyla bir gönül aydınlığına kavuşmalarıdır."
Yarın Yapayalnız'ı yazarken, defterlerde, Dineyri Papazı'na açılıp gidişler pek çok sayfa. Benim Handan Sarp, Dineyri Papazı'nın Gülbün'üyle de can buldu; Safiye Erol'un eseri Yarın Yapayalnız'a ruh üfledi.
Ruh üfleyişin geçmişi var: Kadirbilir Halil Açıkgöz'ün bize kazandırdığı Makaleler'i basım aşamasındayken okuyordum. Yarın Yapayalnız'ı
Yazmama yol açan derin umarsızlık içindeydim. Birden o cümle: "Cansız dediğimiz nesnelerin gönül çekimini duyduklarına inanıyorum, ne çok denemişim!" Yağmurlar arasında, Beyoğlu'nda ıssız bir 'pub'daydım, yapayalnız, sığındığım bir kadeh konyak. Donakaldım. Eşya bana seslendi, eşya bana acıdı...
Makaleler'e not düştüm: "Ben, edebiyatımızda, Ahmed Hâşim'in nesirleriyle yarışabilecek ikinci bir isim olmaz, olamaz sanmıştım. Safiye Erol'un yazılarını bilmiyordum."
Hayatımın yıprak bir döneminde Safiye Erol yine elimden tutuyordu...
2009 yılının Ekim ayında, Sinan Bey, Kubbealtı Neşriyâtı'nın Leylâk Mevsimi'ni yayımlayacağını müjdeledi. Geriye kalan az sayıdaki hikâye. Dosyayı verdi. O akşam, edebiyatımızın talihsizliğini bir kez daha düşündüm. Öyle ya, çağdaş edebiyatımızda gönül çiziklerini en çok hissedenlerden Safiye Erol'a yol haritasında biz ne kadar az yer ayırmışız! Yaşasaydı, yakından tanıyabilseydim, ne kadar çok isterdim, Safiye Erol'a, "Daha çok yazın! Bizim için yazın! Biz, hayat mağlupları için yazın!" demeyi.
Beyoğlu'ndaki akşama geri dönüyorum. Taraçadaki küçük bahçe diye yazmışım, gözümün önünde, yağmurda ıslanan limon ağaççığı, saksıdaki cılız defne, sarmaşıklar, kızıl ve kehribar rengi yapraklar, bitkiler. Kimsem kalmamıştı. Safiye Erol'un yazdığı "En fakir bir saksı bile gönlüme rikkat ve muhabbet verir, ister ortadan kesilmiş beyaz sıvalı bir teneke, ister tahta fıçı olsun, saksı değil mi?" cümlesini okuyordum, hayata dönüyordum.
İstanbul'un -tabii Edirne'nin, Rumeli'nin- en değerli yazarlarından biri olan Safiye Erol, yaşamı boyunca, önde görünmekten bilerek isteyerek uzak durmuş. İster inanın ister inanmayın, yalnızca onlar meydan okuyabiliyorlar geçen zamana, öyleleri, soylu edebiyatlarıyla. Safiye Erol onların önde gelenlerinden. Leylâk Mevsimi'ni okurken, Dostoyevski çağrışımlı "Aleksandra Filipovna'da yine durakalıyorum, yine donakalıyorum:
"Sana teselli çok, yalnız otur, etrâfı dinle, kendini dinle. Dinle ki yaz geçti! Müsterih ol."
Sanmam; yaz geçmedi. Yaz geçmez. Bunu en çok, eşsiz Safiye Erol'un okurları bilirler.