« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

08 Ağu

2010

ABDÜRREŞİD İBRAHİM ( 1857-1944m. )

01 Ocak 1970

 “Bir Abdürreşit gibi, evine veda edip, çıkıp gitmeli. Ve bir daha da gelmemeli. Eğer bugün Asya’da irşad adına üç bin tane, dört bin tane insan gidip; ölür, geriye gelmezse, Asya’da kırk milyon insan dirilir.” (***)



20. yüzyılda İslamın derdini bütün ağırlığınca sırtında hisseden bir çok kamet vardır. İkbal, Mehmed Akif, Bediüzzaman, Hasan el Benna vs...Bunların arasında başdöndürücü aksiyonuyla büyük dava adamı Abdürreşid İbrahim’i en başlarda saymak gerekecektir.



Trablusgarb’tan Tuva’ya, Cava adasından Mançurya ve Japonya’ya kadar koskocaman bir coğrafyayı canla başla, demir asa elde, demir çarık ayakta adım adım gezerek İslam kardeşliğini soluklayan, İttihad-ı İslamı (islam birliğini) haykıran, İstanbul’daki bir müminin Singapur’daki kardeşinin acısını hissetmesine vesile olan, insanları insanlığın evrensel değerlerine; yani fıtrata, yani Hak dine, yani kendilerine davet eden bu büyük mollayı anlatmak gerçekten çok zor... Çünkü hızına yetişemiyorsunuz...



Şu anda bütün dünyada hoşgörünün buketlerini taşıyan mutluluk sakalarının da (su taşıyıcıları) bir bakıma piri kabul edebileceğimiz Kadı Abdüreşid’i rahmet ve minnetle anıyor ve büyük muhacir Nebi’nin(ASM) şu inci mercan sözünü hatırlatıyoruz: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.” (Tirmizi, Ebu Davud)



RUS ÇİZMESİ ALTINDA

Abdürreşid İbrahim Rus yayılmacılığının Türk-İslam topraklarını tehdit ettiği 19. yy’ın ikinci yarısında dünyaya geldi. Kendisi Papa’ya yazdığı bir şikayet mektubunda o günleri şöyle tasvir eder: “Yüzyılar boyu Rusya bizi yok etmeye çalışıyor, ülkelerimizi birbiri ardından işgal ediyor, ahalisini yeryüzünden silmek için her türlü yollara baş vuruyor. Kırım Tatar halkının neredeyse yarısı yok edildi, bir kısmı baba ocağından yabancı ülkelere sürüldü. Böylece, kalan zavallı bir azınlığı karşı koyulamayacak duruma düşürüp, onlara daha iyi eziyet etme imkanına kavuştular. Kazan-Astrahan Tatarları ve İdil Ural halklarının yarısı yok edildikten sonra, kalanlar Ruslara kul olarak yaşıyorlar. Bu insanlara karşı misli görülmemiş eziyetler yapılıyor...



...İdil Ural bölgesinde Rusya çeşitli askeri ve tenkil (cezalandırma) seferleri ile kahraman Başkurtların direncini kırdı. Toprakları Rus maceraperestleri ve hükümetin himayesindeki zümreye dağıtıldı. Toprakları elllerinden alınan halk ise açlık ve sefalete terk edildi. Kafkasya’da yaşayan dağ halkları da bu zulümden kurtulamadılar, toprakları Ruslara verildi. Halk vahşice zulümlere duçar kaldı. Hakimiyet altına düşen bu uzun silsilenin son zincirini Türkistan teşkil etti. Bu eski Türk kültür ve ortaçağ dünya medeniyetinin merkezi şimdi Rus askerlerinin çizmeleri altında her türlü zulmün kol gezdiği bir yer haline geldi. Binlerce Türkistanlı katl edildi.”



DOĞUMU

Abdürreşid İbrahim işte bu koşullar altında, 23 Nisan 1857’de Rusya’nın Batı Sibirya bölgesinde, Tobolsk ilinin Tara kasabında doğdu. Aslen Özbek asıllıdır. Ataları 15. yüzyılda Buhara’dan gelerek bu kasabaya yerleşmişlerdi. Babası Ömer bey, annesi Başkurt Türklerinden Afife hanımdır. İkisi de dindar insanlardı. Annesi Tara’da bulunan kız medresesinde uzun yıllar muallimlik yapmıştı.



TAHSİL HAYATI

İlk dini eğitimini babasından alan Abdürreşid, yedi yaşındayken, Tara’ya 80 km uzaklıktaki Avyuş köyünde yatılı olarak medreseye başladı. Tara’daki medreseler köydeki eğitime nazaran daha iyi olmasına rağmen buraya gönderilmesinin sebebi hayatın zorluklarına daha iyi alışması için olabilir ki, görüleceği gibi hayatı hep zorluk ve çile yörüngelidir. Belki de merhum babası kısa bir süre sonra vefat edeceğini hissederek böyle bir karara varmıştır.



8 ay bu köyde kaldıktan sonra, annesinin gayretleri ile Orenburg ilinde bir Başkurt köyü olan Elmen köyüne gönderildi. Bu köy eğitim olarak diğer yerlere göre daha iyi olduğu gibi köy halkı da ilme büyük önem veriyordu.



Örnek alınması gereken bu muhteşem durumu Abdürreşid İbrahim şöyle anlatıyor: “Gayet fakir bir Başkurt köyü olup, oldukça fakir idiler. Buna rağmen beşyüz kadar talebe okuturlardı. Evlerini talebelere vererek kendileri kümes tabir olunacak barakalarda, bütün bir aile üst üste yaşarlardı. Bu köyden birisi öldüğü zaman akrabaları onun okuttuğu talebe sayısıyla övünürlerdi. Talebelerine hiçbir karşılık beklemeden ekmeğini verir, çamaşırlarını yıkarlardı.”



Bu köyde 4 sene tahsil gördü. 1871’de kısa aralıklarla önce annesini, sonra babasını kaybeden ve fakru hale düşen küçük İbrahim, bir yandan çalışarak harçlığını kazandı, diğer yandan tahsiline devam etti. Ama o zamana kadarki medrese eğitimi kendisine çok bir şey kazandırmamıştı. O sıralar Rusya’daki medreselerin genel halini “Tercüme-i Halim” adlı eserinde şöyle anlatır: “Medreselerde nizam, intizam hiç yok. Ders okuma oldukça kötü, ayda, haftada bir ders okutuluyor. Talebe kendi kendine çalışır, mütalaa ederse bir derece tahsil etmiş olur. Elbette böyle talebeler çok olmaz, bu halde bir talebenin medresede yirmi sene kalması adeta mecbur olmuştu. Hocalar bu durumun ıslahı için hiç çalışma yapmıyorlar. Talebelerde ahlak gayet kötü, tütün, enfiye ve iskambil gibi bütün kötü alışkanlıklar çok yaygın.”



Aslında o sıralar bütün İslam topraklarında durum pek farklı sayılmazdı. Bir alimimiz bu durumu şöyle ifade ediyor: “Bizler bir boş dönemin çocuklarıyız. Mektep yıkılmış, medrese harab olmuş, tekye ortadan kalkmış, harab eller, yıkılmış hanümanlar (ocaklar) , kimsesiz çöller. Biz bu dönemde yetişmişiz. Evet petekler sönmüş, ballar kalmamış, böyle bir dönemde yetişmişiz.” Yine aynı büyüğümüz medreselerin köhneleşmesi hususunda “Başta fünun-u müsbeteyi (müsbet ilimler) medreseden kovan Osmanlı dönemindeki kadıhanlar gibi insanları bizim de, tarihin de, Allah’ın da affetmesi düşünülemez. Çünkü bir milletin felaketini hazırlamışlardır” demektedir.



Tabii bu konuda daha fazla yazmak saded harici olur, ama şunu da belirtelim: “Medrese sistemimiz Nizamülmülkle oturmuştur. O zaviyeden bakarsanız 900 yaşında. Eğer medresemiz 3-4 asır evvel acuzeyi şemta (saçı ağarmış kadın) haline gelmiş, ihtiyarlamışsa şayet bu demek ki 4-5 asır iyi yaşamış. Ama bir de mektebe bakın. Mektep 70 yaşında acuzeyi şemta. Eli titriyor, ayağı titriyor. Çok erken ihtiyarlamış...”



Teman medresesinde de kısa bir süre eğitim gören Abdürreşid, namını sıkça duyduğu, Kazan’daki Kışkar medresesine gitti. Buradaki eğitim onda hayranlık uyandırmıştı. Fakat Pasaport süresinin dolması üzerine istemeyerek oradan ayrıldı. Bir süre gizlice Kırgız köylerinde dolaştıysa da sonunda yakalandı ve hapse atıldı. Bir sene süren hapishane hayatı onun ufkunu genişletmesine vesile oldu. Zira hapishane Rusya’nın değişik yerlerinden gelen, pek çoğu siyasi ve dini olaylara karışmaktan suçlu bulunmuş soydaşlarıyla doluydu. Burada bulunduğu sırada Rus esaretindeki Türk ve Müslüman halkların durumu hakkında epeyce malumat sahibi oldu.



İLK HACCI

1879’da Orenburg’a gelen molla Abdürreşid burada bir Tatar zengininin hizmetkarlığını üstlenerek ve onun refakatında önce İstanbul’a daha sonra da Hacca gitti.(1880)



Hac dönüşü geri dönmeyerek Medine’ye yerleşmiş ve tahsiline bıraktığı yerden devam etmiştir. Beş sene süren bu tahsilinde fıkıh, tefsir , hadis, kıraat gibi dini derslerinin yanında Arapça ve Farsça da okumuştur. Mesela, devrinin allamesi Mevlana Seyyid Ali Zahir kendisinin üstadlarındadır. Bu tahsilinin sonunda icazetnamesini de alan Abdürreşid İbrahim, bazı yazarlarca daha ziyade kendi kendini yetiştirmiş(otodidakt) bir şahsiyet olarak kabul edilmektedir.



Eğitimi sırasında tasavvufa da ilgi duymuş ve Medine’de Mevlana eş Şeyh Mazhar efendinin derslerini takip etmiştir. Fakat o sıralardaki asliyetinden çok şey kaybetmiş tasavvufi cereyanlar seyyahımızı sofilerden soğutmuş gibidir. Mesela Çin seyahatında bir müftüden bahsederken bu durum gözümüze çarpmaktadır. “Biçare Van Guvan(Abdurrahman) mutaasıb bir adamdır. Fakat bizim sofilerimiz gibi milletin menfaatını düşünmez derecede cahil mutaassıp değildir.”



Bununla beraber onun tasavvuf karşıtı olarak lanse edilmesi de yanlış olur. O sadece gördüğü uygulamaları eleştirir. Bir yerde gerçek tasavvuf büyükleri için şu ifadeleri kullanır: “Bu gün batı filozoflarının büyükleri bizim en ufak, en bayağı mutasavvıflarımızın hayranıdırlar. Bu biçareler büyük mutasavvıflarımızın felsefesinden katiyyen habersizdirler. Ah, ya Rabbi! Hadis-i şeriflerden olan felsefeleri hakkıyla şerh ve izah edecek olursak bizim önümüze kim çıkabilir?”



Mesela İmam Rabbbani (R.A) hakkında şöyle der: “Bilhassa Kutbu’l Arifin Ahmed el Faruki gibi Müceddid-i Elf-i Sâni es Serhendi(ks) belki de bütün dünyanın en büyük adamlarındandır.”



Muhyiddin Arabi hakkında da saygıyla dopdoludur: “Hazret-i Muhyiddin el Arabi Fütuhat’ının ikinci cildinde, 180. babda diyor ki: “Kadının değerini, ruhi yapısını ve iç dünyasını bilen kimse onu sevmemezlik edemez. Belki onu sevmesi, irfan sahibi olmanın olgunluğudur. Ve onu sevmek peygamber mirası olduğu gibi, Allah sevgisini de netice verir.”



GERİ DÖNÜŞ VE İZDİVAÇ

1884 senesinin sonlarına doğru Medine’den ayrılıp deniz yoluyla İstanbul’a, oradan da Odessa üzerinden memleketi olan Tara’ya geldi.(1885) Bir müddet sonra burada müderrisliğe başladı ve aynı yıl evlendi. Bu evliliğinden Münir, Kadriye, Fevziye adlı üç evladı dünyaya geldi.



EĞİTİM HAMLELERİ

Ama o bir yerde durabilecek bir adam değildi. “Fıtratı müteheyyiç (yaratılışı heyecanlı) olan kimselerin rahatı cidaldedir (mücadelededir)” sözü ile ifade edilen yaratılışta, engin bir hamiyyet sahibi idi. Altı ay Tara’da kaldıktan sonra Medine’ye talebe götürmek üzere İstanbul üzerinden ikinci defa hacca gitti. Öğrencilerini Medine’ye yerleştirdikten sonra memleketine döndü ve hemen Medreselerin ıslahı çalışmalarını başlattı. Halkın ona olan büyük teveccühü (yönelişi) karşısında bunda zorlanmadı ve bir “usul-i cedid - yeni yöntem” okulu açtı.



Dikkat edersek Muhammed Abduh’tan günümüze mühim İslam mütefekkirleri(Akif, İkbal, Bediüzzaman vb.) yeni bir anlama usulu üzerinde önemle durmakta, Müslüman aklının ve kalbinin yeniden inşası üzerine fikirler serdetmekteler (ortaya koymaktalar) . Mesela günümüzün önemli bir kanaat önderi “Dağarcık” aslı eserinde bu noktaya şöyle parmak basıyor. “Tefakkuh fıkıh üretmektir. Tefakkuh etmeden fıkıh okuyanların ise fıkhı tüketmekten başka çareleri yoktur. İşte bunun için yıllardır “yeni bir fıkıh usulünden önce yeni bir tefakkuh usulu gerekir” diye diye dilimde tüy bitti.



Abdürreşid İbrahim de aynı fikirdedir: “Bugün İslam aleminin ıslahı için, birinci derecede ulema kısvesinde (ALİM GİYSİSİNDE) olanların ıslahının gerektiğine artık kanaat etmek gerekir.”



Bediüzzaman’a Muhakemat’ında “Maatteessüf benim ile şu zamanın kıtasında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, (Her ne kadar) onüçüncü asrın(hicri) evladıdırlar, fakat, fikir ve terakki cihetiyle (gelişme yönüyle) kurun-u vusta’nın (orta çağın) yadigarıdırlar” dedirten, aynı hal değil midir?



Abdüreşid İbrahim 1890’da Tara’dan yanına aldığı on talebeyle tekrar İstanbul’a geldi. Öğrencilerini Darüşşafaka ve Dar-üt tedris okullarına yerleştirdi. Bu talebelerin bütün masrafları Osmanlı devletince karşılanıyordu. Bir müddet Payitahtta (başkentte) kaldıktan sonra memleketine döndü. Onun İstanbul’a talebe yollaması Müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılandı ve kendisine Rusya’nın her bölgesinden akın akın müracaatlar başladı. Fakat Rus hükümeti bu durumu kendi aleyhine addederek çok rahatsız olmuş ve talebe akınına sıkı denetim getirmiştir.



KADILIK DÖNEMİ

1891’de Ufa şehrine geldi. Buradaki Orenburg şeri mahkemesince mahkeme azalığına ve kadılık görevine tayin olundu. Rusya’daki Müslümanların en büyük mahkemesi olan bu mevkide Müslümanların yararına çalışmalar yaptı. Ayrıca gönüllü olarak, fakir ve yetimler için dernekler kurdu. Başkent Petersburg’a giderek içişleri ve maarif (eğitim) bakanlarıyla görüşmeler yaptı, yine Müslümanların dertlerine çözüm bulmaya çalıştı.



Mahkeme Reisinin Hacca gitmesi üzerine, 8 ay kadar mahkeme reisliği görevini de üstlendiyse de, Rus emellerine alet olamayacağı gerekçesiyle, kukla mahkeme reisi ile ihtilafa düşerek görevinden istifa etti. Bu istifası üzerindeki Rus baskısının daha da kesafet (yoğunluk) kazanmasına sebeb oldu. Bunun üzerine mücadelesini sürdürmek üzere İstanbul’a geldi.(1895)



MATBUATLA MÜCAHEDE

Ufa’da bulunduğu yıllarda kaleme aldığı “Liva-ül Hamd” adlı risalesini İstanbul’da bastırtarak gizlice Rusya’ya soktu. Bu broşürde, Rus baskısı altındaki Türk boylarına seslenerek onları Türkiye’ye göç etmeye teşvik ediyordu. Bu broşür derhal bir tesir uyandırarak 70 bin insanın Anadoluya hicretine vesile oldu.



Ardından meşhur eseri “Çolpan Yıldızı” nı kaleme aldı. Bu eserinde de Rusya’nın esaret altında tuttuğu Müslümanlara yaptığı zulümler anlatılmaktaydı. Bu risale de gizli yolardan Rusyaya sokuldu ve büyük ilgi gördü.



İstanbul’da bulunduğu iki sene zarfında bir yandan kımızcılık(Kısrak sütünden yapılan içecek) ve ziraatçılık yaparak geçimini temin ederken öte yandan esaret altındaki soydaşları için yapacaklarını planlıyordu. 1896’da Avrupa’ya gitti. İsviçre’de tanıştığı Rus sosyalistlerine Rusya’daki Müslümanların sorunlarını anlattı ve yardımlarını talep etti. Bilindiği gibi, sosyalistler 1925’lerde dizginleri iyice ellerine alıncaya kadar barış ve özgürlük havarisi görünüp daha sonra da Çarlık Rusyasını mumla aratmışlardır.



SEYYAH-I ALEM

Abdürreşid İbrahim, 1897 Nisanında üç sene sürecek ilk büyük seyahatına başladı. Bu seyahatına başlamasına istibdad döneminin vehham (çok vehimli) idaresinin onun faaliyetlerinden tedirgin olmasının da payı vardır. Safahat şairi bunu şöyle dillendirir:***



“Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben.

Hale baktıkça fakat ümmetin âtisinden

Pek derin ye’se düşüp Rusya’ya geçtim tekrar.

Geçmeseydim edeceklerdi ya zaten icbar!

Sığmıyor en büyük endazeye (ölçüye) işler artık;

Saltanat namına, din namına bin maskaralık.

Ne felaket, ne rezaletti o devrin hali!

Başta bir kukla, bütün milletin istikbali,

İki üç kuklacının keyfine mahkum olmuş;

Bir siyaset ki, didiklerdi eminim Karakuş!”



İstibdat döneminin uygulamaları onda da Abdülhamid Han’a karşı olumsuz düşüncelerin gelişmesine sebeb olmuştur. Hatıralarında yer yer bunu görüyoruz.



Mesela bir yerde şöyle diyor: “Abdülhamid Han hazretlerinin korktukları bir şey varsa, tahttan indirilme meselesiydi. Hatta “hal” manasını andırdığı için Kunut duasında okunan “ve nahleu” kelimesini okudukça tüyleri ürperirmiş. Hatta bir zamanlar o kelimenin Kunut duasından silinmesi hakkında düşündüğü de meşhurdur. Sonunda başına geldi.”



Yine “ Abdülhamid Müslümanların hürmetini kırdı. Ne çare, Müslümanların kötü bir ameliyesidir. Lakin inşaallah bundan sonra öyle olmaz ümidindeyim” gibi ifadelerine katılamayacağız. Ama onu ve diğerlerini haklı çıkartacak ve kraldan çok kralcı takımının yaptıkları da ortadadır. Bu konuda değerli bir mütefekkirimiz şöyle diyor: “Abdülhamid cennet mekan döneminde o mabeyndeki (padişahın yakınlarındaki) gammazlamadan nasibini almayan insan yoktur. Ve Abdülhamid’i seven hiçbir aydın yoktur.”



...Seyyah-ı şehirimiz İstanbul’dan ayrılarak Mısır, Hicaz, Filistin, İtalya, Avusturya, Fransa, Bulgaristan, Yugoslavya, Batı Rusya, Kafkasya, Batı ve Doğu Türkistan, Yedisu vilayeti ve Sibirya bölgelerinde dolaşıp çeşitli temaslarda bulunarak Tara’ya geldi. Böylece ümmet-i merhumenin (acınacak ümmet) durumunu yakından inceleme imkanı buldu...



Mehmed Akif, “Süleymaniye Kürsünde” adlı enfes şiirinde onu şöyle konuşturur:



“Şarkı baştanbaşa yıllarca dolaştım, gezdim;

Hem de oldukça görürdüm, kafa gezdirmezdim!

Bu Arapmış, bu Acemmiş, bu Tatarmış demedim;

Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.”



Tara’da bir müddet kaldıktan sonra Japonya’ya geldi. Kısa bir müddet kaldıktan sonra 1900 yılının sonlarında Petersburg’a döndü. Burada Mirat adlı bir dergi çıkardı. Ona göre basın medeniyetteki insanlar için kürsülerin en yükseği idi. Artık fikirlerin çarpışacağı bir asra giriliyordu. Hatıratında bunu şöyle ifade eder. “Bundan sonra Avrupa’da kılıç fetihleri değil, siyaset fetihleri devri başlayacaktır.”



JAPONYA

1902-1903 yılları arasında onu tekrar Japonya’da görüyoruz. Abdürreşid İbrahim Uzak Doğu’nun bu parlayan yıldızına çok ehemmiyet veriyordu. Ona göre bu coğrafyanın Batı esaret ve zulmünden kurtulması Japonya’nın süpergüç olmasından geçiyordu. Ahlaken “Müslüman” olan bu millette İslamiyetin kısa zamanda inkişaf edeceğini ümid ediyordu:



“Sorunuz şimdi de Japonlar nasıl millettir?

Onu tasvire zafer-yâb (amacına ulaşan) olamam hayrettir.

Şu kadar söyleyeyim; din-i mübinin orada,

Ruh-u feyyazı yayılmış yalnız şekli: Buda.

Siz gidin saffet-i İslam’ı Japonlarda görün.

O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün.

Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid.

Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.”



“Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada

Sâde, Osmanlıların gayreti lazım arada.”



Mesela “Japonya’da aylarca dolaştığım halde bir sarhoşa rastlayamamıştım” demektedir. Yine verdiği bilgilere göre 1905- Rus–Japon harbinde Japonların savaşı kazanma sebebleri şunlardır:



1-Ruslarda rüşvet pek çok, Japonlarda hiç yok.

2-Ruslar hep kuvvetle savaşır, Japonlar ise akıl ile, tedbirle savaşıyorlar.

3-Ruslarda ahlak çok bozulmuş. Ahlak düşkünü bir millet savaşamaz.

4-Japonlar çok çalışkan ve idealist bir kavim.



Hatıratında şöyle demekten kendini alamaz: “Dünyada hiç nam ve şanı olmayan ufacık bir kavmin bütün yeryüzünde mevcut insanları titretircesine meydana çıkması hiçbir zaman hatırdan çıkmayacak harikadır.”



Japonya ile adı adeta özdeşleşen ve bu ülkede ilk İslam tohumlarını atan Abdüreşid İbrahim, 1884 senesinde ziyaret ettiği devrin padişahı Sultan Abdülhamid’e bir mektup yazarak Japonya’da İslamın yayılması için devlet-i âliyenin desteğini istiyordu. Fethi Okyar’ın naklettiğine göre Sultan bu konuda şöyle demektedir: “Japonların Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon imparatorluk ailesine mensup bir prens beni ziyaret geldi. İmparatorundan hususi bir mektup getiriyordu. Benden İslam dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dini-ilmi heyet istiyordu. Bunun sebebi vardı, orada İslamiyeti yaymayı mukaddes vazife sayan Abdürreşid İbrahim isimli, aslı Kazan’lı olan bir Müslüman aliminden mektup almış, Japonya’da İslam’ı tâmim (yayma) hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslam aleminin halifesi idim, bir tarafta daima iftihar ettiğim ve hizmetkarı olmaya çalıştığım bu âli vazife, diğer taraftan ruhumda bu mahiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan herşeyi yaptım. Fakat bu yardım daha çok maddi sahada kaldı. Çünkü Abdürreşid İbrahim bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça’dan başka Rusça ve Japonca biliyordu. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi öğrendiğini yazmıştı.”



Japonya’da Rus karşıtı faaliyetlere girişmesi üzerine Rus hükümetinin ricası sonucu Japonya’dan ayrılması istendi. İstanbul’a geldiyse de(1904) Rus hükümetinin Osmanlı nezdindeki girişimleri neticesi tutuklanarak, Moskof yetkililere teslim edildi ve Odessa’ya götürülüp, hapsedildi. İki hafta kadar hapis kaldıysa da, Rusya Türklerinin büyük baskısı sonucu serbest bırakıldı.

----------------

NEŞRİYAT HİZMETLERİ

Hapisten tahliye olduktan sonra Petersburg’a yerleşti. Rus hakimiyetindeki Türkler arasında siyasi ve dini bir birlik kurmak amacıyla Ülfet adlı bir dergi çıkardı. Ülfet bütün Rusya’da büyük bir ilgiye mazhar oldu, hatta Türkistan’da gördüğü aşırı alaka yüzünden polis kayıtlarına “zararlı neşriyat” olarak geçti. Ülfet Türkçe yayın yapıyordu ve Osmanlı Türkleri ile Rusya Müslüman Türk boyları arasında bir dil bağı işlevi de görüyordu.



85. sayısında Rus hükümeti tarafından kapatılan dergi, dini meselelere ağırlık verdiği için medrese talebeleri tarafından da büyük bir ilgiyle takip ediliyordu.



Ülfet’e olan teveccüh Tilmiz’i doğurdu. Tilmiz mecmuası Arapça yayın yapıyordu. 1906’da başladığı yayın hayatına Rus idaresi 1907’de son verdi. Bu mecmuanın çıkmasından amaç da; Türkçe bilmeyen Kafkas Müslümanları gibi kardeşlerimizle ortak bir lisanda birleşmek ve onları da dünya Müslümanlarının durumundan haberdar etmekti.



Ülfet ve Tilmiz’in ardı ardına kapatılması da Abdürreşid Efendi’yi yıldırmadı ve Kazak şivesiyle yayın tapan Serke’yi çıkardı.



Safahat’ta bu hizmetleri kendi dilinden şöyle anlatılır:



“Evvela gizlice bir matbaa tesis ettim.

Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim.

Kalemim çok pürüzlüydü, fakat çaresi ne?

Sonra, bilmem kimin üslubu avamın nesine!

Dilimin döndüğü şiveyle bütün gün yazdım;

Okuyanlar o kadar çoktu ki, hiç ummazdım.

Usta, asarını (eserlerini) verdikçe çocuklar bastı;

Altı ay geçti, bizim matbaanın çıktı adı.

Göğsü imanlı beş on tane fedai gelerek,

Dediler; “Sen ne basarsan, onu tevzi edecek (dağıtacak)

Vasıtan işte biziz, korkulacak şey yoktur...

Para lazımsa da bildir ki, verenler bulunur.”

Bir cerideyle (dergiyle) hemen başlayıverdim vaaza.

Zaten en başlıca yol halkı budur ikaza.”



Diğer yandan halkın desteği ile büyük bir eğitim seferberliği de başlamıştır:



“Parasızlıktı bidayette (başlangıçta) işin korkulusu

Ağniya(zenginler) altını bezletti (çoğalttı) , etekler dolusu.

Açtık oldukça güzel medreseler, mektepler.

Okuyup yazmayı tamime (yaymaya) çalıştık yer yer.

Tatarın yüzde bugün altmışı hakkıyla okur.

Rusların halbuki nispetleri gayet dûndur (aşağıdadır) .”



ŞURA

1905 yılına gelinirken artık Rus çarlığı çatırdama sinyallerini vermeye başlamıştı. Japon yenilgisi, ardından başarısız ihtilal girişimi Petersburg’un demir pençesini gevşetmesi gerektiğini göstermişti. Bu suni hürriyet teneffüsünden her kavim gibi Rusya Müslümanları da yararlanmak istediler ve haklarını aramaya başladılar. Bu girişimlerin de başını yine Kadı Abdürreşid çekiyordu.



İlk önce bir araya gelinmeliydi. Müslümanların münevver (aydın) kesimi ve zengin tabakanın katılımıyla Mekerce’de(Nijni Novgorod) büyük bir toplantı yapılması kararlaştırıldıysa da, Rus yetkililer buna izin vermedi. Ama Abdürreşid Efendi yılacak, vazgeçecek gibi değildi. Yine onun teklifiyle bu toplantı gizlice Oka nehrinde, kiralanmış bir gemide yapıldı. Burada, Rusya’daki Müslümanların bir çatı altında meselelerinin müzakere edilmesi ve savunulması fikri kabul edildi. Abdürreşid İbrahim Petersburg’a döndüğünde derhal “Bin Üç Yüz Senelik Nazra” adlı eserini neşretti. Bu eserinde Müslümanların birlik olmalarının ehemmiyeti dile getirilmişti.



13 Ocak 1906’da ikinci toplantı gerçekleştirildi ve Abdürreşid Efendinin hazırladığı “ittifak nizamnamesi” oy birliğince kabul edildi. Öte yandan yine onun öncülüğünde Rusya Müslümanlarının Muhtariyet(Özerklik) meselesi gündeme getirildi. Bu fikir Rus meclisi Duma’daki Müslüman milletvekilleri vesilesi ile her yer ve her vasatta dile getirilmeye başladı. Abdürreşid İbrahim bu konudaki görüşlerini kaleme aldığı “Aftonomiya” risalesinde açıkça dile getirdi.



Ancak, dediğimiz gibi hürriyet ortamı kısa sürdü. İstibdat geri dönmüştü.Yeniden baskı idaresine dönülünce bir çok Müslüman aydın soluğu hapiste ve sürgünde aldı. Abdürreşid İbrahim’in dergileri kapatıldı ve Rusya’da kalmak can güvenliği için tehdit oluşturmaya başladı. Bunun üzerine Rusya’dan ayrılmaya karar verdi:



“İşte biz böyle didinmekte, çalışmakta iken.

Bir sabah üç tanıdık, seslenerek pencereden,

Dediler: “Şimdi hükümet basacak matbaanı...

Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı.”

Bir işaretle çocuklar çekilip ta geriye,

Daldılar hepsi birer sesleri çıkmaz deliğe.

Onların nevbeti geçmiş, sıra gelmişti bana.

Yolu tuttum, yalnızca doğruca Türkistan’a.”



İKİNCİ BÜYÜK SEYAHAT(1907-1910)



TÜRKİSTAN

Böylece Abdürreşid İbrahim Efendi üç sene sürecek büyük yolculuğuna başlıyordu. Ama bu bir alelade seyahat değildi. Bu, İslam aleminin sorunlarını, ümmetin durumunu vicdanı devamlı o ümmet için atan bir müminin yerinde gözlemlemesi, tarihe şahitliği idi. Bu bereketli seyahat çok şükür kendisi tarafından kaleme alınarak bize ulaşmış bulunuyor. Okumayanların ilk elde hemen okumalarını salık vereceğimiz bu nefis hatırat “Alem-i İslam” adıyla neşredilmiş ve Kadı Abdürreşid’in en baş eseri olarak tanınmıştır.



Mehmed Akif, Sırat-ı Müstakim’de yayınlanan “Gayet Mühim Bir Eser” başlıklı bir yazısında bu kıymetli eser hakkında şunları yazıyor: “Ben çoktan beri bu kadar samimî, bu kadar müfîd (faydalı) lâkin bu kadar müessir (tesirli) kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Araplar "Söz ruhtan çıkarsa ruha girer; ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz." derler ki ne kadar doğrudur! Bakılsa Abdürreşid'in yazısında hiç bir sanat yok, hiç bir incelik yok. Lâkin hiç bir sanatın, hiç bir inceliğin ruhta husule getiremeyeceği teessüratı bu tabiî, samîmi sözler ani bir surette hâsıl ediyorlar (oluşturuyorlar) .” (Not: Bulabilenlerin İslam harfleri ile olan baskısını okumalarını, yoksa İşaret Yayınları tarafından sayın Ertuğrul Özalp beyin editörlüğünde gerçekleşen enfes baskısını tavsiye ederim. Mehmed Paksu’nun sadeleştirerek 1987’de Yeni Asya yayınevince yapılan baskısını tavsiye etmiyoruz. Çünkü yanlış sadeleştirmeler ve atlamalar var.)



1907 sonlarında Batı Türkistan şehirlerini dolaştı ve ahalinin durumuna yakınen şahid oldu. Durum içler acısıydı:



“Sormayın gördüğüm alemleri hiç söylemeyeyim;

Yâdı temkinimi sarsar da kan ağlar yüreğim.

O Buhara! O mübarek, muazzam toprak.

Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak.

İbn-i Sinaları yüzlerce doğurmuş o iklim,

Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin ne akim.

O rasadhane-i dünya, o Semerkand’ı bile.

Öyle dalmış ki hurufata mazisiyle;

Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!

Bu havalide cehalet ne kadar çoksa, nifak,

Daha salgın, daha dehşetli...Umumen ahlak.

Çok bozuk az gelecek namütenahi düşkün.

Öyle murdarını görmekteki insan fuhşun.

Bırakın, söyleyemez, mevkiimiz camidir.

Başka yer olsa da, tafsile hâyâ manidir.

Ya taassupları? Hiç sorma nasıl maskaraca.

O, uzun hırkasının yenleri yerlerde hoca,

Hem bakarsın eşi yok dine teaddisinde(tecavüzünde)

Hem ne söylersen olur dini hemen rencide.

Milletin hayrı için ne düşünsen; bidat.

Şer’i tağyir ile, terzil ise-haşa- sünnet.

Ne Huda’dan sıkılırlar, ne de Peygamberden.

Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden.

Çekecek memleketin hali ne olmaz? Düşünün!

Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün.

Okunandan ne haber? On para etmez fenler,

Ne bu dünyada soran var, ne de ukbada geçer.”



Ama seyyahımız bütün bütün ümitsiz değildi, gençlerde bir uyanma başlamıştı. Ne yazık ki bu bir fecr-i kazibti. (yalancı şafak) Ve sanki merhum bunu takip eden ve 70-80 sene sonra O mübarek Maveraünnehir (Ceyhun ırmağının doğusunda kalan ülkeler) topraklarında, anayurdumuzda doğacak fecr-i sadıkı (doğru şafak) müjdeliyor, oralara el verecek yiğitleri tebrik ediyordu;



“Şu kadar var ki şebâbında(gençlerinde) ufak bir gayret

Başlamış…Bir gün olup parlayacaktır elbet.

O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek,

Bu filizler gibi binler fidan besleyecek!”



Abdürreşid Efendi Batı ve Doğu Türkistan’ı kapsayan bu bir senelik seyahatinde bir taraftan ileri gelen kimselerle görüşerek Rus hükümetine karşı ortak hareket edilmesi için uğraşıyor, öte taraftan da medreselerin ıslahı ve usul-i cedit (yeni usul) mekteplerinin kurulması için çalışıyordu. Memleketi Tara’ya döndükten kısa bir süre sonra ailesini alarak Kazan şehrine yerleştirdi. Kazan’da hemen siyasi faaliyetlere başlayarak Dördüncü Müslüman kongresinin toplanması için hazırlıklara girişti. Yine gizlice bir gemide gerçekleşen toplantıda eğitimle alakalı bir komite oluşturularak öğretmenlik yaşına gelmiş Kazan bölgesindeki gençlerin İstanbul’a gönderilerek eğitim almaları kararlaştırıldı. Bu sayede bir çok genç Türkiye’ye gelmiştir.



1908 Eylülünde seyahatinin kalan kısmını tamamlamak üzere Kazan’dan yola çıktı. Seyahate çıkışını şöyle anlatmaktadır; “Önümde bir giden, arkamda bir çeken yok idi, yalnız himmet kemerini bele bağlayarak, tevekkül asâsını ele aldım. Yalnız ilâ-yı kelimetullah (Allah adını yüceltme) halis niyetiyle, Allah ipine sarılma fikrini tervic ve takviye mukaddes emeli uğruna çoluk çocuğumu ve mini mini ciğerparelerim olan masumlarımı Allah’a emanet ederek yola çıktım.”



M. Fethullah Gülen Hocaefendi bir sohbetinde onun fedakarlık ve feragatini (tok gözlülük) şöyle anlatıyor: “Abdürreşid İbrahim Filipinlere Müslümanlığı götürürken, bilmem nereye Müslümanlığı götürürken, -Bediüzzaman'ın arkadaşıdır-şöyle diyor: “Araba ile oraya doğru ayrılırken 5 - 6 yaşında kızım faytonda benimle beraberdi. Kazan'dan herhalde ayrıldık. Kız yüzüme baktı. Dolu dolu gözleri ile " baba, ne zaman döneceksin? diyordu. Ben “belki yakında” diyordum ama, fakat içimde de doğru olmayan bu sözü söylerken bir burukluk yaşıyordum. Çünkü katiyen bir daha geriye dönmeyi düşünmüyordum. Ben Hz. Muhammed'in dili olmayı düşünüyor, Kur'an'ın bir dili olmayı düşünüyordum. "



JAPONYA

Sibirya üzerinden Moğolistan- Mançurya’ya geçerek başladığı yolculuk Buradan gemi yolculuğu ile Japonya’ya uzandı. Eserinin büyük kısmın Japonya’ya ayrılmıştır. O Japon milletine hayran olmuştu:



“Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat;

Acizin hakkını İ’lâya (yükseltmeye)samimi gayret;

En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;

Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;

Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,

Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;

Öleceksin! denilen noktada merdane sebat;

Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,

İhtirasat-ı hususiyyeyi söyletmeyerek,

Nef-i şahsiyi (özel çıkarını) umumunkine kurban etmek...

Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.

Ademin en temiz ahfadına (torunlarına) malik bir ada.

Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle...

O da sahiplerinin lahik olan (yetişen) izniyle.

Dikilip sahile binlerce basiret, iman;

Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!

Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;

Moda şeklinde gelen seyyie (kabahat) gümrükte çürür!

Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;

Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.

Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde...

Togo(*)’nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde!

“Gidelim!” der, götürür! Sonra gelip ta yanıma;

Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.

Müslümanlık sanırım parlayacaktır orda;

Sade Osmanlıların gayreti lazım arada.

Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,

Ulema (alimler) , vahy-i İlahiyi mi bilmem, bekler?



Bediüzzaman hazretleri de “Divan-ı Harbi Örfi - Sıkıyönetimli Savaş Meclisi” adlı şaheserinde aynı meseleye parmak basar; “Kesb-i medeniyette (medeniyet elde etmekte) Japonlara iktida (uymak) bize lâzımdır ki, onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti (medeniyetin güzelliklerini) almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası (varlığının temeli) olan âdât-ı milliyelerini (milli adetlerini) muhafaza ettiler.”



Tabii burada şunu belirtmekte fayda var; Japonya’nın bu hali 1910 seneleridir. Maalesef İkinci Dünya Savaşının galipleri bu ülkeyi işgal ederken kökleri ile birlikte işgal etmişlerdir. Her türlü melanetleri ile bu temiz insanları delik deşik bırakmışlardır. Onun için bir büyüğümüz haklı olarak şöyle demektedir: “Amerikan düşmanlığı, milliyetçilik duygusu ve ezilmişlik hissinin esas alınarak gerçekleştirilen Japon hamlesi, katiyen uzun ömürlü olamaz. Çünkü, ister siyasî, ister ekonomik, isterse kültürel olsun, her türlü kalkınmanın uzun ömürlü olması, sağlam temeller üzerine kurulmasına bağlıdır. Halbûki, Japon kalkınmasında kalıcı esaslar değil, reaksiyoner çıkışlar hakimdir.



Nitekim, Batı bugün Japonya’ya fuhuştan tutun da, içki ve kumara kadar her türlü melanet ve sefahati sokmuş durumda. Daha başka ülkeler gibi, Batı’nın bu oyununa düşmüş ve mozaiği delik-deşik olmuş bulunan Japon saltanatının uzun ömürlü olması herhalde düşünülemez.”



Abdürreşid İbrahim kaldığı süre boyunca Japonya’da büyük alakaya mazhar oldu. Japon imparatorluk ailesi ile yakın dostluk kurdu. Japon eğitim sistemini yakından inceledi. Bir çok cemiyet ve şerefine verilen ziyafetlere katıldı. Düzenlenen toplantı ve konferanslara iştirak etti. Meramını anlatacak kadar Japonca öğrendi. İslam hakkında Misyonerler tarafından yayılan yanlış kanaatleri tashih etti. Japon gazeteleri bu konuşma ve konferansları ertesi gün okuyucularına aktardığından hayranları gittikçe arttı. İlk önce bir kısım üst düzey Japon diplomatlar İslam’la şereflendi. Onların da gayretleri ile Abdürreşid İbrahim “Asya Gi Kay” adlı derneği kurdu. Bu derneğin amacı Uzakdoğu halkları arasında dayanışma ve yardımlaşma ve İslami davet idi. Başkanlığına da eski bir Samuray olan ve İslam’a girerek Ebubekir adını alan Japon diplomat Ohara getirildi.



Dernek Daito isimli bir de broşür çıkarmaya başladı. Öte yandan Tokyo’da bir cami için arsa alınarak yapımına başlandı. Bunlar Japonya’daki ilk İslam kıvılcımlarıydı.



KORE

Seyyahımız içinden hiç gelmese de planı gereği Japonya’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bindiği gemi 19.06.1909’da Kore’nin Pusan limanına vardı. Pusan kasabasında yaşadığı bir ilginç hatırayı burada derc etmek (eklemek) istiyorum. Yalnız burada şu hususa dikkat çekmek gerekiyor; Şark insanları umumiyet itibarıyla duygusal, mert, misafirperver, cesur, izzet-i nefs sahibi insanlardır. Bu topraklarda akıldan ziyade kalp hakimdir. Ve batı medeniyeti şenaat ve denaatleri (alçaklık ve fenalık) ile giremediği müddetçe de bu saf doku bozulmadan yüzlerce sene kalabilmiştir. Mesela Abdürreşid Efendinin izahatına göre “Eskiden Bir Koreli katiyen yalan söylemezmiş. Hatta bir adamın yalan söylediği ortaya çıkarsa babası evlatlıktan çıkarırlarmış. Fuhuş eskiden hiç yokken bu on sene içinde o da başlamış ve ilerlemiş.” İnsan bunun gibi şeyleri duyunca bir düşünürün şu sözünü hatırlamadan edemiyor: “İnsanlığın en büyük düşmanları Avrupa’dan çıkmıştır.” Elhak doğru bir sözdür…



Şöyle diyor merhum seyyahımız; “Kayıkçı bizi vapurdan karaya götürdü. Ufak para bulunmadığından tabii olarak yarım yen verdim. Kayıkçı bizim parayı aldı, bir tarafa gitti. Ben dikkate almadım. Hepsi altı kuruş bir para. Gümrükten eşyalarımızı topladığım gibi rikşe(İnsanın çektiği bir ulaşım aracı) ile tren istasyonuna gittik. Trenin hareketine vakit varmış. Biz de biraz yemek filan yeyelim diyerek orada bulunan Japon misafirhanesine girdik. Misafirhaneden çıktığım zaman fukara bir adam bize dört kuruş kadar para veriyor. Dedim; “Bu ne parası?” “Kayıkçıya elli sin vermişsiniz, onun fazlası” İşte fıtri terbiye. Avrupalıların vahşi ve barbar tabir ettikleri şarkta (doğuda) neler var? Bir kere ehemmiyetsiz bir para sonrada o gümrük sahilinden trene kadar yirmi dakikalık bir mesafe. Kim arayacak, kim bulacak? Fakat Şark terbiyesi kul hakkına başka gözle bakar.”



ÇİN

Kore’de bir hafta kalan Abdürreşid İbrahim oradan trenle Çin’e yöneldi. Oradaki bazı izlenimleri şöyle; “Bugün bütün Çin’de-Türkistan Çin’i, Kansu, Şansi vilayetleri müstesna olarak- İslam’ın yalnız adı kalmış.” Maalesef Asr-ı Saadetten hemen sonra İslamla tanışmasına karşın yüzyılların getirdiği ilgisizlik ve kopukluk bu toprakları İslam’dan hayli uzaklaştırmış, Çin dinleri ile karışık bir hale getirmiş. “İslam tarihlerinde Çin Müslümanları hakkında hiçbir şekilde malumat yoktur. Zaten biz Müslümanlar öyle bir hale gelmişiz, ne mazimiz (geçmişimiz) malum, ne halimiz, ne istikbalimiz (geleceğimiz) .”



Bir de aynı ifadeleri Safahat’tan takip edelim;



“Çin’de, Mançurya’da din bir gelenek başka değil.

Müslüman unsuru gayet geri, gayet cahil.



Acaba meyl-i teali (gelişme arzusu) ne demek onlarca

“Böyle gördük dedemizden” sesi milyonlarca



Kafadan aynı tehevvürle (düşüncesiz hareket) bakarsın çıkıyor.

Arş-ı âmali bu söz tâ temelinden yıkıyor.



Görenek hem yalnız Çin’de mi salgın nerde

Hep Musab (uğramış) alem-i İslam o amansız derde.



Getirin mağrib-i Asya’dan bir Müslümanı

Bir de Çin surunun altında uzanmış yatanı.



Dinleyin her birinin ruhunu, mutlak gelecek

Böyle gördük dedemizden sesi titrek titrek.



Böyle gördük dedemizden sözü dinen merdud (kabul edilmemiş) .

Acaba saha-i tatbiki neden nâ mahdud (sınırsız)



Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet bilseydik.

Çare yok göstermezdik bu kadar sersemlik.”



Çin’de namazlar bile bir acayip hale gelmiştir; “Ah o biçare namazda okunan hutbe! Ben önce zannettim ki hutbeyi Çin lisanıyla okuyor da anlamıyorum. Sonra dikkat ettim, meğer Arapça okuyormuş. Sonra namaza kalktık. Burada okunan Fatiha, neuzu billah. Çok acı haller. Fatiha’nın tamamından “Alemin” ile “nestein” anlaşılabiliyor.”



“Fatiha, öyle Fatiha ki insanın tüyleri ürperir. O mübarek Fatiha suresi ağlıyordu. Neyse o gece zaten yorulmuş bulunuyordum. Uzun bir düşünce ile yattım. Uydum, bütün rüyalarım mübarek Fatiha suresi üzerinde geçti. Ah! Biçare İslamiyet, neler gelmiş başına? Milyonlarca Müslüman ne halde bulunuyor? Bunları düşünen rahat uyur mu?”



İşin daha acıklı tarafı bir Çinli Mollaya dedikleridir; “Çin’de ulema içinde sizden daha muktedir, sizden daha çok laf anlar bir adam görmedim. Ama ne yazık ki sizin de okuyuşunuzla namaz caiz olacak kadar değildir. Siz İbrahim Halebi’nin Zellet’ül Kâri (okuyucu hataları) meselesini bir kere daha iyice mütalaa ediniz. Kendi namazınızın caiz olmadığına kendiniz fetva verirsiniz.”



“Bu havalidekiler pek yaya kalmış dince

Öyle Kur’an okurlar ki sanırsın Çince.



Bütün adetleri ayin-i Mecusiye (ateşperest ayini) karib (yakın) .

Bir şehadet getirirler o da oldukça garib.”



Tabii bu yozlaşmış telakki ile kadınlarda tesettür kalkmış, kıyafetler Budistlere benzemiş, uyuşturucu iptila şeklinde yayılmış, pislik almış başını gitmiş. O derece ki Pekin’in pisliği için Abdürreşid İbrahim’in şu tespiti manidar; “ Bizim İstanbul’un en pis caddesi Pekin’in en temiz caddelerinden daha temizdir.” Tabii bu yirminci asrın başlarındaki Çin’in bir fotoğrafı…



Bir de Zavallı Çin halkının İngiliz, Fransız Alman ortak güçlerince 1900 senesinde elim bir şeklinde katliamına da değinmek gerekiyor. Batılı “hümanist” dostlarımızın yaptıklarını devamlı hatırda tutmak gerekiyor zira: “1900 senesinde Plâgovişçiki’de suçsuz Çinlileri Amur nehrine döktüler. Kız ve erkek çocuklarını, hatta hamile ve emzikli kadınları karnında ve kucağında bulunan çocuklarıyla beraber sürü sürü Amur nehrine attılar. Amur nehri üzerinde 3 km kadar bir mesafe insan cesedinden köprü haline gelmişti.” Bravo doğrusu şu batılılara. Bir de “yavuz hırsız” misali üste çıkmaları ve bizdeki batıcı entel cücelere ve saf halk yığınlarına yutturmaları yok mu?...



OSMANLI SEVGİSİ

Seyyahımız gezdiği yerlerin hepsinde Osmanlıya ve hilafete büyük bir bağlılık görür: “O da gariptir ki Müslümanlar her nerede olurlarsa olsunlar, hep Osmanlıların meftunu (aşık) ve dostu olup, hep kendi aralarında Osmanlıdan birkaç tüccarı görmek arzusunda bulunuyorlardı.”



“Yalınız hepsi de hürmetle anar namınızı

Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı



Ne diyor anlamadım, söyledi bir çok şeyler

Sonra meyus (üzüntülü) olarak ağladı, biçare meğer



Bana sultanı sorarmış da “nasıldır?” dermiş.

Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş."



Maalesef ne Osmanlı ne de Cumhuriyet devlet ricali (adamları) bu büyük desteği görebilmişlerdir. Zira çoğu batı şarabıyla sarhoş bu insanların önlerini görmeleri zordur. Nerde kaldı onu görmek…Bakın Osmanlı konsolosluklarının haline: “Osmanlı konsolosluklarında ne oruç tutan var, ne namaz kılan var.”



HİNT ALT KITASI

Abdürreşid İbrahim 7 Ağustos 1909 tarihinde Singapur’a vardı. Bura halkı da kendisini büyük bir coşku ile karşıladılar. Adada bulunduğu müddetçe Müslümanlara ittihad-ı İslam (islam birliği) ağırlıklı vaazlar ve sohbetler yaptı, onları uyudukları uykudan uyandırmak istedi. Şii ve Sünni Müslümanlara yönelik şu ikazı hepimiz için biraz durup düşünmeyi gerektirmiyor mu?: “ Bin üç yüz sene önce geçmiş adamlara lanet okuyacağımıza bu saat bizim hayatımıza taarruz etmekte olanlara hiç olmazsa “ne yapıyorsunuz? ” dersek daha münasip olmaz mı?”



“Bin üç yüz sene önce vefat etmişleri biz diriltemeyeceğiz. O geçti. Oradan bahsedersek birbirimizin kalbini rencide etmekten başka bir netice vermez. Bugünkü ihtiyaçlarımızı düşünelim. Ve büyük düşmanlarımıza karşı şimdiki halimizi ve geleceğimizi düşünelim.”



Singapur’da parası bittiği için yolculuğuna devam edemiyordu. Ama durumu fark eden Müslümanlar biletini alarak onu Hindistan’a trenle yolcu ettiler.



Hind alt kıtası o sıralar İslam’ın en büyük düşmanı İngilizler tarafından idare ediliyordu.Abdürreşid İbrahim bu durumu şöyle açıklıyor: “Hindistan’da İngiliz zulmü tahammül edilecek gibi değildir.”



Yine şu tespiti önemli; “İngiltere devletinin elinde bulundurduğu arazinin bütün mahsulü sizin bildiğiniz gibi, yirminci asırda bundan yüz sene önceki mahsulüne nispeten yarıya düşmüştür. Hiç şüphe etmeyiniz, İngiltere devleti Hindistan’ı harap etmek için yaratılmış çekirgedir dersem hata değildir.”



İngilizler bu toprakları sömürmekle kalmamış Kadiyanilik ve emsali bir çok haşerenin türemesine de zemin hazırlamışlardır. “Hindistan esasen mezhep yuvasıdır” ve “Hindistan’da İngilizlerin paralarını kuvveti ile meydana gelmiş yeni yeni mezhepler pek çok olup hepsinden birer numune de Bombay’da bulunur.”



Gerçi “Hintliler eskiden beri esarete alışkın bir millettir. İngiltere hükümeti ne kadar zulmederse eder,bir Hindli yine ses çıkarmaz.” “Hindliler bu zilleti tamamıyla kabul ediyorlar. Değil avamı, belki Londra’da tahsil görmüş subayları da aleni olarak tahkirleri olduğu gibi kabul ediyorlar. Ben bir iki subay ile görüşüp sordum: “Niçin size İngiliz subayları ellerini vermiyorlar? Ve niçin maaşlarınız müsavi (aynı) değil? Buna nasıl tahammül ediyorsunuz? Dediğimde ne cevap verirlerse beğenirsiniz?: “İngilizler sahiptir (efendi) ” cevabını veriyorlar.Biliyorsunuz ki, Hindistan’da ‘Sahip’ deme ‘efendi’ demektir. Bir İngiliz kim olursa olsun, amele olsun, Hindlilere efendidir.”



Hindistan’da İngilizlerin katliamları da insanı ürpertici cinsten. Sadece bir tanesine kısaca yer verelim. 1857’de Guvanpur şehrini topa tutarak otuz bin insanı öldürmüşler; bir kısmını diri diri Ganj nehrinde boğarak ve bir çok alimleri de yine diri diri gaz döküp ateşte yakarak yok etmişlerdir. Abdürreşid İbrahim anlatıyor: “ Silahsız biçareleri evlerinden alarak takım takım biner adamı birden topa tutmuşlar. Bu vahşetleri icra ettikleri zaman medeni generaller kahkahalarla gülerlermiş. Bilhassa büyük alimleri ateşe attıkları vakit generallerden birisi ellerini çırparak alkışlar, boğula boğula güler, sesi çıktığı kadar bağıra bağıra çırpınır, adeta sevincinden çıldırırmış. Ben ne zamanki o halleri gözleri ile gören ihtiyarlardan dinledimse, yarım asır sonra söylendiği halde o vahşetten kan ağlamamak mümkün değildi. Hele Mevlevi Can Muhammed Şah Merheti Sahip cenaplarından dinlediğim zaman ister istemez gözlerimden yarım saat yaş dökülmüştü. Kendileri yetmiş beş, belki daha yaşlı, hem bembeyaz sakalla kafasını sallayarak: “Otuz bin adamı zulmen öldürdüler, onlardan bin kişisi alimlerdi” dediği zaman sakallarından gözyaşları burçak burçak yuvarlanıyordu.”



Onun nihai görüşü şöyledir-ki İstikbal fiilin onu tasdik etmiştir-: “Hindistan’da hiç şüphe yoktur ki, İngilizlerin yerleri daha çok sarsılacaktır.”



İngilizler Abdürreşid İbrahim gibi bir ismin bu topraklarda bulunmasından son derece rahatsız oldular, onu taciz ettiler, nezarete attılar, peşine casuslarını saldılar. Mesela bu casuslardan birisinin kendisini takibini şöyle anlatır: “Gece yarısından sonra saat üç sıralarında tren Bombay durağına geldiği zaman bizim haşerat uyumakta idi. Ben de hemen vagondan indim. Yoluma devam ettim. Büyük cadde ile İslam mahallesine gitmekte iken kasaphane hizasında haşerat koşarak benim arkamdan yetişti. Sokak da gayet tenha. Beni tutacak olmuştu. Orada bir yumruk yuvarladım. Bir daha, bir daha, o düdük çalarak geriye doğru yollandı. Ben orada Ömer Efendinin bulunduğu Şahcihan oteline girdim. Artık bir daha ne o beni gördü, ne ben onu. İşte İngilizlerin misafirperverliği.”



“Hindi baştan başa gezmekti muradım, lakin.

Nerde olsam beni takibi yüzünden polisin.

Takatım bitti de vazgeçmede muztar kaldım.

Kaldım amma yine her mahfile (toplantı yeri) az çok daldım.”



Hindistan’da daha fazla kalmasının tehlike arz etmesi üzerine 7 Ekim 1909’da, yanında Japon mühtedisi (hidayete ermiş) Ömer Yamaoka olduğu halde Bombay’dan gemi ile Hicaz’a hareket etti…

--------------------

İSTANBUL’A DÖNÜŞ

1910 yılında Haccını ifa eden Abdürreşid efendi Hicaz demiryolu ile Beyrut’a oradan da gemi ile İstanbul’a geldi. Hariciye nezaretine (Dış İşleri Bakanlığına) Osmanlı vatandaşlığına geçmek için bir dilekçe verdi. 1912’de Osmanlı vatandaşlığına kabul edildi.



İstanbul’a geldikten sonra Sırat-ı Müstakim dergisi idarehanesinin düzenlediği konferanslara katıldı. Bursa ve İstanbul’da tertip edilen samimi konferansların konusu Alem-i İslam’ın durumu idi. Çok yoğun bir ilgiye mazhar olan bu dertleşmelerle ilgili İslam Şairi Mehmed Akif bey şunları yazıyor: “Zaten hazretin meclisi de öyle değil mi? Binlerce huzzara (hazırda olanlar) karşı îrad ettiği hutbelerde memleketine mahsûs şive ile İstanbul şivesini mecz eyleyerek (birleştirerek) , hiç bir parlak cümleden, mutantan bir terkîbden imdat istemeyerek gayet açık bir lisan ile yürüttüğü mülâhazat (düşünceler) cemaati meshur ediyor (sihirliyor) ; namütenahi (durmadan) söylese insanın namütenahi dinleyeceği geliyor.”



İstanbul’da Sultanahmet, Ayasofya, Şehzadebaşı camilerinde vaaz tarzında yapılan bu konferanslara en az beş bin kişi iştirak etmiş, cemaat dışarılara taşmıştır. Bu konferanslarda Abdürreşid bey halka “Sibiryalı Meşhur Seyyah-ı Şehir” veya “Hatib-i Şehir” diye takdim ediliyordu. Akif bey bu konferanslardan birini şiirleştirmiş ve “Süleymaniye Kürsüsünde” adıyla neşretmiştir. Bu şiirinde Abdürreşid İbrahim’i şöyle tavsif eder (vasıflandırır) :



“Kimdi kürsüdeki bir bilmediğim pir amma

Hiç de bigane değil kalbe o cazip sima.

Bembeyaz lihye-i pakiyle (temiz sakalıyla) beyaz destarı n(sarığı)

O mehib (heybetli) alnı, o pek munis olan didarı (yüzü) ,

Her taraftan kuşatıp bedri (dolunay) saran hale gibi,

Ne şehamet (yiğitlik) , ne melahat (yüz güzelliği) veriyor ya Rabbi.

Hele gözler iki mihrak-ı semavidir (gökten gelen yakıcı nokta) .

Bir şuaıyla alevlendiriyor idraki.

Ah o gözlerden inen huzme-i nurânurun,

Bağlı her târ-ı füsunkarına (büyüleyici iplikğine) bin ruh-i zebun (aciz ruh) ”



İstanbul’da Sultanahmet civarında bir eve yerleşen bu büyük dava adamı yine boş durmadı. Tearüf-i Müslimin adıyla bir dergi çıkardı. Adından da anlaşılacağı gibi bu dergide Müslümanların birbirini tanımasını, dertlerini öğrenmesini ve bir uhuvvetin (kardeşliğin) teessüsünü hedef alıyordu. Diğer yandan merhum Eşref Edip beyin gayretleri ile ”Alem-i İslam” adlı hatıratı İstanbul’da basıldı ve adeta kapışıldı. Bunun bir sebebi de Mehmed Akif’in şu ifadelerinde gizliydi; “Vakıa Abdürreşid’in bu seyahatnamesi insana o kadar keyif vermiyor. Çünkü bir çok acı hakikatleri olanca acılığıyla, olanca üryanlığıyla (çıplaklığıyla) gösteriyor, şarkın emrâz-ı içtimaîsini (sosyal hastalıklarını)ortaya döküyor. Lâkin hastalık bütün a'râzıyle, edvârıyle (zamanlarıyla) meydana çıkmalıdır ki müdâvatı (tedavisi) kabil olsun, esbabı (sebepleri) bertaraf edilebilsin.”



Yeri gelmişken, Akif’le aralarında derin bir dostluk kurulduğunu da söyleyebiliriz. Bir gün dev şaire şöyle demiştir: “Ah Akif! Ne yapayım ki senin kalpleri tutuşturan şiirlerine can verecek yaşta değilim. Yirmi sene evvel bunları yazmış olsaydın kim bilir bunlar bana daha ne kadar kuvvet verecekti. Bütün Asya’yı, Afrika’yı gezdim, senin gibi bir şair görmedim. Sen bütün Asya’yı, Afrika’yı dolaşmalısın. Buzlu steplerde, kızgın çöllerde yaşayan Müslüman akvamın (halkların) ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin ilkbaharın feyzi gibi donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Sen onları görmelisin, onlar seni görmeli dinlemeliler.”



Akif’in yakın dostu merhum Eşref Edip Fergan bey bu dostluk ve etkileşime şöyle parmak basıyor: “Üstadın Süleymaniye Kürsüsünde söylettiği zat. Onun Müslümanları irşad hususundaki himmet ve gayretlerine meftun..Üstad bu çok ateşli hatibi Süleymaniye kürsüsünden söyletti. Müslüman milletlerin musab oldukları hastalıkları onun lisanıyla teşrih etti (açıkladı) . Üstadın bazı şiirleri üzerinde Abdürreşid’in çok tesiri olduğunda şüphe yoktur. Bilhassa Safahat’ın ikinci kitabı(Süleymaniye Kürsüsünde) tahlil edilirken bu noktayı nazar-ı dikkate almak lazımdır.”



Abdürreşid İbrahim herhalde bu sıralar Bediüzzaman hazretleri ile de tanışır ve dost olur. Muhterem Mehmed Kırkıncı Hocaefendi hatıratında merhum tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’nın şu hatırasını naklediyor: “Türkistanlı meşhur seyyah, büyük bir İslam alimi ve mücahidi olan Abdürreşid İbrahim Dar-ul hilafet olan İstanbul’a geldiğinde Bediüzzaman hazretlerine misafir olmuştur. Abdürreşid bey çok iri, babayiğit biri idi, yemesi, içmesi fevkalade idi. Üstad ise az yer, üç bardaktan fazla çay içmezdi. Abdürreşid İbrahim bey tahminime göre yirmi bardaktan fazla çay içti. Üstad da onu yalnız bırakmadı. O çay içmeyi bitirinceye kadar Üstad da onunla beraber çay içti.”



Bediüzzaman hazretleri Abdürreşid İbrahim’den aldığı bilgileri zaman zaman eserlerinde nakletmiştir. Mesela 1910’da Şam’da verdiği meşhur hutbede naklettiği şu malumat gibi; “Hattâ, Rus'u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyet’in hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: “Hakikat-i İslâmiyet’in kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip (medenileşip) terakki ettiğini (geliştiğini) tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerç (karışıklıklar) içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir (aksinedir) . Yani, salâbet ve taassuplarının zaafiyeti nispetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet (direnç) ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş. ”



TRABLUSGARB’DA

1911 senesinde İtalyan’ların Libya’ya ansızın saldırması üzerine Abdürreşid İbrahim hemen Trablusgarb’a, cepheye gitmeye karar verdi. O sırada 54 yaşındaydı. Yerinde duramıyordu; “Şaşkınlıklar zail (yok) olur olmaz herkes dar-ül harbe gitmeye başladı. Ben de duramadım, bir ateştir kalbimi kapladı. Gitmeden rahat olmazdım. Vakıa ben yaşlıyım, benim elimden bir şey gelmez. Fakat, hiç olmazsa cihad edenlere su vermeye yararım.”



Evvela gemi vasıtasıyla Mısır’a gittiler. İngiliz işgali altındaki bu ülkeden bedevi kıyafetleri içinde deve kiralayarak hayati tehlikelerle dolu bir yolculuğun ardından Libya’nın Sollum şehrine ulaştılar. Buradan da şiddetli çatışmaların sürdüğü Derne’ye vardılar.



Seyyahımız çeşitli cephelerde bulundu. Bir avuç Osmanlı subayının ve Libyalı kardeşlerimizin tek vücut halinde dasitani (destansı) direnişi onu çok sevindirdi. Özellikle de Enver Paşa’nın çalışmaları; “Enver Paşa Hızır gibi herkesten önce yetişti, en büyük vazifeyi o gördü. Yoktan bir ordu teşkil ederek büyük ve şanlı milletimizin namus ve şerefini bütün cihana tanıttı. Milyonlarca Arabın kalbinde Paşalık unvanını aldı.”



Trablusgarb’ta beş ay kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Burada Trablus savaşı ile alakalı verdiği konferanslar büyük ilgi gördü.



BALKAN HARBİ

1912 yılında başlayan Balkan savaşı ve akabinde serhat şehri Edirne’nin düşman çizmesi altına girmesi üzerine Abdürreşid İbrahim o sıralar çıkardığı ve Alem-i İslam’a gönderdiği “İslam Dünyası” adlı dergide bu toprakların kaybedilmemesi için bütün dünya Müslümanlarını cihada çağırdı. Her tarafta maddi yardım ve gönüllü toplanmaya başladığı haberleri geliyordu. Japonya’da Edirne’nin düşüş haberini bazı gazeteler siyah çerçeveler halinde halka duyurmuşlardı. Bu hadise de bu büyük zatın Japonya’da ülkemiz adına oluşturduğu kamuoyunun büyüklüğü hakkında bir fikir vermektedir.



CİHAN HARBİ - DÜNYA SAVAŞI

Birinci Dünya Savaşında da yine onu hep değişik yerlerde görüyoruz. Mesela bir defa Enver Paşa ile birlikte Doğu’da askerlere moral veriyor, diğer yanda Rus saflarındaki Müslüman askerlere propaganda yapıyordu.



Bir ara Almanya’ya giderek Müslüman esirler arasında dolaştı. Esir kamplarında verdiği vaazlarla onları halifenin safında çarpışmaya ikna etti. Bu esirlerden “Asya Taburu” adı verilen bir tabur oluşturularak Irak cephesinde İngilizlerle savaşmaya gönderildi.



1912 yılında Osmanlı vatandaşlığına giren Abdürreşid İbrahim savaş sırasında ve sonrasında Teşkilat-ı Mahsusa (istihbarat teşkilatı) adına bazı vazifeleri de yerine getirdi.Bunlar genelde Rusya Türkleri ile ilgili görevlerdi. Bu arada Avrupa’da katıldığı konferans ve toplantılarda her fırsatta mazlum Rusya Müslümanlarının sesi soluğu oldu. Bu sıralar Stockholm’de kurulmuş olan Rusya’daki Yabancı Milletler cemiyetinde Rusya’daki Müslümanların temsilciliğini yaptı.



RUSYA’YA DÖNÜŞ

Savaşın bitiminden sonra 1918 yılında memleketini ziyaret niyetiyle İstanbul’dan ayrıldı. Bu seyahatinde de Rusya’daki Bolşevik devriminin oturma sancılarını ve devletsizliğin ve anarşiliğin ürperticiliğini bütün çıplaklığıyla gördü.



Bu hatıralardan bir kısmını da kısaca nakletmek istiyorum. Maale

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,08 M - Bugn : 33087

ulkucudunya@ulkucudunya.com