« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Eki

2009

FARUK AKKÜLAH'I TANIR MISINIZ?

Özer RAVANOĞLU 01 Ocak 1970

Odama sevimli, güler yüzlü, hafif topluca, elli yaşlarında, kısmen saçları dökülmüş ve kısmen ağarmış bir şahıs girdi. “Kırgızistan – Türkiye Kız Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni İbrahim Aşçı” diye kendini takdim ederek

“Biraz evvel yukarıda idim. Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Ürekli sizden bahsetti. Siz, dayım Faruk Akkülah’ın arkadaşı imişsiniz, sizinle tanışmaya geldim” dedi.

Kendisini kucakladım, öptüm. Sanki rahmetli hocamızı kucaklar gibi… Birkaç saniye içinde, yılların gerisine aktım gittim. O, ne celalli, ne öfkeli, heyecanlı insandı. Bu duyguları samimiyetle yaşardı ve yaşatırdı. Konuşurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. Baygınlık geçirdiği zaman da olurdu.

Ecevit’in Başbakan olduğu 1978 Yılı’nda, tansiyonun çok yüksek olduğu günler geçiriyorduk. Böyle bir zamanda MHP, Ankara’da büyük bir miting tertip etmişti. Büyük bir yürüyüşle başlayacaktı; Miting, başlangıç noktası olan Tandoğan Meydanı’nda yapılan konuşmalarla başlayacak, Samanpazarı - Cebeci istikametinden yürünerek Kurtuluş Meydanı’nda yapılacak konuşmalarla son bulacaktı.

Tandoğan Meydanı’nda öğleden önce başlayan yürüyüş, ikindiye kadar sürmüştü. Yürüyüşümüz. Samanpazarı’ ndan Cebeci’ ye doğru devam ediyordu. Taraflar birbirine öfkeliydi. Bütün Türkiye’ de yer, yer ve artarak silahlı çatışmalar oluyordu. Sol kesim; Mao’nun, Lenin’ in resimleri taşıyorlar, kendilerine örnek olarak: Fidel Castro’ yu, Che Guavera’yı alıyorlardı. Silahlı çatışmalar devam ettikçe, kurtarılmış bölgeler meydana geliyordu.

Milletin kahir ekseriyeti, sola hizmet eden gazeteler ve televizyon kanallarından dolayı, hadiseleri idrak edemiyordu. Ancak ne zaman tehlike kapıya dayanıyor, o zaman vatandaş, durumu anlıyor ve yerini tayin ediyordu.

Türkiye süratle bölünmeye doğru gidiyordu. Sol kesimin, gerek içerde gerekse dışarıda, özellikle propagandaya dayanan büyük destekçileri vardı. Netice olarak, hâkimiyet bölgelerini arttırarak, büyüyorlardı.

Belli bir boyuta ulaştıkları zaman, Faşistler bizi öldürüyorlar; bizi kurtarın diye Rusya’dan yardım isteyeceklerdi. Amerika ile Rusya arasındaki anlaşmaların, bu tip müdahalelere imkân verdiği söyleniyordu.

İşte böyle, her gün kan akan bir ortamda, Türkiye’yi, Rusya’ya peşkeş çekmek isteyenleri protesto etmek; âciz Süleyman Demirel iktidarını uyarmak ve en önemlisi milliyetçi muhafazakar Türk gençliğinin varlığını göstermek, sesini bütün dünyaya duyurmak için yürüyüş ve miting organize edilmişti.

Konvoyun en önünde, milli kıyafet içinde, sarığı cepkeni ile elinde Türk bayrağı, Faruk Hoca’nın oğlu Yağmur yürüyordu. Herhalde Yağmur, o zaman ilkokulun, dördüncü veya beşinci sınıfında idi.

Zaman zaman tuttuğu bayraktan dolayı yoruluyor, “Bayrağı düz tut” diye, Faruk Hocadan azar da işitiyordu.

Konvoyumuzun uzunluğu iki kilometreden fazlaydı. Anadolu’ nun muhtelif yerlerinden gelen ülkücü gençler, “Bozkurtlar geliyor, Kahrolsun Komünistler, Ne Mao ne Lenin – Zafer İslam’ın – Ya Allah Bismillah, Allah’u ekber” sesleri ile Ankara semalarını çınlatıyordu.

Cebeci’den Siyasal Bilgiler Fakültesi’ ne gelmeden önce, birkaç sivil polis geldi. Önden giden çocuğun, kime ait olduğunu sordular. Faruk Hoca, zaten mitingle ilgili sağa, sola koşup duruyordu. Vazifeli gençler polise, Faruk Hoca’yı gösterdiler. Ben de Hoca’nın yanındayım. Polisler, “Bu çocuğun babası siz misiniz?” Diye sordular. Faruk Hoca, “Evet benim” Diye cevap verince polisler “O çocuğu önden alın. Biraz ileride Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin damında silahlı militanlar var. Size ateş açabilirler. Çocuk tek başına ortada hedef teşkil ediyor dediler.”

Yağmur’un, bir hain kurşunla vurulma tehlikesi vardı. Bunu, rasgele kimseler değil yetkili insanlar, polisler söylüyordu. Gerek ülkede cereyan eden hadiselerden, gerekse çocuğu önden alın diyen ve sözüne itibar edilmesi gereken şahıslardan dolayı, söylenen sözü ciddiye almamak mümkün değildi.

Ayrıca aynı haber bir anda, birkaç yerden birden geldi.

Faruk Hoca, kulaklarına kadar kızardı. Çok büyük endişe duydu, yüreği ağzındaydı. Ama ikaz edilmesine rağmen; Yağmur’u, konvoyun önünden almadı.Yürüyüşe devam ediyordu. Hoca tedirgindi ve söyleniyordu. “Ben oğlumu önden alırsam, arkadan gelen gençlerimizin yüzüne nasıl bakarım? Onlar, ana kuzusu değil mi? Onların anaları, babaları yok mu?” Diyordu.

Sonraları ne insanların farkına vardık ki oğullarını saklıyorlar; hiç bir şeye karıştırmıyorlardı. Çünkü kendi oğlu-kızı değerliydi. Nitekim Konvoy’a Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin önünde ateş açıldı. Bir kurşun Yağmur’un arkasındaki ilk gruptan bir gence isabet etti. Ölümlü bir durum olmadan, o menhus yerden geçtik. Faruk Hoca da bizimle beraber gözü, gözü kadar sevdiği oğlunda; ama yüreği ağzında, yürüdü geçti.

Şimdi acaba hangi ülkücü(!) Faruk Hoca’yı bilir, tanır, aklına getirir. Rahmetli Arif Nihat Asya, yoksa sana mı seslenmişti sevgili hocam.

Aslan payını aslan olmayan aldı.

Kalk yiğidim yine dağ başını duman aldı.

_________

(*) 1927 Yılı’nda Senirkent’te doğan F. Akkülâh, 20 Ekim 1991 Yılı’nda Öldü. AÜ İlahiyat Fakültesi mezunu olup Adana İmam-Hatip Lisesi Müdürlüğünden sonra 1969 Yılı’nda, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) adının, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’ ne dönüştürüldüğü ünlü Adana Kongresi’nin hazırlayıcısıydı. Akkülâh, milletvekili çıkaracak hale getirmiş olduğu Adana’da, yerini Alparslan Türkeş’e ikram etmiş ve seçilmesini sağlamıştı.




Adana'da Tarihi Kongre

Badem torbası boşalınca...

1971 yılı idi. Ankara'da milliyetçilerin bir toplantısı vardı. O sırada İstanbul'da olan Osman ağabeye beraber gitmeyi teklif ettim, kabul etti. Biz galiba otuz kişi kadardık. Bir otobüsle akşam geç vakit, Ankara'ya doğru yola çıktık. Bir süre sonra şoför ışıkları söndürdü. Benim iki sıra kadar önümde olan Osman ağabey, bir torba gönderdi, içindeki, memleketi olan Akseki'ye has ince kabuklu, onun deyimiyle, diş bademleri gönderdi. Bana: “Karabacak, bademlerden herkese birer avuç ver, torbayı geri gönder” dedi.

Ben, beraber yolculuk yaptığımız gençlerden birine bademleri dağıttırıyordum. Çocuk, torbayı geri getirdiği zaman, bademlerin yarısı bile dağıtılmamıştı. Ben devamlı, bademleri hem dağıtıyor, hem de kendim yiyordum. Osman ağabey o davudî sesi ile sık sık.”Karabacak, torbayı gönder.” diyordu. Ben:”şimdi göndereceğim” diyor, bir taraftan da bademleri dağıtıyordum. Sonunda torba boşaldı. Osman ağabey gene: “Karabacak, torbayı gönder.” deyince, boş torbayı kendisine gönderdim. Torba ona gidince: “Karabacak, sana evlilik hediyesi alacaktım,(O sırada evlenmiştim) ama şimdi vazgeçtim.” dedi.

Ankara'ya vardık. Daha yeni sabah oluyor. “Ağabey, dedim, sen bizim büyüğümüzsün. Karnımız aç. Bize bir kahvaltı yaptır.”

Önümüze düşerek, gecekondu bir işkembe çorbacısına götürdü. Fakat çorba yenecek gibi değil. Kokudan içeri bile girilmiyor.

“Ağabey, burası ne böyle, burada yemek yenir mi? dedim.

O gayet sakin: “Bu size çok bile.” dedi.
Biz Osman ağabeyi çok sevdik. İnşallah o da bizi sevmiştir...

Allahın rahmeti üzerine olsun sevgili ağabeyim...

Adana Kongresi

Parti, belli bir güce erişmişti. Toplantılarımız daha kalabalık, daha heyecanlı olmağa başlamıştı. Vatansever gençlik, büyük çapta, gerçek yuvalarının bu hareket olduğunu kavramıştı artık. Üniversitelerde ülkücüler dengeyi kurmuşlar, pek çok fakültede rahat okuma imkânına kavuşmuşlardı. Fakat komünistler son sür'at teşkilâtlanıyorlar, bilhassa işçiler arasında, sendikaları ele geçirerek, o günkü C.H.P.'nin destek vermesi ile gittikçe güçleniyorlardı. Mevcut iktidar ise, kaderine razı olmuş gibi, Türkiye'nin felâkete gitmesine, daha önce söylediğim gibi, aval aval bakıyordu. Türkeş, milliyetçilerin büyük bir gövde gösterisi yaparak, hem komünist ve bölücülere gözdağı vermeyi, hem de milliyetçilerin morallerini yükseltmeyi istiyordu. Bunun için 1969 Adana büyük kongresi seçildi.

Bu görev, o zaman Adana il başkanı olan merhum Faruk Akkülah'a verildi. Partinin bütün teşkilâtlarına, ellerinden geldiğince bu kongreye kalabalık olarak gelmeleri istendi...Bu kongrenin, bizim, daha doğrusu ÜÇ HİLÂL'ciler açısından başka bir önemi daha vardı: Artık bir anlamı kalmayan C.K.M.P. isminden ve terazi olan amblemden kurtulmak istiyorduk. Daha önce söyledim; isim üzerinde pek ihtilâf yoktu. Eski particiler çekip gitmişler, kalanlar ise partinin yeni havasını benimsemişler, deneyimleriyle gerçekten büyük yardımcı oluyorlardı.

Esas çekişme amblem üzerinde yaşanıyordu. Bir gurup parti ambleminin, hilâlsiz bozkurt olmasını savunuyordu.Benim de içinde bulunduğum gurup ise, parti ambleminin Üç Hilâl, gençlik ve kadın kollarının ambleminin ise, Hilâl içinde Bozkurt olmasını savunuyordu.

Kongreden birkaç ay önce, eski milliyetçilerden senatör Hüsnü Dikeçligil'in oğlu, rahmetli kardeşim Afşın Dikeçligil, bana, “Tarih Boyunca Türk Bayrakları ve Sancakları” isimli bir kitap getirdi. Yanılmıyorsam, Türk Tarih Kurumu yayını idi. Onun içinde pek çok Üç Hilâl şekli vardı. Dönen üç hilâl fazlaca tenkide uğradığı için, onu terk etmiştik.

Barbaros'un kalyonlarında kullandığı yan yana bir üç hilâl vardı. Çok hoşumuza gitti. Fakat, Ankara'dan da istişare ettiğimiz arkadaşlar, Osmanlı'nın bazı dönemlerinde ve mehter takımlarında da kullanılan bu günkü Üç Hilâl'i savunuyorlardı. Biz de bunu kabul ettik. Bizimle aynı binada bulunan bayrakçı Vedat beye, orijinallerini hazırlattığım bayraklardan, Adana'da yapılacak kongreye götürmek için, bir miktar yaptırdım...

Bütün Türkiye'deki kongrelerde, özellikle İstanbul'da bu amblem meselesi büyük sürtüşmelere sebep oldu. Bu sürtüşmeler, Ankara'ya, Genel İdare Kurulu'na da yansıdı. Türkeş ise, tarafsız görünüyordu.. Bu kongrenin sadece amblem meselesi olmadığını biliyordum. Bu kongre partinin gerçek kimliğini bulma kongresi olacaktı. Yani, hareket Türk'ün gerçek karakteri olan, Türk-İslâm Ülküsü'ne giden yolun, birinci basamağı olacaktı.

Bunu tarih içinde, Türk Milliyetçileri oluşturmağa çalışmışlar, sosyolog ve fikir adamı Ziya Gökalp, çeşitli makaleleri, Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak, Türk Ahlâkı, Türk Medeniyeti Tarihi adlı kitaplarıyla bir yere kadar yapmağa çalışmıştı. Fakat ömrü yetmemişti. Sonradan gelen yazar ve düşünürler de bu konuyu çok işlemişlerdi. Ne idi bu konu: Türk'ün İslâm'sız olamayacağı gerçeği idi.. Bu konular, partili, partisiz Türk aydınları arasında tartışıldığı bir dönemde bir gün Türkeş bana: “Karabacak, dikkat edin, Türklüğümüzü ve İslâmlığımızı BUDAYARAK bizi ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu oyuna gelmeyin:” dedi.

Ben bu oyunun farkındaydım. Yapılan tartışmaların anlamsızlığını görüyordum. Adana kongresine giderken, Millî Hareket dergisine ılımlı ve birleştirici bir yazı yazdım. Terazi, Üç Hilâl ve Bozkurt amblemlerini dergiye koyarak, partililerin bunlardan birini seçeceğini, hepsinin de Türk Milliyetçilerini temsil ettiğini belirttim..Tabii bizim dışımızda, bu konuda pek çok tartışmalar yaşanıyordu. Basın, partinin kurtçular ve hilâlciler olarak bölüneceğini yazıyor, tahrikler bizi de etkiliyordu.

İtiraf edeyim, biz ne pahasına olursa olsun, Üç Hilâl'de direnmeğe karar vermiştik.

İstanbul'dan bu iki gurup, ayrı otobüslerle Adana'ya gittik.

Faruk Akkülah, bizim ümit dahi edemiyeceğimiz bir hazırlık yapmıştı. Adana Spor Sarayı kiralanmış, bahçesine çok büyük bir otağ kurulmuştu. Bütün Adana Türk bayraklı ve o günkü parti bayrakları ile süslenmişti. İlk defa, çok büyük bir mehter takımı orada görevlendirilmişti. Yüzlerce partili gence özel mavi gömlekler giydirilmiş, müthiş bir yürüyüş düzenlenmişti. Adana ve parti gerçekten tarihi günlerini yaşıyordu. Biz, kongre salonuna geldiğimiz zaman, salonun her tarafına bozkurtlu bayrakların asıldığını gördük.

Biz de Üç Hilâl'li bayrakları açmağa hazırlanırken, rahmetli Dündar Taşer'in beni çağırdığını söylediler. Yanına gittim. Bana: “Ahmet bey, bu konu parti Genel İdare Kurulunda konuşuldu. Bozkurt isteyenlerin temsilcisi Muzaffer Özdağ çıkıp Üç Hilâl'i anlatacak, ben de çıkıp Bozkurt'u anlatacağım. Ortalığı yumuşatalım” dedi. Bu bana mantıklı geldi. Gelen delegelerin düşüncelerini büyük çapta biliyordum. Bir endişe de duymuyordum. Bayraklarımızı yerine koyduk.

İkinci, seçimlerin olacağı gün, M.Özdağ konuşmağa başladı. Bu bizim beklediğimiz konuşma değildi. O tam tersine, Bozkurt'u anlatıyordu. Hemen arkasından seçimlere geçildi. Partinin adının MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ olması ittifakla kabul edildi. Kongre başkanı “Parti ambleminin bozkurt olmasını isteyenler?” dedi. Yüz kişi civarında el kalktı. Başka bir teklif almadan: “Kabul edilmiştir” diyerek işi oldu bittiye getirmek istedi.

İşte o ânda bütün salon ayağa fırladı. Salonun her tarafından Üç Hilâl'li bayraklar açılmağa, bütün salon üç hilâl üç hilâl tezahüratıyla inlemeye başladı. Başkan, itimat reyi istedi. Sadece o yüz kişi civarındakiler el kaldırdı. İstemeyenler deyince bütün salon el kaldırdı. Başkan, kürsüden inip, yerini ikinci başkana bıraktı. İkinci başkan, amblemin Üç Hilâl olmasını reye koydu, hemen hemen bütün salon el kaldırdı. Gençlik ve kadın kolları için ise, Hilâl içinde Bozkurt amblem olarak kabul edildi.

O günü unutmak benim için mümkün değil. Hele, Bozkurt'u savunan, gerçekten kendilerini çok sevdiğim (Zaman zaman onlarla bu konuyu gülerek hatırlıyoruz.) pek çok arkadaşımın, delege kartlarını yırtarak salonu terketmeleri benim içimde halâ acı bir hatıra olarak durur. Parti kongresi güzel başlamıştı, fakat tatsız tuzsuz sona ermişti. Ancak esas neticeye varılmış, parti fikriyatı, Türk Milletinin bin küsur yıllık ideolojisini temsil yetkisini almıştı. Özdağ ve Baykal ile bazı partililer, bir süre pasif kaldılar. Fakat, her taş yerli yerine oturuyor, milliyetçilerin gidecekleri başka bir çatı altı kalmıyordu. Bir süre sonra, bu arkadaşlar, eskisi kadar sıcak olmasa da, hareketin içinde gene görev almağa başladılar...

Adana kongresinin neticesi bize Faruk Akkülah gibi bir teşkilât başkanı, (Genel idare kuruluna girerek teşkilât başkanı oldu.) Osman Yüksel Serdengeçti gibi bir mücahit kazandırdı. Osman ağabey, o tarihten sonra vefatına kadar ülkücü hareketin içinde oldu, büyük fedakârlıklar yaptı. Faruk Akkülah ise, maddî ve manevî, bütün gücü ile partiyi yeniden teşkilâtlandırdı. Hiç durmadan, vefatına kadar, koştu, çalıştı...

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,62 M - Bugn : 23939

ulkucudunya@ulkucudunya.com