« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Mar

2023

Bir işgalin kaza raporu

Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970

Bundan yaklaşık 20 yıl önce ABD ve birkaç müttefikinin beraber yürüttüğü Irak’a yönelik saldırı başlamıştı. Türkiye, Amerikan askerlerinin ülkede konuşlandırılmasına ve kuzey cephesinin açılmasına dair tezkere tartışmaları sebebiyle bu atmosferi herkesten daha sıcak yaşadı. Sonuçta 1 Mart tezkeresinde ‘kabul’ oylarının yeterli sayıya ulaşmaması sebebiyle Amerikalılar, Türkiye topraklarına ayak basamadı ama sahadaki sonuç da değişmedi. Irak’a saldırı haftalar içerisinde müttefiklerin Bağdat’a girmesi ve Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle sonuçlandı.

Harekât başladığında ABD ordusunun batağa saplandığını, savaşın aylar, hatta yıllar süreceğini ileri süren emekli komutanlar çoktan unutuldu. Savaşın bu kadar süratle bitmesinin sebebi de sonradan anlaşıldı. Irak ordusundaki bazı generaller Amerikalılarla anlaşarak çatışmadan teslim olmuştu, bazıları ise simetrik bir savaş yerine gayrinizami harbin daha uygun yöntem olduğunu değerlendirerek yeraltına çekilmişti.

Neticede Irak yönetiminin kitle imha silahları geliştirdiği, terör örgütlerine destek verdiği gibi zayıf iddialarla saldırıyı başlatan George W. Bush ve neo-con danışmanları ilk aşamayı tahmin edildiğinden de kolay tamamladı. Bir süre sonra Saddam Hüseyin’in de saklandığı yerde sefil bir biçimde ele geçirilmesi ve Amerikalıların mutlak zaferiyle konu kapanmış gibi görünüyordu.

Oysa asıl dertler o noktadan sonra başladı. Irak, yıllar sürecek kanlı bir iç savaşa ve bugünlere kadar uzanan siyasal istikrarsızlığa sürüklendi. Bir dönem IŞİD’in de doğuşuna ebelik yapacak kâbus gibi bir otorite boşluğu, toplumsal fay hatlarından beslenerek güney komşumuzun normali haline geldi.

Irak harekâtından 20 yıl sonra yapılan değerlendirmeler, bu felaketli hali de göz önünde bulundurarak ABD’nin politikalarının başarısızlığından dem vuruyor. Saddam sonrasında istikrarlı bir devlet inşası hedefinin, bugünkü duruma bakıldığında kesin bir yenilgiye uğradığı söylenebilir. Oysa Bush yönetimi savaşa hazırlanırken birçok analist, böyle bir saldırının, Irak’ta merkezi otoritenin kalıcı olarak zayıflamasına, daha da kötüsü ülkede İran’ın etkinliğinin artmasına sebep olacağı uyarılarında bulunmuştu. Böylesine kör gözüm parmağına bir hatanın yapılması, konuya en uzak gözlemcinin bile kolaylıkla görebildiği bir sonuca bodoslama yürünmesi şaşırtıcı görünüyor.

Elbette Amerika da küresel siyasetin büyüklü küçüklü diğer aktörleri de ciddi hesap hataları yapabiliyor. Bunun hala yaşamakta olduğumuz örneği Putin’in Ukrayna’da ülkesini soktuğu korkunç durum. Almanya’nın her iki dünya savaşında da ağır yenilgiler alması, Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Vietnam’da Sovyetler’in ise Afganistan’da bataklığa saplanması böylesi yanılgıların en bilinenleri. Dolayısıyla Irak’ta bugünkü durumun Washington tarafından niyetlenilenin çok uzağında olması pekâlâ ihtimallerden birisi. ABD’nin bölgesel ve küresel rakipleri müdahaleleriyle oyunu kendi lehlerine çevirmiş olabilir.

Çoğunluk tarafından benimsenen bu senaryonun bir de zayıf tarafları var. Dünya savaşlarının kaybeden tarafında olan Almanya’nın da Vietnam’daki ABD’nin de Afganistan’ı işgal eden Sovyetler’in de motivasyonlarını anlamamıza yarayacak açık gerekçeleri vardı. İlk durumda İngiltere’nin küresel hegemonyasıyla mücadele eden ve Avrupa’da hakimiyet kavgası veren bir Almanya’nın güç dengelerini hesaplayamadığını söyleyebiliriz. ABD’yi Vietnam’daki müdahaleye iten Soğuk Savaş’ın meşhur çevreleme politikası, Çin’in komünistlerin eline geçmesi sonrası Kore’deki nispeten başarılı mücadele ve onun anlaşılır uzantısı Hindiçinindeki savaştı. Afganistan, Sovyetler’in yumuşak karnı Orta Asya’ya açılan kapı, 19’ncu yüzyıldan beri büyük güçler arası mücadele alanı olan köşe taşı bir ülkeydi.

Bush yönetiminin çok zayıf gerekçelerle saldırdığı Irak’ın neden hedef haline geldiğini anlamak ABD’nin bugün amacına ne ölçüde ulaştığını tartmak için önem taşıyor. Elbette Saddam Hüseyin’in doğrudan Amerika’yı tehdit edecek bir kapasitesi elinde yoktu. Birinci Körfez Savaşı sonrası ciddi biçimde yıpranan Irak, ambargolar sebebiyle belini doğrultamayan, dahası Çekiç Güç yüzünden kuzeyde otoritesini tam tesis edemeyen bir ülke konumundaydı. Çifte çevreleme politikasıyla İran’la birlikte ABD tarafından olabildiğince bölgeden ve enerji piyasalarından tecrit edilmeye çalışılmaktaydı. Eğer 2003’teki müdahale gerçekleşmeseydi türlü gerekçelerle meşrulaştırılmak istenin bu tecridi sürdürmek giderek güçleşecek ve bir noktada imkânsız hale gelecekti. O dönemde günlük 3 milyon varil civarında bir üretim yapan ülkenin henüz faaliyete geçmemiş, düşük maliyetle üretim yapan sahalarını işletime almasıyla hızla iki, hatta üç katına çıkacak satışlarla Bağdat’taki yönetim önemli ekonomik kaynaklara kavuşabilecekti. Demografik trendler de hesaba katıldığında, bugünlere gelirken Ortadoğu’da yeniden güçlü bir aktör haline gelecekti.

Elbette ABD’nin bu koşullarda bir Irak’ı bölgesel ittifaklarla dengeleme imkânı bulunuyordu. İçeride harekata karşı çıkanların bakış açıları da bu olmalı. Öte yandan neo-con’lar 11 Eylül saldırıları sonrası içeride oluşan savaş yanlısı kamuoyunun zaman geçtikçe enerjisinin sönümleneceğini biliyorlardı. Terör saldırılarının dehşeti unutulduğunda bir daha Amerikalıları böyle bir saldırıya ikna etmek çok zor olacaktı.

Dahası, yeni bin yıl başlarken henüz Rusya doksanlı yılların çöküntüsünden çıkamamıştı. Kıta Avrupası’nın itirazlarının bir anlamı yoktu, Çin’in de bölgede ABD’nin karşısına çıkacak gücü henüz bulunmuyordu.

Dolayısıyla uzun soluklu ve ne zaman biteceği belli olmayan bir çevreleme politikasının yerine bir defada bu sorunu halletmek düşünülmüş olmalıydı. Bu yapılacaksa bütün koşulların elverişli olduğu bir zaman aralığında olmalıydı.

Sonrasında Irak’ta yaşanan felaketler, Sünni ayaklanması, IŞID’İn ortaya çıkması ve bugünlere kadar süren dağınıklık ise ayrı bir açıklamayı gerektiriyor. Bunun ABD’nin niyeti dışında olduğu teorilerden biriyse de neden Washington’un bu yolda sürekli ve istikrarlı olarak hiçbir şey yapmadığını açıklamak güç. Saddam Hüseyin yönetimi çöküp BAAS tasfiye edildikten sonra ülkenin mezhepsel ve etnik fay hatlarından çatlayacağını tahmin edememiş olmaları ise inanılırlığı düşük bir iddia. İkinci Dünya Savaşı sona ererken bile eski Nazileri dahi kullanarak Soğuk Savaş örgütlenmesini yapabilen bir devlet aklının Irak’ta bölgeye yeni geliyormuş gibi davrandığını düşünmek güç.

Mevcut durumun belli güçlükler getirmekle beraber, Washington için Vietnam’daki gibi bir yenilgi anlamına gelmediğini söyleyebiliriz. Evet, eski rejimden boşalan alanlarda İran’ın etkinliği arttı ama ülkenin tamamen Tahran kontrolüne girdiğini iddia etmek mümkün değil.

Bizim de içinde bulunduğumuz bir güç mücadelesi hala devam ediyor. Üstelik ABD bu çatışmanın içerisinde farklı aktörlerle dönemsel işbirlikleri yaparak kendisine alan açabiliyor. Destabilize olmuş bir Irak belki sürekli ilgi istiyor, öte yandan ABD’nin bölgeye büyük güç konuşlandırmasını, ağır ekonomik maliyetlere katlanmasını gerektiren bir durum yok. Washington bölgedeki iki hedefine; petrol sahalarının rakiplerin müdahalesinden uzak tutulması ve İsrail’in güvenliğinin sağlanması amacına ağır bir mali yüke girmeden ulaşabiliyor. Irak’taki dağınıklık başta bu ülkenin vatandaşları olmak üzere bölge için sorunlar yaratıyor, fakat Washington bundan bölgesel aktörler kadar olumsuz etkilenmiyor.

Son 10 yılda Suriye’deki dağınıklıkla beraber okunduğunda Irak’a müdahaleyi ve sonuçlarını, ‘çılgın bir yönetimin hesapsız bir macerası‘ olarak okumak yetersiz kalıyor. Böyle bir bakış, mevcut durumu sadece bir yönetimle ve onun neo-con akıl verenleriyle ilişkilendirip ABD’nin genel küresel politikasından kopararak istisnai bir girişime indiriyor. Oysa 2003 Irak müdahalesi ABD için Vietnam olmadı. Dünya kamuoyundaki bütün negatif algısı bir yana, saldırı kararını alanların hedeflerine belli ölçülerde de ulaşmış olmaları akla yatkın görünüyor.

20 yıllık bir döngünün sonuna gelirken iç kamuoyu Türkiye’de olan bitene -doğal olarak- daha fazla odaklanıyor. Yanı başımızda olan bitenler ise basmakalıp izahatlardan fazlasını hak eden bir bilmece olmayı sürdürüyor.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,03 M - Bugn : 24165

ulkucudunya@ulkucudunya.com