« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

30 Eki

2007

ELVEDA ALYOŞA

OYA BAYDAR 30 Ekim 2007

İlkyaz sabahlarında uçuk, buğulu, baygın iğde kokularıydı. Gün ne kadar
sıcak geçecek olsa, şafak vakitlerinin ürpertici, güzel serinliğiydi. Birden
boşanan sağanaklar ve caddelerin iki yanındaki akasyalara tünemiş binlerce
serçenin, insanı sersem eden cıvıltılarıydı. Bitmiş bir aşkın can çekişmesi;
geceyarısı telgraflarının izinde, postane kapılarında uzun, ezik bekleyişler;
bir ayrılıp bir kavuşmalardı. Fıstıki yeşil, patlıcan moru entarilerim;
gündüz insan, gece kurt yaşamım; yalnız evimin duvarlarına renkli
tebeşirlerle yazdığım aşk dizeleri, yarım kalmış bir tutkuyu sökmek için
yaşanan kaçamak çılgınlıklardı. Meze tabaklarına düşen erik baharları; Buzbağ
şarabının kadehimizdeki koyu vişne rengi; aylı gecelerde, olmayan bir denizi
özlemle aramaya çıktığımız Çankaya tepeleri; birden aklımıza esip kendimizi
attığımız, ertesi sabah İstanbul'da, İzmir'de, Bursa'da, Bodrum'da uyandığımız
Anadolu otobüsleriydi. Karpuz yüklü kamyonların arkasında Tuz Gölünü geçip
Peri Bacalarına vardığımız; ilk Hıristiyanların gizli tapınaklarının sükûnetinde,
dörtnala sonsuz bir koşu olan hayatımızın tatlı yorgunluğuna çare aradığımız;
ufak tefek taşlı yokuşlardan nefes nefese kaleye tırmanıp, alev alev yanan
avuçlarımızı ve alnımızı binlerce yıllık tanrıçaların, Hitit heykellerinin,
donuk mermerlerin serinliğine yasladığımızdı.

Forumlar, yürüyüşler, mitingler, işgallerdi. Kongreler, toplantılar;
tutkulu, ateşli tartışmalar; hırslı, keskin karşıtlıklardı. Yurtlarda,
kampuslarda öğrencilerle birlikte nöbet tutup sabahladığımız; tüm saatlerin,
tüm hayatların bilinmeyen bir devrime ayarlı olduğu, "Ho, Ho Ho Şi Mihn,
daha fazla Vietnamlı", "Son sözümüz söylenmedi, kavga yeni başlayacaktı,
çılgın umutlarla dolu masal günlerimizdi. Yazı yazarak, yazı tartışarak
sabahladığımız; dünyayı, yaşamı, savaşı, devrimi, sosyalizmi, insanı,
kendimizi belki bir daha hiçbir zaman yapmadığımız kadar ciddiye aldığımız
inançlı, coşkulu, özverili, umutlu 25 yaşımız, 30 yaşımızdı.

Külüstür mavi kaplumbağa arabaya balık istifi doluşup, çantalarımızda
sosyalizm üstüne, faşizm üstüne kitaplarla cılız çamların altında gizli köşeler
aradığımız; yaklaştığını sezdiğimiz fırtınaya karşı çocuksu önlemler,
romantik çözümler bulduğumuz; evlerimizden bir sabah çıkıp bir daha uğramadığımız;
kuşlar gibi hür, bulutlar kadar uçucu olduğumuzdu. Dört bir yana dağılışımızdı
sonra...

Bir gün ders ortasında kürsüden alınıp götürülüşüm; evlerimizi,
hayatlarımızı, kimliklerimizi didik didik eden Tomsonlu, postallı Haki'ler
-Birkaç afiş, birçok dergi, kitap, külüstür daktilom, arkamdan mahzun bakan
küçük kara kedim, kuşkulu, korkulu bakışlarını üzerimde hissettiğim apartman
komşuları; bir bölük silahlı asker arasında komik miki filmlerini andıran
ufacık, gülünç halimdi. Gözü bağlı götürüldüğüm kışlaların rutubetli,
taş işkence odalarındaki kapana kısılmış fare korkum, kadınlar koğuşunun
havalandırma avlusundan görülen mavi boyalı yoksul gecekondular, sonbahar
sislerinin masal bahçelerine dönüştürdüğü kırlar, söğüt ağaçları, demir
kapılar kapandıktan sonra içilen demli, sıcak çayların buruk mutluluğuydu.

Bugün, içimde incecik bir hüzün, seni düşündüm Alyoşa. Oysa aramızda hüzne
en yabancı olan sendin. Duvarlarımdaki aşk şiirlerini "-Seviyorum seni ekmeği
tuza banıp yer gibi/geceleyin ateşler içinde uyanıp ağzımı musluğa dayayıp
su içer gibi" -Nazım'dan bile olsalar, devrimciliğe yakışmaz sayıp çocuksu
bir öfkeyle silmeye çalışırken; öğrenci forumlarında, tartışma
toplantılarında, işçi mitinglerinde kendine ve fikirlerine sonuna kadar
güvenli, kendi doğrularından hiç kuşku duymayan ateşli konuşmalar yaparken;
kendi aramızdaki bitip tükenmez tartışmalardan sıkılıp, lafı "Az laf,
çok iş," diye noktalarken; ya da keyifli bir gününde, koca bir tepsi hamsili
pilav yapıp, yarısını daha sofraya oturmadan silip süpürdüğünde, gözlerini
yere eğip mahcup gülümserken, hüzün yanına yaklaşmaya bile cesaret edemezdi.

Kedileri, kağıttan binbir çeşit hayvan yapmayı, hamsiyi ve tatlıları
severdin. Alyoşa adına hak kazandıran çocuksu iyimserliğin, saflığın,
gözükara aceleciliğin, hep harekete, işe, eyleme dönük didinmen... Belki
biraz da küçümsediğim doğallığın, saydamlığın... Bir yanından bakınca öte
yanı görebileceğim duygusuna kapılırdım. "Yaşam dolu" denilemez, hayır!
Ağaçlar, otlar, geyikler, kediler, sular gibi yaşamın, doğanın gıllıgışsız,
dümdüz bir uzantısıydın sen! İnsanları biraz buğulu, biraz gizemli kılan,
coşkuyu törpüleyen, heyecanı yatıştıran, eylemi arkaya itip duyguyu öne
çıkaran hüznün ne ilgisi vardı seninle!

Dört bir yana dağılmış kitaplar, dergiler, kağıtlar arasında nasıl da
coşkulu, hummalı, hırslı çalışırdık... Hatice Abla fasulye pilakisini, havuç
salatasını; zeytinyağlı dolmaları dünden yapıp buzdolabına koymuş olurdu.
İşe içki karışmamalı kuşkusuz! Yine de bir yerlere zula ettiğim şarabı son
dakikada biraz ürkek, biraz mahcup masaya koyarken bir tek senin gözlerini
arardı gözlerim. Yine böyle bir gündü: Hani Alyoşa'lık payesini artık bir
daha hiç birimizin unutmayacağı biçimde hak ettiğin sonbahar akşamı...
Kızgın kızgın homurdanma! Yüz yaşına gelsek bile, birlikte her sofrada, her
içki masasında anımsayacağız. Adaşımın bir yerlerden bulduğu, günün sürprizi
olarak sakladığı siyah etiketli Skoç viskiden payına düşeni, "Ben içmem,"
diye itiraz etmeye de çekinip, kimselere göstermeden gizlice mutfak musluğuna
dökerken yakalamıştık seni. Alyoşalığın bir kez daha tescil edilmişti o
gün.

Bahçelievler son durak... Elimde köşedeki kuruyemişçiden alınmış leblebi,
şamfıstığı, dutkurusu, fındık, üzüm paketim. Çantamda bir küçük
konyak ve notlar, kağıtlar, kitaplar, dergiler... Tam donanımlı askerler
gibi hazırlanırdık çalışmaya. Yine sabahlayacağız. Derginin yetişmesi gerek.
Dünyanın, tarihin, Türkiye'nin, tüm insanların sorumluluğu omuzlarımıza yüklü.
Buram buram inanç, umut, sosyalizm, devrim olan Ankara günlerimiz!
Daktilo başında sabahladığımız; geleceğin ve dünyanın avuçlarımızın içinde
olduguna inandığımız; gece otobüslerinde, Ankara'yı İstanbul'un işçi
semtlerine, öğrenci eylemlerine, basımevlerine, grevlere bağladığımız; serin
şafak vakitlerinde iğde kokulu yollardan geçerek evlerimize, işlerimize
dağıldığımız Ankara günlerimiz!..

Belki de bugün, şafakları iğde kokan uykusuz gecelerden onlarca yıl ve
binlerce yol uzakta, sabah erken bastıran hüznün asıl anımsattığı, sen
değildin de, o günlerdi Alyoşa. Tüm yaşantımızın hem çok gerçek, hem de masal
olduğu; hayallerin, coşkuların, umutların sınırının nerede bitip gerçek
dünyanın nerede başladığının bilinmediği; henüz yaşanmamış acılara,
ayrılıklara, ölümlere, işkencelere, zindanlara, geleceği acılı, karanlık
kılan ne varsa hepsine meydan okuduğumuz günler...

Belki Türkiye'den gelmiş bir gazetenin iç sayfalarında gördüğüm küçük
fotoğrafındı sabah sabah hüzünlendiren beni. Hiç yaşlanmayacağını
sandığım, çocuksu, aydınlık, hiçbir şey saklamayan, hiçbir gizi olmayan
yüzün... Belki de hüzün o fotoğraftaki biraz bezgin, çok, ama çok yorgun
ifadede, aklaşmaya yüz tutmuş saçlarında, sertleşmiş çizgilerinde, yorgun
bakışlarındaydı; belki de, gazetecinin yönelttiği sorulara verdiğin ölçülü
biçili, ağırbaşlı yanıtlardaydı. "Alyoşa'nın önüne geçilmez yükselişi"
şakamızda saklı olandı; yazdığın son mektubunun "Kendimi yorgun hissediyorum.
Artık viskileri musluğa dökmüyorum, kendi çapımda çok içtiğim bile
söylenebilir" dediğin satırlarıydı... Ama asıl, ne çocuk yüzündeki yorgun ve
yaşlı bakışlar, ne içki içmeye başlamış olman, ne bir daha asla yakalanamayacak
güzel bir geçmişe duyulan özlem! Hayır, hiçbiri değil, asıl gazetecinin sorularına
verdiğin yanıtların kahredici ölçülülüğünde, sağduyuya uygunluğunda, "aklı
başında"lığında, hesaplılığındaydı hüzün." Artık iyimser olamıyorum,"
demendeki gizli boyun eğişte, kanıksamışlıkta, artık olduğun gibi olmamanda,
artık hiçbirimizin eskisi gibi olamamamızdaydı...

İstanbul günlerimizde, Cağaloğlu'ndan Sirkeci'ye yorgun argın inip bir an
dinlendiğimiz Üsküdar vapurlarında, bir yandan güneşi batırıp bir yandan
usul usul konuşurken -Ne çok konuşurduk, ne kadar çok sözümüz vardı
söyleyecek!- batan güneşin Sarayburnu önlerindeki oynak denizde bıraktığı
izleri görmediğini düşünürdüm hep. Sofralar daha kurulurken oburca bir
iştahla yarıladığın mezelerin tadına varamadığını; içkilerin tadı gibi
karmaşık duyguların tadını da alamayacağını düşünürdüm. Seni, biraz da bu
yüzden, hiçbirimizin tam beceremediğimiz bir işi, Alyoşa olmayı başarabildiğin
için severdik. Şimdi, güneşi dünyanın dört bir yanında batırdıktan sonra,
ufuktaki son kırmızı çizgilerin güzelliğini, nadideymezelerin ağır ağır
yenmesi ve konyağın balon kadehlerde, avuçta ısıtılarak içilmesi gerektiğini,
karmaşık duyguları, sinsi acıları, yengileri, hele de uzlaşmaları öğrendiğinden
beri, Alyoşa adı artık hiç uymuyor, hiç yakışmıyor sana.

Gazetenin iç sayfalarında bir köşede, senin küçük fotoğrafının yanında,
Kızıl Meydan'ın köşesindeki o peri masalı kiliseciğinin resmi var. -Geceleri,
sütlü lacivert gökyüzünde Kremlin'in kızıl yıldızı parlardı. Masal
kilisesinin rengarenk, çiçek çiçek kubbelerinin, kulelerinin hemen karşısında
Lenin'in anıt mezarının önü, törensel nöbet değişimini izlemeye gelenlerle
dolardı. Arkada kızıl bayraklı, kızıl yıldızlı Kremlin, yüzyılımızın
gerçekleşmiş sandığımız en büyük masalının, en güzel umudunun kutsal simgesi
gibi kale duvarlarının ardında saklanırdı. -Masal kilisesinin resminin
altında Kızıl Meydan değişiyor, başlığı... Senin fotoğrafının yanına iri
siyah puntolarla, senden bir alıntı: Çağın değiştiğini görmek, değişime
uymak zorundayız.

Ne olur bu kadar doğru, gerçekçi, akıllıca konuşma Alyoşa! Ne olur en
pahalı, en nadide içkileri yine musluğa dök. Böyle kibar bir doygunlukla
oturma, oburca saldır yemeklere. Tüm aşk şiirlerini duvarlardan değil
kitaplardan bile söküp at istersen! Ne olur eskisi kadar aldırmaz, coşkulu,
hesapsız, aceleci, öfkeli, uzlaşmasız ol. Siyasal hasımlarına söv, say!
Yalan söyle: "Hiçbir şey değişmedi, dimdik ayaktayız" de! Yüzündeki o
yaşlılık maskesini, bakışlarındaki donukluğu at, çocuk gülüşünle gül
gazete sayfalarında. Masal bitmesin Alyoşa, korkuyorum! Masal şatoları
yıkılmasın. Cadılardan, devlerden kaçarken yolunu yitiren çocuklara
yollarını, gösteren yakuttan masal yıldızları yere düşmesin, parçalanmasın!..

Her şey yıkılıyor... Duvarlar, kaleler, şatolar, yıldızlar, heykeller,
hayaller, inançlar, değerler, geçmişe bağlanan her şey... Her şey tuzla buz,
paramparça!..

Merhaba yeni dünya!

Elveda Alyoşa!...

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,76 M - Bugn : 4301

ulkucudunya@ulkucudunya.com