Türklük ve Osmanlılık
Ziya Gökalp 01 Ocak 1970
Osmanlı hey’et-i ictimâiyyesi’nin ilk müessisleri o zamanın istidadı fevkinde olarak - hissiyyât-ı cinsiyyeden ârî, efkârı kavmiyyeden bâlâ-ter bir gaaye-i hayâl takip ettiler, sahne-i târihe an’ane-i nesliyye- den âzâde, her türlü ibdâât ü ictihâdât-ı ictimâiyye- ye müsait yeni bir millet ithaline teşebbüs eylediler.
Osmanlılar, üç bin seneden beri Asya ve Şarkî- Avrupa’da sultân-üs-selâtîn hükmünde bulunan eski Türk Hakanlarının yeni bir sülâlesi olmak iddiasiyle meydana atılmadılar. Selçuk Devlet-i Türkiyyesi’nin vârisleri oldukları hâlde, târîh-i millîlerini Selçuk tarihine de rapt u ilhâk eylemediler.
Büsbütün yeni bir hayata bağlıyabilmek için eski râbıtaları kırmak, sevâbık-ı târîhiyyeyi tamamen unutmak lâzımdı. İlk OsmanlIlar, zamanlarının “Genç-Insanlar”ı olmak için, mâziyi bütün an’anâtıyla reddederek, nazarlarını yalnız istikbâle atfettiler.
Osmanlılar eski Türk Hakanlığını müceddeden te’sîse teşebbüs etmiş olsalar da, muvaffak olamazlardı. Çünkü Türk Hakanı “Tûran” namı verilen ve Türk dilinin söylendiği bütün ülkeleri baştan başa çerçeveleyen gaayet geniş bir memleket-i muhayyelenin hükümdâr-ı ma’nevîsi demekti. Böyle tarihî ve 1 (...........)azametli bir unvana iddiâ-yı mâlikiyyetle ortaya atılan sâhib-zuhür bir hânedan o memleket-i mecâziyyeyi bir mâlikâne-i hakîkî haline getirmek ve o hâ- kimiyyet-i ma’neviyyeyi bir hükümeti mâddiyye ve fi’liyye haline ifrâğ eylemek için cihângîrâne fütûhât icrasına teşebbüs eylemek mecburiyetinde kalacaktı. Cengiz Han bu yüksek (. . .)l girişmeği tec rübe etti. ( . . . . . . ) oldu Türk Tarihinin ( .......................) olan bu cihangir, hakikaten Türk dilinin konuşulduğu ülkelerin umumunu kendi bayrağı altında birleşdirmiş, Tûran . . . memleket-i mevhûmesini yeniden bir saltanat-ı (.......................) hâline getirmişti. Lâkin şimdiki telefon, telgraf gibi vesâit-i iltisâkıyyenin mevcut olmadığı öyle bir asır da bu kadar vâsi’ bir memleket inkısâm u inhilâlden kurtulamazdı, işte bu sebebin tesiriyledir ki Cengiz Han’ın vefatından az bir müddet sonra saltanatı dûçâr-ı inkısâmât oldu.
Osmanlılar, Türkistan’dan, Türklerin Anayurdu’ndan pek uzak düşmüşlerdi. Zaman ve mekânlarından ziyade, haiz oldukları dehây-ı husûsi onları başka bir gayeye, başka bir hedefe sevketti. Bu gaye, kan-kardeşi olmayan müteaddit akvâmı cân-kardeşi yaparak garîzî ve vilâdî enmûzecler fevkinde terbiyevî ve tekâmülî bir “enmûzec-i millî” ibdâ’ et mekten ibaretti.
Vâkıâ bu enmûzec-i muhayyel, bütün gaaye-i kemâller gibi, yalnız bir vücûd-i zihnîye mâlikti, vücûd-i hâricîsi yoktu. Fakat bütün mevcûd-i zihnî ler, bütün kemâl-i mutasavverler gibi bu mefhumun da hariçte mâsadakaları tahakkuk edecekti.
Bu mevcûd-i zihnîyi ezhânda tesbit ve idame mefhûmât-ı külliyyeyi tecsim eden kelimeler kadar âlî, efkâr-ı mücerredeye şahsiyyet veren lâfızlar kadar rakîk bir isim lâzımdı. îşte “Osmanlı” kelime-i nezîhesi bu ihtiyacın mevlûdudur.
Bu kelime-i mükerremenin haricî mâsadakları, bu muazzez ismin hakikî müsemmâları Osmanlılığın ilk zamanlarında bile tahakkuk ve tekevvün etti. Abdurrahman Gaazî’ler, Konur Alp’lar, Samsa Çavuş’lar nasıl her şeyden evvel (.................. ) Mihâl Gaazî’ler, Evrenos (Gaazîler,.......................) evvel-beevvel Osmanlı (.................. .) Paşa nâmıyle o zamana kadar (. . . . .) en büyüğüne muhassas bir makam (. ... . . . .) nı ihraz eden Kara Halil - Şerefnâme’nin beyanına nazaran * neseben Kürt olduğu halde, kalben, çok Türk’ten daha ciddî bir (. . . . . . .) sadrazamların, vezirlerin, beylerbeyilerin tercüme-i hâlleri tetkik olunsa, bu Devletin te’sis ve te’yîdine hizmet eden eâzımın anâsır-ı Osmâniyyeden hemen kâffesine nisbetleri olduğu tebeyün eder.
Müessisân-ı Devlet, ez-cân ü dil “Osmanlı” olacak efrâd-ı güzide yetiştirmek için üç mekteb-i amelî te’sîs etmişlerdi: Enderûn-i-Hümâyûn, Paşa-Dâireleri, Yeniçeri Ocağı.
Anâsır-ı muhtelifenin müntehap gençleri arasından iltikat olunan Acemi Oğlanlar, bu üç mektepten birine verilir, terbiye edilirdi. Bu mekteplerde yetişen dilâverler hasâis-i ırkıyyeden taarrî ile bir mücerrediyyet-i nezîhe-i rûhiyye iktisab eylediklerinden, hakikî Osmanlılar olurlardı. Hakikî Osmanlılar hâdde-i ıstıfâdan geçerek, Türk ırkı da dahil olduğu halde, bütün urûk-ı mevcüdenin fevkinde yeni ve âlî bir millet-i târihî teşkil ediyorlardı. Osmanlı enmûzeci, Türk enmûzecinden büsbütün başka idi. Türk kalanlar, Osmanlı olamamışlardı. Osmanlı olanlar, artık Türk değil idiler. Hayât-ı askeriye ve siyâsiyyeye iştirâk eden güzîde gençler - hangi unsura mensup olurlarsa olsunlar Osmanlılaşmak’ta idiler. Fakat Osmanlılaşmak, Türkleşmek değildi. Türklerin de hayât-ı resmiyyeye iştirâk etmek istiyenleri diğer anâsır efradı gibi Osmanlılaşmak mecburiyyetinde idi. Unsur-i hâkim, Türkler değil, Osmanlılardı. Bu hâle nazire olmak üzere, Türkçeden ayrı ve* Türkçenin fevkinde olarak yeni bir Osmanlı lisanı da tekevvün ediyordu. Bu yeni lisan muhît-i içtimâinin: tahavvülât-ı mütevâliyesini takip ederek Sarfça, Nahivce, lûgatça eski Türkçeden ayrılmış, büsbütün Osmanlıca olmuştu. Osmanlılar, kendilerine Türk demedikleri gibi, lisanlarına da “Türkçe” namını vermediler. Osmanlı Milleti, lisanı, Osmanlı edebiyatı,. Osmanlı müessesât ve an’anâtının kâffesi, altıyüz senelik Osmanlı tarihinin mahsûlleridir. Türk, tarihine ait bir Türk kavmi, bir Tûran ülkesi var ise de, Osmanlılar bu tabirleri ilm-i müstehâsât-ı ictimâî ıstılâhâtından addederler. “Türk” namı, Osmanlı terkîb-i millîsinin en mühim unsurunun ismi olduğu, için şâyeste-i tevkîrdir. Fakat bu da muhakkaktır ki. Osmanlı demek Türk, demek değildir