Kriz çağında insan: Geleceğe ve topluma karşı değişen bakış açıları
Selçuk Erenerol 01 Ocak 1970
Postmodern dünya sistemi, küresel kapitalizmin, dijital teknolojilerin ve neoliberal ideolojilerin etkisi altında şekillenen karmaşık ve çok katmanlı bir yapıdır. Bu sistem, bireylerin kimliklerini, ilişkilerini ve ahlaki değerlerini derinden etkilemektedir. Geleneksel ahlaki ve toplumsal yapıların çözüldüğü bu dönemde, insan varlığının temel dinamikleri bireysellik ve altruizm (diğerkâmlık/özgecilik) olmak üzere iki karşıt kutup arasında gerilimli bir şekilde salınmaktadır. Postmodern dünya sisteminin bu iki kavramı nasıl aynı anda hem teşvik edip hem de baskıladığı ise insanın günümüzde yaşadığı krizin nedenlerinden bir tanesidir.
Bireyselliğin giderek arttığı toplumlarda, sözde özünün farkına vardığını zanneden insanlar yalnızlığa ve ben-merkezciliğe sürüklenmektedir. Öte yandan sahte yardımseverlik ile sorumluluk yükünün bireyin üstünden alınarak, geçici ve göstermelik çözümler çerçevesinde toplumsal ilişkiler kurması ise bireylerin arasındaki bağı bambaşka bir boyutta tahrip etmektedir.
Pandemi, jeopolitik çatışmalar, küresel çapta yükselen enflasyon ve durmaksızın dengesi şaşan politik kararlar gibi olaylar, insanlığın geleceğe ve içinde yaşadığı topluma dair bakış açısını değiştirmeye başladı. Artık bir zamanlar doğal kabul edilen ilerleme ve istikrar inancı, yerini belirsizlik, endişe ve yeni arayışlara bıraktı.
Bu değişimin en büyük sebeplerinden bir tanesi şüphesiz ki siyasal güç dengelerindeki sarsılmalardır. Çok uluslu devletlerin üniter yapıda yeniden dizayn edilmesiyle beraber değişen güç dengesi şimdi de yerini çok uluslu şirketlerin bu devletler üzerinde yarattığı baskıyla beraber insan hayatını değiştirmesine bırakmıştır. Birçok bağımsız devletten daha büyük ve eşi benzeri görülmemiş etki alanlarına sahip bu şirketler bir yandan insanların bireysel bağlamda hayatını şekillendirirken, öte yandan da devletlerin bağımsızlık sınırlarını yeniden tanımlamaktadırlar. Bu da toplumları oluşturan dinamiklerin daha önce hiç deneyimlenmemiş bir şekilde kodlanması anlamına gelmektedir. Teknolojinin son sürat ilerlediği bu günler sayısız ilerlemenin habercisiyken, aynı zamanda da bireylerin arasına örülecek yeni duvarların fragmanını oluşturmakta.
Bireysellik: Neoliberalizmin temel dinamiği
Postmodern çağın en belirgin özelliklerinden biri, bireyin mutlak bir özne olarak merkeze yerleştirilmesidir. Neoliberalizm, bireyi kendi başarısının ve refahının tek sorumlusu olarak tanımlar. Bu paradigma, serbest piyasa ilkelerini ve rekabeti yücelterek, her bireyi kendi “girişimcisi” olmaya iter. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramından belirttiği gibi, kimlikler sabit değildir; sürekli olarak yeniden inşa edilir ve tüketim kültürü aracılığıyla sergilenir.
Bireysellik, sadece ekonomik bir modelin ürünü değildir; aynı zamanda teknolojik araçlarla da pekiştirilir. Sosyal medya platformları, bireylerin kendi anlatılarını (storytelling) yaratmalarına ve “marka” olarak kendilerini pazarlamalarına olanak tanır. Bu durum, bireyin kendi özerkliğini kutlamasına ve kişisel hedeflerini maksimize etmesine yol açar.
Ancak bu süreç, aynı zamanda bir tür “narsisistik kültür” yaratır. Bireyin kendi kimliğini sürekli olarak onaylatma ve sergileme ihtiyacı, dışarıya kapalı, kendine dönük bir varoluş biçimine yol açabilir. Bu da bireyi, kolektif sorumluluklardan ve toplumsal bağlarda uzaklaştırabilir.
Altruizm: Sıkışmış bir ahlaki alan
Bireyciliğin bu denli yüceltildiği bir ortamda, altruizm kavramı paradoksal bir şekilde varlığını sürdürme mücadelesi verir. Postmodern toplumda altruizm, geleneksel olarak kök saldığı dinsel, kültürel veya ideolojik temellerini yitirmiştir. Ancak bu kayıp, özgeciliğin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez; aksine, farklı ve çoğu zaman yüzeysel biçimlerde yeniden ortaya çıktığı anlamına gelir.
Bu durum, dijital platformlarda gördüğümüz “viral yardım kampanyalarında” veya “sosyal sorumluluk projelerinde” kendini gösterir. Bireyler, kişisel markalarını güçlendirmek veya sosyal onay almak için yardım etme eylemlerine girişebilir. Bu tür eylemler, bir tür “performans altruizmi” olarak değerlendirilebilir. Bu eylemlerin temel motivasyonu, yardım edilen kişiye duyulan gerçek bir empati veya kolektif bir sorumluluk duygusundan ziyade, bireyin kendi imajını cilalaması ve “iyi insan” olarak görülme arzusudur.
Öte yandan, gerçek altruizm (örneğin, zaman ve emek harcayarak yapılan uzun soluklu gönüllülük çalışmaları) kapitalist sistemin mantığına ters düşer. Çünkü bu tür yardım edenler, bireyden maddi veya manevi bir “karşılık” beklemeden kaynaklarını harcamasını ister. Bu durum, bireyin kişisel gelişim ve rekabet odaklı varoluşuyla çatışır ve bu da gerçek özgeciliğin yaygınlaşmasını zorlaştırır.
Güvenin erozyonu: Kurumlara ve sisteme karşı şüphe
Bir zamanlar bireyler, geleceğin daha iyi olacağına dair umutlarını ulusal ve uluslararası kurumlara, ekonomik sistemlere ve bilimsel ilerlemeye dayandırırdı. Bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi de tarihin ileriye doğru akmasından ötürü nesiller arası refahı giderek artması ve hatalardan ders alınıp daha iyi sistemlerin bir şekilde insanlık için kurulmaya çalışılmasıydı. Ancak son krizler, bu güveni ciddi şekilde zedeledi. Savaşların patlak vermesi, uluslararası diplomasinin sınırlarını ortaya koyarken, ekonomik krizler mevcut sistemin kırılganlığını gözler önüne serdi. Vatandaşlar, devletlerin ve büyük şirketlerin bu zorluklar karşısında ne kadar yetersiz kalabildiğini bizzat deneyimledi.
Bu durum, bireylerin kendi kaderlerini kontrol edememe hissini pekiştirdi. Gelecek, artık kolektif bir başarı hikayesi olarak değil, bireysel ve belirsiz bir hayatta kalma mücadelesi olarak algılanmaya başlandı. Bu durum, insanların geleceğe dair plan yapmaktan çekinmesine veya kısa vadeli, anlık tatminlere odaklanmasına neden oluyor. Kısa vadeli planlar yalnızca devletlerin en büyük düşmanlarından biri değildir. Bu planlar sıradan insan için de çok tehlikeli olabilir. Ortak geleceğin ulusu oluşturmasındaki sebeplerden bir tanesi bu yolu beraber yürümek isteyen toplumun kader birliği içerisinde bir toplumsal sözleşme imzalamasıdır. Yarınını göremeyen toplumlar ise işlevini yitirmiş yığınlardan başka bir şey değildir.
Gelecek, artık önceden çizilmiş bir yol haritası değil, her an değişebilen ve bireylerin kolektif çabalarıyla yeniden şekillenecek olan dinamik bir süreç olarak görülüyor. Bu bir yandan karar alma mekanizmasını diri tutacak potansiyele sahipken, öte yandan da mevcut sistemleri suistimale ve manipülasyona açık bir kedi fare oyununa dönüştürmektedir.
Modern insanın arafı: Bireysellik, toplum ve kolektif hafızanın yıkımı
İnsanın bireysellik ve toplum arasında yaşadığı sıkışma uzun zamandır birçok düşünürün üstüne titrediği ve farklı boyutlardan ele aldığı bir konudur. Bireylerin toplumu nasıl oluşturduğu, ulus içerisinde duyulan aidiyet hissi, bireyin özüne yabancılaşması ve toplum kurma aşamasında belki de özünden feragat ederek taraf olduğu toplumsal sözleşmenin sınırları birçok kere tartışılmış konulardan bazılarıdır. Bu tartışmalar bir yandan ulus devletlerin sınırlarını belirlerken, diğer yandan da birçok yeni ideolojinin doğumuna sebebiyet vererek sınıf mücadelelerini, özgürlüklerin yeniden tanımlanması ve uluslararası ilişkilerin dizayn edilmesini sağlayarak kimi yerde de uluslar üstü (supranasyonal) yapıların kurulmasına neden olmuştur. Zamanın görece daha hızlı akmaya başlaması ve değişimin her köşe başında kaçınılmaz bir sürpriz olması bu tartışılan konuların içeriğinin giderek daha hızlı değişmesine ve bireyin kendine yabancılaşmasını bambaşka bir boyuta taşımasına neden olmaktadır.
Zamanın daha hızlı akmaya başlaması ve üstünde tartışılan kavramların içlerini boşaltılması toplum sözleşmesine büyük zararlar vermektedir. İnsanın bireyselliğini ve toplum içerisinde bulunduğu konumu sorgulaması; bu yüzden arafta kalması, geleceğe belirsiz bakması ve en nihayetinde de kurduğu bağların bir bir değişmesi yüzlerce yılda oluşturulmuş kolektif hafızayı da çürütmeye başlar. Bu çürüme geçmişe duyulan bağı kopardıkça da geleceğe atılacak adımlar silikleşir.
Kolektif hafıza neden bu kadar önemlidir ve neden tarih büyük bir inatla yeniden dizayn edilmeye çalışılmaktadır? Bir toplumun ortak kimliğini ve toplumsal sözleşmesini inşa etmesinde kolektif hafıza hayati bir rol oynar. Bir grubun nereden geldiğini, ne gibi zorluklardan geçtiğini ve hangi değerlere sahip olduğunu belirler. Aynı zamanda sosyal uyum ve dayanışma duygusunu da pekiştirir. Bireyin aidiyet duygusunu toplumun geneline bağlarken, aynı zamanda da geleceğe adım atabilmesini sağlar. Bu yüzdendir ki kolektif hafıza, manipülasyona bir hayli açık bir alandır ve toplumun temelini sarsmak isteyenler tarafından durmaksızın suistimal edilir. Politikacılar veya iktidar sahipleri, kendi anlatılarını meşrulaştırmak ve muhalif sesleri susturmak için kolektif hafızayı şekillendirmeye çalışabilirler. Bu nedenle, hangi anıların ve olayların hatırlandığı, hangilerinin unutulduğu ve nasıl yorumlandığı sorusu, sosyal ve siyasi güç dinamiklerinin anlaşılması açısından büyük önem taşır.
Günümüzde tarihimizin yeniden yazılmaya çalışılmasının tehlikesi de burada yatmaktadır: Geçmişinden koparılan Türk ulusunun aidiyet duygusunu baltalamak isteği.
Ne yazık ki kan ve fedakarlık ile yazılmış tarihimize ihanet etmek için yarışan pek muhterem siyasetçiler ve etki ajanları bizleri geçmişimizden koparabilmek için kolektif hafızamızı yok etmeye çalışmaktadırlar. Kimisinin sadece sinirlenerek geçtiği bu durum, esasında pek tehlikeli ve pis bir oyundur. Tarih yazan geçmişimizin içinin boşaltılması ve önemsizleştirilmesi, ulusu bir arada tutan bağlara karşı açılmış sinsi bir savaştır. Birçok katmanlı problem ile mücadele etmek zorunda olan modern insan böylelikle kendine yabancılaştırılmaktadır.
Lakin bu oyunu kuran, Batı toplumuna endekslenmiş düşünce yapısıyla hareket ederek bireyselliğin ve toplum inşaasının kat ettiği yola dayanarak adım atanların unuttuğu tek birşey vardır: Türk ulusunun kendini inşa etme sürecinin diğerlerinden çok farklı olmasıdır.
Çünkü hayata geçirilecek son çareyi Türk’ün kendisi bile bilmez.