Deli adam teorisi
Ragıp Kutay Karaca 01 Ocak 1970
“Deli Adam Teorisi” ilk olarak 1959’da Daniel Ellsberg tarafından dile getirilmiş olsa da H.R. Haldeman tarafından 1978 tarihli “The Ends of Power” kitabında ilk kez tanımlanmış. ABD Başkanı Richard Nixon ve yönetiminin dış politikasıyla ilişkilendirilen bir siyasi teori.
“Deli Adam Teorisi”nin temel dayanağı, görünüşte inandırıcı olmayan tehditleri inandırıcı kılması. Örneğin, karşılıklı yıkımın kesin olduğu bir sorunda, akılcı bir liderin bir anlaşmazlığı tırmandırmaya yönelik tehdit ve girişimleri intihar gibi görünebilir ve bu nedenle rakipler tarafından göz ardı edilebilir. Ancak bir liderin irrasyonel olduğuna inanılıyorsa, intihar tehditleri inandırıcılık kazanabilir.
Haldeman’a göre Nixon, Vietnam Savaşı’nı bitirebilmek için Kuzey Vietnam’a yönelik her şeyi göze alabileceğine uluslararası kamuoyunu inandırmak istiyordu. ABD düşmanlarının ABD Başkanını “takıntılı”, “öfkeli”, “mantıksız”, “kontrol edilemeyen” ve “dengesiz” göreceği bir lideri oynayacaktı. Deli adam teorisinin temel noktası, karşı tarafın Nixon’ın topyekûn bir savaş için gerçekten kararlı olduğunu mu yoksa sadece rol mü yaptığını anlamanın zor olmasıydı. Keza ayrım ne kadar zor olursa, blöf o kadar etkili olurdu.
Nixon, teoriyi, 1969 sonbaharında, Kuzey Vietnam’a karşı uygulamaya koydu: Önce nükleer silahlı B-52’leri gönderdi, uçak gemilerini Pasifik’e konuşlandırdı. Nixon, Hanoi’yi korkutup barışa ikna edebileceğine inanıyordu; başaramadı. Komünistler geri adım atmadı ve savaş da devam etti.
Nixon’dan Trump’a
Nixon, “Deli Adam Teorisi”yle, krizlerde her şeyi riske atan, tehlikeli ve tehditkâr bir dünyaya karşı kumar oynayan yalnız kendine inanan bir profil çizmeye çalıştı. Trump, Nixon gibi öngörülemez olmaya istekli bir başkan olacağını gösterdi. Kullandığı dil Nixon’ı yansıtıyordu.
Trump, 2016’da, ABD başkanlığına aday olduğunda yaptığı konuşmalar nedeniyle çoğu insan “eyvah bir deli ABD Başkanı oluyor” diye yorum yaptı. Seçim propagandası döneminde ülkenin beceriksiz insanlar tarafından yönetildiğine olan inancını ortaya koyarken öfke kusmaktan geri durmadı. Bu söylemlere giderek daha fazla inandı. O dönem ABD dış politikasını sert bir şekilde eleştirirken “Bir ulus olarak daha öngörülemez olmalıyız” ifadesini kullanmıştı.
Nixon, Deli Adam Teorisi’nin temel yönünün, rolü tek başına oynayabilme imkânı olduğunu belirtiyor. Trump’ın ikinci dönemi tam da bunu yansıtıyor. Cumhuriyetçi Parti onun liderliğinde öyle bir seçim zaferi elde etti ki Trump ilk dönemine göre çok daha güçlü bir başkan olarak döndü. Bu da kendisine rolü tek başına oynayabilme gücü verdi.
Trump’ın dış politika söylemleri kendisinin öngörülemez ve mantıksız bir liderin uluslararası pazarlıklarda avantaj sağlayacağı fikrine yöneldiğini gösteriyor. Ancak temel soru Deli Adam Teorisi zorlayıcı diplomaside etkili bir strateji mi ve eğer öyleyse, hangi koşullar altında? Nixon’ın dış politika başarısızlığı, Sovyetleri gerçekten deli olduğuna ikna edememesinden mi kaynaklanıyordu? Ya da Çin ile kurduğu ilişki bu teoriden farklı bir yol izlediği için mi başarılıydı?
Deli olma hali Trump’ın dış politikasını kesinlikle etkiledi, ancak bu çoğunlukla gerekçesiz veya geri adım atılan kararlarla sonuçlandı. Paris İklim Anlaşmalarından çekilmek, İran nükleer anlaşmasını feshetmek, BM İnsan Hakları Konseyi’nden ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilmek, başta müttefiklerine karşı olmak üzere gümrük vergilerini artırmak, barış havariliği yaparken İsrail’in yaptıklarına destek vermek, Gazze’yi satın almayı düşünmek ve tabii ki Ukrayna’ya desteği kesmek.
Uzun vadede geri tepecek bir strateji
Trump’ın bu zamana kadar izlediği dış politikaya bakıldığında deli görünmenin sınırlı avantajlar sağladığı söylenebilir. Ancak bu strateji uzun vadede ülkesinin dış politika çıkarlarına hizmet etmeyecek gibi.
Avrupa’ya karşı takındığı öngörülemez tutum, son NATO zirvesinde savunma harcamalarının yüzde 5’e çıkarılmasıyla karşılık buldu. Bu bir kazanç ancak diğer yandan Avrupa’nın savunma konusunda operasyonel olarak ABD’den bağımsız olması çok daha fazla konuşulmaya başlandı.
Başkan seçildikten sonra 24 saatte bitireceğini iddia ettiği Ukrayna-Rusya krizinde hiçbir ilerleme kaydedemedi. Önce Zelenski’yi aşağıladı sonra Ukrayna’nın mineral kaynaklarını işletmek için önemli kazanımlar elde etti. Ancak bu hakların Rusya oradan çıkmadan ve istikrar sağlanmadan bir anlam ifade etmeyeceğini söylemeyi unuttu ya da unutmak zorunda kaldı.
Gazze’yi önce satın alacağını söyledi ve “iğrenç” olarak tanımlayabileceğimiz bir videoyu paylaşmaktan geri durmadı. Sonra Dış İşleri Bakanı Rubio, Trump’ın enkaz kaldırma, mühimmat temizleme, altyapı inşası ve benzeri konularda yardımda bulunarak insanların tekrar taşınabilmelerini sağlamayı amaçladığını belirtti. Tabii ki bu süreçte Gazzelilerin bir yerde yaşamak zorunda kalacağını da ekledi. Bu hepimize daha mantıklı geliyor ama Trump’ın tam olarak ne demek istediğini veya sonunda ne yapacağını kim söyleyebilir?
İran konusu ayrı bir muamma. Trump, Orta Doğu’daki “ebedi savaşlara” son vereceği sözünü verdi. İran’a iki hafta süre verdi ve bu söylemin ertesi günü İran’ın nükleer tesislerini vurdu. Gerçekten bu saldırıyı beklemiyorduk, öngörülemezlik burada kendini gösterdi. Bu saldırının istenen etkiyi yaratıp yaratmadığı hala tartışılıyor. Bu öngörülemezliğin İran üzerindeki etkisi en üst düzeyde caydırıcı bir güç (nükleer silah) elde etmek olacak. Keza önlerinde Trump’ın ilk döneminde mektuplarla aşk yaşadığı bir Kuzey Kore örneği var.
Trump’ın dış politikası ABD’nin uluslararası taahhütlerinin güvenilirliği konusunda ciddi uyarılar veriyor. Öngörülemezliğin düşmanlar üzerinde tam olarak işe yaramadığını görebiliyoruz ancak müttefikler arasında son dönemde yarattığı değişimlerin sürdürülebilir olup olmayacağı belirsiz.