Türk Milliyetçilerine Sevgiyle
Nevzat KÖSOĞLU 01 Ocak 1970
Türk Yurdu’nun evvelki sayısında yine milliyetçilik hakkında bir soruşturma çıktı; Türk milliyetçiliğinden ne anlıyorsunuz, zamanı geçti diyorlar, ne dersiniz, gibi sorular soruldu. Eli kalem tutan, özellikle öğretim üyesi birçok arkadaş uzun uzun cevaplar verdiler. Birçoğunu okudum; ellerine sağlık, milliyetçiliğin adını duyup da kendisiyle müşerref olduklarının farkında olmayan insanlarımız için çok faydalı bilgiler içeriyorlardı.
Eeee diyeceksiniz. Eesi, bu faydalı bilgilere rağmen benim canım sıkılıyor. Çok uzun zamandır aklımdan geçen, zaman zaman düşünmekten rahatsız olduğum, fakat bir musallat fikir olup beni terk etmeyen bu obsesyonla açıkça yüzleşmek ve milliyetçi kardeşlerimle de bunu paylaşmak istiyorum. Bazı gerici temayüllü kimseler bu yaptığımı vicdan muhasebesi olarak niteleyeceklerdir; o da olabilir, iç hesaplaşma da olabilir. Eğer bunlar doğru ise, tek başıma bu yükü kaldıramayacağım için olacak, sizinle bölüşmek istedim, demektir. Harput türküsü boşuna dememiş: “Çekemem bu yükü, bölek seninle”
Yükü bölüşmeyi düşününce, demek ki yükü bölüşebileceğim bir camiam var, dedim. Bütün camiayı aynı yükün altında gördüm; kuvve-i maneviyem yükseldi. Sonra Galip Ağabey’in bir cümlelik kitabı karşıma çıktı; anladım ki, ben bu kitabı şerhetmeye niyetlenmişim! Bilmem!
Galip Ağabey’in ruhaniyetine selam gönderip, yoluma devam ettim... Kimler gelmiş, kimler geçmiş bu yollardan… Kafdağı’nın arkasındaki Padişah kızının gergef işlediğini gören keskin gözlülerden, iğneyi yere düşürdüğünün sesini duyan keskin kulaklılara kadar… Tabii canı sıkılanlar da varmış. Allah cümlesine rahmet eylesin; hepsinin bizim aşımızda bir tutam tuzu vardır. Zaten bizim işimiz rahmetlilerle değil, yaşayan hürmetlilerle… Fakat aklıma da gelmiyor değil, öte dünyada bu işin hesabından sorgulanacak mıyız? Allah yardımcımız olsun!
* *
*
Milliyetçilik üzerine yıllardır kurultaylar toplandı, sempozyumlar yapıldı, konferanslar verildi, yazılar yazıldı; çok canlı bir fikir alanı oluşturuldu. Yalnız, eğer dikkat ettiyseniz bu gayretlerin hemen hepsi, milliyetçiliğin ne olduğu, nasıl doğduğu, nasıl anlaşılması gerektiği noktalarında yoğunlaşıyordu. Bu tabloya bakan bir yabancı, bu milliyetçilik ne menem şey imiş ki, yüz yıldır hala tarifi yapılamamış, nerden çıktığı tespit edilememiş, diye şaşırabilir. Ayrıca, yüz yıldır ortak bir tarif ve anlayışa varılamadığı için de, semereleri devşirilememiş; bu yüzden de, Türk Yurdu bu ortak tarif ve anlayışa ulaşabilmek için ilgili soruları sormuş ve cevaplarını yayımlamış. İyi niyetli yabancı okuyucu şöyle devam edecektir: İyi de etmiş; çünkü yazılan yazıların hemen hepsinde ortak bir milliyetçilik anlayışının anlatımları var. Yani üslup farkıyla hemen hepsi Türk milliyetçiliğinin kültür milliyetçiliği olduğu noktasında birleşiyor. Bundan böyle hiçbir Türk’ün farklı bir tarif veya anlayışa sapması mümkün değildir ve o zaman, zafer Türk milliyetçilerinin olacaktır!
İsterseniz biraz aşağıdan alalım da milliyetçiliğin randımanının pek yükseleceğini söyleyelim. Bugüne kadar ki verim düşüklüğü değişik kesimlerin değişik milliyetçilik tarifleri yapmasından ileri geliyordu; bu yüzden herkes ayrı bir yol tutuyordu. Bir milliyetçi öbür milliyetçiye rastladığında hemen tarifini soruyordu; tarifler uymayınca da ister istemez yollar ayrılıyordu! Ne denilebilir? Altı biraz kurcalansa, altından kim bilir neler çıkar! Bizi parçalamak, bölmek istemeyen mi var yeryüzünde! Her biri yeni bir tarif soksa içimize al sana milliyetçi camianın fotoğrafı!
Galip Ağabey bu farklı tarifleri mi kastediyordu, acaba? Hikâyesini kısaca anlatayım da birlikte düşünelim: 980’li yahut 990’lı yıllardan biri idi; Galip Erdem’in Kooperatifçiler Birliği salonunda konferansı var dediler; konusu: “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” Gittik. Salon dolu idi ve çoğunluğu gençlerden oluşuyordu. Galip Ağabey kendine has yürüyüş ve üslubu ile kürsüye çıktı, mikrofonu eline aldı ve şunları söyledi: “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi Türk milliyetçileridir.” Ve kürsüden indi; konferans bitmişti! Bazı fısıltıların dışında ses çıkmıyordu. Millete bir ağırlık çökmüştü; ne kadar devam etti bilemiyorum. Fazla sürdüğünü sanmıyorum; çünkü bu cümle, zaman zaman hatırlara gelen ve latife kabilinden söylenen bir takım sözlerden biri olarak kayboldu gitti…
Şimdi başınızı ellerinizin arasına alarak düşünün; bu söz unutulacak bir kelam mıdır? Türk milliyetçiliğinin tarihinde bundan daha görkemli, daha ürkütücü bir söz söylenmiş midir? Türk milliyetçileri bu cümlenin anlamını algılayamadıkları için mi unuttular, yoksa pek alâ anladıkları halde, bir savunma mekanizması olarak mı unutkanlığı devreye soktular; korktular mı, utandılar mı? Muhtemelen bu ikinci şık doğrudur; çünkü bu sözü söyledikten sonra epey zaman daha yaşayan Galip Erdem’in yakasına yapışıp da ne demek istedin ağabey anlayamadım, diyen birinin varlığını duymadım. Demek ki herkes pek âlâ anlamıştı; ama bu kahredici sözü şuurunun, ulaşılamayan mahzenlerine göndermeyi yeğ tuttular.
Rahmetlinin kendisi de tarifler vermiş olmasına rağmen, bu cümlenin tariflerle ilgili olmadığı açıktır; herkes bir çeşit tarif veriyor; bu kalabalıkta yol bulunur mu, demediği kesindir. Öyleyse, kelimelere dökmediği; ama ağırlığını bütün duyanların yüreğinde hissettiği bu şey ne idi?
* *
*
Sözü ben de bir tarifle açmaya başlayayım: Milliyetçilik kendi milletinden yana olmaktır. Var mı itiraz eden? Hangi millet tarifinden yana olursanız olun; hangi unsurları içeri alır yahut dışarıda bırakırsanız bırakın, sonuçta Türk milleti diyeceğiniz bir toplum gerçekliği var olacaktır. İşte ondan yana mısınız? Ne şüphe! Öyleyse milliyetçiliğimizden endişemiz yok. Birilerinin entelektüel bilgisi daha çok, diğerinin daha az olabilir; ama bu, esası değiştirmez. Tarifler de bu mensubiyeti etkilemez. Fakat bu “yana olmak” ne demek?
“Yana olmak”, elbette ki, menfaatlerin çarpıştığı dünyada kendi milletinin menfaatlerini diğerlerine üstün tutmak, öncelik vermek demektir. Bu duruş, hem fikir olarak hem de eylem olarak sergilenir.
Doğrusunu isterseniz fikir olarak kendi milletinden yana olmak için, ‘milliyetçi’ gibi özel bir unvana yahut şuura sahip olmak da gerekmez; çünkü aksi tavır doğaya aykırı gibi görünür ve öyledir de. Bunun için tahsil-terbiyeye de gerek yoktur. Fiili durumlar için de durum farklı değildir; yine her insan toplumsallığın doğası gereği kendi milletinden yanadır; gâvurdan yana olacak değil ya…
İfade edilen milliyetçi tutumların insanlara uzun boylu bir yük yüklemediğini teslim ederiz. Bu yandaşlıklarda Türk milliyetçilerinin hiçbir noksanı olmadığını ve gereken yerlerde, gereken nutukları en yüksek sesle dillendirdiklerini biliyoruz. Galip Ağabey bu durumu işaret etmiş olamaz…[1]
Galip Ağabey’in milliyetçiliğinde, farklı şekillerde söylese de milletinin kültürü, milletinin birlik ve selameti için, Türk’ün geleceği için kendinden bir şeyler vererek kendi nefsini aşmak cehdi, daima vardı. Biz buna ülkücülük diyorduk. Daha sonraları ben ülkücülüğü milliyetçiliğin ahlakı olarak niteledim. Galip Ağabey bu iki kavramı birbirinden hiç ayırmadı ve daha çok da ülkücülük, dedi. 980 öncesinin ülkücü gençlerini bunun için o kadar çok sevdi. İnancımıza göre Türk milleti bir var oluş-yok oluş kavgası verirken ve o gençler canlarını ateşe atıp Hakk’a yürürken, başka siyasi yahut toplumsal kümeleşmeler içine giren dostlarına bunun için sırtını döndü. Onları belki kırmadı, ama birliği bozdukları için daima soğuk durdu. Onlar da fikir bakımından en az bizim kadar milliyetçi idiler; ama tehlikeli konumlara girmek istemiyor, öne çıkmak istemiyor, ülkücü gençleri arkadan ve gizlice destekledikleri oluyordu. Galip Ağabey bu insanlardan zaman zaman söz ederdi; onlara kırgın da görünmezdi; ülkücülük kolay değildir, derdi; hele seksen öncesinde…
Bana sorarsanız o muhteşem cümlenin anahtarı ülkücülüktür! Kendinden neler verdin; hangi yüklerin altına girdin, hangi fedakârlıklarda bulundun, ona bir zarar gelmesin diye sen neler kaybettin? Bu soruların ne kadar genişleyip, daraltılabileceği tartışılabilir. Ama belli ki mesele nutuk çekmekte değil, ülkücülüğünü göstermektedir; yani nefsinden verebilmekte…
Sözü buraya kadar getirdikten sonra daha fazla uzatmadan sebebini de dosdoğru söylemek gerek. Türk milliyetçileri niçin Galip Ağabey’in bu ağır sözünün muhatabı oldular? Çünkü ülkücülüklerini kaybetmişlerdi. Niçin kaybetmişlerdi?
Milliyetçilik fikriyatının zayıf yahut tariflerin çelişkili oluşundan mı? Ne ilgisi var! İnançlarını kaybetmişlerdi! Bu kadar ağır mı? Peki, biraz hafifletelim ve iman zaafına uğradıklarını söyleyelim! (Çevremde gülümsemeler görüyorum.)
Yine de bildiğimiz şeyleri kısaca tekrar edelim: Her eylemin temelinde iman vardır. Kalbe inmemiş, iman haline gelmemiş hiçbir fikrin hiçbir eylem değeri yoktur. Eskilerin kal bilgisi dediği entelektüel malumatlar sadece tandır sohbetlerine tat verir; fertleri de, kitleleri de yürütmez; kendisinden bir şeyler verebilen ülkücüler yapamaz. Bunun için inanmak gerekir. Bireyin de, toplumun da başaramayacağı şey yoktur; yeter ki yeteri kadar inanmış olsun.
Rahmetli Peyami Safa 1943’te, Almanlar Paris’i işgal ettiğinde yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: Fransızları tanksızlık değil imansızlık mağlup etti. Tank yapacak demirleri de, mühendisleri de vardı; ama savaş öncesi komünist ve sosyalist akımlar Fransız milli imanını yok etmişlerdi!
Bize ne oldu? 12 Eylül denilen bela, yediden yetmişe bizi ezdi geçti… Ülkücülere, uğruna kanını döktüğü İstiklal Marşını coplayarak söyletti… Gün ışığını görenleri çırıl çıplak sokağa attı; evli olanı, nişanlı olanı yahut sevdalısı vardı. Herkes kendi derdine düştü; evde olmayanın camiye haram olduğu fikri doğal bir anlayış olarak yayıldı. Bir yandan da rezil bir propaganda başlatıldı; bir kısım merkezler bizi kullandılar ve dövüştürdüler… Sadece bu söz bile, yıllardır inandığımız mukaddeslerimizin yıpranmasına ve gizli vahlanmalara yeterli idi. Bu kadarla kalmadı, Batının kör taklitçileri ve kalemli uşakları milliyetçiliğin ve milli devlet zamanının artık geçmiş olduğunu bilimsel gerçekler gibi yaymaya başladılar; iletişim organları her zamanki gibi onların denetiminde idi. O kadar ki, Türk Yurdu dergisi bile bu kadar yıl sonra, şaşkın çocuğun babasına sorması gibi, hakikaten bunların vakti geçti mi, ne diyorsunuz, diye sormak gereğini duydu; çünkü şüphe içinde idi ve bu şüphenin yayıldığını düşünüyordu… Milli devletin bir başka türe dönüştüğünün bir örneğini gösterir misiniz, diye sormak akıllarına gelmedi. En yakın Yugoslavya, Sovyetler örneği karşımızda iken, bu propagandalar hayasızca devam etti ve imanımızı sarstı.
Başka ne oldu? Osmanlı aydınları İmparatorluğumuz çökerken bile cihanşümul düşünüyorlardı; yürekleri büyüktü ve Turan İmparatorluğu hayalini bayraklaştırmışlardı. Bu ne biçim hayal diyenlere, sadece hayvanlar hayal görmez diye cevap veriyorlardı. Ümitsizliği tanımadılar, yenilgi kabul etmediler, vuruştular ve bize Cumhuriyeti bıraktılar. Cumhuriyet dönemi ülkücüleri çok hayal kurdukları, ayakları yerden kesildiği için, Turan’ın perdesi açıldığı zaman duvara toslamış gibi sersemlediler; kendilerini toparlayamadılar. Haksız da sayılmazlar; ama bu onların inancını zedeledi; eylem gücünü kırdı. Onun için durup durup milliyetçiliğin tarifini yap yahut milli devletin vakti geçti mi diye soruyorlar…
İnanan insan inancını ikide bir tartışmaya açar mı? Şeytan, Said Nursi’yi kandırıp tartışmaya sokamadı; ama şeytanın bu ufak çömezleri bizi fena ettiler…
Peki, ne olacak? Söyleyeceklerim yorgunu yokuşa sürmek gibi görünebilir; ama akıl ve yürek sahipleri için öyle değildir; Türk milliyetçileri bütün Türk ve İslam dünyasını hedeflerine alarak ve yeni bir medeniyet tasarımı ile ortaya atılmalıdırlar. Ancak hedefi büyültüp, kutsallaştırmakla tecdid-i iman edebiliriz. O zaman pörsüyen heyecanlarımız yeni bir yüksek gerilime kavuşabilir.
Türk Dünyası’nın kültür birliği bu hamlenin başlangıç tabanı olarak düşünülmelidir. Avrupa medeniyetinin bütün imkânlarına rağmen, nihai noktada insanları mutlu edemediğini, adalet fikrini mayasına katamadığını görüyoruz. Onun evrensellik- insancılık söylemleri bir aldatmacadan ileri gidemiyor. Biz, bunu yapabiliriz ve tarihî tecrübemizden de yararlanarak bütün insanlığa yeni bir medeniyet tasarımı sunabiliriz.
İnananlar başarırlar.
________________________________________
[1] Yazının tam burasında İstanbul Şubesi Başkanı Cezmi Bayram’ın 102. Sayıdaki yazısını okudum. Cezmi benim söyleyeceklerimi kelime kelime yazmış! Bir açıdan bunca duyuş ve düşünce ortaklığı beni sevindirdi; bir açıdan da, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi oldum; yazıyı tamamlamaya gerek olmadığını düşündüm. Cezmi’ye telefon ettim; tebrik ve teşekkürlerimi bildirdim. Cezmi, ağabey yazıyı yine de tamamla, okuyalım, dedi. Tamamlamaya karar verdim; ama benim o kadar dolandırarak söylemeye çalıştığım şeyin sade bir üslupla ve pat diye söyleniverdiğini görmek işimi zorlaştırdı.