Soçi’de hazan mevsimi
Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970
İktidarın içeride kendi tabanına yansıttığı ‘Kara Murat’ imajı bir yana, Türk dış politikasının güç bir dönemden geçtiği tartışılmaz. Bunu geçen hafta ABD ile Rusya arasındaki sıkışmışlık durumuna değindiğim yazıda bir nebze anlatmaya çalışmıştım. Erdoğan, BM Genel Kurulu Zirvesi’nde Biden ile görüşemeyince New York’tan sitem ederek ayrılmış, Soçi’de Putin’le yapacağı görüşme daha bir kritik hale gelmişti. İşin nazikliği Rusya ile aramızda son derece yakıcı meselelerin mevcudiyeti kadar, arkamızda müttefiklerimizin desteği olmadan bu toplantıya gitmekten de kaynaklandı. Astana Süreci dediğimiz dönemde Rusya’yla birebir görüşüp işlerimizi gördürmeye çalışıp boyumuzun ölçüsünü almıştık. İç kamuoyundaki gerçek ötesi algı ne olursa olsun Türkiye’nin uluslararası düzlemdeki cesameti Rusya gibi bir devletle eşitmişiz gibi politika yürütmemize imkân vermedi. Ankara, Moskova’nın karşısına dikilerek halledemediği işleri koluna girerek de istediği şekilde yoluna sokamadı. Sonunda ‘Dön baba dönelim’ NATO’dan medet umduk ama orada da bize ayak uydurmaya niyeti olan pek yok.
Nihayetinde Erdoğan Soçi’de epey sıradışı bir biçimde heyetlerin dahil olmadığı görüşmelerde Putin’le teke tek sorunları ele almayı denedi. Dışarı sızan bilgilerin sınırlı olması, görüşmenin sonuçlarını spekülasyona açık hale getiriyor. Kimi Putin’in son görüşmelerde hep ev sahibi olmasından ve Ankara’nın krizleri takiben görüşme talebiyle gitmesinden dolayı Rusya’nın kendi koşullarını dikte ettiğini düşünüyor. Hükümete yakın mahfiller ise her zaman olduğu gibi pembe tablo çizmekte kararlı. Objektif bir bakışla, Putin’le bu kadar sık görüşme trafiği, ilişkilerin yakınlığından çok her iki ülkenin krizlerin kontrolden çıkmasını engelleme çabasıymış gibi görünüyor. Gerçi Mart 2020’de Moskova’daki acil toplantıdan sonra bir buçuk sene yüz yüze temas yapılamamıştı ama onun öncesindeki görüşme trafiği dikkate alınırsa Putin’in en çok görüştüğü liderlerden birisi Erdoğan.
Bu seferki zirveye vesile olan kriz meselelerimiz, İdlib’de bir kez daha tırmanan şiddet ve bu kış ortalama vatandaşın ziyadesiyle hissedeceği enerji kriziydi. Gerçi S-400, Libya, Karabağ, Akkuyu nükleer santrali, turizm ve ticaret gibi gündemlerimiz de mevcut ama bu iki buçuk saatlik görüşmede bunların hepsine sıra gelmediğini varsayabiliriz. Ama bizim kamuoyunda arada bir lafı geçen ve pek dikkat edilmeyen Kırım’daki anlaşmazlığın Ruslar tarafından dile getirildiği tahmin edilebilir. Zira, görüşme başlamadan hemen önce Peskov’un açıklamaları bu konuda muhataplarımızın ne kadar rahatsız olduğunu açıkça ortaya koyacak düzeydeydi.
Bizim açımızdan daha öncelikli İdlib ve doğalgaz konularına gelmeden önce Kırım’a şöyle bir değinelim. Bu konu aslında başlı başına ele alınmayı hak ediyor ancak Soçi’ye giderken Rusların en çok damarına basılan gündem olduğu için kısaca bahsetmek şart oldu. 2014 yılında Kırım’ın Rusya tarafından işgal ve arkasından ilhak edilmesinin Karadeniz’deki dengeler üzerinde önemli bir etkisi oldu. Türkiye’nin bu durumdan Ukrayna’dan sonra en olumsuz etkilenen ülkelerden birisi olduğu da söylenebilir. Ancak dış politika önceliklerimiz arasında Kırım uzun süre ön sıralara gelemedi, zira bizim için en yakıcı konu Suriye krizinde Rusya’yla önce gerilen, sonra kısmi işbirliğine evrilen politikamız nedeniyle bu topa uzun süre girmedik. Ankara, elbette ilhak kararını tanımadı ancak bu seneye kadar Kırım sorununu gündeme taşıma çabası da göstermedi. Suriye’de Rusya’dan istediğimiz anlayışı göremedikçe Ukrayna ile ilişkiler, ortaklık lafları daha bir duyulur hale gelmeye başladı ve son olarak SİHA satışı meselesinin gündeme gelmesi Moskova’da sabırları taşırdı. Şimdilerde Ankara’nın neden Kırım’ın ilhakında eli birden yükseltmeye karar verdiği merak konusu. Türkiye’nin bu konudan zarar gördüğünü kabul etmekle birlikte uzunca bir sessizlik döneminin ardından ipleri germeye başlamasını başka saiklerle açıklamak gerektiğini düşünüyorum. Sanırım Erdoğan, bütün çabalarına rağmen Rusya’dan Suriye’de istediği anlayışı görmediğini düşünerek karşı tarafın nasırına basarak cevap vermeye çalışıyor. Lakin birazdan ele alacağım konularda Türkiye’nin hassas durumu bunun çok da iyi düşünülmüş bir strateji olmayabileceğine işaret ediyor.
İdlib’e gelelim: 2017’de Astana’da sağlanan mutabakatla, Suriye ve Rusya’nın da onayıyla Hatay’ın hemen güneyindeki bu vilayette gözlem noktaları kuran Türkiye’ye son birkaç senedir ‘Burada işin bitti, toparlan’ mesajı veriliyor. Rusya destekli Suriye ordusu karşısında tutunamayıp kuzeye çekilen muhalifler sınırımızın hemen ötesinde güç bela tutunmaya çalışıyor. Türkiye’nin sahadaki askeri varlığı olmasa bu unsurların sınırımıza doğru süpürülmesi ve milyonlarca sığınmacının daha kapımızdan içeri girmesi işten bile değil. Türkiye imzaladığı mutabakatlarda Lazkiye’yi Halep’e bağlayan M4 karayolunu açmayı ve bizim de terör listemizde yer alan HTŞ’yi temizlemeyi taahhüt etmişti ama bunun pratikte nasıl yapılabileceği belirsiz. Türkiye’nin ılımlı muhalif, meşru unsurlar kabul ettiği ana gövde, Suriye ve Rusya tarafından terörist olarak görülüyor ve imhası ya da sınırdışına sürülmesi hedefleniyor. Sınırımıza yığılan bu kitlenin ve hatta ülkemizdeki sığınmacıların, Rusya ve Suriye ile anlaşılarak ülkelerine geri gönderilmesi ve Suriye’nin de toprak bütünlüğünün sağlanmasını öneren çok sayıda gözlemci var ama bunun yapılması söylenmesinden çok daha zor olabilir. 10 yıllık savaşta Suriye rejimine nefreti ve öfkesi daha da kabarmış kitlelerin tekrar kendilerini Şam’ın merhametine bırakmaya ikna edilmesi güç. Esad’ın da güvenilmez bulduğu bu kitleden kurtulmuşken, kendilerini tekrar kucaklamasını beklemenin fazla iyimserlik olduğu kanaatindeyim.
Kısaca Türkiye sürdüremeyeceği bir açmazın içinde, sınırın hemen ötesindeki muhaliflerin hamisi konumunda kalmaya devam ediyor. Bunun için de sürekli Rusya’dan ek süre talep ediyor ancak nihai bir çözüm perspektifi de olmadığından tutamayacağı sözler vermeye devam ediyor. Türkiye’nin yumuşak karnı İdlib, Rusya’nın giderek baskısını artırdığı, Ankara’nın canını yakmak istediğinde de bunun kolaylıkla yapabildiği cerahatli bir yara olmaya devam ediyor. Erdoğan, geçtiğimiz sene başında onlarca askerimizin şehit olmasına neden olan gerilimden sonra ABD’den destek bulmayı ummuştu ancak onlar da işimizi kolaylaştırmak niyetinde değil. Fırat’ın doğusunda Türkiye’nin kendi çizgilerine gelmesi halinde bunu yapmaları mümkün ancak Türkiye’nin buna ikna olması oldukça zor. Velhasıl-ı kelam İdlib, kördüğüm olmuş Suriye felaketinin en kangrenli noktalarından birisi ve Türkiye ne gidebildiği ne de kalabildiği bu cehenneme şimdilik mahkûm görünüyor. Sadece Soçi’de olduğu gibi işler kızıştığında Putin’le acil bir görüşme sağlayıp, geçici olarak krizi dondurmayı becerebiliyoruz. Ancak krizler arasındaki mesafenin kısalması çok vaktimizin kalmadığını gösteriyor.
Soçi’nin en yakıcı gündem maddelerinden olduğunu tahmin ettiğimiz doğalgaz meselesine de şöyle bir değinelim. Geçtiğimiz sene, salgının başlarında enerji fiyatlarındaki çöküş, tüketici ülkelerin elini çok rahatlatmıştı. Birçok uzun vadeli kontratı dolmakta olan Türkiye, o konjonktürde eski şartlarla sözleşmeleri yenilemeye yanaşmadı. İnşası biten Türk Akım’ın ticari anlaşması yapılmadı. Belki de hükümet tüketiciler lehine bu konjonktürün daha da devam edeceğini tahmin ediyordu. Bugün gelişmiş ülkelerin çılgın para politikaları sonucunda tüm emtia fiyatları gibi enerji maliyetleri patlamış durumda. Tüm Avrupa, arz yönlü bir enerji krizinin eşiğinde. Çok zorlu bir kışın öncesinde Türkiye enerji açığını kapatabilmek için elverişsiz koşullarda Rusya’yla pazarlık etmeye çalışıyor. Geçen sene bizim lehimize bir koz olabilecek konu, bu sene İdlib gibi bir diğer yumuşak karnımız oldu. En başta detaylarla ilgili çok bilgi aktarımı olmadığını söylemiştik ama İdlib ve enerji alanında yediğimiz gollerle 2-0 mağlup başladığımız bir maçtan çok fazla bir şey beklememek sanırım daha gerçekçi olur.