« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

26 Şub

2008

BAŞÖRTÜSÜ...

26 Şubat 2008

Usulca açılan kapıdan aydınlık çehreli, gösterişsiz, sade giyimli naif bir siluet yavaşça sınıfa süzülür, selâm almaktan imtina eden bir iki habis ruhlu haricinde kimseyi ayırmadan hemen herkesle merhabalaşır, arkadaşlarına tek tek hâl hatır sorduktan sonra sessizce yerine oturur ve çıkardığı ders kitabıyla meşgul olurdu. Ahlâkıyla, iffetiyle, nezaketiyle, dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla, yardımseverliğiyle bütün herkesin hürmetini ve takdirini kazanmıştı. İlgi odağı olmak istemeyen belli belirsiz narin varlığından taşan edep, tevazu ve ciddiyet, bulunduğu ortama anlaşılmaz bir kuvvetle tesir ederek huzurlu bir sükûnet kazandırırdı. Ders aralarında bazen değişik siyasî kanaatlerin meydan verdiği gerginlik o sınıfa girdiğinde büyümeden yumuşar, kargaşa biter, uluorta seviyesiz konuşmalar kesilir, şımarık şakalaşmalar nihayete erer, herkes kendine çeki düzen verme ihtiyacı hissederdi. Tamamen inançları ve tabiatı doğrultusunda içinden geldiği şekilde davrandığı için bütün bu müsbet ve birleştirici rolünün farkına bile varmazdı. Öne çıkmak, fark edilmek, başkalarına tesir etmek, yön vermek iddiası taşımazdı. Ders başlayınca başka işle ilgilenmez, dikkatle hocayı takib eder, notlar alır, tartışmalara pek katılmaz, anlamadığı hususları sormaktan çekinmez, bu arada mahcubiyetinden yüzü al al olur, zorlu matematik, istatistik, iktisat, ekonometri, yöneylem ve daha bir sürü acaip isimli derslerin imtihanlarını daima iyi dereceler ile geçerdi. Kimseden bir şey istemez, elinden geldiği kadar başkalarına yardımcı olmaya çalışır, derste tuttuğu muntazam notları paylaşmaktan sakınmaz, isteyenin fotokopi çektirmesi için müsaade ederdi. Ders çıkışında bahçede rast gelirse diğer sınıflardan tanıdıklarıyla ayak üstü beş on dakika sohbet eder, belki bir kitapçıya uğradıktan sonra birlikte kaldıkları muhtelif bölümlerde okuyan kimi açık kimi kapalı ama hepsi de gül yüzlü, hanımefendi, faziletli, milliyetçi muhafazakâr dört beş arkadaşıyla evininin yolunu tutardı.

Kâmil iman ve yüksek ahlâk sahibi, gençliğin heva ve heveslerinden uzak, samimi ve ölçülü, kimsenin kötülüğünü istemez, işine karışmaz, kötü söz, dedikodu, fitne, fesat bilmez, vatansever, devletine bağlı, mütebessim fakat sanki dünyanın bütün yükünü omuzlamışçasına mahzun, çekingen görünüşlü ama aynı zamanda bütün insanlığın meselelerini çözmeye talip, kendinden emin bir idealist… Bir Ülkücü…

Anadolu'da orta halli bir ailenin evlâdı bu tertemiz genç kız kırk kişilik ekonometri bölümündeki tek başörtülü öğrenci idi.

Hayatında lüzumsuz işlerle uğraşmamış, eline sigara almamış, içkinin damlasını tatmamış, yolda yürürken başını kaldırıp sağa sola bakmamış, tabanca silah görmemiş, bırakın kavga dövüşü yakınında gürültülü konuşulmasına bile tahammülü olmayan, işinde gücünde, dininde diyanetinde, hayâ sahibi nezih bir insan.

Ve maalesef uğursuz bir gün ilgi odağı oldu. Memlekette bölücü terör almış yürümüşken, kapitalizm gittikçe vahşileşirken, gençlik idealsiz, meselesiz gününü gün ederken, devrime inancını yitirmiş kimi talebe kız erkek karışık ortak kullandıkları evlerde içki şişeleriyle liberal komün hayatı yaşarken, o birdenbire mürteci ilân ediliverdi. "Bundan böyle başörtüsüyle derse girmek yasak!", denildi. Halbuki onun ne rejimi tehdit edecek radikal bir fikri, ne bu yönde en küçük bir temayülü, ne de bunu sağlayacak tehlikeli vasıtaları vardı. Örgütü yoktu, silahı yoktu, dişi yoktu, tırnağı yoktu. Okulunu bitirip ailesine, vatana, millete hizmetten başka niyeti yoktu. Kimsenin üzülmesini, ezilmesini, istemeyen, her insanın mutlu ve müreffeh olmasını hedefleyen bir dünya görüşüne sahipti. Allah korusun bir gün memleketi düşman işgal ederse işte ona tereddütsüz kahramanca karşı koyacak adaşı Şerife Bacı'yla müsemma kocaman bir yürek taşıyordu.

Meşum yasak, melek yüzünün aydınlığı karartamadı. Öfkelenmedi, ağlamadı, sızlamadı, feryad figan etmedi. Sadece gözlerindeki hüzün biraz daha belirginleşti, o kadar… Bir de Ülküdaşlarının, kendisini sınıftan çıkarmaya teşebbüs eden hocayla şiddetle tartışmasına sebebiyet verdiği için müteessir oldu.

Başörtüsünü asla çıkarmadı. Ortalığı velveleye, galeyana verecek tavırlara girmedi, yüksek tansiyonlu nümayişlere itibar etmedi, bu zulmü reva görenleri lânetlemedi, başörtüsünü teferruat sayıp umursamayan yumuşakların yüzüne tükürmedi, 'ılım'lı cemaatlerden fayda ummadı, devlete küsmedi. Okulu uzadı, mağduriyetlere göğüs gerdi, türlü zorluklara tahammül etti ve nihayet mezun oldu gitti…

Şimdi ne ahvaldedir bilmiyorum. Muhtemelen yirmi yıldır siyasette, medyada ve her sahada ticaret metaı olarak kullanılan, onun bunun çekiştirmesiyle hoyratça hırpalanan, bütün bu yıpranmalara rağmen kudsiyetini ve asaletini koruyan başörtüsünün tedricen ve tenzilen türbana inkılâbını buğulu gözlerle takib etmiştir. Mecliste inatla başını açmayan ithal malını, milletvekilliği uğruna başını çarçabuk açan ve baş bağlama tarzı günümüzde dahiyane buluşla ideal model gösterilen bizim bahçenin mukavemetsiz yerli ürününü, meseleyi halletme yarışına dökülen iktidarlı ve iktidarsız siyasîlerin hasad heveslerini, yerliye pek benzemeyen, nereden türedikleri, ne dedikleri, nerede durdukları tam anlaşılmayan muhteris türbanlı sosyolog taifesini, muhafazakârlıktan bîhaber amma milliyetçilere kanaat önderliğine soyunmaktan çekinmeyen şuh görünüşlü ulusalcı gazeteci yazar takımını, kalplerinin karanlığı nursuz yüzlerine akseden utanmazların icad ettiği ikna odalarını, milletin değerleriyle alay eden cüretkâr cahilleri, kara çarşaf giydirdiği yavuklusuna sokakta laf atan edepsize mukabeleden aciz ve üstelik sahip çıkan vicdanlı vatandaşlara teşekkür dahi etmeyip yüzüstü ortada bırakarak sıvışıp giden cübbeli fakat yüreksiz kaba yobazı, otuz sene evvel yazdığı kitabını muhtevadan ziyade seçtiği Türklük Kanımız İslâm Canımız ismiyle ağırlaştıran tipsiz hocaların ekranlardaki basitliklerini, o vakitler okuduğu İlahiyat Fakültesinden yeni yetme sakalıyla aklınca 'cihad'a katılan ve Ulucami avlusunda toplaşıp mücadele etme çabasındaki çoğunluğu Ülkücülerden müteşekkil küçük bir gruba "Buraya pikniğe mi geldik, ses getirici eylemler yapalım arkadaşlar'' diye artistçe haykırdıktan sonra sinsice ortalıktan kaybolan ve şimdi transfer olduğu büyük gazetenin köşesinde kızıl sakalıyla Deniz Gezmiş'e medhiye düzen radikal İslamcı mücahidi, kıymet hükümlerini kendi hayat tarzına göre değiştiren mezkur dönme mücahidin dün görse yerden yere vuracağı ama bugün kendi daldığı bohem hayatını hoş göstermek için hoşgörülü takdir yazısına konu ettiği, esasen mal bulmuş mağribi gibi atlanmasa hiç de üzerinde durulacak önemde olmayan, gençlerin başında kavak yelleri esmiş denilip geçilecek türbanlı kızla arkadaşının duygularını biraz taşırdıkları banktaki fotoğrafını, caddede vecd içinde gazete dağıtan kırmızı türbanlı komünist kızı, bira kadehini şerefe kaldıran meselesiz türbanlıyı, zirvelerde gezinip dünyaya tapan, yüzlerinden vıcık vıcık kozmetik sızan samimiyetsiz, görgüsüz ve şımarık türbanlıları ve onların töresiz erkanını, hülasa her şeyi, herkesi pek umursamadan hüzünle seydediyor ve yine aynı hâl, aynı istikamet üzere yaşayıp gidiyordur.

İnsan haysiyetine yakışmayan bu psikolojik harp vasıtası neyi hedefliyordu? Herhalde bir avuç başörtülü kızın düzeni tehdit edeceğine kimse inanmamıştır. Siyasî simge bahanesi doğru olsa sadece kızların değil benzer siyasî fikir taşıdığı vehmedilen erkeklere de bir tedbir getirilmesi, onların da tesbit edilerek üniversitelerde okumasına mani olunması gerekirdi. Biraz bu işlerden anlayanlar bir erkeğin de dış görünüşünden hangi görüşe mensup olduğunu üç aşağı beş yukarı kolayca tahmin edebilirler. Halbuki aynı dönemde tarikatların önü açılıyor, yediden yetmişe insanlar akın akın muhtelif dergâhlara hücum ediyor, ne idüğü belirsiz sözde İslamcı yazarların tercüme kitapları elden ele dolaşıyor, cihad çığlıkları atılıyordu. Başörtüsü yasağıyla, olsa olsa bütün siyasî ve idarî kadrosu cezaevlerine doldurulan ve işkencelere tabi tutulan Ülkücü Hareketin hasbelkader dışarıda kalan mensuplarına başörtülü kızlar vasıtasıyla fiilen eziyet etmek, huzurunu ve moralini bozmak, kendilerine olan güveni ve inancı sarsmak, toparlanmalarına ve teşkilâtlanmalarına imkân vermemek, hukuk dışına çıkarmak için tahrik etmek hedeflenmiştir. Bugün yol açtığı diğer problemler öyle ince ince, uzun uzadıya hesab edilmemiştir.

Bütün bu olup bitenleri baştan beri çaresiz ve sakin bir öfke içinde yaşayan toplum üst üste gelen iktisadî krizler, en son kötürüm bir başbakan ve kabiliyetsiz yardımcılarından sonra artık muvazenesini iyice kaybetti. "İrtica mı? Alın ulan size irtica! İrtica öyle olmaz, böyle olur... Gelsin de bir görelim ne menem şeydir bu irtica!'' diyerek, irtica alıp satanların yerine türban alıp satanları tercih etti. Akıl sır ermeyen yüzde kırkyedinin hikâyesi budur. Korkulur ki yüzde yetmişyediye doğru gitmesin…


Bilmem, sınıf arkadaşım, kardeşim, o ülkü insanının gözündeki kendisine pek yakışan hüzün bunca zamandan sonra azalmış mıdır? Sanmam, kanaatimce daha da artmıştır.

Benzer hüznü büyük depremde göçük altında üç gün aç susuz mahsur kaldıktan sonra yardım ekipleri tarafından günışığına çıkarılırken açılan saçını, takatinin son haddini zorlayarak örtmeye çalışan memleketin has bir anasında görmüştüm.

Benzer hüznü Başbuğun gözlerinde de görmüştüm. Siyasî yasağı devam ediyordu. Kendisine çiçek sunan aralarında müstakbel eşimin ve bazı yakın arkadaşlarımızın eşlerinin de bulunduğu bir grup başörtülü Ülkücü üniversite öğrencisine baba şefkatiyle öğütler veriyor, çare bulamamanın hüznünü yaşıyordu. Sanki yüzünün çileli kırışıklıklarına bir yenisi daha eklenmişti. Devlet büyüklerinin takdirleri bu yönde, biz yanınızdayız ama maalesef şu an itibariyle bunu çözmeye gücümüz yetmiyor, meşru metodlarla mücadelenize devam edin, sabredin, okulunuzu bırakmayın, başınızı da açmayın, diyordu.

Ey nü ressamı… Ey türban alıp satan bezirgânlar, hokkabazlar… Ey kara cübbeli papazlar… Siz hüzün nedir bilir misiniz? Siz teessür nedir bilir misiniz? Siz edep nedir bilir misiniz? Siz hicab nedir bilir misiniz? Siz hayâ nedir bilir misiniz? Siz merhamet nedir bilir misiniz? Nereden bileceksiniz?

Sizin babalarınızın mayası Sütçü İmam'ların, Şahin Bey'lerin mayasıyla aynı teknede yoğrulmamış ki… Sizi Şerife Bacı'lar doğurmamış ki… Sizin bir Ülkünüz, bu değerleri öğreneceğiniz bir Ülküdaşınız olmamış ki…

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,42 M - Bugn : 34376

ulkucudunya@ulkucudunya.com