« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Milliyetçilik Ne Değildir?

 

Millet nedir? sualine, yukarda “millet; ırk, usbe/asabe veya halk demek değildir”, “millet; dil, din, soy, kültür, vatan, tâbiyet, ülkü, tarih, menfaat birliklerinin bir kaçının veya hepsinin meydana getirdiği bir cemiyet birimidir” demiştik...

Nasıl ki, millet ırk, halk ve usbe/ asabe demek değildir, aynı şekilde milliyetçilik de, ırkçılık, asabiyye, faşizm ve nazizm demek değildir... Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, biz, milliyetçilik nedir? Milliyetçilik nasıl tarif edilebilir, sorularını cevaplandırmayı bir sonraki bölüme bırakarak, bu bölümde, Milliyetçilik ne değildir, sorusunu cevaplandırmaya gayret edeceğiz...

Evet, Milliyetçilik ırkçılık değildir! Milliyetçilik asabiye değildir! Milliyetçilik faşizm ve/veya nazizm de değildir! Şimdi, bunları teker teker ve fakat kısa kısa açıklamaya gayret edelim.

MİLLİYETÇİLİK IRKÇILIK DEĞİLDİR

Irkçılık ne demektir? Irkçılık (rasizm), bir ucu antropoloji ile ilgili araştırmalara, diğer ucu da siyasete dayanan bir görüş olarak, geçen yüzyılda ortaya atılmıştır. Belli bir ırka mensup olanların, hem ruh zenginliği, hem de fikrî ve medenî gelişme gücü bakımından diğer insanlara üstün olduğunu ispat etmeğe çalışan ırkçılık, kaynak olarak, aryanizm nazariyesine bağlıdır.

Aryanizm nazariyesini en ziyade geliştiren ve daha sonra, siyasetçilerin yararlanacağı bir duruma getiren, Fransız yazarlarından Kont de GOBİNO'dur. Gobino, özetle şu iddiaları öne sürüyor: “Irklar, zekâ ve fikrî kaabiliyetleri bakımından müsavi değildir. Siyah ırk, zekâ bakımından en aşağı ırktır. Sarı ırka mensup bulunan milletlerin de fikrî kaabiliyetleri sınırlıdır. Zekâ ve fikrî kabiliyetler bakımından en yüksek ırk, Avrupalıların mensup bulunduğu aryen ırkıdır. Bu ırkın yeryüzünde saf olarak kalması bir idealdir. Fakat, maalesef bu ırk, tarihten önceki çağlardan beri diğer ırklarla karışmıştır. Bugün bu ırkın tamamı ile saf hiç karışmamış bir zümresi yoktur. ..... Cermen ırkı, beyaz ırkın en az karışmış, en saf temsilcisidir. Milletlerin medeniyet sahasındaki yükselme kaabiliyeti kanlarındaki beyaz ırk kanının miktarı ile ölçülür. Tekrarlanan karışmalar yüzünden damarlarında Aryen kanı azalmış olan milletler, medeniyet sahasında başarısızlığa mahkûmdur.” Gobino'nun bu fikirleri en çok Almanya'da rağbet kazandı. ..... Hitler çağı Almanyası da, ilhamını Hegel ve
Gobino'dan almıştır.

Ancak ilim yönünden Aryanizm Nazariyesi'nin artık hiç bir değeri kalmamıştır. Çünkü konuyu araştıran uzman ilim adamları, Arya adını taşıyan bir topluluğun tarihin hiç bir döneminde yaşamadığını ispatlamışlardır.

Milliyetçiliğin ve bilhassa Türk Milliyetçiliğinin durumu nedir? Tek kelime ile Türk Milliyetçiliğinin ırkçılıkla bir ilgisi yoktur. Tarihî bir Türk ırkı elbette vardır ve Türk milleti bu çekirdek etrafında oluşmuştur. Ve soy birliği şuuru (aynı soydan gelmiş olma inancı), milliyet duygusunu ve milliyetçilik gayretini arttıran bir unsurdur. Ancak insanların , vatandaşların soy ve ırka göre sınıflandırılması, derecelendirilmesi insanlar (vatandaşlar) arasında bu tasnif ve değerlendirmelere göre ayrımlar yapılması manâsında bir ırkçılıkla, Milliyetçiliğin hele Türk Milliyetçiliğinin ne başta, ne sonda ilgisi olmuştur. Türk milliyetçiliğine hiçbir ciddî delile dayanmadan ırçılık isnadı ve iddiası, aslında bir ham hayalden ibarettir; belirli çevrelerin propaganda taktikleridir.

Peki, Türk Milliyetçileri ırkçı mıdır? Bu soruya doğru cevap verebilmek için; Türk Milliyetçiliği ırkçılık temeline dayanan bir ideoloji midir? Türk Milliyetçileri arasında ırkçı var mıdır? Sorularını da ayrıca cevaplandırmak gerekir ki, bu soruları büyük Gazeteci-Yazar rahmetli Galip ERDEM şöyle cevaplandırıyor: “Türk Milliyetçiliğinin tarihi, bir yaşama tarzı ve birleştirici bir duygu olarak, Milletimizin tarihi ile yaşıt sayılabilir. Ancak, yeni çağlara uygun bir anlayış içinde, sistemli bir fikir hareketi olarak ortaya çıkması, 2. Meşrutiyet yıllarında başlamıştır; öncüsü de, ittifak denebilecek bir çoğunlukla kabul edildiği üzere, büyük Türkçü Ziya GÖKALP'dir Türk Milliyetçiliğinin, antropolojik maşnâda ırkçılık temeline dayanmadığının kesin belgesi de GÖKALP'in ırk konusundaki fikirleridir. GÖKALP, Millet nedir? konusuna cevap ararken şöyle diyor:

“Irk, mevaşi-i fennin istilâhlarındandır. Hayvan nev'ini teşrihe yarar. Kablel tarihte (tarihten önceki devirlerde) saf ırkın bulunması şüpheli olduğu gibi, asırlarca yapılan muharebelerin
temessülleri neticesinde bugünkü âlemde arî ırk aramak abestir. Kaldı ki; ırk içtimaî hasletlere tesir icra eden bir unsur değildir. Milleti yalnız ırk esası üzerine kurmak, menşei meçhul bir tesadüfe terk etmek olur. Hele asırlardır, milliyet devrini yaşayan, muhtelif devletler kurarak Millet vasfını mükerreren kazanmış olan Türk Milleti için ırk, yalnız başına Milleti tavsif ve tarif edemez.”

“Türk milliyetçileri arasında ırkçı var mıdır? Özetlersek, diyeceğiz ki; Türk Milliyetçilerine yöneltilen diğer bütün suçlamaların adını hep başkaları koyduğu ve hiçbirini asla kabullenmediğimiz halde, Irkçılıkla-Turancılık konusunda durum değişiktir. Bazı gençlerimiz ve büyüklerimiz, Irkçılığı bir suçlama değil şeref saymış kendilerini savunmak ihtiyacını bile duymamışlardır. Biz de, ırkçı olduklarını açıkça söyleyen Ülküdaşlarımızı, kendilerine rağmen savunmak gibi bir tuhaflığın içine elbette düşmeyeceğiz. Sadece, eşine az rastlanır bir
haksızlığı ve Türk Milliyetçiliği açısından son derece önemli bir yanlış anlamayı düzeltmeğe çalışacağız.”

“Gerçekten, kelimenin çıplak görünüşünü bırakarak nasıl bir manâda kullanıldığını araştırdığımız vakit; ırkçı olduğunu bildiren Milliyetçilerden bir tanesinin bile, ırk sözüne antropolojik bir manâ vermediği hemen meydana çıkar. Irk kelimesi kimi zaman etnolojik
manâsı ile alınmış, çoğu zaman da doğrudan doğruya Millet yerine konmuştur. (Oysa) antropolojik manâdaki ırkçılık suçlamasının doğru olabilmesi için, Milletin yalnız ırk birliği (fizikî özelliklerin uygunluğu) ile, tarif edilmesi, Milleti meydana getiren ortak unsurlardan sadece ırk birliğine en üstün değerin verilmesi ve diğerlerinin (ortak dil, din ve kültür) unsurlarının tamamen küçümsenmesi şartları bir arada bulunmalıdır. Hem başkalarının ırkçı
saydığı, hem de kendilerine ırkçı diyen Milliyetçilerden hangisi Milletimizi ırkla tarif etmiştir? Derhal cevaplandıralım: Böyle bir Türk Milliyetçisi yoktur. Eğer, var diyen çıkarsa, buyursun! Irkçılıkla suçladığı bir Milliyetçinin, Türk ırkı için esas alınan fizikî özelliklere göre Türk Milletini tarif ettiğini, ölçülere uymayanları da Türk saymadığını ortaya koysun! Kimse bunu yapamaz. Zira, olmamışın varlığını ispat etmek mümkün değildir. Hükmümüzü
doğrulayacak yüzlerce misal verebiliriz. Ancak, (biz), Irkçılıkla suçlanan ve kendisini ırkçı sayan Milliyetçilerden en yetkilisinin, “Türk kimdir?” sorusuna cevabını hatırlatacağız: “Türk, Türk uruğundan gelenlerle, Türk uruğundan gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimsedir.
Kim Türk uruğundan (ırkından) gelmiştir, kim Türk ırkından gelmişçesine Türkleşmiştir? Şimdilik, kimse bilemiyor!” Yukardaki tarifin sahibini (H.Nihal ATSIZ M. Kaplan) ve diğerlerini, antropolojik manâda ırkçılıkla suçlamak haksızlıkların en çirkinidir. Eğer birileri varsa ve Türk Milletine mensubiyeti göz renginin şöyle, ten renginin böyle, boy uzunluğunun şu kadar, kafa genişliğinin bu kadar olması şartına bağlıyorlarsa, işte onlar, Irkçıdır!”

“Aslında, kendilerine ırkçı diyen Türk Milliyetçileri de, belki yüzlerce defa, ırk kelimesinden ne anladıklarını, ırkçılıklarının antropoloji ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını gayet açık ve seçik bir ifade ile anlatmış fakat dinletememişlerdir. Suçlamaların sonu gelmemiştir. Kimisi okumuş, ama daha önceki şartlandırılması yüzünden, anlamağa gücü yetmemiştir. Kimisi anlamış; hesabına gelmediği için veya hainliğinden ötürü, anlamamış görünmeyi tercih etmiştir. Kimisi de hiç okumamış, yine de başkalarından öğrendiği suçlamalardan
vazgeçmemiştir.

“Son bir söz. Türk Milliyetçileri, ırkçılık esasına dayanan bir ideolojiyi ve Türk Milletine mensubiyeti fizikî özelliklerin benzerliği şartına bağlamayı reddettikten sonra, ırklarını
sevmişlerdir, sevdirmişlerdir; seveceklerdir, sevdireceklerdir.”

Irkçılık konusunda, merhum Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU da şöyle yazıyor: “Bir zamanlar Batı memleketlerinde tutunmuş olan ırkçılık nazariyesi, insanlar arasında manevî bakımdan birtakım farklar tasavvur eden ve aslında Türk ırkına da şerefli bir mevki vermeyen bir ideolojidir. ..... Buna göre başta Cermenler olmak üzere umumiyetle Teuton kavimleri doğuştan yüksek vasıfta ve diğer soylara nazaran üstün kaabiliyetlerle mücehhez, dolayısiyle, dünyayı idare etmek hakkına sahip telakki edilmekte, bütün diğer insan kütlelerinin de onların
emrinde olmaları tabiat kanunları icabı sayılmakta idi. Böylece üstün ırk vasfını yalnız Cermenlere bahşeden Rasyoloji (ırkçılık) ile Türklerin bir ilgisi olamazdı ve Türk Milliyetçiliği de, elbette Türk soyunu, aşağı seviyede görmek suretiyle, peşinen mahkûm eden böyle bir görüşü benimseyemezdi. Üstün ırkın Cermen soyu olması nazriye icabı iken, onun yerine Türk ırkının yerleştirilmeğe çalışılması ise, bu sözde ilmî iddiayı büsbütün yozlaştıran basit bir özentiden ileri geçemezdi.”

MİLLİYETÇİLİK ASABİYYE DEĞİLDİR

Asabiye milliyetçilik değildir! Araplarda, İslâmiyet’ten evvelki devirde, bir kimsenin “asabe”sini, yani baba cihetinden akrabalarını yahut da umumiyetle kabilesini, haklı haksız, her meselede müdafaaya hazır olması ve kabile efradının, gerek kendi mal ve mülklerini korumak ve gerek başkalarının mal ve mülklerini zaptetmek için, bir söz üzerine, derhal birleşmesidir. Cahiliyet devri şairlerinde bazen terennüm edilen bu asabiyet mefhumu, en güzel ve veciz olarak, Candab b. al-Tamim’e isnat olunan bir mısrada ifade edilmiştir: “Kardeşine, ister zalim, ister mazlum olsun, yardım et.”

Kur’ân’da geçmeyen bu “asabiye” kelimesi, bir hadiste üç defa geçmektedir ki, bu hadisin meâli şudur: “Halkı bir asabiyet için toplanmağa davet eden, bir asabiyet için mukatele eden ve asabiyet uğrunda ölen bizden, yani dinimizden değildir.” Bu hadisi şerh edenler, buradaki asabiye kelimesine yalnız “zalime muavenet” manâsını vermektedirler. Bunun sebebi şudur: Başka bir hadise göre, insan, kardeşine, zalim ise, onu zulümden vazgeçirmek ve mazlûm ise, müdafaa etmek suretiyle yardım etmelidir. Binaenaleyh bu iki hadisteki zâhirî tezat, ancak “asabiye” kelimesine böyle bir anlam verilerek, ortadan kaldırılmıştır. Birinci hadisi sahih telakki eden İbn Teymiye de, zalimi zulümden alıkoyma ve mazluma yardım etmenin aksine olarak, mutlak surette bir zümre veya bir kabileyi himaye etmeyi, cahiliyet devrine has ve binaenalyeh mezmûm addetmiştir. Bazı muhaddisler ise, bu hadisi munkati addetmektedirler. Fakat Peygamberin , İslâm dini etrafında daha geniş bir asabiyet dairesi kurmak için, kabileler etrafındaki küçük asabiyet dairelerini kırmak istemiş olması çok muhtemeldir. Ne olursa olsun, akrabanın haklarını savunmaktan gayrı manâda olan asabiyet, İslâm’da iyi görülmemiş ve böylece asabiyet, şahitliğin adem-i kabûlü için bir sebep addedilmiştir.

İbn Haldun, asabiyetin mahiyet ve tesiriyle meşgul olmuş ve onu, tarihî hadiselerin tekevvününde mühim rol oynayan âmillerden biri olarak akbul etmiştir. İbn Haldun’a göre, insanlar arasında karşılıklı yardım, asıl ve nesebde iştirakten veya onun yerine geçen bir sebepten hasıl olur; çünkü bir insanın akrabasına yapılan zulüm, bizzat kendi nefsini tezlil eder. Binanenaleyh asabiyet tabiî ve cibillî bir hisse istinat etmektedir. Bu his karabet-i hükmiye ve sebebiye ile de hasıl olabilir; meselâ bir kimsenin azat ettiği köle, yahut kendine iltica etmiş bir şahıs hakkında olduğu gibi. Fakat asbiyet, bilhassa nesepteki iştirake istinat ettiğinden, tabiîdir ki, nesebin karışmamış veya çok az karışmış olduğu bedevîler arasında daha çok muhafaza edilmiştir. Şehirlere gelince, gerek nesep ihtilâtlarının çokluğu ve gerekse hukukî ve inzibatî işlere bir hâkimin bakması sebebi ile,asabiyet azalmış veyahut hiç kalmamıştır. Bunun neticesi olarak, bedevîler ile göçebeler şehirlilerden daha harpçıdırlar. Bedevî bir kabile içinde en kuvvetli asabiyete sahip olan aileden bir reis, diğer ailelere galebe ederek, onlara hâkim olur ve böylece daha fazla kuvvetlendiğinden, civarındaki kabilelere tasallut eder. Onları itaat altına alıp da, eline geçen nimet ve servete kapılarak, zevk ve sefaya dalmazsa, sahası gitikçe genişleyeceğinden, büyük bir devlet teşkil edebilir. İbn Haldun, zamanına kadar şark tarihinde misali sık sık görülen ( Arap, Türk, Moğul ve Berberlerde olduğu gibi) göçebe kavimlerin büyük devletler kurması hasisesini bu suretle izah etmek ister. Yine ona göre, peygamberlik işlerinde de asabiyeti büyük rolü vardır. Zira insanlarda, yeni fikir ve itikatlara karşı, tabiî bir muhalefet ve mukavemet mevcut olduğundan, peygamber bunu kıracak kadar asabiyet ve kuvvet sahibi bir kabileden değilse, şüphesiz muvaffak olamıyacaktır. Bundan dolayıdır ki, âdet-i ilâhiye, peygamber ve sultanların en şerefli kabilelerden zuhur etmek üzere, câri olmuştur.

Son zamanlarda, İbn Haldun’un asabiyet hakkındaki nazariyesi, T. Khemiri tarafından, teferruatlı bir şekilde tahlil edilmiş ve bu mefhumun milliyetçilikten çok farklı olmadığı neticesine varılmıştır. Fakat daha evvel F. Gabrieli, Il concetto della aşabiyyah nel pensiero storico di İbn Khaldûn adlı makalesinde, bu iki mefhum arasında fark olduğunda ısrar etmiştir. Şu kadar var ki, bugünkü milliyet fikrini meydana çıkaran âmiller bir tarafa bırakılacak olursa, asabiyet ile bunun (milliyetçilik, M. Kaplan) arasında kısmî bir münasebet bulmak belki mümkün olur. Millî Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı İslâm Ansiklopedisi’nde böyle yazmış, Asabiyet maddesini, Ahmed ATEŞ.

İslâmiyet'ten önceki Araplar için devlet, kabilesi ve onun ikâmet ettiği bölge idi. Prof. Dr.
Muhammed HAMİDULLAH bu durumu şöyle anlatır: “Arap için devlet yani kabilesi veya kabilesinin iskan ettiği köy (Dar, Karye) sevimsiz bir hayal değil, fakat canlı bir realite idi. Ona daima çözülmez bir bağ ile bağlı, onun için hayatını fedâya hazırdı. Çünkü imtiyâzını,
şerefini, bütün varlığını ona borçlu idi. Araplar, Arap olarak birlik emelini beslerler, fakat hemşehri olarak daima hedefleri adem-i merkeziyettir. Ve hemşehrilik bağları, değişmez surette ırkî bağlarına galebe çalmıştır.”

Malûmdur ki, sosyal olaylar da bazı tabiat hadiseleri gibi coğrafî çevreye ve zamana göre farklılıklar arz eder... O sebeple, Asabiyye'yi bugünkü terminolojide kullanılan kavramlardan biriyle özdeşleştirmeye çalışmak boşuna bir gayret olduğu gibi yanlış sonuçlar da doğurabilir.

Nitekim asabiyye bazılarının zannettikleri gibi ırkçılık veya Milliyetçilik değildir. Üstelik bunların zıddı özellikler taşıyan bir kavramdır... Asabiyye'nin karşılığı gene asabiyye'dir... Asabe sözlük anlamı olarak baba tarafından gelen akrabalar manâsını ifade eder... Araplarda nesep erkek cihetinden takip edilir.

Asabiyye, bir tarif vermek gerekirse, grup taassubu olarak tarif edilebilir... Ancak, aynı soydan gelmek, aynı gurubun üyesi sayılmak için şart değildir... Bir kimsenin mensubiyet hissettiği veya koruduğu bir kabileye bağlı olduğunun şuur ve sorumluluğunda olması da
asabiyye'dir.

İbn-i HALDUN'a göre iki tür asabiyye vardır: Bir. Nesep asabiyye'si. İki. Sebep asabiyye'si... Birincisinde aynı soydan gelmek, kandaş olmak şart olduğu halde, ikincisinde böyle bir şart
aranmaz. Asabiyye'nin biri nesebe, soya, şecereye, baba tarafından akrabalığa dayanan, ikincisi hilf, velâ, ıstınaa dayanan ve müktesep olan iki şekli vardır. Her iki şekil de sosyal anlamda aynı ve birdir; aynı derecede tesirli ve önemlidir... Ancak, nesep asabiyye'si fıtrîdir, irade dışıdır; sebep asabiyye'si mükteseptir, irade ve ihtiyara dayanır. (Burada velâ, azatlı köle ile azat eden kişi arasındaki bir çeşit ilişkiyi; hilf, anlaşma veya dostluk sebebiyle her tür yardımlaşma ve dayanışmayı; ıstınaa, bir tür evlâtlık ve babalık ilişkilerini anlatmaktadır.)

Irkı, soyu, rengi ne olursa olsun hilf, velâ, ıstınaa yoluyla ve nikâh münasebetiyle kurulan akrabalıklar dolayısıyla insanlar arasında asabiyye ilişkisi kurulabilir... Bir Arap, asabesinde olan zenci mevâliyi asabiyye çekişmesi sırasında, bir başka asabeden olan Arap'a karşı bile korumak zorundadır. Üstelik asabiyye çatışmalarına sahne olan Arap Yarımadası halkının tamamı Sami ırkındandır.

İbn Haldun, Yusuf Sûresi'ndeki 14. âyeti de, asabiyet olarak yorumlar: “Biz asabesi ve yakın akrabaları olduğumuz halde, onu kurt yemişse, vallahi bu takdirde biz hüsran içindeyiz demektir.”

Cemil MERİÇ, Umrandan Uygarlığa isimli kitabında, bizim İslâm Ansiklopedisi'nden alarak aynen yazdığımız “asabiyet” maddesini bir not olarak veriyor… Sosyoloji Notları ve Konferaslar isimli kitabında ise, biraz farklı olarak, şöyle yazıyor: “İbn Haldun ısrarla asabiyet kelimesi üzerinde durur. Grup dayanışması, millî duygu, ümmet sevgisi'dir (esprit du corps) bu.”

Bize kalırsa, aynı ırktan olan küçük insan gruplarının arasındaki menfaat, hâkimiyet kurma, hayatta kalma mücadelesine yönelik çatışmalara ırkçılık mücadelesi veya ırk çatışması adı verilemez... Asabiyye'nin ırkla ve ırkçılıkla bir ilişkisi yoktur... Asabiyye'nin asabe veya usbe ile ilgisi vardır ki, asabe veya usbe'yi sosyolojiyi izleyerek anlamaya çalışırsak, bazı gayelere erişmek üzere karşılıklı tesir ilişkilerinin geçerli olduğu sosyal gurup veya gürûh kavramına
varırız ki bu, Hz. Ayşe'ye iftira konusuna temas eden Nûr sûresinin 11. âyetinde de bu manâda kullanılmaktadır...

Asabiyye milliyetçilik de değildir. Milliyetçilik, mensup olunan millete duyulan sevgi ve bağlılıkla ilgili bir kavramdır. Asabiyye ise grup taassubudur. Bir kavmin içinde birden fazla kabile, bir kabilede de birden fazla asabiyye bulunabilir. Millette ise ne kavim, ne kabile, ne de asabiyye olmaz. Olmamalıdır! Bütün bunların üstünde milletin bütün fertlerini birbirine bağlıyan ortak bir din, dil, soy ve kültür gibi bağlar vardır... Asabiyye, insanı hudutları çok dar bir dairenin içine rapt eder. Milliyetin dairesi ise, asabiyye'nin dairesine göre çok daha geniştir. Milletin içinde birbiriyle akrabalık veya direkt menfaat ilişkisi bulunmayan kişiler dahi millete mensubiyetten dolayı birbirlerine yakınlık duyarlar.

Ayrıca, Milliyetçiliğin gayelerinden biri de millî birlik, beraberlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Dolayısıyla kabile, hemşehrilik gibi bağların üstünde bir birlik duygusu tesisine uğraşır. Bu sebeple, asabiyye gibi küçük birliklerin karşısındadır.

Asabiyye'nin Arabistan'daki seyrine bakarsak, ortaya koyduğu çatışmaları incelersek, tamamen aynı soydan gelen kabilelerin birbirleriyle çarpışmalarından ibaret olduğunu görürüz. Meselâ en fazla asabiyye çekişmesi görülen Evs ve Hazrec kabilelerinin her ikisi de
Kahtanoğulları sülâlesindendir. Peki, aynı milliyetten, milletten ve soydan olan insanlar arasındaki menfaat hesapları yüzünden meydana gelen uzlaşmazlık ve çatışmaları hangi mantıkla milliyetçiliğe bağlıyabiliriz?

Kısacası, bazı Arapça eserlerin tercümesi sırasında asabiyye'nin Türkçe karşılığı olarak milliyetçilik kullanılmışsa ki, kullanılmıştır, bu, milliyetçilik ile asabiyye'nin aynı şey olduğunu göstermez, bu, tercümeyi yapanın ya cehaletini ya da “din ü devlet, mülk ü millete”
ihanet içinde olduğunu gösterir.

MİLLİYETÇİLİK FAŞİZM VE/VEYA NAZİZM DEĞiLDİR

Milliyetçilik faşizm ve nazizm de değildir! Fakat, bunu ispatlamaya çalışmadan önce, evvelâ, faşizm ile nazizm'in ne olduklarını ortaya koymaya gayret edelim.

Faşizm ve nazizm nedir? Bu suale, bizce, en doğru cevabı, merhum Prof. Dr. Mehmet ERÖZ, şöyle veriyor: “Faşizmin öncüleri, Hegel felsefesini biraz değiştirerek kabul eden ve Hegel'in, devletin yeryüzünde Allah'ın en yüksek tezahürü olduğu hakkındaki fikrini benimseyen bir gurup aydındı.... Şiarları “Fert için hiç bir şey, İtalya için her şey” idi. Liberalizmi, demokrasiyi, savaş aleyhtarı fikirleri lânetliyor ve harbi dünyanın biricik sağlık koruyucusu
olarak yüceltiyorlardı. Onlar için savaş, milleti, tekrar canlı hale getirmenin zarurî bir vasıtası idi.”

“İtalyan faşizminin tanınmış filozoflarından ilki, Pisa Üniversitesinde felsefe, Roma Üniversitesinde tarih felsefesi profesörlüğü yapan Giovanni GENTİLE'dir. ..... (G. GENTİLE), Hegel'in yolundan yürüyerek, üstadının idealizmini, hemen hemen mistisizm
noktasına kadar götürdü.... O'na göre, devlet mukaddestir ve fertle devlet arasında tezat olamaz.”

“Faşist felsefenin inkişafına hizmet eden ikinci yazar, Giuseppe PREZZOLİNİ'dir. ..... PREZZOLİNİ, 1908-1916 yılları arasında Va Voce (ses) un yazı işleri müdürü oldu ve bütün gayretini İtalyan milliyetçiliğini, canlandırmağa hasretti. Harpten sonra, siyasete faal şekilde katılmaktan vazgeçti. PREZZOLİNİ de GENTİLE gibi Hegelci idealistti ve devleti, ferdin üzerinde kurulu bir varlık sayıyor, parlamento müesseselerini hâkir görüyor ve ondokuzuncu asrın liberal demokratik geleneğini, millet gücüne karşı bir tehdit vasıtası olmakla itham ediyordu. PREZZOLONİ, faşizmi, İtalyan “vatanperverlik ruhunun en yüksek kavramı” olarak vasıflandırmıştır. 1922 Roma yürüyüşünü arzu edilir buluyor ve kaçınılmaz olarak görüyordu. Onun nazarında eski liderler kifayetsiz, rüşvet yiyici ve soysuzlaşmış idiler. İtalya
Anglo-Sakson anayasası ile hiçbir zaman sanayileşmiş kapitalist bir ülke haline gelemezdi. Sosyalizm, sendikacılık ve Bolşevizm gibi yabancı radikal ithalat İtalyanlar için birer tehlike idi. Bir sınıfı diğerine karşı çıkarmışlar, kanunsuzluğu teşvik etmişler, ayaklanma ve grevler yüzünden büyük kayıplara sebep olmuşlardı. Bu kötülükler karşısında parlamento hükümeti pasif kalıyordu.”

“İşte bu fikirlerin hâkim olmağa başladığı bir içtimaî muhit içinde çabucak sivrilen Benito MUSSOLİNİ, tarihteki yerini, İtalyan Faşist Hareketi'nin kurucusu ve demogojik ağzı olarak kazandı. Faşizm teorisine hiçbir şey getirmediğini düşünmek hata olur. İtalyan düşüncesindeki mühim temayülleri kavrayacak kadar idrak sahibi ve bu düşüncelere bağlı bir ifade verecek kadar kaabiliyetli idi.”

“MUSSOLİNİ lider olduktan sonra, sendikacılıktan alınma bir iktisadî teşkilât tarzı getirdi. Bu bünyeye koorparatif devlet adını verdi. (Bu fikir G. SOREL'den mülhemdir M. Kaplan) Sermaye ile emek arasındaki bütün mücadeleyi ortadan kaldıracak şekilde her iki tarafın
temsilcilerini sendika ve korporasyonlarda, devlet kontrolu altına almayı hedef tutuyordu. Barış taraftarlarını kötüledi. Harp, insanoğlunu yükseltir ve asilleştirir. O vasıtayla millet büyür ve imparatorluk haline gelirdi. Emperyalizm hayatiyetin esaslı bir tezahürü idi. Onun reddedilmesi zayıflık ve ölüm alâmeti idi. Fert için hayat, vazife, mücadele ve fetihten ibaretti.”

“İtalyan faşizminin aksine, Alman Nazizmi, doğrudan doğruya felsefî öncülere sahip değildir. MUSSOLİNİ, Makyevel ve Sorel'i ihtirasla okuyan bir kimse olduğu halde, HİTLER, Yahudi düşmanlarının ve diğer ırkçıların eserleri dışında pek az okuyordu. ..... HİTLER, devlet fikrini, onu sadece bir cihaz, bir mekanizma sayarak, aşağı bir seviyede tutuyordu. Onun yerine milleti veya “Volk’u” yüceltti.”

“Nazizmin temellerini NİÇE'de (arayanlar) yanılır. Çünkü NİÇE milliyetçilik, savaşçılık aleyhtarı idi ve Prusyalı askerlerden nefret ediyor ve Yahudileri, Avrupa'nın en yüksek soyu olarak görüyordu. (Oysa M. Kaplan), Naziler nazarında, Alman milletini 1918 de arkadan
hançerliyenler Yahudilerdir. 1923 enflâsyonunda, millet zararına spekülâsyona girişmiş ve milyonlar vurmuşlardı. Weimar Cumhuriyeti'nin zayıflık ve başarısızlığından mes'ul idiler.”

“Nazizmin en orijinal ideoloğu Carl SCHMİTT'tir. Muhtelif üniversitelerde hukuk profesörlüğü yapmıştır. Eserinde, milletler arasındaki mücadeleyi bir hayat kanunu olarak kabul ediyordu.”

“Diğeri Alfred ROSENBERG'dir. ..... Yahudilere düşmanlığı ile tanınır. ..... Sarışın Nordik ırkın, atalarının yolunda zaferler ve şerefler kazanacağına inanır. ..... Ona göre Alman halkı Hıristiyanlık yerine, Nordisizmi din olarak kabul etmeliydi. Yahudileri, kültür yıkılışının canlı varlıkları olarak görüyordu. Onları, Almanların Nordik ırkı saflığına karşı çıkan suikastçılar sayıyordu. Yahudi malî faaliyeti ile bir tuttuğu, verimsiz kapitalizme hücum ediyordu.”

“HİTLER, Mein Kampf (Kavgam) isimli eseri ile, milliyetçilik, führerlik, ırkçılık (Rosenberg'in Nordic'i yerine Aryan), Yahudi aleyhtarlığı, Lebensraum (millet için aktif canlı mekân, müstemlekecilik fikri) ve yayılma fikirlerini getirdi.”

“Faşizmle benzerliği, otoriter, milliyetçi, militarist ve seçkinler idaresi taraftarı oluşudur.”

“Nazizmin vasıfları kısaca Pan-Cermen, anti-semitik (Yahudi düşmanı), otoriter ve küçük burjuva taraftarı oluşudur.”

“Nazi Partisi programının 24. maddesi, partinin herhangi bir mezhep ve imana değil, pozitif Hıristiyanlığa bağlı, olduğunu söyler.”

Pekiyi, bizi, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri'ni bazı kimseler hep faşist ve nazist olmakla suçluyorlar, bu konuda ne diyebiliriz? Bu suali bir sohbette, merhum Türkmen Ağası Dündar TAŞER'e de soruyorlar, O şöyle cevap veriyor: “(Bize, faşist ve nazist M. Kaplan) kim diyor? Tabii komünistler ve onların propagandalarına kapılmış bir alay gafiller... Onlara göre Çin-i Maçin'de, Afrika ortasında veya Kutuplarda komünizme aleyhtar olan herkes faşisttir. Onlar, tefekkür ufukları da, lûgat hazineleri de dar, bir gurup mahlûkat. Bu ithamdan niye gocunalım? Zaten komünizme muhalif herkese vurdukları damga aynı. Hatta kendi aralarındaki grupların bile, birbirlerine karşı ithamları bu. Onlara bu hususta destek olan gafil siyasîlerin, bir davranışlarına kızınca, savurdukları ithamkâr kelime, yine faşist.”

“Faşizm ve nazizm, komünizme götürülmek istenen İtalya'da ve Almanya'da ortaya çıkmış, millî iki hareket ve doktrin. Mussolini ve Adolf Hitler, Avrupa'yı komünizmden kurtarmağa çalışan iki millî lider. Onların hastalığa nasıl parmak bastıkları, bu gün, çok daha iyi
görülmekte.”

“Bizim nazist ve faşist olmamıza gelince: Şahsen benim için, bu bir tenezzül meselesidir, kardeşim. Ben, tarihte çok büyük, siyasî ve idarî hamle yapmış bir milletin çocuğuyum. Benim tarihim, insanlığın pek nadir yetiştirdiği yüksek ideallerle, adaletle, ahlâkla, büyük
askerlik ve siyaset dehâsıyla meşbû devlet ve dâva adamlarının bir meşheri halinde. Tamamen bana ait olan, bu büyük ve üstün numûneleri bırakıp da, Avrupa'nın şurasında, Çin'in burasında çıkan adamları örnek almayı zül addederim. Buna tenezzül etmem ve bu kadar düşmem. Bu derekeye düşmüş zavallıların hepsi millî telâkkiden, kendi milletlerinden kopmuş tiplerdir. Onlar tarihimizde büyük devlet ve millet rehberleri bulunabileceğini idrak bile edemeyen insan müsveddeleridir. Kendi milletlerinden, kendi tarihlerinden kopmuş, daha
doğrusu kendilerinden kopmuş, avare ve serserilerdir. Onun için Şark'tan ve Garb'dan garabet numûneleri ararlar. Gayrı millî bir maarif siyasetiyle, kendisine ait olan her büyüklüğe kakadır telkiniyle yetiştirilen bu adamlara, hasta gözüyle bakarım. Ekserisinin tedavisi kaabildir. Bu küçük kısmının ise, artık Türklükleri kaybolmuştur. Millî bekâ ve yükseliş mücadelesinde bu çeşit fireler olacaktır. Ne yapalım?”

Esasen, bu çok değerli ilim ve fikir adamlarının bu çok veciz açıklamalarından sonra, bölümü bitmiş kabul edip, başka hiç bir şey yazmamalıyız. Ancak, biz öyle yapmıyacağız. Bu bölümü, Ülkücü Hareket'in Başbuğu rahmetli Alparslan TÜRKEŞ'in konu ile ilgili
görüşlerini aktararak bitireceğiz.

Türkiye'nin, belki de faşist ve nazizst olmakla en çok suçlanan kişisi olmak ünvanına sahip bulunan, Ülkücü Hareket'in merhum Başbuğu Alparslan TÜRKEŞ faşizm ve nazizm konularında şöyle yazıyorlar: “Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine duyulan derin sevgi ve inançtan kuvvet alan bir duygu ve bir şuur halidir. Türk milletinin hür ve bağımsız olarak yaşamasını, yükselmesini gaye edinen bir harekettir. Türk milliyetçiliği binlerce yıllık şanlı, şerefli bir tarihe sahip bulunan Türk milletinin her türlü esaret zincirinden kurtulma ülküsünün adıdır. Biz Türk milliyetçileri olarak millî gayelerimizi siyasî bir aksiyon haline getirmek üzere çabalara girişmiş bulunmaktayız. Türk milletinin içinde bulunduğu düşkünlük halinin devamında yarar umanlar ve Türklüğün son bağımsız kalesi olan Türkiye'yi tarih sahnesinden silmek isteyenler, Türk milliyetçiliğinin can düşmanlarıdır. Bunlar Türk milliyetçiliğini kötülemek ve Türk milliyetçiliğinin siyasî aksiyonu olarak ortaya çıkan Milliyetçi Hareket'i baltalamak için ona çeşitli iftiralarla hücum etmektedirler. Türk milliyetçileri aleyhinde bugüne kadar her çeşit iftira ve yalan söylenmiştir. Bu iddia ve
ithamların bir çoğu birbirine zıt olmakla beraber gerek Türk kamuoyunu ve gerek dünya kamuoyunu aldatmak için hepsi de ısrarla kullanılmıştır. Türkiye'yi kızıl emperyalizmin kölesi haline getirmek için çalışan komünistler ise Türk milliyetçiliğinin amansız düşmanlarının ön safında gelmektedir.”

“Bunların Türkiye'de tekrarladıkları iki öcü vardır. Biri nazizm, diğeri de faşizm. Her fırsatta ayaklanırlar. Faşizme karşı elele yahut ırkçılar, kafatasçılar memleketi bölüyor diyerek yaygara koparırlar. Böylece kendileri, ümanizmi, demokrasiyi, eşitliği savunan; bu kavramları korumak için çabalayan kişiler gibi gözükürler.”

“Sol basın, solun kontrolündeki radyo ve yalınkat aydınlar da koroya katılıp faşizme ve nazizme karşıyız diye veryansın ederler. Böylece komünizm meşrû ve mübâh hale getirilir.”

“Faşizm, İtalya'ya mahsus, korparatif bir sistemdir. Hem de Marksistlere karşı bir reaksiyom olarak, eski bir Marksist tarafından kurulup yürütülmüş bir sistemdir.”

“Nazizm ise, Avrupa milletleri arasında kökü hayli eskilere dayanan Ari ırkın üstünlüğü ve Anti-semitizm ilkelerini siyasî bir tatbikat haline getiren Hitler'in Cermen ruhuna uygun doktrinidir.”

“Manevî görüş bakımından faşizm Katolik, nazizm anti-klerikaldir. Dine karşıdır. Bunlar zaaf ve kuvveti ile başka cemiyetlerin, başka milletlerin düzenleridir.”

“Nazizmin Cermen cemiyetinde, faşizmin İtalyan topluluğunda tarihî kökleri vardır ve bu kavimlerin sosyal-psikolojisi ile uyuşmaktadır. Türkler tek devlet fikir ve tatbikatına en erken erişmiş bir millettir. Millet ve milliyet şuuru, bölgecilik, aşiretçilik, mezhepçilik gibi meselelerin daima üstünde olmuştur. Hatta Türklerin, Asya, Avrupa ve Afrika'da imparatorluklar kurduğu çağlarda bile devlet yine de tek olarak kabul edilmiş, doğudaki (Karakurum) han bütün Türk âleminin büyük hakanı sayılmıştır. Fatih'in İstanbul'u fethini müteakip büyük Hakanlık batıya geçmiştir.”

“Devlet mefhumu ve millet şuuru bu derece sağlam ve köklü bir milletin dış tehditler icat ederek birleşme duygusu uyandırmaya da ihtiyacı olmamıştır. Onun için Türk milliyetçiliği saldırgan da değildir. Savungan da değildir.”

“Türk devletinin ilkesi ve Türk milletinin ülküsü cihan sulhü ve (Nizam-ı Âlem) temininde tecelli etmiştir.”

“Nizam, adalet ve barış ülküsü ile cihad eden bir millet şüphesiz başka kavim, din ve ırklara düşmanca davranamazdı, onun için de davranmamıştır.”

“Katliam (genoside) Türk tarihinde mevcut değildir. İspanya'dan kovulan Yahudi, ülkesini kaybeden Polonyalı, mezhebi horlanan Rus (Malakan) Osmanlı (Türk) Devletine sığınmış, riayet, himaye ve adalete mazhar olmuştur. Böyle bir tarihin eseri olan Türk cemiyetinde başka din veya ırka mensup kimseleri imha etmek gibi bir düşüncenin tatbiki mümkün değildir. Binaenaleyh Türk milleti içinde bir (Nazi) hareket doğamaz, kafasını taklide kaptırmış üç beş kişi çıkarsa onlar da gülünç olmaktan başka bir netice elde edemezler.”

“Türk milliyetçiliği her çeşit taklitten arınmış kendi toplumunun değerlerine bağlı ve o değerleri geliştirici bir harekettir. Özentiye ihtiyacı yoktur.”

“Türk milleti vakarlıdır, bencil, menfaatçi ve korkak olmadığı için, gaddar, saldırgan ve zalim değildir. Onun için de faşizm ve nazizmin bizim cemiyetimizde yerleşmesine imkân görmüyoruz.”

“Buna rağmen hâlâ komünistler, orta solcular ve Allende hayranları faşizm ve nazizm diye olmayanı ilâna devam ediyorlar.”

“Bir takım zaptiye kafalı yöneticiler de bu yaygaraları benimseyerek umacı yaratma gayretkeşliği gösteriyorlar... Böylece sola karşı mücadeleye girişen kuvvetlerin siklet merkezi dağılıyor, komünizm nisbî bir ferahlık kazanıyor. Şimdilik güdülen başlıca gaye de budur.”

“Biz Türk milliyetçileri olarak, bu yalan ve iftiraları kötü niyetli olarak bize yakıştırmak isteyenlerin, maskelerini düşürerek gerçek yüzleriyle Türk milletine tanıtacağız. Türklüğün her çeşit tutsaklık zincirinden kurtulması, yükselmesi hareketini azimle yürüteceğiz. Eskiden olduğu gibi ilimde, teknikte, medeniyette ve refahta dünya milletlerinin en ön safına çıkmış büyük Türkiye'yi en kısa zamanda gerçekleştireceğiz.”

“Her memleketin kendine has idare usûlleri ve sistemleri vardır. Bunların kopya edilmesi Türkiye'ye yararlı olamaz. Türkiye için ne komünizm, ne faşizm, ne nazizm, ne liberalizm ve ne de kapitalizm uygun bir idare sistemi olamaz. Bunun için Türk milletinin millî gerçeklerini, millî ruh ve ahlâkını, tarihini esas alan ve modern ilmi önder kabul eden bir millî idare sistemi ortaya koymak zorundayız. Biz bugün Türk milletini kısa zamanda modern medeniyetin en yüksek katına ulaştıracak bir millî doktrin olan Dokuz Işık görüşünü milletimize sunuyoruz.”

“Bizim görüşlerimizi komünistler faşizm ve nazizm olarak itham etmek isterler. Onların her memleketteki usûlleri budur. Kendilerinden olmayan herkese faşist, nazist, gerici gibi ithamlarla saldırırlar. Bizler hiç bir yabancı sistemi taklit ve kabul etmeyen Türk
milliyetçileriyiz. Doktrinimiz ve fikirlerimiz yazılı metinler halinde ortaya konmuştur.”

“İlân ederim ki, biz, ne isek, ne olduğumuzu her zaman cesaretle söyleyen insanlarız. Dokuz Işık'ın ne faşizmle, ne nazizmle ilgisi yoktur. Biz, yabancı doktrin ve fikirlerin, liderlerin taklidini küçüklük sayarız. Zaptiye kafalılar bunu böyle bilsinler.”

EVET! NASIL Kİ, MİLLET IRK, ASABE VEYA USBE VE HALK DEMEK DEĞİLDİR, AYNI ŞEKİLDE MİLLİYETÇİLİK DE IRKÇILIK, ASABİYYE, FAŞİZM VE NAZİZM DEMEK DEĞİLDİR!

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,68 M - Bugn : 19820

ulkucudunya@ulkucudunya.com