Dil Birliği ve Türkçe
Milleti meydana getiren mensubiyet şuurunu herhangi bir kişinin paylaşabilmesi için o cemiyetle o kişinin müşterekliği olan hususların bulunması gerekir. Bu da ancak o kişiyle o cemiyeti meydana getiren diğer kişilerin anlaşmasıyla başlar. Bu gereklilik karşımıza dil
unsurunu çıkarmaktadır.
Gerçekten de Türk Milleti için dil de önemli bir milliyet unsurudur. Çünkü, bugün bütün Türkler, tarihteki ana Türk Dilinin devamından başka bir şey olmayan Türkçe’yi konuşmaktadırlar. Türk oldukları halde, Türkçe’den gayrı dil konuşan Türkler de, varsa da, bu,
büyük çoğunluğun yanında hiç denebilecek kadar ehemmiyetsiz bir sayı teşkil eder. Bu sebeple dil birliği de, Türk Milleti için çok mühim bir milliyet unsurudur.
DİL NEDİR?
İyi de, dil nedir?
Dil, insanlar arasında anlaşma sağlayan tabii bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş bir sosyal müessesedir.
Ancak dil yalnızca bir anlaşma aracı değildir; duyma, düşünme, dış dünyayı anlama ve şekillendirme vasıtasıdır da... Her dil kendine has düşünme ve duyma tarzını, düzenini kendi içinde taşır. Bunun için dil, ortak bir düşünce ve davranış sistemi meydana getirir ve insanı
ortak bir yoruma ve değerlendirmeye götürür. Bu niteliğinden dolayı, dilin, milletin meydana gelmesinde büyük ehemmiyeti vardır.
Zaman içinde bir cemiyetin meydana gelmesinde ve acı, tatlı hatıralarla yoğrulup şahsiyet kazanmasında dil'in payı çok büyüktür. Fakat, İsviçre'de üç ayrı dilin konuşulduğundan bahisle, milletle devleti karıştıranlar, İsviçre'yi örnek göstererek, milliyet unsuru olarak dil'e itiraz etmektedirler. Halbuki İsviçre bir devlettir; bu devlette Fransızlar, Almanlar ve İtalyanlar yaşamaktadırlar. Yani, hukukî bakımdan bir İsviçre vatandaşlığı ve milleti vardır. Ama, sosyolojik bakımdan bir İsviçre milleti yoktur. Bu bakımdan bu itiraz yersiz ve geçersizdir.
Bir cemiyetin millet olmakla kavuştuğu özellikler bir bakıma o cemiyeti meydana getiren unsurların neticesidir. Öyleyse, o milletin duygu âlemi dilinde gizli olduğu gibi, özelliklerinin mahiyetini de öncelikle dil unsuru ortaya koyar.
HER MİLLETİN BİR DİLİ VARDIR
Dil bir cemiyetin millet haline gelmesine yardımcı olduğu gibi, aynı zamanda da cemiyetin millet olmasının bir neticesidir. Netice olması itibariyle milletin özelliklerini dilin gramer yapısında, onu meydana getiren kelimelerde sezmek mümkündür. Ayrıca o milletin kültür
seviyesinin, şuurunun, özelliklerinin derecesini de dilinde tespit etmek kabildir.
Millet olmak için emekleyen cemiyetlerde dil daha, henüz kesin gramer kaidelerine kavuşmamıştır; kelime sayısı da çok azdır. Yani, bir milletin dilindeki kelime sayısı, o milletin kültür seviyesiyle ilgilidir. Fakat, hemen belirtmek gerekir ki, bir milletin dil
zenginliğini sadece kelime sayısında aramak yanlıştır; kelimelere verilen anlamlar da çok önemlidir.
Ayrıca, bir milletin dilinde o milletin ruhu yatmaktadır. Her kelimenin manâ çevresi o milletin ruhunda kendi ölçüleriyle çizilir. Milletlerin ruhlarının muhtevâsı değişik olduğundan, milletin dilinde diğer milletlerin dillerine tercüme edilemeyecek kelimeler vardır. Meselâ Türkçe’deki dost kelimesi hiç bir dile tercüme edilememektedir.
Öte yandan, fikirler, manevî haller anlatılırken kullanılan kelimeler ve diğer vasıtalar fikirlerin ve diğer manevî hallerin varlığını bir mühür misâli bedene basarlar. Bütün fikir ve kanatların bedenin yapısında iz bırakması, o fikir ve kanaatlerin yaşanmasıyla da mümkündür. Hilmi Ziya ÜLKEN, bu konuyla ilgili olarak, şöyle yazmaktadır: “Kelimelerin telâffuz şekli seste olduğu gibi ağız hareketlerinde ve çehrenin çizgilerinde, mimiklerinde, adale
hareketlerinde ve genellikle yüz ifadesinde, baş ve el hareketlerinde özellikler doğurur.” Yani dil, milletlerin yüz şekillerinin meydana gelmesinde de tesirli olmaktadır.
Bir milletin dili incelendiği zaman o milletin ekonomik seviyesi medeniyet gelişmesi hemen anlaşılır. Dilindeki kelimeler milletin geçim kaynaklarını, uğraştıkları konuları ortaya koyar. E. RETHAKER kitabında: “Gauche'larda at renklerine dair 200 tâbir, buna karşılık dört bitki adı vardır” diyor. Bu cümleden Gauche'ların ziratçi değil de hayvancı oldukları anlaşılmaktadır.
Deniz kenarında yaşayan, geçimini denizcilikle temin eden milletlerin dilinde, denizle ilgisi bulunmayan milletlerin diline göre denizcilikle ilgili daha fazla kelime bulunması gayet normaldir. Çünkü, deniz kıyısında yaşayan milletler denizle haşır-neşir olmuşlar, hayatlarını deniz üzerine kurmuşlardır. İhtiyaçlarını denizcilikten ve denizden gidermek durumunda olduklarından, değişik ihtiyaçları denizcilikle ilgili değişik kelimelerin meydana çıkmasına sebep olmuştur.
Bir milletin değer ölçüleri, samimiyeti, aile anlayışı, hayat telâkkileri vb. diline akseder. O sebeple, dili meydana getiren kelimeler incelenince, kelimeleri incelenen milletin özellikleri
rahatça bulunabilir... Türk Milletini hiç tanımayan dil bilginleri, dilini öğrenirlerse, yapacakları araştırmalardan Türk Milletinin ailesine, hısım ve akrabalarına çok bağlı bir millet olduğunu tespit etmekte güçlük çekmezler. Çünkü, aileyi meydana getiren fertlerin hepsi durumlarına göre dilimizde ifadelendirildiği gibi hısım ve akrabalar da ayrıntılarına kadar dilimizde yerini bulmaktadır. Halbuki, batı dillerinde gelin, görümce, elti vb. gibi kelimelerin karşılığı yoktur. Hısım-akraba, dayı-amca, hala-teyze, enişte-kayınçe ve benzerleri de hep aynı kelimeyle ifade edilmektedir.
Her milletin ayrı bir gizli anlaşmalar sistemi olduğuna göre millet sayısınca dil var, demektir. Daha doğrusu, her kavmin ayrı bir gizli anlaşmalar sistemi olduğuna göre, kavim sayısınca dil var, demektir. Çünkü henüz millet haline gelmemiş kavimler de vardır ve bunların da birer gizli anlaşmalar sistemi yani, dili vardır.
KONUŞMA DİLİ VE YAZI DİLİ
Dillerin iki cephesi vardır. Biri insanların karşı karşıya sesli olarak görüşürken kullandıkları konuşma dili; diğeri yazıda kullanılan, yani, insanların söylemek istediklerini yazı ile anlatırken kullandıkları yazı dili.
Konuşma dili evde, sokakta, günlük hayatta kullanılan tabii dildir. Konuşma dili sosyal çevrelere bağlı olarak bir dil sahası içinde farklı şekiller gösterir. Bu farklar esas itibariyle kelimeleri söyleyiş ile bazı ses ve şekil ayrılıkları etrafında toplanır.
Bunlardan lehçe, bir dilin bilinen ve takip edilebilen tarihinden önce, karanlık bir devrinde kendisinden ayrılmış olup, çok büyük ayrılık gösteren kollarına denir.
Şive, bir dilin, bilinen tarihi seyri içinde ayrılmış olup bazı ses ve şekil ayrılıkları gösteren kolları, bir milletin ayrı kabilelerinin birbirlerinden farklı konuşmalarıdır.
Ağız ise, bir şive içinde mevcut olan ve söyleyiş farklarına dayanan küçük kollara, bir memleketin çeşitli bölge ve şehirlerinin kelimeleri söyleyiş bakımından birbirinden ayrı olan konuşmalarına verdiğimiz addır.
Meselâ Çuvaşça ve Yakutça Türkçe’nin lehçeleri; Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Azeri ve Osmanlı Türkçe’si vb. Türkçe’nin şiveleri; Karadeniz, Konya, İstanbul Türkçeleri vb. Türkiye Türkçe’sinin ağızlarıdır.
Yazı dili eserlerde, kitaplarda, tek kelime ile yazıda kullanılan dildir. Yazı dili bir medeniyet dilidir. Tarih boyunca ancak medeniyeti, kültürü, edebiyatı olan kavimlerin yazı dilleri olmuştur.
Bir dil sahası içinde veya bir memlekette, şive ve ağızlar çeşitli olduğu halde, bir tek yazı dili bulunur. Bu bakımdan yazı dilinin hudutları konuşma dillerininkinden çok geniş olup ayrı konuşma bölgeleri bulunan bütün bir ülkeyi içine alır.
Her bölgenin tabii dili konuşma dilidir. Fakat o dil, yalnız kendi bölgesinde geçer ve yazıda kullanılmaz. Yazıda bütün bölgeler tabii konuşma dillerinden başka, ortak bir dil kullanırlar. Meselâ geliyorum kelimesi, Karadeniz ve Konya ağızlarında başka başka söylenir, fakat hepsi de bu kelimeyi “geliyorum” şeklinde yazarlar.
Konuşma dili canlı bir dil olarak nesillere; fertlere bağlıdır. Gelişme seyri içinde çeşitli safhaları nesillerle beraber ortadan kalkar. Ancak yaşayan şekli tespit edilebilir... Buna karşılık dilin tarihi gelişmesi yazı dilinden takip edilebilmektedir. Türkçe’yi de uzun tarihi boyunca bu şekilde yazı dili olarak takip etmekteyiz... Tarihî şiveler hakkında ise elimizde sadece Kaşgarlı MAHMUT'un 11. asırda temas imkânını bulduğu şiveler için verdiği bilgiler vardır.
Türk yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri olarak Orhun Abideleri'nin metinleri kabul edilir. Fakat bu metinler Türk yazı dilinin ilk nûmuneleri değildir. Çünkü Orhun Abideleri'ndeki dil, yeni teşekkül etmiş bir yazı dili değildir. Aksine çok işlenmiş bir yazı dilidir. Bu bakımdan Türk yazı dilinin başlangıcını, ele geçen bu metinlerden çok daha öncelere çıkarmak gerekir. Nitekim Yenisey Kitabeleri Orhun Abideleri'nden 1250 yıl önce yazılmışlardır... Ne ise...
TÜRKÇE’NİN GELİŞİMİ
İşte teorik olarak milâdın ilk asırlarında başladığını kabul ettiğimiz ve ilk metinleri 8. asra ait olan bu yazı dili 12. ve 13. asra kadar devam etmiş olup, bu devre Türk yazı dilinin ilk devresini teşkil etmektedir. Bu devirden kalan eserlerin büyük kısmı Uygurca yazılmıştır, bu sebeple bu yazı diline Uygurca da denmektedir. Fakat en doğrusu bu devre için Eski Türkçe tâbirinin kullanılmasıdır.
O halde, Türk yazı dilinin ilk devresi Eski Türkçe'dir. Eski Türkçe'den daha önceki devir ise Türkçe’nin karanlık devridir. O devir, artık Eski Türkçe'nin Çuvaşça ve Yakutça ile, bunların da daha ilerde Moğolca ile birleştikleri devirdir.
Türkçe’nin tarihî gelişimi içinde, 12. ve 13. asırdan sonra biri kuzey-doğu Türkçe’si, diğeri batı Türkçe’si olmak üzere iki Türk yazı dilinin meydana geldiğini görmekteyiz. Bunlardan kuzey-doğu Türkçe’si de 15. asırda kuzey ve doğu Türkçeleri olarak ikiye ayrılmıştır... Kuzey Türkçe’si Kıpçak Türkçe’sidir ve son zamanlara kadar yaşamıştır... Doğu Türkçe’si ise, Timur devrinde başlayarak 15. ve 16. asırlarda güçlü bir edebiyat meydana getirerek son zamanlarda yerini modern Özbekçe' (Özbek Türkçe’si) ye bırakan yazı dilidir...
Batı Türkçe’sine gelince, 12. asrın ikinci yarısında başlayıp 13. asrın ikinci yarısında da eserler veren ve günümüze kadar gelen ve halen devam etmekte olan yazı dilidir... Batı Türkçe’sinin esasını Oğuz şivesi teşkil eder.
Batı Türkçe’sinin içinde 17. asırda saha bakımından iki daire meydana gelmiştir. Bunlardan biri Azeri ve Doğu Anadolu’yu içine alan doğu Oğuzcası, diğeri Osmanlı sahasını içine alan batı Oğuzcasıdır... İki daire arasındaki fark sadece konuşma dilindeki şive farklılığından
ibarettir. Yazı dilinde en küçük bir fark bile yoktur, olmamıştır.
Batı Türkçe’sinin 7 asırlık uzun hayatında bazı merhaleler vardır. Ancak bu merhaleler, batı Türkçe’sinin kendisine karışan yabancı unsurlara göre aldığı değişik görünüşlerden ibarettir.
Türklerin İslâm Kültür çevresine girmesiyle, batı Türkçe’sine, Arapça ve Farsça unsurlar girmeğe başlamış ve birkaç asır içinde Türkçe’yi âdeta tanınmaz hale getirmişlerdir. Ancak, Arapça ve Farsça unsurların durumu 7 asır içinde hep aynı olmamış çeşitli safhalar
göstermiştir.
İşte, 13. asırdan günümüze kadar gelen batı Türkçe’si üç devreye ayrılmaktadır: 1-Eski Anadolu Türkçe’si, 2-Osmanlıca ve 3- Türkiye Türkçe’si.
Eski Anadolu Türkçe’si, 13. 14. ve 15. asırlardaki Türkçe’dir. Batı Türkçe’sinin ilk devrini teşkil eden bu devre batı Türkçe’sinin bir oluş, bir kuruluş devresidir. Batı Türkçe’sini Eski Türkçe’ye bağlayan bağlar açık olarak görülmektedir.
Bu devre, Arapça ve Farsça unsurlar bakımından Batı Türkçe’sinin en temiz devridir. Gerçi, dile yabancı unsurlar girmeye başlamıştır fakat, ancak devrenin sonunda, istilâ halini alarak Osmanlıca’nın doğuşunu hazırlamıştır... Gittikçe artan Arapça ve Farsça unsurlar daha çok nazım dilinde görülür. Nesir dili ise, devre sonunda bile yabancı unsurlardan uzak kalabilmiştir...
Osmanlıca, Batı Türkçe’sinin 2. devri olup 15. asrın sonlarından 20. asrın başlarına kadar devam eden yazı dilidir... Osmanlıca’yı Batı Türkçe’si içinde bilhassa Türkiye Türkçe’sinden ayıran şey, gramer şekli değil, dış yapısıdır. Yani yabancı unsurlardır. Bu devre, Türkçe’nin
yabancı unsurlar tarafından tam manâsıyla istilâ edildiği, Türkçe’yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine kadar sardığı devredir.
Özet olarak, Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça ve Farsça’dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve son derece sun'i bir dil manzarası göstermiştir.
Batı Türkçe’sinin üçüncü devresi Türkiye Türkçe’sidir. Bugüne kadar devam etmekte olan bu devre 1908 Meşrutiyeti’nden sonra başlar. Bu devrenin 1908'den başlayarak Cumhuriyete kadar devam eden ilk devresi Türkiye Türkçe’sinin başlangıç devri mahiyetindedir... Bu devir; Osmanlıca’nın son örnekleri ile Türkiye Türkçe’sinin ilk örneklerinin yan yana bulunduğu devirdir.
Türkiye Türkçe’sini Osmanlıca’dan ayıran en büyük vasıf, onun terkipsiz Türkçe olmasıdır. Bu sebeple Osmanlıca’nın sonları ile Türkiye Türkçe’sinin başlarında karşımıza çıkacak örnekleri de bu kıstasa göre ayırmak gerekir. Elimizdeki misalin dili terkipli ise Osmanlıca, terkipsiz ise Türkiye Türkçe’sidir.
Türkiye Türkçe’sinde cümle yapısı da büyük bir aydınlığa kavuşmuştur. Bu devrede Türk cümlesi eski devirlerdeki karışık ve anlamsız uzunluğundan kurtulmuş, kısa, derli toplu, yanlışsız cümle haline gelmiştir.
Osmanlıca’dan Türkiye Türkçe’sine geçiş, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak suretiyle olmuştur. Osmanlıca, konuşma dilinden çok uzaklaşmış son derece sun'i bir yazı dili idi. Türk yazı dilini daima temiz kalan konuşma diline yaklaştırınca yazı dili kolaylıkla Türkçe’yi bulmuş ve sun'i Osmanlıca tarihe karışmıştır.
Yazı dilini konuşma diline yaklaştırırken tabii öteden beri kültür merkezi olarak Türkçe bakımından esasen yazı dilinin dayandığı konuşma diline sahip bulunan muhitin dili, yani İstanbul Türkçe’si esas alınmıştır. Bu sebeple bugün yazı dili, yani Türkiye Türkçe’si hemen
hemen İstanbul konuşma dilinin, İstanbul Türkçe’sinin aynıdır. Yazı ve konuşma dili aralarındaki fark da en aşağı derecededir.
Ana çizgileri ile başlıca vasıflarını belirttiğimiz Türkiye Türkçe’si bugün tam bir özleşme, güzelleşme ve gelişme halindedir. Batı Türkçe’si bu son devre ile çok hayırlı bir yola girmiş ve Türk yazı dilinin bütün gelişme ufukları açılmıştır.
Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S. Ahmed ARVASÎ Hocamız, dil birliği ve Türkçe konusunda, şöyle yazıyorlar: “Dil, bir milletin geçmişteki, haldeki ve gelecekteki nesillerini birbirine bağlayan, onları bir millet haline getiren çok güçlü bir içtimaî bağdır. Hele, Türk Milliyetçiliği açısından Türkçe, millî varlığımızın temelidir. Dil ile millet varlığı etrafında çeşitli görüşler ortaya konabilir. Dil'in, şu veya bu milletin hayatındaki değeri üzerinde tartışılabilir. Bütün bunların yanında asla tartışılmadan kabul edilecek bir husus vardır, o da şudur: Türk milleti, Türk dili ile ayrı ve müstakil bir millet olabilmektedir.”
“Bu konuda Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU şöyle yazmaktadır: Milliyetçilik ile dil arasında mevcut olan ..... tecezzi kabul etmez birlik, bilhassa Türkçe için muteberdir. Çünkü yeryüzünde, birbirinden çok uzak ülkelerde yaşamakta olan yüz milyona yakın Türk'ü duygu ve ruh mihverinde birleştiren ve aralarındaki kardeşlik hissini her zaman uyanık tutan en mühim kültür unsuru Türk dilidir. (Türk Milliyetçiliği ve Türk Dili adlı makale)”
“Türk milletinin bütün tarihi boyunca ve yayıldığı büyük coğrafya içinde bir tek dili vardır ve bu dilin adı Türkçe'dir. Milletimiz, tarihi boyunca hep Türkçe konuşmuştur. Biz, tarih ve
coğrafya içinde bölünmez bir bütün halinde idrak ettiğimiz Türk milletinin, tarih boyunca konuştuğu dili, ayrı ayrı isimlendirmeyi uygun bulmuyoruz.Bu sebepten, Hunluca, Göktürkçe, Uygurca, Karahanlıca, Selçukluca demediğimiz gibi, kanaatimizce Osmanlıca da diyemeyiz. Türk dili, zaman ve mekân içinde gerek tekâmül ile, gerek kültür temasları ile olsun, devamlı bir gelişme ve değişme içinde bulunmasına rağmen -hatta zaman zaman yıkıcı tesirlere mâruz kalmasına rağmen- daima Türkçe'dir.”
“Osmanlıca bir ıstılâhtır, asla bir dilin adı değildir. Osmanlıca diye ayrı bir dil yoktur. Esasen 1913-1914 yıllarına kadar Mekteplerde Türkçe, Lisan-ı Türkî adı ile okutulurdu. Ancak,
devletimizin zayıf düşmesi üzerine, azınlıkların baskısı ile bu dersin adı değiştirilerek, onları memnun etmek üzere Lisani Osmanî yapıldı. Türk yurdunda Türkçe'den rahatsız olup, Osmanlıca dememizi isteyenler azınlıklardır. Bizler de safiyetle bu kelimeyi benimsemiş olacağız. Osmanlıca’yı Türkçe’den farklı bir dil sananlara sormak gerekir. Osmanlar, Orhanlar, Muradlar, Yıldırımlar, Fatihler, Yavuzlar... Türkçe konuşmuyorlar mıydı?”
“Tıpkı bunun gibi, çeşitli coğrafî mekânlara dağılan Türk kavimlerinin dili de ayrı ayrı isimlendirilemez. Türkmence, Özbekçe, Kırgızca.. yoktur, Türkçe vardır. Türk dilinin meseleleri ele alınırken, yalnız Türkiye Türkçe’si, yahut dar bir havza göz önünde
bulundurularak değil, bütün Türklüğün dili olarak düşünülüp hareket edilmelidir. Köklü, geniş ve sabırlı bir çalışma ile, ilmî ve akademik araştırma ve programlar ile bütün Türk milletinin, bir tek kültür dilinde toplanması zaruri gözükmektedir.”
“Dış ve iç düşmanların büyük Türk milletini önce dilde parçalamak isteyen oyunlarını bozmanın başka yolu yoktur. Bütün dünya Türklüğünü yazılı ve sözlü dilde birleştirmeyi vazgeçilmez bir ülkü edinmemiz gerekmektedir. Bütün dünya Türklüğü, yazıda ve dilde birleşmelidir.”
“Dil, millî kültürün en hayatî bağıdır. Kültür sınırları içinde farklı gelişmelere mâruz bırakılmamalıdır. Bu konudaki düşman oyunları dikkatle takip edilmelidir. Türk dili, millî ve çağdaş ihtiyaçlara göre, tahrip edilmeden işlenip geliştirilmelidir. Ders kitapları, basın, yayın organları, radyo ve televizyonları bütün Türklüğün ihtiyaçlarına göre ve uzun vadeli plânlarla vazife yapar duruma getirilmelidir.”
Türk Milletinin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından ATATÜRK, bu konuda, şöyle diyor: “MİLLİYETİN ÇOK BARİZ VASIFLARINDAN BİRİ DİLDİR. TÜRK MİLLETİNDENİM DİYEN İNSAN HER ŞEYDEN EVVEL VE MUTLAKA TÜRKÇE KONUŞMALIDIR. TÜRKÇE KONUŞMAYAN BİR İNSAN TÜRK KÜLTÜRÜNE, TOPLULUĞUNA BAĞLILIĞINI İDDİA EDERSE, BUNA İNANMAK DOĞRU OLMAZ.” Gene Atatürk; “TÜRK DEMEK, TÜRKÇE DEMEKTİR. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”, diyor. Gene Atatürk; “TÜRK DEMEK DİL DEMEKTİR. MİLLİYETİN EN BARİZ VASIFLARINDAN BİRİ DİLDİR. TÜRK, HER ŞEYDEN ÖNCE VE MUTLAKA TÜRKÇE KONUŞMALIDIR”, diyor.