« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

İslâmiyet Ülkücü Dünya Görüşü’nün Felsefesidir

 

“Saçma! Olmaz böyle şey! Bu da nerden çıktı? İslâm bir felsefe değil. İslâm bir din'dir! İslâm'a felsefe denilemez!” diyerek, hemen karşı çıkmayın. Biraz sabredin... Lütfen, biraz sabredin... Ulu ve yüce Allah'ın, Al-i İmrân sûresinin 19. âyetinde; “Hak din, Allah indinde
İslâm’dır” diye buyurarak, İslâm'ı sadece bir din olarak vasıflandırdığını, din'in sadece İslâm ve İslâm'ın sadece bir din olduğunu çok şükür, biz de biliyoruz. Bunun dışında ve buna aykırı bir şey söylemiyoruz... Söyliyemeyiz... Biz, İslâm'a felsefedir de, demiyoruz...

“O halde bu ne biçim bir başlık?”, da demeyiniz... Çünkü, başlıkta ne yazdığımızı biliyoruz... Başlık doğru ve güzel... Esasen, sizi rahatsız eden de, başlıkta ifade edilmeye çalışılan manâdan daha çok, bu konunun hiç kimse tarafından ve hiçbir zaman böylece açık ve net olarak ortaya konulmuş olmamasıdır... Yani siz, aslında, meseleye böyle yaklaşmaya alışık olmadığınız için rahatsız oluyorsunuz... Yoksa biz, yanlış ve kötü bir şey yazmıyoruz... Allah bize, yanlış ve kötü şeyler yazmayı nâsip etmez inşaallah... Ne ise...

Peki, size soruyoruz: Ülkücü felsefî bir problemle karşılaştığı zaman, meselâ Ülkücü varlık nedir, bilgi nedir, fiil nedir gibi sorularla karşı karşıya kaldığı zaman, bu sorulara ne cevap verecek? Bu soruların cevaplarını nerede bulacak?

Ülkücü bu soruları yok mu sayacak? Problemleri inkâr mı edecek? Yoksa matematik problemlerinin cevaplarını matematik, fizik problemlerinin cevaplarını fizik, kimya problemlerinin cevaplarını kimya ilimlerinde arayıp bulduğu gibi, felsefe problemlerinin
cevaplarını da felsefe de mi arayacak?

Ülkücü böyle yaparsa, yani felsefî problemlerin cevaplarını felsefe ilminde ararsa, doğru mu yapmış olur? Bu soruya, “doğru yapmış olur”, diyebiliyor musunuz? Eğer “doğru yapmış olur” derseniz, cevabınız doğru olur mu? Tek kelimeyle, DOĞRU OLMAZ! Çünkü böyle bir
cevap doğru değil, YANLIŞTIR. Ülkücü, felsefî manâda, ne idealist, ne materyalist, ne spiritüalist, ne rasyonalist, ne de ampirist değildir. Olamaz. Olmamalıdır!

Adıgeçen felsefî ekollerin teker teker hepsi de İslâmiyet'le çelişir ve Ülkücü İslâmiyet'e ters düşen hiçbir şeyi kabul etmez. Edemez. Etmemelidir!

Pekâlâ, Ülkücü, insanlığın ve bilhassa filozofların asırlardanberi tartışıp bir türlü sonuçlandıramadığı felsefî problemlerin yani varlık nedir?, bilgi nedir? ve fiil nedir? gibi
soruların cevaplarını nerede arayıp nasıl bulacak? Tabii ki, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂMİYET ile gene Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂM TASAVVUFUN'da! Öyle ise, İSLÂMİYET ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'NÜN FELSEFESİDİR, hükmünün neresi yanlış? Bu bir...

İkincisi; her şeyi yerli yerine koyan, her şeye gerektiği kadar ve gerektiği için değer veren bir “dünya görüşü”ne sahip olabilmek için İslâm'ın nurûna mutlaka ihtiyaç vardır!.. Bir dünya görüşünün hak olabilmesi için, İslâmiyet'in nurû ile muhakkak nurlanması lâzımdır... Aksi halde, o dünya görüşü bâtıl olur! O dünya görüşü de, o dünya görüşüne mensup olan kişiler de mazallah İslâm'a ters düşerler. Bu da, Müslümanlar için kabul edilemez! Çünkü Müslüman için aslolan İslâmiyet'tir. Ve, İslâmiyet her hâl ve şartta, her türlü beşerî düşünceden ve fikirden üstün ve kıymetlidir... Ayrıca, İslâmiyet'ten hiçbir şekilde ve hiçbir yerde taviz verilemez. Verilmemelidir!

Bu nasıl olacak? Hem İslâmiyet'e ters düşmeyeceksiniz. Hem İslâm'dan zerre miktar taviz vermeyeceksiniz. Hem de bir dünya görüşüne inanacaksınız. Bu nasıl olacak? Böyle bir denge sağlanabilir mi? Sağlanabilir ise, bu, nasıl sağlanabilir?

Bu, ancak ve sadece, Dünya Görüşünüzün yönünü, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet'in belirlemesi suretiyle sağlanabilir! İşte, biz, İslâmiyet, “ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün felsefesidir”, derken, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün istikametini, sınırlarını ve şeklini İSLÂMİYET belirler de, demiş oluyoruz...

Neden? Nasıl?

Ülkücü Dünya Görüşü nedir? Ülkücü Dünya Görüşü, İslâmî ve Dokuz Işıkçı, Türk Milliyetçiliğidir. Yani, Ülkücü Dünya Görüşü, gayesi İslâmiyet ve vasıtası Dokuz Işık olan Türk Milliyetçiliğidir.

Öyle ise, Ülkücü Dünya Görüşü'nün istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirler demek, Türk Milliyetçiliğinin yönünü, sınırlarını ve şeklini İslâm belirler, demektir.

Peki, Milliyetçilik nedir? Milliyetçilik; milletini sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür... O halde, Milliyetçiliğin istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirler demek; ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ndeki milletini sevmenin, milletini korumanın, milletini yükseltmenin ve milletini yüceltmenin yönünü, sınırlarını ve şeklini de İslâm belirler, demektir.

Gene, Milliyetçiliğin istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirler demek: Milliyetçinin neyi seveceğini, neyi koruyacağını, neyi yükselteceğini ve neyi yücelteceğini; gene Milliyetçinin milletini niçin seveceğini, niçin koruyacağını, niçin yükselteceğini ve niçin yücelteceğini; ve gene Milliyetçinin milletini nasıl seveceğini, nasıl koruyacağını, nasıl yükselteceğini ve nasıl yücelteceğini İslâm belirler, demektir.

Görüldüğü gibi, biz burada, din'i yani İslâmiyet'i, SOROKİN gibi bir üst sistem olarak alıyoruz... Hatırlayacaksınız, P. A. SOROKİN üst sistemi; kültür ve medeniyetlere yön, şekil ve ruh veren ve zamana hakim olan felsefe olarak, tarif ediyordu.

Bu sebeplerle: Bir, Ülkücü felsefî problemlerin cevaplarını İslâmiyet'te arayıp bulduğu için; iki, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirlediği için; rahatça ve hiç tereddüt etmeden, İSLÂMİYET, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün FELSEFESİDİR, diyoruz!

Evet! Kim ne derse desin, İSLÂMİYET; ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün hem
kaynağı ve lokomotifidir, yani temelini teşkil eder hem de FELSEFESİ’dir! Çünkü ulu ve yüce “ALLAH İNDİNDE HAK DİN İSLÂM'DIR”.

Böyle, belki biraz uzun ve bir hayli tartışmalı bir girişten sonra, konuyu mümkün olduğu kadar kısa ve olabildiğince anlaşılır bir üslup ile anlatmaya çalışalım.

FELSEFE NEDİR?

Felsefe nedir?

Her şeyden önce felsefe, belli bir çıkış noktasından hareketle, aklın kanunlarına ve aklın metodlarına göre sistemli bir zihnî araştırma yoluyla bilgi problemine (bilginin menşei, bilginin değeri, hakikat problemi gibi konulara), varlık problemine (varlığın mahiyeti, esası nedir? Madde, hayat, ruh, Allah nedir? Varlık tek midir, çok mudur, zaman, mekân ne demektir, gibi sorulara), fiil (action) problemine (hürriyet, kader, determenizm, irade ve sorumluluk gibi konulara) kendi arasında tutarlı bir genel bakış ve yorum getirmeyi ifade eder... Felsefe, sıra ile bilgi teorisi (epistemologie), varlık teorisi (ontologie) ve fiil teorisi
(action) adını verdikleri konularda, kendi içinde tutarlı bir yorumlama biçimidir.

Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamız, bu konuda, şöyle yazıyorlar: “Filozof saçlarını ve sakalını yolarak düşünüyor: Acaba bilginin kaynağı objeler (eşya) mi, yoksa insan zihni mi? İşte, her rengi ile filozofun dimağını eriten, çatışmalara sebep olan, koskoca felsefe tarihini meydana getiren temel soru bu olmuştur. Evet, bilginin kaynağı, objet mi, yoksa sujet mi? Varlığın mahiyeti nedir?”

Kısaca, felsefe, varlık, bilgi ve irade problemlerine zihnî çözümler arayan sistematik ve bütüncü bir düşünce ürünüdür... Burada görülüyor ki, filozoflar birer sistem adamı olarak, aklın kanunları ve aklın metodlarına dayanarak, kendi içinde tutarlı ve felsefenin belli başlı problemlerine aklî çözümler arayan bir sistem geliştirmek zorunda kalıyorlar ve felsefe tarihinde rastladığımız felsefî ekoller ve akımlar böylece doğmuş bulunuyor.

Bu haliyle felsefe, ne iyidir ne kötü, ne helâldir ne haram, çünkü bu durumda felsefe sadece bir vasıtadır ve vasıtalar vasıta olmaları itibariyle iyi de kötü de, helâl de haram da olamazlar.
Vasıtalar kullanım amaçlarına ve kullanan elin maksadına göre iyi veya kötü, helâl veya haram olurlar... Bu durumu, merhum Üstad Necip FAZIL, şöyle ifade ediyorlar: “Bıçak, katilin elinde cinayet âleti, ev kadının elinde ekmek kesme aracı, cerrahın elinde ise neşter olarak, şifâ sebebi olur.”

İSLÂMİYET FELSEFEYE KARŞI MIDIR?

“Öyleyse, İslâm âlimleri, özellikle de İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri felsefeye ve filozoflara neden küfür isnat ediyorlar?”

Bu soru ve hüküm tam olarak doğru kabul edilemez! Çünkü İslâm âlimleri ve İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri top yekün felsefeye ve filozoflara küfür isnad etmiyor... Sadece belli başlı filozoflar ile felsefelere karşı çıkıyorlar.

Nitekim, İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri, El-Munkizu Mine'd-dalâl isimli eserinin, Felsefenin Gayesi Hakkında başlıklı bölümünde: “Burada felsefenin kötü olan ve olmayan kısımları hangileridir, feylesûflar hangi sözlerinde tekfir olunurlar, hangilerinde olunmazlar? Hangi hususlarda bid'at ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar? Hakikât ehlinin sözlerinden çalıp, bâtıl iddialarını kabul ettirmek için kendi sözlerinin arasına kattıkları nedir? Halk, onların hakikât diye iddia ettikleri bu sözlerinden nasıl nefret etmiştir? Hakikât sarrafı olanlar, onların sözlerinden saf hakikâtı, kalp ve mağşusundan (karışık) nasıl ayırt etmişlerdir, gibi hususları izah edeceğim” diye buyuruyorlar.

İmam-ı GAZZALÎ Hazretlerinin bu sözlerinden, felsefenin tamamının küfür olmadığını, keza, filozofların tamamının da kâfir olmadıklarını anlamak gerekmez mi?.. Yoksa biz, yanlış mı anlıyoruz?

O halde problem nedir? Felsefe insanlara bilhassa Müslümanlara neden bu kadar şâibeli gözüküyor? Felsefenin alâkadar olduğu konular, müslümanlar tarafından neden bu kadar tehlikeli bulunuyor?

Bu suallerin cevaplarını kısmen İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri, kısmen de biz, biraz yukarda verdik. Burada şu kadar bir ilâve yapalım: Filozoflar ya da felsefeciler, felsefî problemlere yani varlık, bilgi ve fiil meselelerine sadece aklı kullanarak cevaplar bulmaya çalıştıkları için, haklı olarak İslâm Dünyası'nda hep şüphe ile karşılanmışlardır. Felsefe ile filozoflara şüphe ile bakanlar haklıdırlar. Çünkü bu iş ne akılla olur ne de akılsız... Yüce dinimize göre: “Aklı olmayanın dini de yoktur”, ancak bilmek gerekir ki, Güzide Peygamberler silsilesi olmasa idi, akıl, tek başına hakikata yani gerçek dine ulaşamazdı.

Öyleyse mesele felsefede ya da felsefenin ilgilendiği konularda değil, felsefenin kullandığı akıl vasıtası ile akıl metodundadır... Problem belli olduğuna göre çözüm de kolaylaştı... Çözüm: Felsefenin ilgilendiği problemlere yani varlık meselesine, bilgi meselesine, fiil meselesine edille-i şe'riyye sınırları içinde kalarak, yani İslâmiyet'ten cevaplar bulmaktır.

Bu mümkün mü? Bu sorular ile bu sorulara akraba suallerin cevapları İslâm'da var mı? Elbette mümkün! Bu soruların cevapları tabii ki İslâm'da var!

Evet, İslâm, dört başı mâmur bir sistem olarak, akla gelebilecek her konuda emirler, yasaklar ve prensipler vazetmiştir; akla yol göstermiştir. Böylece, İslâm'ın ışığında bir tefekkür doğmuş, kendine has bir güzel san'atlar dünyası oluşmuş, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayat yepyeni boyutlar kazanarak, büyük bir kültür ve medeniyetin tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır.

İslâm'ın her konuda ortaya koyduğu değerleri, burada, tek tek sayıp açıklamamıza lüzum yok, bu mümkün de değil... Ancak şu kadarını söyliyelim ki, İslâm'ın el atmadığı ve çözüm getirmediği hiç bir beşerî problem yoktur. Buna dayanarak diyoruz ki, her kesimden insanların İslâm’dan öğrenecekleri çok şey vardır. Bunun için İslâm'ın temel kaynaklarını ve 1400 küsûr yıllık tarihî uygulamasını, geliştirdiği bütün müesseseleri ile birlikte ilmî ve akademik bir süzgeçten geçirebilmek gerekir.

Biz iddia ediyoruz ki, varlık problemi etrafında kafa patlatan ve çeşitli felsefî ekollere bölünüp boğuşan filozofların, varlık meselesine doğru cevaplar bulabilmesi için, İslâm'ın bu konudaki emir ve ölçülerinden haberdâr olması şarttır.

Gene, bilgi problemini çözmek isteyen ve fakat işin içinden çıkamayan fikir adamlarının, bilgi meselesine doğru cevaplar bulabilmesi için, İslâm'ın bu konudaki mesajlarından haberdâr olması şarttır.
Gene, irade ve aksiyon problemi etrafında düşünürken çıkmazlara düşerek bunalan beyinlerin, irade ve aksiyon meselesine doğru cevaplar bulabilmesi için, İslâm'ın bu konudaki açıklamalarından mutlaka haberdâr olması şarttır.

İşte biz, bu bölümde, bunu yapmaya yani varlık, bilgi, irade ve aksiyon problemlerine Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İslâmiyet ile gene Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İslâm Tasavvufu'nun bakışını ortaya koymaya gayret edeceğiz... Bunu başarabilirsek, sanırız, hiç
kimsenin bir itirazı kalmayacaktır. Olamayacaktır... Ne dersiniz, yoksa, yanılıyor muyuz?

VARLIK NEDİR?

Felsefe tarihinden öğreniyoruz ki, varlık problemini incelerken filozoflar, farklı kamplara ve ekollere ayrılıyorlar, birbirlerini reddeden görüşler ortaya koyuyorlar. Böylece birbirine zıd
olarak, materyalizm, spirtüalizm, idealizm ve realizm gibi felsefî ekoller doğuyor... Peki, İslâm'ın varlık problemi karşısındaki tavrı nedir?

İslâm mütefekkirleri, bizzat Allah ve Resûlü'nün emirlerine uyarak varlık meselesini, çok hassas bir tasnif içinde, Zât-ı İlâhi, Alem-i Emr ve Alem-i Halk şeklinde incelemişlerdir. Bu
mütefekkirler, hem tevhidde kalmak, hem şirkten ve küfürden korunmak için çok hassas davranmışlardır. Çünkü bu konular iman ile küfrün, birbirine bir ustura ağzı kadar yakın durduğu sahalardır. Çok dikkat ve temkin ister. Bu noktada aklı başıboş bırakmak, felâkete
sebep olabilir. Onun için, akıl ısrarla vahyin nuranî çizgisini takibedecek, şeriat'ın ve Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunun büyüklerinin ayak izlerini izleyecektir.

Hem şeriat'ı hem de tasavvufu bilen İslâm büyükleri, Vâcib-ül Vücûd olan ulu ve yüce Allah'ın varlığını asıl varlık kabul etmişler; diğer varlıkları ve bütün mümkünatı da ulu ve yüce Allah'ın fiillerinin, sıfatlarının ve isimlerinin zılları (fenomenleri) şeklinde yorumlamışlardır.

Tasavvufta zıl, bir şeyin, ikinci, üçüncü,... mertebelerde görünmesi demektir. Yani, her varlık, varlığını ulu ve yüce Allah'ın varlığından almakta ve ancak ulu ve yüce Allah'ın varlığı ile varlık âleminde durmaktadır. Varlığın kaynağı tek, mertebesi çoktur...

İslâmiyet'de, Zât-ı İlâhi’den ayrı ve O'nun aynı olmayan sıfatları, varlığın mebdeini (başlangıcını) teşkil eder. Alem-i emr ve Alem-i halk, ulu ve yüce Allah'ın eserleri ve âyetleridir... Israrla belirtelim ki, ulu ve yüce Allah, mahlûkata hulûl etmez ve fakat onlardan zuhur eder. Nitekim, yer ve gökler, ulu ve yüce Allah'ı haber veren âşyetler ile doludur.

Zât-ı İlâhi: Zât-ı İlâhi’yi merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamız şöyle anlatıyor: “Yer ile gökler, O'nun varlığını ısrarla heber verdiği halde, asla hayale ve tasavvura gelmeyen ulu ve yüce Varlık. O bize, bizden daha yakınken, idrak ve tasavvurumuz O'na sonsuzca uzak...”

“O'nu fiilleri, sıfatları ve isimleri ile -sır üstü sır âlemi olarak- Alem-i Zâti olarak ananlar da var. Bu da mümkün... Ancak, burada sözü edilen âlem mefhumunun ifade ettiği sır karşısında,
insan tasavvuru susar, lügatlar manâsını kaybeder ve sadece ruhlar ürperir.”

“Böyle olunca, Alem-i Zâti, ulu ve yüce Allah'ın fiillerinden, sıfatlarından ve isimlerinden ibaret -sır üstü sır- tevhid âlemi... Çünkü, O'nun fiilleri, sıfatları ve isimleri, O'ndan ayrı da değil, O'nun aynı da değil... Zâti İlâhi, bütün şüûnatı (işleri) ile birlikte tevhid sırrı içinde tecelli eder.”
“Allah BİR’dir. Lâkin, bu BİR, her türlü terkib ve tahlilden münezzehtir ve bütün sayı idrakini yok eder. Kesin olarak ve tekrar tekrar belirtelim ki, biz, aklımızla Allah'ın varlığını ve BİR’liğini biliriz ve fakat O'nu asla tasavvur edemeyiz. Yani, aklımız ve zekâmız,
Allah'ı bilmemize yetiyor ve fakat idrakimiz O'nu tasavvur edemiyor.”

“Yaradılmışlara bakarak Yaradan'ı bilmek mümkündür. Fakat, esas mesele, Yaradan'ı bildikten sonra yaratılmışlara bakmadadır. Gerçek bir mümin, idrak etmelidir ki, Yaradan ve yaratılmış, ancak Allah'ın varlığı ile anlaşılabilir.”

“Allah'ın Yüce Zâtı, yarattıklarına benzemekten ve yaratıklarına hulûl etmekten münezzehtir. Ancak, bütün varlık tezahürleri, ister âlem-i emrden, ister âlem-i halktan olsunlar, sadece ve ancak, Allah'ın eserleridirler. O'nun tarafından yaratılmışdır. Hiçbiri O olamaz. Bununla birlikte, basiret sahibi bir bakış, bütün yaratıklardan, Allah'a ait ilimlerin zuhûr ettiğini görür. Çünkü, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de buyrulduğu gibi, “O, evveldir, âhirdir. zâhirdir, bâtındır.” (Bkz. El Hadid Sûresi, âyet: 3) Bunun için, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de, ısrarla insanların göklerin ve yerin yaradılışını düşünmeleri, orada Allah'ın
varlığına birliğine ve yüceliğine dair pekçok âyetin bulunduğu belirtilir. Hele insan, evet bizzat o, maddesiyle ve manâsıyla başlıbaşına bir kitap...”

“Görülüyor ki, âlem-i halk da, âlem-i emr de yaratılmış olup Allah'ın mülküne dahildirler. Bu âlemlerin tek ve mutlak sahibi Yüce Allah'tır. Bu husus, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: “Biliniz ki, halk ve emir O'nundur.” (Bkz. El-A'raf Sûresi, âyet: 54)

Âlem-i Halk: Halk kelimesi, Arapça'da hem yaratılmış, hem de ölçülebilir demektir. Böyle olunca, âlem-i halk, yaratılmış ve ölçülebilir varlıklar âlemi demek oluyor. Kemmiyet ifade eden, canlı cansız her şey bu âleme dahildir. Enerji dünyası, atomik parçacıklar, bütün elementler, maddenin bütün tezahürleri, yer ve gök cisimleri, topraktan, ateşten, ışıktan, nûrdan yaratılan herşey ve bunların faaliyetleri, tek ve çok hücreli bütün canlılar, bitkiler, hayvanlar, cinler, melekler, insanlar ve insana mahsus bütün değerler, öte yandan Cennet, Cehennem, Arş ve Kürsi,.. hep âlem-i halk'tandırlar... Âlem-i halk, Arş ve onun altındaki âlemdir... Arş ise, âlem-i halk'ı (yani, bu ölçülebilir âlemi), âlem-i emrden (yani, ruhlar âleminden) ayıran, hafsala ve akıl kabul etmez genişlikteki geçit sahasıdır. Bazı, İslâm mütefekkirlerine göre, buna Kürsi de denir... Diğer taraftan, Kürsi, ayrı bir makam olup Arş'ın altında kalır diyenler de vardır.

Âlem-i halkın gelip âlem-i emre dayandığı hududun işaret noktasına Sidret-ül Müntehâ denir. Âlem-i halktan melekler dahil hiç kimse bu hududu geçemez. Sadece Mi'raç Mûcizesi esnasında, ulu ve yüce Allah'ın izniyle Peygamber Efendimiz geçebilmiştir.

Âlem-i Emr: Alem-i emr, ulu ve yüce Allah'ın ol emri ile bir anda yaratılan ve Arş'ın üstünde kalan, maddî olmayan, zamana ve ölçüye gelmeyen, ulu ve yüce Allah'ın emirleri cümlesinden olan varlık tezahürleridir. Buraya âlem-i ervah (ruhlar âlemi) de denir. Âlem-i emr, bu haliyle, âlem-i halk'ı, Âlem-i Zâti’ye ulaştıran geçit gibidir.

Mutasavvıf, seyr ü sülûk esnasında, sanki, seyr-i afâkî (objektif gezinme) ile âlem-i halkta ve seyr-i enfüsî (sübjektif gezinme) ile âlem-i emrde gezinir. Sonra, derece derece, manevî bir
yüceliş ile seyr-i mutlak ile Âlem-i Zâti'ye teveccüh eder ve ulu ve yüce Allah'ın dilediği manevî mertebelere ulaştırılır.

İmam-ı RABBANÎ Hazretleri, bir veli için, âlem-i emrin, beş mertebeli olduğunu bildirmişlerdir. Bu mertebeler, basamak basamak şöyle sıralanabilir: “Birinci basamak, kalb (gönül), ikinci basamak, ruh, üçüncü basamak, sır, dördüncü basamak, hâfi ve beşinci
basamak, ahfâ mertebesidir.”

İmam-ı RABBANÎ Hazretleri, âlem-i emr ve ruh konusunda da şöyle buyururlar: “Âlem-i emr bilgilerini anlatmak yasak edilmiştir. Çünkü, çok ince bilgilerdir. Dinleyenler yanlış anlar. İsrâ Sûresi, 85. âyetinde: “Sizlere (ruh konusunda) pek az ilim verildi diye bildirilen ilim ile şereflenen râsih âlimler, (ancak) perde arkasını seyredebilmektedirler”.

Netice olarak: İslâm'da tek, gerçek ve mutlak varlık ulu ve yüce Allah'tır. Ulu ve yüce Allah var iken hiç bir varlık yok idi. Enerji, madde, hayat ve ruh adını verdiğimiz bütün varlık tezahürleri, O'nun yaratması ile meydana geldi. Herşey onun isim ve sıfatlarının birer
tecellisi olup, bize O'dan haber getiren birer mesaj durumundadır. Bütün varlıklar O'nunla varlıkta dururlar, varlıklarını O'na borçludurlar. Biz müslümanlar, enerjiyi, maddeyi, hayatı ve ruhu inkâr etmeyiz. Bunların hepsini, bir Kitab-ı Ekber olan kâinatın içine yerleştirilmiş birer âyet olarak görürüz. Bize göre, yaratılmışlar, fâni, geçici ve izafî birer varlık olup gerçek varlık Vâcib-ül Vücûd olan ulu ve yüce Allah'tır. Nitekim, ulu ve yüce Allah'ın zâtından
başka herşey helâk olucudur.

Böylece anlaşılıyor ki, biz müslümanlar, varlık problemi konusunda hiç bir felsefî ekole bağlanamayız ve yaratılmış hiçbir varlığı, bütün Varlıkların Kaynağı itibar edemeyiz.

BİLGİ'NİN MENŞEİ NEDİR?

Felsefe tarihinin en önemli konularından biri de epistemoloji yani, bilginin menşei meselesidir.

Fikir adamları tarih boyunca kendilerine sormuşlardır: Bilginin menşei eşya mıdır, insanın zihni midir? Yoksa, bilgi bunları aşan bir kaynağa bağlanabilir mi? İnsan bilgisi, objektif midir, sübjektif midir, mutlak mıdır, itibari midir?.. Ve daha nice sorular...

Bazı filozoflara göre, bilginin oluşumunda, zihni tayin eden eşyadır. Yani, insan ne biliyorsa, hepsini de eşyadan öğrenmiştir. Zihnimizde ne varsa tecrübeden ve dış âlemden duyular vasıtası ile alınmıştır. İnsan zihni boş bir tablo gibidir, üzerinde ne yazılı ise dışardan alınmıştır. Ampiristler, sansualistler ve materyalistler... hep böyle düşünürler.

Bazı filozoflar da bilginin oluşumunda, eşyayı tayin eden insan zihnidir, derler. Bütün bilgilerimiz, fikirlerden ibarettir. Biz, eşyayı, zihnimizin yapısı içinde müşahede edebiliriz. Biz, eşyayı olduğu gibi değil, zihnimizin idrak ettiği şekilde bilebiliriz. Eşya bilginin temeli değil, belki bir vesilesidir, bu sebeple insan zihnini, boş bir tablo sanmak mümkün değildir. Rasyonalistler, spiritüalistler, idealistler... hep böyle düşünürler.

Bazı filozoflar da, bu iki felsefî görüş arasında dolaşır ve eklektik görüşler ortaya koymaya çalışırlar. Meselâ, realistler, kritisistler böyle hareket ederler.

İslâm tefekkürüne göre, tek ve mutlak varlık sadece ulu ve yüce Allah'tır. Diğer varlıklar, yani bütün mahlûkat ve mümkünat, ulu ve yüce Allah'ın fiillerinin, sıfatlarının ve isimlerinin tecellileri olarak, birer âyet ve birer mesaj olarak bilgi yüklüdürler.

Eşya, mutlak varlık olan ulu ve yüce Allah'tan aldıkları bilgi yükünü, kendi mahiyetlerine, -tabir câizse kendi dillerine- göre yansıtırlar.

İslâm'a göre, bilginin tek ve mutlak kaynağı Âlim ismi ile sıfatlanmış olan ulu ve yüce Allah'tır. Ulu ve yüce Allah, mutlak ve yanılmaz bilgileri vahiy kanalı ile Şanlı Peygamberlere ulaştırmanın yanında, bütün eşya âlemini de muhteşem bir Kitab-ı Ekber şeklinde âyet ve mesajlar ile doldurmuştur. Bu sebeple bütün eşya âlemi birer bilgi taşıyıcısıdır. Yani, dünyamızı ve kâinatımızı dolduran objeler ve varlıklar, taşıdıkları bilgi yükünden habersiz birer mektup gibi, insanların idraklerine ulaşmaya çalışırlar. Biz,
müslümanlar, bütün varlık tezahürlerine bu gözle bakarız. Nitekim, Eş-Şuara sûresinin, 29. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Göklerin ve yerin ve bunlar içinde yayıp ürettiği bütün canlıların yaradılışı, O'nun âyetlerindedir”. El-Casiye sûresinin, 4. âyetinde de şöyle buyurulur: “Allah'ın sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp ürettiği her canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için âyetler var”.

İslâm'da ilmin ve âlimin çok yüksek bir değeri vardır. Çünkü, biz müslümanlar biliriz ki, ilmin gerçek kaynağı ulu ve yüce Allah'tır. İnsana bildiklerini O öğretmiştir. Bu husus, El-Alâk sûresinin, 4-5. âyetlerinde, meâlen şöyle açıklanmıştır: “Kalemle (yazı yazmayı) öğreten O'dur. İnsana bilmediğini O öğretti”.

İslâm'a göre, insana bilgi, iki yoldan gönderilir. Bunlardan biri, Şanlı Peygamberler vasıtası ile vâhiy yolundan, diğeri de bizzat insanın eşya ve olayları yorumlaması ile, yani akıl yolundan...

Biz müslümanların elinde iki muhteşem kitap vardır. Bunlardan birincisi, ulu ve yüce Allah'ın Peygamber Efendimize vahiy yolu ile gönderdiği Kur'ân-ı Kerim, ikincisi de bütün beşer idrakine açılmış, sırlarla dolu ve Kitab-ı Ekber adı verilen topyekün âlem...

Biz müslümanlar, bu iki kitabı okumaya ve bu iki kitapta yazılı âyetleri ve mesajları çözmeye çalışırız. Yukarda meâlini verdiğimiz âyetten anlaşıldığı gibi, bizzat Kur'ân-ı Kerim, bir Kitab-ı Ekber durumunda olan topyekün âlemi incelememizi, oradan sağlam bilgiler
edinmemizi emretmektedir. Çünkü, gökler ve yerler, Allah'ın âyetleri ile doludur.

Bize vahiy yolu ile gelen bilgiler mutlaktır, imanîdir ve çok defa gaybîdir. Meselâ, ulu ve yüce Allah'ın varlığı, birliği, meleklerin varlığı, Peygamberlerin vahye mahzar olduğu, Peygamberler vasıtası ile kitaplar ve sahifeler gönderildiği, öldükten sonra tekrar dirileceğimiz, Cennet'in, Cehennem'in varlığı, Hesap Günü'nün geleceği, kader'in mevcudiyeti,... gibi bilgiler bize, hep vahiy yolu ile ulaşmıştır. Peygamberler olmasa idi, akıl, bunları kolay kolay bilemezdi.

Kitab-ı Ekber durumunda bulunan yaratılmışlar âleminin durumuna gelince, burada esas olan, aklı kullanmaktır. Yani, düşünmek, araştırmak, hipotezler kurmak, müşahede, tecrübe ve
mukayeselerle sağlam bilgiye ulaşmaktır. Ama asla unutmamak gerekir ki, bu suretle elde ettiğimiz bilgiler, şimdi artık bütün gerçek ilim adamlarının itiraf ettiği gibi itibarî (rölatif)tir. Devamlı olarak kontrola muhtaçtır; vahyin dedüktif (tümdengelimci) karakteri yerine, indüktif (tümevarımcı) bir yol takip etmek zorundadır.

Netice olarak: İslâmiyet'e göre bilginin kaynağı ulu ve yüce Allah'tır. İnsana, bilmediğini O öğretti. Bunun için, bir Kitab-ı Ekber olarak tabiatı ve kâinatı yarattı. Yer ile gök arasını, herbiri birer âyet olan objelerle doldurdu. Enerji, madde, hayat ve ruh adını verdiğimiz binlerce varlık türünü çeşitli mesajlarla donattı. Sanki tabiatta ve kâinatta bulunan her varlık, bilinmek ve okunmak üzere, insan idrakine sunuldu. Diğer varlıkları bilmeyiz ama, insan, tabiatı ve kâinatı dolduran bu mesajları okuyacak ve yorumlayacak kabiliyette yaratıldı. Bu sebeple olacak Peygamber Efendimize gelen ilk vahiy cümlesi “oku” emrinden ibarettir. Gerçekten de insanoğlu, Kitab-ı Ekber'i okuyabilecek istidatta yaratılan tek canlıdır.

Görünen o ki, başta madde ve enerji olmak üzere, bütün varlıklar bilinmek için yaratıldığı halde, sadece insanoğlu bilmek ile mükellef kılınmıştır. Madde, kendinde yazılı olanlardan habersiz bir mektup gibidir. O bir şey bilmez, fakat bigi yüklüdür. Maddedeki bilgi yükünü ancak insan zihni, kendi yapısı ve istidatları içinde idrak edebilir. Bilgiyi meydana getiren ne madde, ne de insan zihnidir. Bilgi, ulu ve yüce Allah'ın âlim sıfatından kaynaklanmakta ve çeşitli vasıtalarla insan idrakine ulaştırılmaktadır.

İnsanoğlu da, geliştirdiği vasıta ve tekniklerle eşya ve varlıkların bağrına yerleştirilmiş mesajları dosdoğru öğrenmek ve bilmek ihtiyacı içinde bulunmaktadır. Gözlemler, deneyler,
laboratuvarlar kısaca her türlü inceleme ve araştırmalarla eşyanın sırlarını çözmek istemektedir.

Böylece anlaşılıyor ki, biz müslümanlar, bilginin kaynağı konusunda da felsefî ekollerden hiç birisine bağlanamayız. Yani, biz materyalist ve idealist ekollerden birine saplanarak düşünemeyiz. Bize göre, ilâhi mesajlarla yüklü olan madde âleminin sırlarını çözmekle
görevlendirilmiş insanoğlunun, bilginin gerçek kaynağı olarak, El-Âlim olan ulu ve yüce Allah'a yönelmesi şarttır. Aksi halde, insanlık, cehaletten kurtulamaz.

FİİL YA DA AKSİYON MESELESİ NEDİR?

Felsefenin en mühim konularından biri de fiil, yahut aksiyon meselesidir. Bu başlık altında, filozoflar, fiil, fail, determinizm, fatalizm, hürriyet ve yaratma meselelerini ele almışlar ve insanın iradesini tahlil ve tarif etmeye çalışmışlardır. Filozoflar, bu konuda da farklı ekollere bölünmüşler ve fakat insanoğlunu tatmin edememişlerdir... Beşeriyet bu konularda da, vahyin nurlu çizgisine muhtaç bulunmaktadır.

Ancak, hemen belirtelim ki, bu konular, anlatılması ve anlaşılması en zor ve en tehlikeli meselelerdir. Çünkü, konu, İslâm'da, imanın temel şartlarından biri olan kader meselesini de
ilgilendirmektedir... Ayrıca, biz bu konuları, Kader ve Kaza Meselesini anlatmaya çalışırken, dolaylı olarak ve kısmen de olsa, anlattık. Bu sebeple burada, meseleyi kısaca ortaya koyarak, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nü anlatma ve geliştirme işimize devam edeceğiz.

Önce bilinmelidir ki, tabiat ve kâinatta bulunan her varlık, katı veya ihtimali bir determinizme bağlıdır. Yani, eşya âleminde etkisiz tepki yoktur. Yani, tabiat ve cansız kâinatta bulunan canlı ve cansız varlıkların mutlak hürriyetinden söz edilemez. Mukaddes Kitabımız Kurân-ı Kerim'de buyurulduğu üzere, her şey âdetullaha ve sünnetüllaha uygun olarak yaratılmıştır. Bunlarda bir değişiklik de olmaz. Yani, tabiat ve kâinat, ilâhi emir ve kanunlarla dizginlenmiştir. Tabiatın ve kâinatın tek ve muhtar faili ulu ve yüce Allah'tır. Kesret âleminde müşahede ettiğimiz kıpırdanış ve hareketlerin gözümüze çektiği perdeleri araladığımız zaman, bunların arkasında yalnız bir Fail-i Mutlak olarak ulu ve yüce Allah'ı görürüz.

İnsanın irade ve sorumluluğuna gelince... Hemen belirtelim ki, bizim irademiz de ulu ve yüce Allah tarafından yaratılmıştır.

İnsan, nasıl şuurlu yaratılmışsa, öylece iradeli olarak da yaratılmıştır. İnsan kendi şuurunun yaratıcısı olmadığı gibi, kendi iradesinin de yaratıcısı değildir. Yine, insan, nasıl şuurunu
kullanarak hayatını tanzim etmek durumunda ise aynı şekilde iradesini kullanarak doğru ve başarılı tercihler yapmak durumundadır.

İrade, insanın şuurlu tercihleri demektir. Çatallı bir yol ağzında bırakılan insan, devamlı bir imtihan halinde hayır ve şer arasında tercihler yapmakla mükellef kılınmıştır. Evet, sadece insandır ki, bu durumdadır. Çünkü bitkiler ve hayvanlar için hayır-şer, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, adalet-zulüm,... gibi farklı normlar ve değerler mevcut değildir.

Mineraller tam bir mekanizm halinde, eşyadaki etki-tepkiler üzerine kurulu bir zorlamayla hareket ederler, değişirler, birleşir ve çözülürler. Bitkiler, tropizm adı verilen yarı mekanik, yarı hayatî yönelişler ile güneşi, suyu, ışığı ve ısıyı ararlar. Hayvanların hayatında içgüdüler, çok önemli bir yer tutar. Bunların hepsi de şuurdan mahrum kıpırdanışlardır, dolayısı ile irade dışında kalırlar. Minerallerin, bitki ve hayvanların iradi bir hayatı yoktur.

İnsan hayatında mekanik etki-tepkilerin, tropizmlerin ve içgüdülerin de önemli yeri bulunmakla birlikte, insan davranışlarını bunlardan farklı kılan esas değer, şuurumuzdur. Tercihlerimizi, şurumuzla yaptığımız andan itibaren irade meydana çıkar. İrade, ancak
şuurlu bir canlının tercihleridir. Yani, şuur, iradeyi zaruri kılar. Kesin olarak idrak ediyoruz ki, ulu ve yüce Allah, bizi, iradeli yaratmıştır. Bizim irademizin Halık'ı (Yaratıcısı) da O'dur. Ulu ve yüce Allah, dilese idi, insanları da mineraller, bitkiler ve hayvanlar gibi iradesiz yaratabilirdi.

Evet, ulu ve yüce Allah, insanı, iradesi ile birlikte yaratmıştır. Yani, insan gibi, insanın iradesi de mahlûktur. İslâm'a göre, insan, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak imtihandadır; tercihlerinden sorumludur. Nitekim, En-Nahl sûresinin, 93. âyetinde şöyle buyurulur: “Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ul olacaksınız”.

İmam-ı ÂZAM Hazretlerinden öğrendiğimize göre, insan, küllî irade adı verilen İlâhi İrade'ye tabi olmakla birlikte, kendine mahsus ve şuurlu tercihler şeklinde tezahür eden bir cüzi iradeye de sahip kılınmıştır. İşte, insanlar, bu iradelerinden sorumludurlar.

Bütün bu hususlara ışık tutan âyeti kerime meallerini birlikte okuyalım:

“Sizi, bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz”. (El-Enbiya/35) “İnsana, hem kötülük hem de ondan sakınmak ilham edildi...”. (Eş-Şems/8) “Biz, ona (insana) iki de yol gösterdik”. (El-Beled/10)

Netice olarak: Biz müslümanlar felsefenin fiil (action) meselesine bakış konusunda da herhangi bir felsefi ekole bağlanamayız. Bağlanmamalıyız. Aksi halde, Allah korusun, İslâm'a ters düşebiliriz.

Evet! Kim ne derse desin, İSLÂMİYET, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün hem kaynağıdır, hem lokomotifidir, yani, hem temelini teşkil eder ve hem de FELSEFESİDİR! Yani, ÜLKÜCÜ, hem insanlığın asırlardanberi tartışıp, sonuçlandıramadığı felsefî problemlerin yani varlık nedir?, bilginin menşei nedir? ve fiil (action) nedir? gibi soruların cevaplarını,
Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂMİYET ile, gene, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂM TASAVVUFU'nda arayıp bulur... Hem de, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün istikametini, hudutlarını ve şeklini İSLÂMİYET belirler.

Ziyaret -> Toplam : 119,60 M - Bugn : 83507

ulkucudunya@ulkucudunya.com