« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

2-Kader ve Kaza Meselesi

 

Mâlumdur ki, İslâm'da imanın temel şartlarından biri de kadere iman etmektir... Ancak bu konu, anlaşılması ve anlatılması en zor ve tehlikeli meselelerden biridir... Bu mevzuda, ne kadar hassas olmak gerekirse, o kadar dikkatli olmak da esastır... Aksi halde, maazallah,
insanın “ayağı kayar”.

Hiç şüphesiz, ulu ve yüce Allah'tan başka yaratıcı yoktur; öte yandan tek ve gerçek fail de Cenab-ı Allah'tır. Nitekim ulu ve yüce Allah, El-Enbiya sûresinin 104. âyetinde şöyle buyurur: “Hakikatte, failler biziz”... Yaratılmışlar âleminde, meydana gelen her şey, mutlaka ulu ve yüce Allah'ın bilmesi dilemesi ve yaratması iledir. Bunun dışında hiçbir şey cereyan etmez. Edemez.
Herhangi bir şeyin meydana gelişini, ulu ve yüce Allah'ın ezelde bilmiş ve dilemiş olmasına kader denir. Ulu ve yüce Allah'ın böylece bildiği, dilediği ve yarattığı şeyin, belli bir zaman ve mekân içinde zuhur etmesine de kaza denir... Biz, Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yolunun
Maturidiye kolundan müslümanlar, kader ve kaza'yı böyle tarif ederiz. Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yolunun Eşariyye kolundan müslümanlar ise, bizim kader dediğimize kaza ve kaza dediğimize de kader derler... Aslında, her iki kelime, görüldüğü gibi, aynı anlam içinde
kaynaşmaktadır...

Bu mesele üzerinde en güzel izahlardan biri, büyük irşad kutbu Seyyid Abdülhakim ARVASÎ Hazretlerinin şu kıyasıdır: “Allah seni yaratır da ne yapacağını bilmez mi?” İşte kader!..
Kader, bu büyük velinin de belirttikleri gibi, “bir cebr-i mütehakkim değil, bir ilm-i mütekaddimdir.” Bu şu demektir: Kader, hükmedici bir zorlamaya değil, ulu ve yüce Allah'ın âlim sıfatı ile her şeyi önceden bilmesine denir. Yani, ulu ve yüce Allah, kullarını, cebir
ve baskı yaparak davranmaya zorlamamakta, fakat, bütün zamanı ve mekânı ihata eden ilmi ile her kıpırdanışı, her niyeti ve her fiili, tâ ezelden beri bilmekte ve yaratmaktadır. Elbette, ulu ve yüce Allah, bu bilgisinde ve yaratmasında asla yanılmamaktadır. Çünkü, ulu ve yüce
Allah'ın yanılması ve bilmemesi düşünülemez; bu O'nun şânına aykırı düşer... Kısaca, İslâm'da kader, eşya ve olaylara mahkûmiyet değil, irade-i külliye içinde, ulu ve yüce Allah'a teslimiyetle irade-i cüz'iyyemizi kullanarak, tabiata ve cemiyete özlediğimiz nizamı hâkim kılmaktır...
O halde, kader'in ulu ve yüce Allah'tan olduğuna inanmak demek, iyiliğe karşı iyilik ve kötülüğe karşı kötülük takdir edildiğine ve bu takdirin ezeli olduğuna inanmak demektir.

İMAM-I AZAM'DA KADER VE KAZA
İmam-ı Azam Ebu HANİFE Hazretleri, Fıkh-ı Ekber'de şöyle buyuruyor: “Allah Teala ilmiyle daima bilir, ilim ezelden O'nun sıfatıdır. Kudreti ile kâdirdir, kudret Allah'ın ezelden sıfatıdır. Kendi kelâmıyle konuşur, kelâm Allah'ın ezeli sıfatıdır. Kendi yaratma sıfatı ile yaratıcıdır. Yaratmak O'nun ezelden sıfatıdır. Ne yaparsa kendi fiiliyle yapar, bu da O'nun ezelden sıfatıdır”.
“Allah ne yaparsa kendi fiiliyle yapar, fiil O'nun ezelden sıfatıdır. Yapma O'nun ezelden sıfatı olmakla beraber yapılan, mahlûktur. O'nun bu fiil sıfatı ezelîdir, hadis değildir, mahlûk da
değildir. Her kim bunların aksini söylerse veya şüphe ederse, şüphe ile duraklarsa mü'min değildir”.
İmam MATURİDİ Hazretlerinin, Fıkh-ı Ekber Şerhi'nde şöyle bir izah vardır: “Allah Teala'nın sıfatları zâtı'nın ne aynıdır, ne de gayrıdır. Kaderiye (Mutezile), Allah'ın sıfatlarını nefyederek, zâtının gayrıdır, dediler. Ayrıca Eş'ariyye ve Mutezile'ye göre Allah Teala'nın
fiili ve sıfatları hadistir. Bunlara göre: yazı, yazılmadan önce yazılmış olmaz, bina, yapılmadan önce yapılmış olarak görülmez; işlenen fiil, meydana gelince (fiil ve fail) bilinir. Bundan dolayı da, Allah, yarattığı zaman yaratıcı, rızık verdiğinde rezzak, irade ettiğinde
mürid'dir, derler”.

“Bunlara deriz ki: Kâdir olan Allah, daima kâdir'dir. Âlim olan Allah'ın bu ilim sıfatı, daimi'dir. Zâti ve fiili sıfatlarının hepsi de ezelî ve daimi'dir”.
“Allah, bir işi yapmadan önce de yapıcı, yazmadan önce de yazma sıfatına sahipti. Eğer, yaratmadan önce, yaratıcı olmasaydı veya yaratma fiilini kendisi için ihdas etseydi, Allah Teala'nın, bu sıfata sahip olmadan önce, âciz olması gerekirdi. Bunu da düşünmek bile caiz
değildir. Allah'ın sıfatları konusunda, sahih olan görüş şudur: Sıfat-ı ilâhî haktır, ezelî'dir, ebedî'dir. Ne zâtı'nın aynıdır, ne gayrı. İsim ve sıfatlarının ezelî ve ebedî oluşu bakımından, aralarında hiçbir fark yoktur”.
Ancak, bilmek gerekir ki, ulu ve yüce Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratması başka şeydir rızası ve sevmesi başka şeydir.
İmam-ı AZAM Hazretleri, Fıkh-ı Ekber'de şöyle buyuruyor: “Allah Teala mahlûkatı yaratmadan önce yaratıcı, Musa (a.s) ile konuşmadan önce de kelâm sıfatına sahipti. O'nun sıfatlarının hepsi (hiç biri) mahlûkatın sıfatlarına benzemez. Bilir, bilmesi bizim bilişimiz gibi
değildir. Her şeye kaadir'dir, O'nun kudreti bizim gibi değildir. Görmesi, işitmesi bizim görmemize ve işitmemize benzemez, konuşması da bizim konuşmamıza benzemez. Biz âlet ve harf gibi vasıtalarla konuşuruz. O'nun konuşması için vasıtaya ihtiyaç yoktur. O'nun
konuşması yaratılmış değildir”.

“Allah Teala'nın gazabı ve rızası, keyfiyeti bilinmeyen iki sıfatıdır”.
“Allah Teala eşyayı bir şey'den yaratmadı. Eşya yaratılmadan önce de onu biliyordu. Eşyayı takdir eden ve ona hükmeden O'dur”.
“Dünya ve ahirette hiçbir şey O'nun dilemesi, ilmi, kazası, kaderi ve Levh-i Mahfûz'da yazısı olmaksızın meydana gelmiş veya gelecek değildir. Levh-i Mahfûz'da yazısı ise tasnif suretiyledir, hükmetmek şeklinde değildir”.
Burada, tekrar Fıkh-ı Ekber'e dönmeden önce, herhalde, Levh-i Mahfûz hakkında kısa bir bilgi vermek lâzım... Sözlük anlamı itibari ile Levh-i Mahfûz, korunmuş levha demektir. Buna Ümm-ül Kitab (Ana Kitab) da denir. Tâbir olarak kader ve kaza anlamına gelir.
Ezelden ebede kadar, olmuş ve olacaklar, o levhada, o kitabda yazılıdır. Yalnız burada geçen levha, kitab ve yazı kavramları, en mücerret manâları içinde ele alınıp düşünülmelidir.
Dinimizde, Levh-i Mahfûza inanmak şarttır. Çünkü, ulu ve yüce Allah, Er-Ra'd sûresinin 39. âyetinde şöyle buyuruyor: “Ana Kitab, O'nun nezdindedir.”
Kaf sûresinin 4. âyetinde de, şöyle buyurulur: “Nezdimizde (her şeyi) hıfz (ve tesbit) eden bir kitap vardır.”

İmam-ı AZAM Hazretleri, Fıkh-ı Ekber'inde şöyle buyuruyor: “Kaza, kader ve bunlara ait meşiyyet (dileme, irade etme) sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın keyfiyetsiz (mahiyeti bizce bilinmeyen) sıfatlarındandır”.
“Allah Teala, ma'dûm'u yokluk halinde bildiği gibi, onu yokluktan varlığa çıkardığı zaman da nasıl olacağını bilir. Mevcud'u, var iken var olarak bildiği gibi, nasıl yok olacağını da bilir. Allah ayakta duranı, bu haliyle bildiği gibi, oturduğunda da oturuş halini bilir. Allah'ın bilmesi ilminin değişmesi veya ziyadelikle değildir. İlimde değişme, başkalaşma ve ihtilâf yaratılmışlara göredir”.
“Allah Teala insanları küfür ve imandan salim olarak yarattı. Sonra onlara hitabetti. İyilikleri emretti, kötülükleri yasakladı. Bunun için kâfirin küfrü kendi isteğiyledir. Hakkı inkâr ve
imansızlıkta inad edenlerin bu durumları, Allah'ın onlara yardım ve inâyetini kesmesinden dolayıdır. İman eden mü'minin imanı da kendi isteğiyledir, mü'minin ikrar ve tasdiki Allah'ın tevfiki ve yardımıyladır”.
“Allah Teala, yarattığı insanların hiç birini küfür veya iman için zorlamaz. İnsanları yaratırken Allah mü'min veya kâfir olarak değil de şahıslar olarak yaratmıştır. İman da küfür de insanların kendi fiillerinin eseridir. Allah kâfiri, küfür halinde, kâfir olarak bilir. Eğer iman ederse, onu imanlı haliyle mü'min olarak bilir, mü'mini de sever. Kulun küfür veya iman halinin değişmesi Cenab-ı Hakk'ın da bunları bilmesi ile Allah'ın ilminde ve sıfatında tağyir olmaz. Kulların hareket ve sukûnetle ilgili bütün fiilleri, aslında, kendi kesblerinin mahsûlüdür. Allah Teala bu işlerin yaratıcısıdır. Bunların hepsi O'nun iradesi, kazası ve takdiriyledir”.
“Taatlerin hepsi Allah'ın emriyle, iradesiyle, sevgisiyle, kazası ve takdiriyle boynumuza borçtur. Ma'siyetlerin hepsi de O'nun takdiri, iradesi ve kazasıyladır. Fakat sevgisi, rızası ve emri ile değildir”.
Ulu ve yüce Allah, El-Enbiya sûresinin 35. âyetinde şöyle buyurur: “Sizi, bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz.” Görüldüğü gibi, hayır ve şerri yaratan ve kullarını bunlar ile
imtihana tâbi tutan (yani, insan davranışlarını, âdeta bir doğru/yanlış testi içinde tanzim eden) bizzat ulu ve yüce Allah'tır. Elbette hayır ve şer Allah'tandır. Ancak, insanlar, kendilerine
verilen akıl ve irade sebebi ile tercihlerinden sorumludurlar. Akıl ve irade, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilecek kabiliyette yaratılmıştır. Ulu ve yüce Allah, kullarını hayır ve şer işlemeye zorlamaz. Ancak Allah, akıl ve iradesi ile hayra yönelen kullarına ihsanı ile yardım eder; şerre yönelen kullarına yardımı keser; onları fiillerinden ve tercihlerinden dolayı sorumlu tutar. Yani ulu ve yüce Allah, asla zulmetmez. Ancak, O, dilerse, mü'min kularını ihsanı ile mükâfatlandırır, yine, O, dilerse, günahkâr mü'min kullarını adaleti ile cezalandırır veya rahmeti ile afv ve mağfiret eder. Çünkü, ulu ve yüce Allah, bu mülkün kayıtsız, şartsız, mutlak sahibidir.

AMELLER ÜÇ KISIMDIR
İmam-ı Azam Ebu HANİFE Hazretlerinin El-Vasiyye (Vasiyyet)inden öğrendiğimize göre, ameller üç kısımdır:
1. Farz olan ameller: Bu gibi işler, ulu ve yüce Allah'ın emirleridir. Ulu ve yüce Allah, bu işleri ve ibadetleri yapmamızı dilemektedir, istemektedir. Ayrıca O, bu işleri ve amelleri de, bunları yapanları da sevmektedir. Yani, bunların yapılmasına rızası vardır. Kazası (iş ve ibadetin yapılabilmesi), ulu ve yüce Allah'ın kudreti, ilmi, başarılı kılması, yaratması ve Levh-i Mahfûz'da bulunması iledir.
2. Fazilet olan ameller: Farz olmadığı halde, ulu ve yüce Allah'ın sevdiği işlerdir. Ulu ve yüce Allah'ın kulları, bu işleri yapmaya, akıl ve iradeleriyle yöneldikleri zaman, ulu ve yüce Allah da bunlara yardım eder. Severek, isteyerek, kendi hüküm ve dilemesi ile ve her şeyi kuşatan ilmi ile bu işleri ve şeyleri yaratır. Ulu ve yüce Allah'ın bu konudaki bilgisi ezelidir ve Levh-i Mahfûz'da yazılıdır.
3. Mâsiyet olan ameller: Mâsiyet, günah ve çirkin olan işler demektir. Ulu ve yüce Allah, bu gibi fiilleri ve işleri emretmez ve sevmez. Bu gibi fiillerin işlenmesini arzu etmez, yani bu konuda rızası yoktur; ancak, akıl ve iradesi ile mâsiyete yönelen kişinin şerri tercih etmesi karşısında onu yalnız ve yardımsız bırakır. Onun bu tercihini, tâ ezelden bilen ulu ve yüce Allah, Levh-i Mahfûz'unda yazılı olan işi yaratır ve kişiyi bu tercihinden dolayı sorumlu tutar.
İmam-ı Azam Ebu HANİFE Hazretleri, bunu, El-Vasiyye'de aynen şöyle ifade eder: “İkrar ederiz ki; bütün hayır ve kötülüklerin takdiri Allah'tandır. Zira bir kimse, hayır ve şerrin Allah'tan başkası tarafından takdir edildiğine inanırsa, Allah'ı inkâr etmiş olup kâfir olur ve tevhid inancı bâtıl olur”.
“Amellerin üç türlü olduğunu ikrar ederiz: Farz, fazilet ve mâsiyet (kötülük). Farz, Allah'ın emri, dilemesi, sevgisi, rızası, kazası, kaderi, hükmü, bilgisi, tevfiki, yaratması ve Levh-i Mahfûz'da yazması ile olandır. Fazilet, Allah'ın emri ile olup, ancak O'nun dilemesi, sevmesi, rızası, kazası, kaderi, bilgisi, başarıya ulaştırması, yaratması ve Levh-i Mahfûz'da yazması iledir. Mâsiyet (kötülük) de Allah'ın emri ile olmayıp, ancak dilemesiyle olur; sevgisiyle olmaz, kazası ile olur; rızası ile olmaz, takdir etmesi ve yaratmasıyla olur; başarıya ulaştırması ile olmaz, Allah'ın başarılı kılmaması ve bilgisi ile olur; bilgisi ve ona uygun olarak Levh-i
Mahfûz'da yazması ile olmaz”.

HÜRRİYET MESELESİ
Peki, insan hür müdür?
Mutlak manâda hürriyet, bir varlığın, herhangi bir etkilenmeye ve zorlanmaya maruz kalmadan, tamamen, kendi iradesi ile davranabilmesi demektir... Bu manâda hiçbir yaratığın hür olması mümkün değildir. Bilindiği gibi, canlı ve cansız her yaratık, kesin veya ihtimalî bir
determinizm içinde hareket eder. Yani, hiçbir yaratık yoktur ki, etkisiz tepki yapabilsin. Bütün yaratıklar hareket ediyorlarsa, onları, dıştan veya içten harekete zorlayan sebepler, etkiler, motivler ve dinamikler var demektir. Böyle düşününce insan da dahil, hiçbir canlı hür değildir.
Zaten, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'e göre, mutlak manâda iradesinde muhtar olan varlık sadece ulu ve yüce Allah'tır. El-Maide sûresinin 17. âyetinde şöyle buyurulur: “...Göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin hükümranlığı Allah'ındır. O, ne dilerse yaratır. Allah her şeyin üstünde tam bir kudret sahibidir”. El-Maide sûresinin 18. âyetinde de şöyle buyurulur: “...Göklerin, yerin ve aralarında ne varsa, hepsinin mülkü tasarrufu Allah'ındır. Gerçek mnâda hüküm ve hikmet sahibi sadece ulu ve yüce Allah'tır”. Bu, bir Kur'ân-ı Kerim ölçüsüdür. El-En'am sûresinin 18. âyetinde şöyle buyurulur: “O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir”.
Diğer yaratıkların durumu nedir? Ulu ve yüce Allah, Er-Rum sûresinin 26. âyetinde, şöyle cevap veriyor: “Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicidirler”. Gerçekten de bütün yaratıklar, âdetullaha ve sünnetûllaha uyarak, irade-i külliyeye boyun bükmüşlerdir. Kendilerine mahsus bir iradeleri ve dolayısı ile sorumlulukları yoktur. Fakat, insan, böyle değildir. Ona bir de irade-i cüz'iyye verilmiştir. Yani, insan, bir taraftan irade-i
külliyenin koları arasında, diğer taraftan da irade-i cüz'iyyeye sahip bulunmaktadır... İmam-ı Azam Ebu HANİFE Hazretlerine göre, irade-i cüz'iyye insanın sınırlı bir tercih kabiliyetinden ibarettir. İnsan kendi iradesinin yaratıcısı değildir, o, iradeli olarak yaratılmış ve tercihlerinden sorumlu tutulmuştur... İnsan, gerek bu kaabiliyetleri ile gerek kendisine gönderilen peygamberlerin yardımı ile iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan, helâlı haramdan ayırmasını başarabilmelidir. İnsan, bunu başarabilecek güçte yaratılmıştır. Dolayısı ile insan, yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.

CEBRİYE NEDİR?
İslâm dünyasında bazıları, insanın iradesini inkâr ve ihmal ederek bütün kıpırdanışlarımızı irade-i külliyeye (bütün varlığı içten ve dıştan kuşatan ilâhi iradeye) bağlamış ve böylece, iyi-kötü, güzel-çirkin, hak-bâtıl bütün davranışlarımızı bir cebir (zorlama) mahsulü bilmişler, insanın tercihlerinde serbest olmadığını savunarak irade ve sorumluluğumuzu red etmişlerdir. Bunlara İslâm dünyasında Cebriyeciler ve bu cereyana Cebriyye adı verilmiştir. Bunlar, cüz'i irademizi kabul etmezler.
Prof. Dr. S. Hayri BOLAY, Felsefî Doktrinler Sözlüğü'nde şöyle yazıyor: “İslâm dünyasında, kader mevzuunda ortaya çıkan en müfrit mezhep Cebriye mezhebidir”.
“Cebr, zorlama manâsına gelir. Bu mezhebe göre, insanın hiçbir iş yapma kudreti ve iradesi yoktur, çünkü insan her işinde Allah'ın mutlak iradesine ve kudretine tâbidir. Kul, ilâhi fiillerin tecellisi için bir sahneden ibaret görülmektedir. Böyle olunca insan mutlak olarak hürriyet ve iradeden mahrumdur. Bütün fiiller önceden takdir ve tayin edilmiştir. İyilik ve kötülük O'na (Allah'a) aittir. Böyle olunca da insan rüzgârın önündeki bir tüy gibi iradesiz hareket etmektedir. Bu bakımdan insanın işlemiş gibi göründüğü fiiller aslında ona isnad
edilemez. Ancak mecâzen ona izafe edilir”.
“Bu aşırı cebr anlayışı, ahlâki ve hukukî mes'uliyetin, bundan dolayı cezanın, mükellefiyetin ve terbiyenin hiç bir değeri ve manâsını bırakmıyor”.
Abdulkadir GEYLANÎ Hazretleri de şöyle buyuruyor: “Kaderi kendine mazeret sayma. Kader böyle imiş. Ne yapayım. Kaderde olmadığı için güzel ameller işleyemedim, demeğe kalkışma. Zira nefs, kaderi mazeret gösterip onunla hüccet beyan etmeğe ve böylece amelleri
terketmeğe kalkışır. Sakın bu oyuna gelme. Kaderi, mazeret olarak gösterip işin içinden sıyrılmağa kalkışmak tembellerin işidir, miskinlerin işidir. Kader, ancak emirlerle nehiylerin haricinde mazeret olabilir.”
Mevlâna Celaleddin-i RUMÎ Hazretleri ise şöyle buyuruyor: “Takdir haktır ama, kulun çalışması da hak. İki iş arasında (veya çalışıp çalışmamak arasında) tereddütte kalıyoruz. Hiç ihtiyarımız olmasa bu tereddüt olur mu? İki eli, iki ayağı bağlı olan adam, bunu mu yapsam, onu mu der mi? Şu halde tereddüt, bir kudrete delalet eder. Böyle olmasa tereddüte düşenin bıyığına gülerler. Yiğitim, kadere az bahane bul. Nasıl oluyor da suçunu başkalarına yükletiyorsun?”
Gene, MEVLÂNA Hazretleri: “Tanrı'dan başkasında ihtiyar (yani irade) yoksa, suçluya neden kızıyorsun? Neden düşmana karşı diş biler durursun? Nasıl onun suçunu kusurunu görürsün? Evin damından bir odun kırılıp düşse de seni adamakıllı yaralasa, hiç ona kinlenir misin?
Neden bana vurdu da elimi kırdı? O benim can düşmanımmış der misin? Karına göz koyana karşı yüzbinlerce defa coşar köpürürsün. Fakat sel gelse de eşyanı götürse akıl, hiç sele kızar, kinlenir mi? Deveci bir deveyi dövse o deve, dövene kasdeder. Devecinin değneğine kızmaz.
Görüyorsun ya, deve bile ihtiyardan (ferdî irade ve sorumluluktan) bir kokuya sahiptir. Hayvanî olan akıl bile ihtiyarı biliyor. Artık sen, ey insanî akıl, utan da ihtiyar yoktur deme.”

KADERİYE NEDİR?
İslâm dünyasında, Cebriye’ye zıt, bir de Kaderiyye yolu vardır. Bunlara göre, insan, kendi kaderini kendi tayin eder ve o, kendi iradesinin yaratıcısıdır. Bunlar, külli iradeyi inkâr ederler
ve kadere iman etmezler. Bunlara, İslâm dünyasında Mûtezile de denir.
Gene, Prof. Dr. S. Hayri BOLAY'ı hep birlikte okuyalım: “Kaderiyye: Kaderi inkâr edenler, olmuş ve olacak her şeyin Allah'ın ezelî ilminde mevcud olduğunu kabul etmeyenler. Bunlar kulların fiillerinin, Allah'ın yaratmasıyla değil kulların kendi gücüyle meydana geldiğini iddia ederler. Mutezile ile görüşleri birleşiyorsa da Mutezileden önce ortaya çıkmışlardır”.
Ehl-i Sünnet vel Cemaat imamları, ittifakla, bu iki görüşü de, aşırı ve sapık kabul etmişlerdir... Ehl-i Sünnet vel Cemaat imamları, bütün mahlûkatı ve mümkünatı kuşatan bir Külli İradeye inanmakla birlikte, insana verilmiş bir irade-i cüz'iyyenin de bulunduğunu kabul ederler. Bu, insanın sünnetullah ve âdetullah biçiminde oluşan nizamın içinde, şuurlu tercihler yapabilmesi ve tercihlerinden sorumlu tutulabilmesi demektir. İnsanın, bir iradesi veya irade-i
cüz'iyyesi olmasa idi, elbette insan davranışlarından sorumlu tutulamazdı. Nitekim, böyle bir iradeden mahrum yaratılan canlılar, davranışlarından sorumlu değillerdir. Öte yandan, akıldan, şuurdan ve iradeden mahrum olan insanlar ile şuur kontrolü yapamayan mecnûnlar,
İslâm'da sorumluluk dairesi dışında tutulmaktadırlar. Sorumluluk için, sınırlı da olsa, bir iradeye ihtiyaç vardır.
Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de, hem İrade-i Külliye'yi, hem de irade-i cüz'iye'yi haber veren pek çok âyeti kerime vardır. Ama, konu yeteri kadar açıklığa kavuşmuştur, diye, bu âyetleri yazmıyoruz. Ancak, Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamızdan küçücük bir pasaj nakletmeden de geçemiyeceğiz:
“Ehl-i Sünnet'in reisi Ebu Hanife ve izleyicisi İmam-ı Maturidi, hem cebriyecileri, hem de kaderiyecileri yahut mutezileyi ifrat ve tefrite düşmekle itham ederek red etmişler ve sapık anlayışlar olarak kabul etmişlerdir.”
“Ehl-i Sünnet'in bu yüce imamlarına göre; insanın iradesi, irade-i külliye içinde bir irade-i cüziyyeden ibarettir. Sorumluluklarımız (da), sadece irade-i cüziyyemizin niyet ve
tercihleri ile ilgilidir.”

Biz, İslâmiyet'in EHL-İ SÜNNET VEL CEMAAT yolunda, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri olarak; KADER VE KAZA MESELESİNE yukarda ortaya koymaya çalıştığımız gibi, Ehl-i Sünnet vel Cemaat imamlarının inanıp, söyledikleri gibi İMAN EDERİZ.

Ziyaret -> Toplam : 123,52 M - Bugn : 82762

ulkucudunya@ulkucudunya.com