BÖLÜM - 2
SUN'İ BİR DİN MEYDANA GETİRİLEMEZ
Din, samimiyet ister. Yalan üzerine gerçek bina edilemez
Bununla beraber, tarihte «sahte din kurucusu» iddiacılarına da rastlanmıştır. Fakat, din, iman, ihlâs, aşk ve doğruluk istediğinden «sahte peygamberlerin» ve «sun'i din kurucularının» foyası kısa zamanda meydana çıkmıştır. İmam-ı Âzam Hazretlerinin buyurdukları gibi «söz, ancak kalbden gelince kalbe tesir eder». Gerçek peygamber, tebliğ ettiği dine, herkesten önce tâ gönülden inanan, bu inancını, her ne pahasına olursa olsun yaşayan kahramandır.
«Sun'i din kurmaya kalkışanların» hikâyesini tarih kitaplarında bulabilirsiniz Biz, bu konuda çok garibimize giden bir örnek üzerinde durmak istiyoruz. 19. yüzyılın ünlü sosyoloğu ve Batılıya göre «sosyolojinin kurucusu», «pozitivizmin öncüsü» Auguste Comte, ne hazindir ki, böyle bir «sun'i din» kurucusu olmak iddiasını taşır. Bilindiği gibi Auguste Comte (1789-1857) yılları arasında yaşamıştır. Fransız'dır, tıbbiyeden kovulmalıdır. "Systeme de Plitiqne Positive» adlı kitabın yazarıdır. Ona göre, sosyal tekâmülün ilk merhalesi dinî hayattır. İnsan grupları zamanla tekâmül ederek felsefî (yahut metafizik) döneme girerler, sonra da son ve en mütekâmil merhale olarak da «pozitif» çağa gelirler. Pozitif çağda, «din ve metafiziğin» yerini artık matematik ve tabiat ilimleri alacaktır, Fakat, zamanla anlamıştır ki, «pozitif ilimler», din ve metafiziğin insan gönül ve kafasında bıraktığı boşluğu dolduramamaktadır. O zaman şöyle düşünmüştür. «İnsanlığın evriminde en önemli âmil din olmuştur. Her devirde insanları, birbirine bağlamaya hizmet etmiş, dolayısı ile topluma düzen ve denge sağlamıştır. İnsanlığı, geçirdiği bu bunalımdan, kargaşalıktan kurtarmak istersek ona bir din bulmak gerekir.»(Bakınız, Sosyoloji Tarihi, Prof. N. Şazi Kösemihal, İstanbul, 1968, Sf: 162.)
Böylece Auguste Comte, «beşeriyeti bunalımdan kurtarmak için» gerçek peygamberleri red ederek, «yeni bir din» kurmaya kalkışır. Dinin adı «insanlık Dini»dir. Tanrısı gelmiş ve gelecek insanlığın «kollektif ruhu» dur. Tapılacak «Ulu Varlık» insan ırkıdır. «Amentüsü» ise şöyledir. «İlke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme.» Hıristiyanların «teslisini» şu şekilde değiştirir: «insan Ulu Varlık, Feza Büyük Çevre, Dünya Büyük Fetiş'tir». Bu dinin koruyucu «melekleri» kadınlardır. Günde üç kerre bu melekleri «sevgi ve minnetle:, anmalıyız. Bu dinin azizleri Musa, Homere, Aristoteles, Ark-himedes, Cesar, Saint Paul, Charlemagne, Dante, Gutenberg, Shakespeare, Descartes Frederic II, Bichat'dır. Auguste Comte, takvimini, 28 günlük onüç ay olarak düzenler ve her birine yukarıda saydığımız kişilerin adını verir. Daha buna benzer bir sürü merasim ve düşünce ortaya koyar, ama bunları yaparken «eski dini» olan «Katolikliği» örnek alır.
Kısaca, Auguste Comte'un imal etmek istediği dinin esası, insanın insana tapınmasını isteyen prensip ve mersaimlerden ibarettir. Bu konuda o kadar ileri gitti ki, mahkûm ve mah pus bir tahsildarın karısı olan Clotilde de Vaux adlı metresini «insanlığın şahıslaşmış bir sembolü» sayarak tanrılaştırdı. Hiç şüphesiz, bu haliyle bir cinnet nöbeti geçiren Auguste Comte'un dinine kendisinden başkası katılmadı, kaybolup gitti. Batı'lı ilim adamları Litlre ve S. Mili, Auguste Comte'un bu durumunu «hayret edilecek ve üzülecek bir hâl» olarak ele almışlardır.
Peygamberleri tekzip gayreti ile ortaya atılan «pozitifvist» ve ««materyalist» zavallılara bu sebepten «modern putperest» diyebilirsiniz.
ARD NİYETLİ FAALİYETLER
Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, sun'i bir din kurmak mümkün değildir. Hattâ çok defa gözleneceği gibi, sun'i bir din kurma gayretinin arkasında ard niyet yakalamak mümkündür. Sun'i din gayreti çok defa, başka bir dinin maskeli faaliyeti biçiminde belirmektedir.
Biz, peygamber tebliğlerinin yozlaştırılabileceğine, istismar edilebileceğine, değiştirilebileceğine, yanlış yorumlanılabileceğine ve fakat sun'i bir din kurulamıyacağına inanırız. Zaten bugün yeryüzünü işgal eden birçok «bozuk din» maalesef çok defa bozulmuş, saptırılmış veya toplumun bâtıl itikatları ile karışmış peygamber tebliğlerini ve şaşırtılmış mukaddes inançları ifade eder. Yani, bu konuda, ard niyetli kişi ve zümrelerin rolü kadar, toplumlarda gelişmiş ve bertaraf edilememiş yanlış kanaatlerin dinin bünyesine karışması da önemli bir unsur olmuştur.
Bu tehlike bütün dinleri tehdit eder. Nitekim, bu tehditler İslâm dini hariç; bütün peygamber tebliğlerini tahrip ve tahrif de etmiştir. İslâm, Allah'ın «korunması»,, peygamberimizin ve yüce sahabî kadrosunun, «Ehl-i Sünnet vel Cemaat» imamlarının ve âlimlerinin titiz ve samimi gayretleri ile «Kitap» ve «Sünnet» olarak, hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. İslâm dünyasının yanlış yorumlar, ard niyetli gayretler neticesinde «sapık kollar» teşekkül etmekle beraber, İslâm'ın «ana caddesi» korunmuştur. Bugün yeryüzünde bozulmadan mevcut bulunan tek «vahiy kitabı» Kurân-ı Kerîm'dir.
Hazret-i Musa'nın (O'na selâm olsun) tebliği, maalesef Yahudi kavminin elinde, âlemşümul karakterini kaybetmiş, bütün insanlığı kavrayan bir davet olmaktan çıkmış, dar ve millî bir inanç sistemine dönüşmüştür. Bütün varlığın Rabbi, «İsrail'in Yahovası» olmuş, hahamlar gerçek dini ve Tevrat'ı, çıkarlarına göre değiştirmişlerdir. Yahova, «Yahudi kavminin kollektif ruhu» gibi telâkki edilerek kavmi bir mistisizm (cabalis-me) geliştirerek kendilerini «Yehova'nın çocukları» canan bir grup haline gelen Yahudiler, «hayvan mesabesinde» kabul ettikleri diğer insanların «efendisi» olmak fikr-i sabitine (lide -fix'ine) saplanmışlardır. Üstelik bu inancın siyaset sahnesine «Siyonizm» adı altında bir akım olarak doğması «Birleşmiş Milletler Teşkilâtı»nı bile harekete geçirmiş ve tehlikeye dikkat çekilmiştir.
Hazret-i İsa'nın (O'r.a selâm olsun), tebliği ise Greko-Lâtin dünyasının putperestliği ile kaynaşarak Allah, «baba»; yüce insan ve peygamberler Hazret-i İsa «oğul-tanrı» sanılmış, mukaddes bir anne tanrılaştırılmak istenmiştir. Zevs'in, Apollon'un ve Afrodit'in önünde diz çöken Homeros'un çocukları, bu inançlarını «Mukaddes İncil'in sayfalarına geçirerek onu tahrif ettiler. Samimi Hıristiyanların, bilhassa Ariyus ve Barnabas'ın gayretleri «tevhid» kurtarmaya ye'medi. Sayısız bozulmuş incil doğdu.
20. yüzyılda da, Yahudi asıllı bir sosyolog E. Durkheim ise, Auguste Comte'un telâkkilerini Yahudi itikadına yaklaştırarak «kollektif ruhu» tanrılaştırırken, âdeta insanlığa Yahudi cemaatının Yahova'sını sunuyordu. Yahudi mistizmi (cabalisme) E. Durkheim'in eliyle sosyoloji kılığında yayılmaya çalışılıyordu. İslâm dünyasında, bazı ard niyetli reformcuların, «panteizm» ve «mistisizm» paravanası arkasına gizlenerek Auguste Comte'un «potizivizmini» din diye yutturmaya çalışmakta olduklarını hayretle görüyoruz. Bunlar, ülkemizde at oynatamamalıdır.
İSLÂM'DA TASAVVUF
islâm'da tasavuf, ne Budizmin «Nirvanasına», ne Hıristiyanların «mistisizmine», ne Yahudi'nin «kabalizmine», ne Auguste Comte'un «insanlık dinine», ne de Spinoza'nın «panteizmine» benzer. Böyle bir benzerlik arayanlar, ya cahil olmalı, yahut ard niyetli...
İslâm'a göre, tek ve mutlak varlık sadece Allah'tır. Diğer varlıklar, itibarî (relatif) ve geçici hüviyette olan fâni yaratıklardır. Maddî, manevî bütün varlık tezahürleri «Kitab-ı Ekber» olan kâinatımıza serpilmiş «âyetlerden» ve «mesajlardan, ibaret olup Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının tecellileridir. Bütün,varlığın sahibi, bütün hayatî kıpırdanışlarm kaynağı O'dur, fakat, beş duyumuzla idrak ettiğimiz veya tasavvur ettiğimiz hiçbir şey O değildir. Sadece O'nunla var olan ve O'nunla varlıkta duran, O'nun eserleridir.
Eserde müessir aranır, sezilir, ancak, hiçbir eser O değildir. O, bize «şahdamarımızdan daha yakın» ve fakat «idrakimize sonsuzca uzaktır». Yaratıkları tanrılaştırmak ise küfürdür, «şirk»tir.
İmam-ı Rabbani gibi, tasavvuf büyüklerine göre, Muhyi-din-i Arabi'nin «Fübus-üt Hikem» adlı kitabında ortaya koyduğu «vahdet-i vücût» telâkkisi, tasavvufun başlangıç noktası olan «fena» mertebesindeki «velî»nin sübjektif müşahadelerinden ibarettir. Fenâfillah (Allah'ta yok olan kişi), «velayetin başlangıcındadır» ve henüz «bekâbillah» mertebesinden uzaktır, «Lâ mevcude illallah» (Allah'tan başka varlık yoktur) diyebilecek bir ruh hali içinde boğulmuştur. Fenâfillah, yaratıkları ilâh sanmamakta ve fakat Allah'tan başka varlık görememektedir. Bu konuda, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubailerinde şöyle buyururlar:
«Kul kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde
Tanrı birliği gerçekleşmez. Tanrı'yı birlemek demek, senin varlığının O'nunla
birleşmesi demek değildir. Yoksa, bâtıl birşey Hak olmaz. (Bakınız, Mevlâna - Rubailer - «M, N. Gençosman» Sf. 95,Rubai: 464.)
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin «vahdet-i vücût» telâkkisini, Spinoza'nın «panteizmi» (hulûliye) ile karıştırmak asla doğru değildir, İslam'ın gerçekten büyük mutasavvıfı İmam ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretlerine göre «vahdet-i vücût, (aşk sarhoşluğu demek olan) sekr'den ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından doğar». (Bakınız, İmam-ı Rabani - Mektubat - 290. mektup). Vahdet-i vücut, bir ruh hali olup tasavvufun başlangıcındaki «ve!î»de meydana çıkar ki, İmam-ı Rabbanî'ye göre buna «vahdet-i şuhût» demek daha uygun olur.
Büyük Mevlâna, «fena mertebesindeki velî'nin konuşmasını» uygun görmemiş, tehlikeli bulmuş, «hâmuş olmayı» (susmayı) tavsiye buyurmuştur. İslâm'da tasavvuf, şeriata aykırı düşmek demek değildir. Şeriat ve tasavvuf, İslâm'ın dış ve iç nizamını ifade eder, bir bütünlük halinde insanı «dıştan» ve «içten» kuşatır. İslâm, bunların aykırılığı üzerine değil, ahengi üzerine kuruludur. Tevhidin sırrı «kelime-i şehadettedir».
İSLÂM'A GÖRE «DİN» ÂLEMŞÜMULDÜR
İslâm'da din, itibari, milli, mahalli veya beynelmilel bir değer değildir. İslâm, bütün zaman ve mekânların dini olarak âlemşümuldur.
Âlemşümul (üniversel) kavramı ile beynelmilel (international) kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. Âlemşümul, bütün zaman ve mekân için geçerli olan bir hakikati, beynelmilel ise belli bir zaman ve mekân zarfında milletlerin aralarında uymayı kararlaştırdıkları veya gerçekleştirmek istedikleri değişebilir «norm» ve müesseseleri ifade eder.
Aslında «din müessesesi», insanlık tarihinin her safhasında, kısaca bütün zaman ve mekânlarda mevcut olmuştur. Tarihin, hiçbir döneminde «lâik» bir kültür ve medeniyete rastla-nılamamıştır. Bütün toplumlar, dini aramışlar ve idraklerine göre yaşamışlardır.
Hiç şüphesiz, dini, dinin getirdiği hakikati anlamada, Allah'tan beşer idrakine ulaşan «mesajları» yorumlamada, peygamber tebliğlerini idrakte ve yaşamada fertlerin, grupların, kavimlerin farklılaştığını görüyoruz. Gerçekten de insanoğlu, âlemşümul ve mutlak gerçeği özleyip aradığı halde, kendi idrakinin sınırlarına gelip dayanmış ve itibarî bir değerle yetinmek zorunda kalmıştır. Ama, insan idrâkinin bu yetersizliği, «âlemşümul hakikati» inkâr ve ihmal etmesine yetmez. Hiç şüphesiz, mutlak varlık olarak Allah vardır, ancak insan idrâki, bu mutlak varlığı beş duyusu ile veya tasavvurlar ile yakalamaya kalkıştığı zaman «açık» veya «gizli» putperest durumuna düşmektedir.
Böylece, birçok toplumda örneğine rastladığımız gibi, bazı insanların güneşi, göçü, yıldızları, çeşitli tabiat kuvvetlerin , bitkileri, hayvanları güçlü insanları, yahut topyekün insanlığı, veyahut vehim ve hayallerini tanrılaştırıklarını görüyoruz.
«Hiç»e (Nirvana'ya) yönelen Budist," kobra yılanı önünde> diz çöken Hindu kadın, Zeus, Apollon ve Afrodit heykelleri önünde dua eden Eski Grek, bunların sadece adlarını değiştirerek tapınan Eski Romalı, yüce bir peygamberi ve annesini yukarıdaki «üçlemeye» benzeterek, putperestlik dönemindeki «archetype» (kök - tiplerinden ayrılmayarak «bir tanrılar ailesine» tapınan Hıristiyan dünyası, kavmine «âlemlerin Rabbinden» haber veren "yüce peygamberlerin tebliğlerini, «kavm bir egoizm» ile değiştirerek, bütün varlıkların Yaradanım «İsrail'in Yahovası» durumuna getiren hahamlar, maalesef dinin âlemşümul hakikatini «örtmeye» sebep olmuşlardır. İslâm'da «küfür», hakikati örtmek ve perdelemek demektir.
İslâm'da Allah, âlemlerin sahibidir, mutlak varlık olarak vardır, özlenilen ve fakat beş duyuya ve tasavvura gelmeyen ezelî ve ebedî hakikattir. Hiçbir itibarî varlık, Mutlak Varlığı ifade ve temsil edemez.
Bununla beraber islâmiyet, kendi inanç ve esaslarından asla taviz vermeksizin insanın ferdî ve içtimaî gerçeklerine değer verir. Ferdin ve toplumun kendi inanç ve esaslarına ters düşmeyen değerlerini geliştirir. Milli ve mahallî değerleri örf ve âdetleri, kendi prensipleri içinde nizama sokar. İslâmiyet, millî varlığı ve değerleri inkâr etmez, ondaki «küfrü» ayıklar milleti yıkmadan —bilâkis güçlendirerek— müslümanlaştırır.
Türk - İslâm ülküsü, Türk Milleti'ni İslâm'la, İslâm dinini Türk Milleti ile güçlendirmek ve yüceltmek demektir.
ALLAH KATINDA «DİN» İSLÂM'DIR
İslâm dini, kendinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eder ve hepsini saygı ile anar.
Bununla beraber, Bu yüce peygamberlere ait tebliğlerin bozulduğuna ve artık işe yaramaz duruma getirildiğine inanı..
Bu sebepten, tahrif edilmiş ve hâlâ «Mukaddes Kitap» adı verilen eski dinlere ait metinlere uymamızı vaşaklar. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in emirleri kesindir: «Hak din, Allah İndinde İslâm’dır. Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki, Allah, hesabı çabuk görücüdür.» Kur'ân-ı Kerîm, Al-i İmran, âyet: 19).
Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendilerine gönderilen peygamber tebliğlerini bozduklarını da Kur'ân-ı Kerîm şöyle haber verir: «Yahudiler Ureyr Allah'ın oğludur dedi(ler), Hıristiyanlar da Mesih (isa) Allah'ın oğludur dedi(ler). Bu onların ağızları ile (geveledikleri cahilce) sözlerdir ki, (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerini taküd ediyorlar...» (Et Tevbe Sûresi, âyet: 30).
«Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.» (Kur'ân-ı Kerim, Al-i İmran Sûresi, âyet: 85).
Şu halde, müslümanın temel görevi nedir? İşte, bu sorunun cevabı: «Fitne kalmayınca, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.» (Kur'ân-ı Kerim, El-Bakara Sûresi, âyet: 193).
Bütün mesele islâm'ı doğru anlamada, doğru inanmada, peygamber tebliğlerini saptırmadan yaşamadadır. «İslâm-ı asrın ışığında değil» asrı İslâm'ın ışığında kritik edebilmektedir Yüzyılımızın karanlık ve iç paralayıcı gidişine İslâm'ın nuru ile bakabilmektedir. Asrımızın cerahatli idrâkini İslâm'ın «neşteri» ile deşebilmekîedir. Asrın çirkinliklerini dine bulaştırmaktan kaçınmaktır.
İtikat ve ibadete «bid'at» katan, İsiâmiyeti kendi dar idraklerine göre tamamlamaya kalkan beyinsizler, kendilerine ne acı verirlerse versinler, asla «İslâm'a hizmet» etmemektedirler.
Bununla, İslâm, yeniliklere kapalıdır demiyoruz. Bid'at. dinin itikat, ibadet ve esaslarına taallûk eden konulorda, dinde olmayan şeyleri dine katmak demektir. Yoksa, dinin itikat, ibodet ve esaslarına taallûk etmeyen yeniliklere bid'at denmez.
«İlim İslam'ın kaybolmuş malıdır, nerde bulursa almalıdır» diye buyuran yüce Peygamberimiz (O'na selâm olsun) ilmî gelişmeyi emreder. Ancak, kimsenin dini, değiştirmeye, kendi dar idrâkine göre yorumlamaya, saptırmaya hakkı yoktur.
Din, Allah'ındır ve Resûlullah'ın tebliğlerinden ibarettir. Ashab-ı Kiram ve onların izinde yürüyen «Ehl-i Sünnet vel Cemaat» âlimlerinin ve imamlarının hassas, titiz ve samimi gayretleri ile islâm bugüne gelmiştir. Onu bozmaya bundan sonra da kimsenin gücü yetmeyecektir.
İSLÂMİYET, HERHANGİ BİR KAVMİN DİNİ DEĞİLDİR
Kur'ân-ı Kerîm'in muhatabı, herhangi bir kavim, zümre ve sınıf değildir. O, bütün âlemlere ve bütün insanlara hitap eder.
Yüce Kitabımız'da sıksık« Ya! Ben-i Âdeme.» (Ey! Adem-oğulları) ve «Ya! Eyyühennasü» (Ey! İnsanlar) hitabına rastlarız.
Kur'ân-ı Kerîm'in «Kalem sûresinin 52. âyetinde belirtildiğine göre: «O, (yani Yüce Kitabımız) ancak âlemlere zikr (ve nasihat) dir», yine yüce Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, «Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Kur'ân-ı Kerim, El-Enbiya Sûresi, âyet: 107).
Bizzat, yüce Peygamberimiz, bu hususu birçok hadîsleri ile teyid etmiş bulunuyorlar. Meşhur bir hadîslerinde «ben, siyahlarla kırmızılara ba'solundum» diye buyururlar. Kur'ân-ı Kerîm'in El-Â'raf Sûresinin 158. âyetinde de Peygamberimize hitaben şöyle buyuruiur: «De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize (gönderilen) Allah elçisiyim.» İmam-ı Birgivî (milâdî 1523 -1573), «Peygamber, şu insandır ki, onu Hak Taâlâ, sair halka gönderir, ona vahiy ettiği ahkâmı halka tebliğ için, o halk (tümü ile) o peygamberlerin ümmeti olur. Onlardan imana gelenlere ümmet-i icabet denir gelmiyenlere ümmet-i davet denir» diye yazar. (Bakınız, Şerh-i Vasiyyet-e! Muhammediye, sayfa: 50, Kostantiniyye (İstanbul) 1241 baskısı). İmam-ı Birgivî Hazretlerinîn bu açıklamasından sonra şöyle diyebiliriz: Şan'lı peygamberimiz Hazrt-i Muhammed (O'na selâm olsun) son peygamberdir, dolayısı ile dünya var oldukça, mevcut olan ve olacak bütün insaniar O'nun«ümmeti»dir. O geldikten sonra O"na inanan müslümanlara «ümmet-i icabet», O'hun dâvetine icabet etmeyenlere de «ümmet-i davet» adı verilir. Bu sebepten, yüce peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O bütün varlıkların, ırkların peygamberidir.
Peygamberimiz, bir insan olarak, bir anadan ve babadan doğacaktı ve yine aynı zaruretlerle bir «kavmin» içinde bulunacaktı. Ancak, O'nu, herhangi bir kavmin, ırkın, ailenin ve zümrenin dar kalıpları ve sınırları içinde hapsetmeye çalışmak, yüce dinimizle ve mukaddes kitabımızla çatışmaya düşmek olur. İslâmiyete «Arab'ın dini», yüce kurtarıcımıza «Arab peygamberi» diyenlere müslüman denemez. Peygamberimiz ve O'nun yüce kadrosu olan «Sahabî»ler, zaman-mekân üstü, âlemşümul ve mukaddes varlıklar olarak kabul edileceklerdir Yüce peygamberimiz ve aziz kadrosu etrafında ırk ve kavmiyet münakaşası yapılmaz. O ve kadrosu getirdikleri ve savundukları «âlemşümul hakikat» dolayısı ile sevilecek ve istisnasız saygı göreceklerdir.
Şurası da asla unutulmamalıdır ki, İslâmiyet, herhangi bir kavmin ve ırkın tekelinde olmadığı gibi, herhangi bir sınıf, zümre, aile ve partinin de tekelinde değildir. İnanan herkes bu dindendir, hiç kimse bir «mümini» dininden çıkaramaz. Mümin, inandığı sürece müslümandır.
İSLÂM'DA RUHBANLIK YOKTUR
islâm dininde bir «ruhban» veya «din adamı» sınıfı yoktur.
Esasen, hiçbir peygamber, dinin emirlerini sadece «bir zümreye» münhasır olmak üzere tebliğ etmemiştir. Din, âlemşümul bir davettir ve herkes Allah'a muhtaçtır. Din, asla bir «meslek» değildir, bütün insanları bağrına basmak ister.
Hıristiyanlık ve benzeri «dinlere» ruhbanlık müessesesi sonradan girmiştir. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de, din, istemediği halde «kendilerinin (yeni bir âdet olmak üzere) ruhbanlığı ihdas ettikleri» ve din istismarcılığı yaptıkları için Hıristiyanlar ikaz edilir. (Bakınız, Kur'ân-ı Kerîm, El-Hadid Sûresi, âyet: 27).
Yine mukaddes ve yüce Kitabımız, Yahudi hahamlarının ve Hıristiyan papazlarının insanları sömürtmek için gerçek din yolunu tıkayarak «altın ve gümüşe» düşkünlük göstermeleri sebebi ile şiddetle ikaz eder: «Ey iman edenler! Şu muhakkak ki, (Yahudi) bilginlerin ve (Hıristiyan) rahiplerin birçoğu, bâtıl sebeplerle insanların mallarını yerler, (insanları) Allah'ın yolundan menederler. Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu), işte bunları pek açıklı bir azâb ile muştula», (Kur'ân-ı Kerîm, Et-Tevbe Sûresi, âyet: 34).
İslâmiyet'te ruhbanlık yoktur. Ancak, dini dosdoğru anlayan, anlatan, yaşayan ve yaşatan «âlimler» vardır. Peygamberimiz, bunları kendi «vârisleri» kabul eder. Bu sebepten İslâm dünyasında «mektepler» ve «medreseler», «din adamı» ve «ruh ban» yetiştirmez," «din âlimleri» ve «mümin kadrolar» hazırlamaya çalışır. Bu kadrolar, «Kitab, Sünnet, îcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha» ile teçhiz edilmiş ve tasavvuf yolunun büyüklerini ve esprisini gönlünde taşıyan birer «alperen» durumunda olmalıdır. Dinin farzları, helâl ve haramları öğrenmek kadın, erkek bütün (âkil ve baliğ olan) müslümanlara farzdır.
İslâmiyet, Allah ve Resûlü'nün dinidir. İnanan herkese açıktır. Her renkten, her milletten, her sınıf ve zümreden bir insan, hiç kimseden müsaade almaksızın ve bir merasime tabi olmaksızın bu dine girer. Hiç kimse, bir müslümanı dininden «aforoz» edemez. İslâmiyet ne bir meslek, ne de bir partidir, O, bütün müminlere —şartları içinde— aynı sorumlulukları yükleyen Allah ve Resûlü'nün yoludur.
Hiç kimse dini kendi «inhisarına» alamadığı gibi, hiç kimse «Yüce Allah'ın tamamladığı» dinimizi kendi menfaatleri istikametinde tevil ve tefsir edemez. Hele, yüce dinimizi, «asrın idrâkını» bahane ederek saptırmaya kalkışamaz. Kimse, islâmiyeti ve Kur'ân-ı Kerîm'i «kurtarma» dâvasına kalkışmasın.
Bütün mesele islâm'ın kurtarma değil, İslâm'la «kurtulma» davasıdır, islâm'da «cihad», kendini, ailesini, milletini ve insanlığı İslâm'la kurtarmak meselesidir. İslâm'ı doğru öğrenmek, anlamak ve yaymak savaşıdır. Unutmayınız, islâm Allah'ın «muhafazamdadır» ve kıyamete dek yaşayacaktır. Bu konuda yüce ve mukaddes kitabımızda şöyle buyurulur: «Kur'ân-ı biz indirdik biz. O'nun koruyucuları da şüphesiz ki, biziz». (Kur'ân-ı Kerîm, El-Hicr Sûresi, âyet: 9).
İSLÂMİYETİ DOĞRU ÖĞRENMENİN YOLU
Dinimizin dört temel kaynağı vardır. Bunlara «edille-i şer'iyye» de denir. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas'tır.
Kitap, yüce Allah'ın Vahiy yolu ile şanlı Peygamberimize (O'na selâm olsun) gönderilen, hak ile bâtılı biribirinden ayıran Kur'ân-ı Kerîm'dir.
Sünnet: Sevgili Peygamberimizin sahih hadisleri ve örnek yaşayışlarıdır.
İcma' ümmetin çoğunun, Kitap ve Sünnet'e aykırı olmayan bir iş ve hükümde birleşmeleridir. Yüce Peygamberimiz «Ümmetim, sapıklık üzerinde birleşmez» diye buyurmuşlardır.
Kıyas, «müctehidlerin», yukarıda saydığımız kaynaklardan herkesin kolayca anlıyamadığı mânâları bulup çıkarmalarıdır. Dinimizin «fer'i meseleleri» etrafında, yalnız müctehid-lerce «içtihada» baş vurulması, peygamberimizce emredilmiştir. İçtihad, asla Kitap, Sünnet? ve icma'a aykırı olamaz, onlarla çelişemez. Aksine, bunlarda mevcut benzeri hükümlere dayanmalıdır. Bu sebepten «kıyas-ı fukaha»"adı da verilir.
«Tarik-ün Necat» adlı kitabın yazan H. Muhammed Serhendî'ye göre, yukarıda sayılan kaynaklar karşısında, müslümanlar, dört mertebe içinde yer alırlar:
1. mertebe yüce Peygamberimizin mertebesidir. Dinimizin en yüce ve şerefli merkezi O'dur. Kitap O'na indirilmiştir. O, Kur'ân-ı Kerîm'in bütün sırlarına vakıf tek kişidir. Peygamberimiz, «doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerimden ilham alan ve başka bir kaynağa ihtiyacı olmayan tek insandır» ve O'ndan gayrisi bu iddiaya kalkışırsa küstahlık etmiş olur. Hiç kimse. yüce Kitabımızı, Peygamberimizin tebliğleri dışında tefsir ve tevil edemez.
2. mertebe, Ashab-ı Kiram'ın mertebesidir. Onlar yüce Peygamberimizin sohbetiyle bereketlenmiş yüce bir kadrodur. Onlara Kitap ve Sünnet kâfi geldi. Yüce Peygamberimiz, hazır bulundukça, onlar asla başka bir kaynağa baş vurmadılar.
3. mertebe, Tabiînin mertebesidir. Tabiinin, Peygamberimizi göremeyip O'nu görenleri (yani Ashab'ı) görenlerdir. Bunlar, ashab'dan Kitap ve Sünnet'i öğrenmekle kalmadılar, onların icma'ına da şahit oldular ve onlara uydular. Peygamberimizin «Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz» hadîsine uyarak yaşadılar. Üçüncü nesil olan <te-be-i tabiin» de onların izlerinden gittiler. Yani onlar için üç kaynak vardı: Kitap, Sünnet ve İcma-ı Ümmet. Bunlara «Selef-i Sâlihin» adı verilir.
4. mertebe, yukarıda saydıklarımızdan sonra gelen müslümanların mertebesidir. Nur kaynağından uzaklaştıkça müslümanların işi güçleşiyordu. Yüce Allah, dinini, büyük âlimler eliyle korudu ve müslümanların işini kolaylaştırdı. Hicretin birinci ve ikinci asrında büyük müctehidler yetişti. Aralarından Imam-ı Âzam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Hanbel gibi «mutlak müctehidler» çıktı. Ümmetin büyük çoğunluğu, onların «mezhep»lerini kabul ettiler, işleri kolaylaştı ve sapıklığa düşmediler.
Bu «mezhep' imamlarının» Kitaba, Sünnete, İcma'a uygun olarak ortaya koydukları «ictihadlarından» Ehl-i Sünnet Vel Cemaat» adı verilen «ana cadde» açıldı. Selçuklu ve Osmanlı âlimleri bunların izlerinde yürüyerek tertemiz bir dinî hayat yaşadılar ve Türk milletine yaşattılar. Bunun tabiî bir neticesi olarak da Türkler, tam dört yüzyıl «Yüce Peygamberimizin Halifesi olmakla» şereflendiler. Dinde sapık akımların ve yolların doğmasını engellediler.
İKİ KAVRAM
İslâm'ın iki mukaddes kavramı... «Şeriat» ve «Tasavvuf...»
Bu kavramlar üzerinde, yalan yanlış bir sürü yorum yapılmış, insanlarımız aldatılmak istenmiştir. O halde, şeriat ve tasavvuf ne demektir? Kısaca açıklayalım.
Şeriat «edille-i şer'iyye» (Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas) ile ortaya konan, müslümanların yapması ve yapmaması gereken işleri bildiren «islâm nizamı»dır. İslâm dininde «akaid» (temel inançlar) ve «ilm-i fıkıh» (müsiümanların yaşayışlarını tanzim eden ilim) adı altında ele alınan her mesele, «şeriat» kavramı içindedir. Kısaca, şeriat, bir müslümanın inançlarını, ibadetlerini, yaşayışını ve «eylemlerini» murakabe eden sistemdir.
Ahmet Cevdet ve arkadaşlarının bir şaheser olarak «tedvin ettikleri» Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adlı kitabın (Hicrî 1303 tarihli baskısının) 21. sahife ve 1.maddesine göre, «Fıkıh İlmi» şöyle tarif edilir: (Sadeleştirerek veriyoruz.)
«Fıkıh ilmi ise, şeriat ilminin meselelerini bilmektir. Fıkha ait meseleler, ya ahireti ilgilendiren emirler durumunda olup ibadet hükümleridir; yahut dünyayı ilgilendiren evlenme - boşanma (münakâhat). insanlar arasındaki her türlü İlişki (muamelat) ile suçlar ve cezalar (ukûbat) gibi bölümlere ayrılır.»
İslâmiyet'te îman, ilmi, amel ve ihlâsı gerektirir. İlim, İslâmiyet! dosdoğru bilmeyi; amel inançlarını yaşamayı; ihlâs ise samimî bir aşk ve vecd adamı olmayı, her türlü gösteriş ve riyadan uzak olarak dini heyecan duymayı ifade eder.
Tasavvuf ise, «şeriatın sınırları» içinde kalmak şartı ile yine samimî bir aşk, vecd ve heyecan ile «dinin özüne», esrarına ve zevkine «kemâl-i edeb» ile ulaşma gayretini ifade eder. Kur'ân-ı Kerîm'de «mukarrabîn» (Allah'a yakın olanlar) olarak övülen ve «Allah'ın velî kulları» olmakla sıfatlanan kişiler, işte dinimizde böylece yücelen kimselerdir. Böyleleri Kur'ân-ı Kerîm'de «Haberiniz olsun Allah'ın veli (kul)ları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun olacak değillerdir» diye sevgi ve müjde ile anılmaktadırlar. (Bakınız, Yûnus Sûresi: Âyet: 62).
Görülüyor ki, şeriat ve tasavvuf, islâm dininin, bir mü'mini, dıştan kuşatması ve içten fethetmesidir. Şeriat ile disipline olan müslüman, tasavvuf ile vicdanileşir. Bunlar zıt şeyler değildir. Birbirini tamamlıyan «şekil» ve «muhteva»dan ibarettir. Bu sebepten müslümanların «şeriatçı» ve «tarikatçı» adı altında bölünmesine çalışanlar, gaflet içinde değillerse ihanet halindedirler.
islâmiyeti, sadece, bir dış disiplin zanneden aşksız, vecd-siz ve heyecansız ham ve kaba yobaz da, şeriatı inkâr eden, başıboş ve sefil «sahte sofî»ler de İslâmiyeti temsil edemezler. Tarihimizde birincisi «yobazlık»la, ikincisi «zındıklık» ile suçlanmıştır.
Din eğitim ve öğretiminde,islâmiyet'in bu«dış»ve«iç» disiplinine gerekli önem verilmelidir... Akaid ve Fıkıh kadar Tasavvufa yabancı kalınmamalıdır. Türk ve İslâm dünyasında yetişen gerçek ve yüce«mutasavvıflar»onların fert ve cemiyet terbiyesindeki değerleri kavranmalıdır. Ülkede gerçek, ciddî ve resmî bir «din eğitimi» yaygınlaştırılmalı ve planlanmalıdır. Bu yapılmazsa, iç ve dış düşmanlar harekete geçer, tertemiz dinî hayat perişan edilmekle kalmaz, devlet de. cemiyet de, ferd de büyük zararlara maruz kalır.Böyle bir işi de ancak Türk - islâm Ülkücüleri gerçekleştireceklerdir.
İSLÂMİYET «TEVHİD» DİNİDİR
Bütün peygamberler, değişmez bir inanç sistemi olarak İslâmiyeti, yani onun özü olan «kelime-i tevhidi» -(Allah'tan başka ilâh yoktur) prensibini-tebliğ etmiş ve savunmuşlardır. Ancak, bu peygamberlere ait, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatı biçimlendiren «din ölçüleri» demek olan «şeriatlar», zaman ve mekân ihtiyaçlarına göre farklı olmuştur. Bu, bir tarih tesbitidir.
İslâmiyette «kelime-i tevhid», objektif ve sübjektif hiçbr varlık ve tasavvurU «tanrı» edinmemek üzere, insanın kafasını, gönlünü ve vicdanını mutlak varlık olan Allah'a döndürmek demektir, insanın kafasına, gönlüne, vicdanına ve hayatına tasallut eden (baskı kuran) bütün sahte tanrıları, mabutları ve «putları» yıkmak va insana «hürriyet» getirmektir. Daha önceden de belirttiğimiz üzere, İslâmiyet'te hürriyet, Allah'tan başka ilâh kabul etmemek demektir.
İmam-ı Rabbani Hazretleri «Mektubat»ında buyurur ki, «Allah'a giderken, hiçbir konakta durmamak, hiçbir tezahürü O sanmamak, açık ve gizli şirkten (Allah'tan başka şeyleri tanrı sanmaktan) korunmak, Allah'ı bütün tezahürlerin ve tasavvurların ötesinde aramak, her türlü yaratığı tanrı edinmekten sakınmak gerekir.»
O halde müslüman kimdir? O, sahte tanrıları ve tasavvurları, dışındaki ve içindeki makam ve mevkilerinden indirerek sadece mutlak varlık olan Allah'a doğru vicdanında ve gönlünde yol alan kimsedir. Bu sebepten İslâmiyet, insanı sahte tanrılara tapındıran bütün bozuk «din» ve «ideolojilere düşmandır. Hiç şüphesiz, bütün bozuk «din» ve «ideolojiler de İslâmiyet'e düşmandır İslâmiyet'te «cihad»ın esprisi şudur: İnsan «kula kul eden» bütün yol ve ideolojiler bâtıldır, dolayısı ile yıkılmalıdır, ferdi de, toplumu da tanrılaştıran sistemlere lanet olsun.
İslâmiyet, yalnız, mutlak varlık olan Allah'a ibadeti emrettiğinden, İslâm'da «mihrap» boş bir mekândır. İslâm'ın mabedinde ve mihrabında bir obje, bir tasavvur ve sembol yoktur. Kâbe-i Muazzama ise, bütün dünya ve kâinat mabedinin «suretlerden» ve sembollerden arındırılmış yüce «mihrabı» mesabesindedir. O, Kabe ki, her türlü sahte tanrıdan sembolden va tasvirden bizzat, büyük kurtarıcı ve şanlı peygamberimiz Hazret-i Muhammed (O'na selâm olsun) tarafından temizlenmiştir.
İnsan, Allah'tan gayrisi karşısında «rükû' ve sacde edemez» diz çöküp el açamaz ve hiçbir insan buna zorlanamaz. İşte İslâmiyet'te «namaz», bu ölçü ve prensibi fiilen yaşamakır. Günde beş defa, vakti gelince, fert ve cemaat olarak, temiz olan her mekânda, madde âleminin«mihrabı» olan Kâbe-i Muazzama'ya yönelerek ve gönülleri bir noktada birleştirerek maddeten ve manen temizlenerek, bütün sahte mabutları silip süpürmek için mutlak varlık olan Allah'a sığınmak O'ndan gayrisi önünde hiçbir suretle eğilmemeye ve secde etmemeye söz vermek demektir. Bu sebepten yüce ve şanlı peygamberimiz «namaz dinin direğidir» diye buyurmuşlardır. Diğer ibadetler ve farzlar, hep bu mânâ etrafında toplanırlar.
Mutlak varlık olan Allah'a «teslim» olmayan kafa ve gönüller ise, ya «mutlak yokluğu» tanrılaştırır, yahut maddeyi «mabut» edinir ve mutlak varlık sanır. Oysa müslüman için. yokluk ve hiçlik yoktur ve madde, müslümanın mabudu değil ancak ve sadece mabedi ve seccadesidir Biz. maddeye, mâbut olma değil, mabet olma şerefi tanırız.
PEYGAMBERİ SEVMEK
Psikologlar, sevmeyi «yakınlık duygusu» olarak tarif ederler. Ayrıca psikolojide, «kontokt-sempati doğurur» diye bir kanun vardır. Gerçekten de insanlar, maddî ve manevî münasebetler ve temaslar kurabildikleri varlıklara sevgi ve ilgi duyarlar. Bunun tabiî bir neticesi olarak insanlar, daima sevdiklerine yakın ve onlarla beraber olmak isterler. Sevenler, birbirlerinden ayrı yaşamak istemezler. Bu gerçeği, yüce ve şanlı Peygamberimiz (O'na selâm olsun): «Kişi sevdiği ile beraberdir» hikmeti ile formüle etmişlerdir. Bu, dünyada da böyledir. Ötede de böyle olacaktır.
Türk - İslâm kültür ve medeniyetinde «Peygamber sevgisine çok büyük önem verilirdi ve verilmelidir. Bunun için çocuklarımıza, en küçük yaştan itibaren, her fırsatta, bu yüce sevgiyi vermeliyiz. Onlara, bunu kazandırmak için, O'nun şanlı hayat hikâyesini, ulvî yaşayışını, mucize ve menkıbelerini, çocuk dil ve idrakine yaklaşarak tatlı ve sürükleyici bir üslûp ile sunmalıyız. Onların, saf ve temiz gönüllerinde «Resuller Resulüne» hayranlık gencecik yüreklerinden ulvî bir heyecan uyandırmalıyız. O'nun «güzel adı»nı„ «has adı»nı işittikleri an, ürpererek «selâm ve salât» ile coşmalarını temin etmeliyiz.
Şüphe ve tereddüdün kaynağı «sevgisizlik, aşksızlık» tır. Aksine, imanın ve İhlasın kaynağı sevgi ve aşktır. Sevmediğimiz insanların sözlerini, davranışlarını, düşüncelerini şüphe ile karşılarız. Oysa, sevdiklerimize karşı kafamızı, gönlümüzü ve kapımızı ne kadar rahat ve kolay açarız. İnsanlar arasındaki «sevgi bağı» nı koparırsanız, aralarına şüphe, tereddüt, hatta düşmanlık tohumları ekmiş olursunuz. Bunun gibi, Peygamber sevgisi azaldığı veya yıkıldığı zaman, cemiyette din duyguları zayıflar, imanın yerini şüphe, kardeşliğin yerini kin ve düşmanlık alır. Bu sebepten olacak, yüce Peygamberimiz «beni, kendinizden daha fazla sevmedikçe tam ve kâmil mânâda iman etmiş olamazsınız» diye buyurmuşlardır.
Sevgi sadece, yaşayanları birbirine bağlamaz, onun geçmişe uzanan kökleri, geleceğe dal budak salan kolları vardır. Aynı sevgide toplanan insanlar, birbirlerini de sevmiş olurlar Yüce Sahabî Kadrosu, «Peygamber sevgisinde» o derece fâni olmuşlardı ki, tek bir gönül haline gelmişlerdi. Sahabî herseyden önce «gönüldaş» olmuştu. Bu aşk ve sevgi ile kaynaşmışlardı, dünya ve ahiret kardeşi olmuşlardı. Bu sevgi ile güçlenmiş, kenetlenmiş, bütün «sahte mabutları» kırmış, eşi ve benzeri bulunmayan bir tek Allah'ın huzurunda omuz omuza durmuşlardı. Oysa, bu sevgide buluşmazdan önce halleri yamandı. Bu sebepten yüce ve şanlı Peygamberimiz: «Beni seven Allah'ı da sever» diye buyurmuşlardır. Kişi, sevdiğinin sevdiğini de sever. Büyük kurtarıcımız, herseyden önce Allah'ı sever ve O'nun sevgisinde en büyük mutluluğu bulurdu. Biz, Allah'ı tanımayı ve sevmeyi de ondan öğrendik. O'nun sevgisi olmasa idi, bizler Allah'a giden yolu nasıl bulacaktık? Peygamberimiz. Allah ile insan arasında muhteşem bir «sevgi bağı» olmuştur, O hem Allah'ın, hem de insanların ortak sevgilisidir; O hem «habibullah», hem de «Resulullah» tır.
Bizim imanımıza göre, Peygamber sevgisini kaybeden kişi, Allah'a olan sevgisini de, inananlara olan sevgisini de, Peygamber dostları olan «sahabiye» olan sevgisini de kaybeder. Bu sebepten Ehl-i Sünnet büyükleri, Peygamber sevgisini, talim ve terbiyelerine esas olarak almışlardır. Bugün, İslâm dünyasında karşılaştığımız buhranda ve dağınıklıkta, bu sevgiden mahrum kalmanın payı pek büyüktür. Bu sevgiye doymamış aç gönüller, kendilerini «sahte kurtarıcıların kin ve öfkesinde kaybetmiş bulunuyorlar.
RESUL-Ü EKREM'E HASRET
Kavurucu bir yaz mevsiminin ramazanında, susuzluktan dudakları kurumuş bir müminin iftar saatini bekleyişinden, hayır hayır derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir hasret içindeyiz.
İnsan kâinatın hülâsası, sen ise bu hülâsanın ruhusun Sen yaratılmasa idin, âlem yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Allah seni varlığın ve değerlerin merkezi olarak yarattı. Varlık seninle mânâlandı.
Bu «dünya» seninle şereflendi. Şimdi, o, senin mübarek toprağını bağrında taşıdığı için. fezada şevkle dolaşmaktadır. Yaratıkların en aşağısı olan toprak, bile, seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, «Sûr üfürüldüğü zaman» tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakta «mükerrem» ve «münevver» oldular.
Sen dünyamıza doğmadan önce, kızgın kumlara diri diri gömülen genç kızların çığlıkları, vicdanları yakmıyordu. Burnu halkalı ve alnı damgalı köleler ümitsizdi. Kadınlar kocalarına, kocaları da Lat’a, Uzza'ya, Hübel'e secde ediyorlardı. Fuhuş, kumar, faiz, ihtikâr, kan ve zulüm o dereceye varmıştı ki, zayıflar evlerine, «ehl-i kitap» dağ başlarına ve ıssız vadilere sığınmışlardı. Zâlimler ve şerefsizler, bütün makam ve mevkileri işgal etmiş ve şerefli insanlar yerlerde sürünüyorlardı.
Sen geldin, çığlıklar bitti, göz yaşları dindi, köleler hür oldu, kadınlar yüceldi, erkekler «sahte tanrıları» kırdılar, iffet, helâl kazanç ve kardeşlik yeniden doğdu. Hak, adalet şefkat «devlet» oldu. Mazlumlar, mağdurlar kuvvetlendiler. Zalimler, gaddarlar, alçaldılar. kahroldular. Garipler, sahipsizler, kimsesizler sende ve senin aziz kadronda sevgi, yakınlık ve kardeşlik buldular. Güçsüzler senin meclisinde güçlendiler, kendilerinde güç vehmedenler, «Hakkın karşısında» el bağladılar. Mazlumlar senin şefkat ve merhametinde huzur ve tevazu buldular, zalimler senin heybetinle titrediler. Tebessümün, kimsesizlere cesaret verirken, mübarek alnında kabaran damarların zâlimlerin ödünü koparıyordu.
Sen, irtihalimden sonra «bana selâm gönderin, onu bana ulaştırırlar»diye buyurmuştun. Sana «yağmur taneleri sayısınca», «ağaçlardaki yapraklar miktarınca, denizlerdeki ve okyanuslardaki su damlaları kadar» selâm sunuyoruz, bizim sevgili kurtarıcımız. Sana ne kadar muhtaç olduğumuzu biliyorsun. Sen «âlemlere rahmet olarak» gönderilensin, bizi terketme. «İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi kahreder misin? diyerek Allah'a yönelmeyi bize sen öğretmedin mi? Bu mübarek ramazan gündüzlerinde ve gecelerinde Allah'a el açarak göz yaşları ile yalvaran müminlere, ötede olduğu gibi burada de şefaatçi ol «İçimizdeki beyinsizler yüzünden» Allah'ın bizleri de zelil ve rüsvay etmesini, kahr ve perişan etmesini istemiyoruz. Biz de Şâir Nizami ile birlikte şöyle sesleniyoruz:
«Ey Medine'nin gömleğini, Mekke'nin
peçesini taşıyan güzel,
Güneş daha ne kadar gölgede kalacak?
Ay isen bize ışığından bir huzme gönder.
Gül isen bize bağından bir koku getir.
Yolunu bekleyenlerin canları dudaklarına geldi,
feryat elinden.
Ey feryatlara yetişen sevgili, atını başka diyorlara
da sür
....................
Bu şeytanların üzerine ya bir «Ömer» gönder,
Yahut, bu savaş meydanına bir «Ali» yolla
...................
Bizden ayrılığın yetişir, ulu günler yaklaştı,
meclise koş.»
YÜCE SAHABİ KADROSU
Şanlı Peygamberimizi (O'na selâm olsun), hayatta iken ve peygamberlik vazifesini yaparken gören veya konuşan büyük küçük her mümine, bu imanını ölünceye kadar korumak şartı ile «sahabi» denir. Kâfir iken peygamberi görüp peygamberimizin vefatından sonra müslüman olanlar bile «mürted olan» (dinden dönen) kimselere «sahabi» denemez. (Bkz. Ahmed Faruki Serhendı - Ashab-ı Kiram - 1977, sf: 7).
Ashab (yani sahabiler), «Muhacir» ve «Ensar» olmak üzere iki bölüm halinde mütalâa edilir. Muhacirler, putperestlerin zulmüne uğrayarak evlerini ve memleketlerini terkederek Medineye göç eden, Ensar ise bunları bağırlarına basan Medine’li sahabilerdir. Kur'ân-ı Kerim'de, Mekke'li ve Medine'li bütün sahabi istisnasız methedilmişlerdir. Bu sahabi kadrosu istisnasız müminlerin en üstünleridirler. Allah'ın razı olduğu ve Cennet vaad edilen yüce kişilerdir. Bu sebepten hiçbir müslüman şu veya bu sebeple bu yüce kişiler etrafında «dedikodu» yapmaz, yahut bu konuda yapılan hâince dedikodulara «kulak vermez». Biz, Peygamberimizi ve peygamberimizin yüce kadrosu olan bütün sahabiyi, istisnasız olarak severiz ve onlarla ilgili çirkin sözleri ve dedikoduları iğrenç buluruz Bakınız, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm Muhacir ve Ensar, bütün sahabi için ne buyuruyor: «(İslâm'da) birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar (yok mu?) Allah, onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. (Allah) bunlar için ---kendileri, içinde ebedi kalıcı olmak üzere— altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu ne büyük saadettir.» (Bkz. H. B. Çantay -Kur'ân-ı Hakîm ve Meal-i Kerim Cilt: 1, sf: 295 - âyet: 100— Et-Tevbe sûresi.)
Görülüyor ki, yüce Allah, istisnasız, bütün sahabiyi (Muhaciri, Ensari ve onlara tabi olanları) üstün buluyor ve onlardan razî olduğunu açıklıyor ve onları en güzel şekilde mükafatlandıracağını vaad buyuruyor. Bu durum karşısında hiç bir «mü-min», şu veya bu sahabi etrafında «dedikodu» yapamaz, ard niyetli iftiralara «kulak veremez» onları çirkin sıfatlarla anamaz. Allah ve Resûlü'nün sevdiği ve hatalarını affettiği, her türlü günahtan Allah'ın merhameti, mağfireti ile arınmış bu yüce kişilere «dil uzatmak» çok çirkindir. İmanı tehlikeye sokar. Bu sebepten yüce ve şanlı peygamberimiz: «Ashabıma dil uzatmakta Allahü Taâlâdan korkunuz!.. Onları sevenler, beni sevdikleri için severler» diye buyurmuşlardır.
Kur'ân-ı Kerim'in açık hükmü ile sahabî, İslâm'da daima «Birinci dereceyi kazanmış»tır. Sahabî olmayan hiçbir büyük hiçbir velî onların «mertebeleri» ile mukayese edilemez. Onlar peygamberler hariç,insanların en üstünüdürler. Bu sebep ten sevgili peygamberimiz: «Ashabımın her biri, gökteki yıldızlar gibidir. Herhangisine uyarsanız, Allah-ü Taâlâ'nın sevgisine kavuşursunuz,» diye buyururlar. O halde onlardan herhangi birine düşmanlık eden ne tehlikeli yola girmiş demektir. Hiç şüphesiz, «Ashabın»da kendi arasında dereceleri vardır. Bunlar üstünlük sırasına göre Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali «Radıyallah-ü anhüm» hazretleridir. Bunlardan ilk ikisi «peygamberimizin kayınpederleri» son ikisi de «damatları»dir. Bunlardan başka altı sahabî de daha hayatta iken peygamberimiz tarafından isimleri açıklanarak Cennet ile müjdelenmişlerdir. Böylece Cennet ile müjdelenen «on kiş» (aşare-i mübeşere) Ashabın en üstünleri sayılmışlardır. Çocukken bu yüce kişilerin isimlerini şu beyit içinde bize ezberletirlerdi: «En evvelâ Ubeyde, sonra Cihar-ı Yaran, Sald ü Sa'd ü Talha, Zübeyr ü Abdürrahman:» Allah, hepsinden razı olsun ve gönlümüzü bu yüce kişilerin sevgileri ile doldursun.
RAMAZAN VE İRADE TERBİYESİ
Oruç, herşeyden önce, Allah ve Resulünün emri olduğundan sırf bu emre ittat etmek için tutulur. Bunun yanında oruçta maddî, manevî ve içtimaî bir çok fayda mülahaza etmek müm kündür. Esasen, bu konular, asırlardan beri İslâm ilim adamlarınca en güzel biçimde açıklanmış bulunmaktadır. Biz, Ramazan ve Oruç vesilesi ile İslâm'ın «irade terbiyesi» anlayışına işaret etmek istiyoruz.
Bilindiği gibi, irade, insanın şuurlu tercihleri demektir. İnsanda şuur, çok güçlü bir «otokontrol» unsurudur. Biz insanlar, hayvanlardan farklı olarak davranışlarımızı planlıyabilir ülkü ve hedeflerimize göre sevk ve idare edebilir, kendimizle hesaplaşabiliriz. Oysa, hayvanlar, içgüdüleri ile hareket ederler, onlarda «şuurlu bir kontrol» ve dolayısı ile iradî davranışlar müşahede edemeyiz.
Belli bir seviyede zeki olan insan irade sahibidir. Ancak, daha önceki yazılarımızda da işaret ettiğimiz üzere, insanın iradesi «çatallıdır. Yani insan, iyi ile kötü, doğru ile yanlış güzel ile çirkin, helâl ile haram, hak ile batıl arasında yalpalar durur. Oysa, hayvanlarda içgüdüler, «belli uyaranlar karşısında, belli ve kalıplaşmış» mekanik davranışları ifade ederler; İnsanda irade ise «çatallı bir yol ağzında uygun tercihi yapabilmek» demektir.
Peki, «uygun davranış hangisidir?». İşte bu konuda, cemiyetlerin anlaşamadığını görüyoruz. Yani iyi, doğru, güzel, helâl ve hak olan davranışlar ve tercihler hangileridir? İnsan nasıl hareket ederse kötü. yanlış, çirkin, haram ve batıl olan işleri yapmış olur? Bu sorular karşısında beşeriyet maalesef farklı düşünmekte ve inanmaktadır. İyiyi, doğruyu, güzeli, helâli, haklıyı ararken ortaktırlar, ancak bunları tarifte farklılaşıyoriar. Dolayısı ile iradenin terbiyesi lüzumunda birleşmekle beraber, «irade terbiyesinin şekli» üzerinde anlaşamıyorlar.
Bir hedoniste veya epiküriste sorarsanız, insana maddî zevk ve lezzet veren herşey iyidir, doğrudur, güzeldir. İnsanları, çeşitli perhizlere ve mahrumiyetlere sokarak ıstıraba sürüklemek doğru değildir. Mutluluk, insanı sevk ve idare eden fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik motiflerin tatmini ile gerçekleşebilir. Bu motifler üzerine konan her türlü .«sansür» insanları mutsuz eder. İçgüdülerimizi nasıl ihmal edebiliriz? İrade terbiyesi içimizden geldiği gibi yaşamak demektir.
Bir Budiste sorarsanız, kişiyi mutsuz kılan «ego»sudur. Ego yahut «ben» cemiyetle temas neticesinde ortaya çıkan ihtiraslar ve kaprislerle gittikçe büyür, doyumsuz hale gelir. İnsanlarda «ego» büyüdükçe, yaşamak ıstıraba dönüşür. Bu sebepten iyi bir Budist, iradesini kullanarak «ego»sunun istek ve ihtiraslarını yok etmeğe çalışmalıdır. Bu konuda başarıya ulaşmanın yolu da, cemiyetten uzaklaşmak inzivaya çekilmek, hayatı idame ettirmek için mümkün mertebe az yemek, az uyumak, az konuşmak, kısaca «ego»nun isteklerini «sıfıra» (Nirvana'ya) yaklaştırmaktır. Mutluluk budur.
Bir Katolik rahibi de, irade terbiyesini, içgüdüleri kontrol altına alınmasında, bazı konularda sınırlı, bazı konular da mutlak perhizlerle «nefsin dizginlenmesinde» bulur. Bunlara göre de perhiz ve inziva irade terbiyesinde önemli rol oynayan değerlerdir. Katolik papazlar, mutlak bir «seksüel perhizi» fazilet bilirler.
islâm'da irade terbiyesi bunlardan çok farklıdır. İslâm, içgüdülerimizi de, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik motiflerimizi de inkâr etmez. İnsanlara ne mutlak perhizler, ne de «nefse köleliği» emreder. Hedonistler gibi nefsi başıboş da bırakmaz islâm'da «nefs ile mücadele» emredilmekle beraber, «nefse zulmetmek» de men’edilmiştir. «Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz» ölçüsü içinde hareket etmemizi ve bunu yaparken «İslâm'ın koyduğu normlara» uymamızı emreder.
Psikanalistler, «insanın çatışmalı bir varlık» olduğunu pek kesin delillerle ortaya koymuş bulunuyorlar. İster ferdin şuurundan kaynaklansın, ister cemiyetin değerlerinden güç alsın, insanlar «kendileri ile hesaplaşan» canlılardır. İnsanoğlu kendini davranışlarını ve münasebetlerini ister istemez «otokritik» etmek ihtiyacındadr. Yani isteseniz de istemeseniz de «ego» ile «süper ego» karşıkarşıya gelecektir. Bu bakımdan, hedonistlerin, «vicdanı ve içtimai sansür»ün karşısına çıkmaları hem mümkün, hem doğru değildir. Hedonistçe yaşayan bir cemiyetin fertlerinin «mutlu» olacağını sanmak gerçekçilik olmaz. Öyle bir cemiyette suçluluk ve günahkârlık duyguları artar, ihanetler, vefasızlıklar karşısında kalan kitleler ve fertler, tehlikeli telâfi yollarına sürüklenir. Alkol, uyuşturucu madde düşkünlüğü, intihar ve göz yaşı çoğalır. Bugün, kendini hedonizme kaptırmış cemiyetlerin, daha mutlu olduğunu savunmak mümkün gözükmemektedir. Bu sebepten biz, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'in «insanların başıboş kalamıyacaklarını» belirten hükmünü, çok gerçekçi buluyoruz.
Öte yandan, Budizmin ve Katolikliğin, içgüdülerimizi ve «motif»lerimizi inkâr eden cemiyetten uzaklaşmayı, inzivaya çekilmeyi ve birçok konularda mutlak veya şiddetli perhizleri tavsiye etmesini de uygun görmüyoruz, içgüdülerimiz ve diğer motiflerimiz, birer kapris veya ihtiras degildir. Normal ve tabiî ihtiyaçlarımızdır. Bunların tatmin edilmeyiş ile hem fert, hem cemiyet zarar görür. Unutmamak gerekir, normal ve tabii ihtiyaçlarımız, içtimaî ve ahlâkî tatmin yolları ve kanalları bulamazlarsa, anormaliklere ve sapmalara sebep olurlar. Bu sebepten islâm'ın «nefsinize zulmetmeyiniz» tarzında ortaya koyduğu hükmü alkışlamamak mümkün değildir.
islâm'da oruç, insanları yemekten içmekten ve diğer fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamaktan menetmek değildir. Bilâkis, biz Müslümanlar, Ramazanlarda daha güzel yemekler yer, şerbetler içer, temizliğe daha çok değer veririz, Ramazanda bizim İçin değişen sadece bir ay müddetle yemek saatleridir. Sahuru mümkün mertebe geciktirerek ve iftarı mümkün mertebe erken yaparak oruç tutarız. Hayatımızı tehlikeye sokmadan, fizyolojik ihtiyaçlarımızı inkâr ve ihmal etmeden, sadece «imsak» vaktinden «akşamın ilk anlarına» kadar tatminde geciktiririz. Bununla, fert ve cemiyet olarak, Allah ve Resulünün koyduğu ölçüler içinde nefsimizi kontrol» ederiz. İslâm'a göre, iradeyi terbiye etmek demek., yememek, içmemek, seksüel perhiz yapmak demek değildir Bütün bunları ve diğer fizyolojik ihtiyaçlarımızı, belli normlar İçinde kontrol altına almak demektir Her türlü israftan kaçınmaktır. Nefsin inkârı değil disiplin altına alınmasıdır. Ramazanın bir ay müddetle devam etmesi, nefsin disiplin altına alınmasına ve içgüdülerin kontrol edilmesine gerçekten fırsat verebilecek bir zamandır. Nitekim, Ramazanı müteakip, Müslümanlar, uzun müddet öğle yemeği yemek ihtiyacı duymazlar. Zaten, sevgili Peygamberimiz ve O'nun yüce kadrosu olan Sahabiler bütün hayatları boyunca, mazeretleri olmadığı müddetçe, daima iki öğün yemek yemişlerdir. Bu «sünnet» gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlılar döneminde Türkiye'de de yürütülürdü Hâlâ, birçok kasaba ve köylerimizde bu «gelenek» devam etmektedir. Eskiden üzerlerine güneş doğmayan Müslüman - Türk çocukları, sabah namazından sonra ağzına bir kaşık bal veya benzeri bit tatlı alır mesaiye gider, kuşluk saatinde iIk yemeği yer, öğle namazına kadar çalışır, namazdan önce biraz uyur (kaylûle yapar), hemen sonra abdest alıp namaz kılar, tekrar çalışmaya başlar, gölgesi iki boy oluncaya kadar çalışmasına devam eder, paydostan sonra ikindi namazını kılar, biraz dinlenir ve akşam yemeğini yerdi. Yemeği takiben akşam namazını kılar ve yatsıyı bekledi. Ramazan, müslümanları böyle bir günlük programa hazırlar.
RAMAZAN VE ZEKÂT
Müslümanlar için Ramazan, aynı zamanda zekât verme ayıdır. Zekât her zaman verilebilir, lâkin Ramazanda verilmesi daha iyidir. Kaldıki, zekâtın Ramazan ayında verilmesini gerektiren başka bir sebep de vardır. Zekât, Hicret'in ikinci yılında ve Ramazan ayında müslümanlara farz kılınmıştı. O zamandan bu zamana müslümanlar, mühim bir mazeretleri olmadıkça, zekâtlarını bu ayda vermeyi tercih etmişlerdir.
islâm'da zekât asla, devlete ödenmesi gereken bir «vergi» değildir. O İslâm'ın gerçekleştirdiği bir «sosyal güvenlik» ve «sosyal adalet» müessesesidir. Bizzat cemiyetin, fakr ü zaruret içinde bulunan insanların hayat ve yaşayışını teminat altına alması demektir. Zekât, zenginlerin mallarından ayırıp vermek zorunda oldukları, nisbeti önceden belirlenmiş ve müstahaklarına tevdi edilmesi gereken bir haktır. Zekât fakire, yoksula, zekât toplayan memura, esire, mücahitlere, borçlulara ve muhtaç yolculara verilir. Zekât, müslümanlar arasında tesis edilmiş bir «sosyal sigorta»dır. ilmihal kitapları, zekâtı, «bir kimsenin tam mülkü olan nisab miktarındaki zekât malının, belli zamanda, belli miktarını, zekât niyeti ile ayırıp müstahak olan müslümanlara verilmesi» olarak tarif ederler.
İslâm zekâtla cemiyetin, yakından uzağa doğru kendi mensuplarının hayat ve refahını bir ibadet aşk ve şuuru içinde temin etmesini «farz kılarak» bu vazifeyi İslâm'ın şartı haline getirmiştir. İslâmın koyduğu ölçüler içinde zengin sayılan her müslüman, zekât vermekle mükelleftir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, müslüman bir cemiyette, bir müslüman açlıktan ve sefaletten dolayı ölmüş olsa, zekât vermeyen veya zekât borcunu tam ödemeyen bütün zengin müsümanlar, o kişinin kaatili olurlar.
Zenginler, altın, gümüş, nakit ve kâğıt paranın, sığır, koyun, keçi, deve manda, at... gibi hayvanların, ticaret mallarının ve toprak mahsullerinin zekâtının tayin edilen «nisablarına» göre ve şartlarına uyarak verirler. İslâm'da «öşür» toprak mahsullerinden verilen zekât demektir. Öşür vermek de farzdır. Zekât farzının ne suretle eda edileceği hususu ilmihal kitaplarında genişçe anlatılmıştır. Müslümanların bunları okuyup öğrenmesi gerekir. Unutmamak gerekir ki, farz olan şeyleri öğrenmek farzdır. Hiç şüphesiz islâm devletinin zekâtın alınması müstahaklarına ulaştırılması hususunda vazife ve mesuliyetleri vardır. Tabiî, böyle bir «İslâm Devleti» varsa...
İslâm'da faiz haram ve fakat zekât farzdır. Bilindiği gibi kapitalist sistemde, krediye ihtiyaç duyan çevrelere verilen mal ve para, kapitalistin lehine belli bir nisbette artış sağlar ve kredi alan kişi ve zümreler, bu ihtiyaçları dolayısı ile sömürülürler. İslâm'da, kredi, «karz-ı hasen» (faizsiz borç» olarak verilebilir. Bunun yanında zenginin mal ve parası üzerinden, bir yıl geçtikten sonra, ihtiyaç sahiplerine belli nisbette zekât vermek mecburiyeti vardır. İslâm ekonomi sisteminde, kredi ihtiyacının sömürülmesi ortadan kaldırıldığı gibi, çalışmayan para, durduğu yerde, zekâtla törpülenerek belli bir noktaya kadar küçültülür. Böylece sermaye piyayasının canlanması ile zekât arasındaki bağ daha iyi anlaşılmış olur. Zekât, parayı işletmeye teşvik eder. Aksi halde çalışmayan altın, gümüş ve nakit zekâtla yontularak piyasaya aktarılır.
Zekât, herşeyden önce bir ibadet olarak yerine getirilir. Bunun ötesinde sayısız sosyal ve ekonomik faydayı da bünyesinde taşır. Zekât aynı zamanda bir cihad ve gönüller kazanma yoludur da o,İslâm savaşçılarına verilebileceği gibi, gönlü İslâm'a yatkın ve kazanılabilecek kimselere de verilebilir. İslâm'da «Müellefe-i Kulub» olarak adlandırılan kimseler, böyledir.
FİTRE
İmam-ı A'zama göre ihtiyacından ve borçlarından fazla olarak zekât nisabı malı ve parası bulunan ve hür olan her müsiümanın Ramazan bayramının birinci günü sabahı, tan yeri ağarırken «fitre» vermesi vacip olur. Şafiî, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre, bir günlük yiyeceği olanın fitre vermesi farzdır, imam-ı Gazali, fitreyi zekât olarak değerlendirir ve «fitre zekâtı» olarak ödenmesini farz bulur, imam-ı Gazali, evi, elbisesi ve zaruri ihtiyaçları hariç, bayram günü kendine ve çoluk çocuğuna yetecek kadar yiyeceği olan bir kimsenin «fıtır bayramı» (Ramazan Bayramı) gecesi yedikleri şeyin cinsinden «bir sa» vermesi farz olur diyor (Bkz. İmam-. Gazali — Kimyayı Saadet — [A: F. Meyan) Sf: 143).
Fitre arpa, buğday, üzüm, hurma olarak verilebildiği gibi bunların bedeli olan altın, gümüş ve nakit para olarakda ödenebilir, islâm'da fitrenin ölçüsü bir «sa'» dır. Bu bir hacim ölçüsüdür. Prensip olarak «sekiz normal avuç mercimeğin hacmine eşittir. Hanefi âlimlerine göre aşağı yukarı 1750 grama. Maliki, Hanbeli ve Şafii imamlarına göre de aşağı yukarı 2335 grama muadildir. Fitre, verilecek metaın cinsine gere. bu ölçüler içinde mütalâa edilir. eğer nakit olarak verilecekse bu emtianın o günkü piyasa değerlerine göre hesap edilir. İmam-ı Azam'a göre, değeri çok olan«meta üzerinden» fitre vermek daha iyi olur. Meselâ ülkemizde hurma ve üzümün değeri buğday ve arpadan daha fazladır. Gücü yetenler, buna göre hareket etmelidirler.
Her şahıs için «bir fitre» verilir. Aile reisi bakmakla mükellef olduğu Kimselerin (baba, ana. oğul, kız evlatlık ve himayesine aldığı kimselerin fitresini vermek zorundadır. Eğer, evin hanımı kendi zekâtını kendi verirse daha yi olur. kocasının vermesi de caizdir. Fitreyi, özürsüz olarak, bayramdan sonraya bırakmak caiz değildir.En iyisi,bayramın birinci günü
fitreyi bayram namazından önce veya sonra ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktır.
Fitre yakından uzağa (yani bakmakla mükellef olmadığı akrabadan başlayarak, muhtaç komşular, hemşehrilere, daha sonra diğer şehirlerdeki müslümanlara muhtaçlara verilmelidir. Fitre de zekât gibi, fakire, yoksula, esirlere, borçlulara, yolculara muhtaç öğrencilere, Allah yolunda savaşanlara... verilir.
özürlerine binaen oruç tutamayan müslümanların da tutamadıkları her oruç için birer «sadaka-i fıtır» vermesi gerekir, ihtiyarlar, hastalar, loğusa ve hamile kadınlar, süt emziren anneler yolcular... şayet oruçlarını eda edemeyecekler ise «sadaka-i fıtır» verirler.
Fitre de zekat gibi fakir ve fukaranın hakkıdır. Bir « usul yol adalet» ve «güvenlik» yüklediği bir mükellefiyettir. Ayrıca ibadet gayesi iie yapılan bu içtimaî yardımların, cemiyet hayatında büyük bir değeri vardır. Sosyal dayanışmayı güçlendirdiği gibi sefaletin yok edilmesini temin eder. Refahı yaygınlaştırır, cemiyette barış ve huzur sağlar. Bu sebepten, şu veya bun müessesenin, bu değerli ibadeti maksat ve hedefinden saptırmaya çalışması hoş görülemez. Fakir ve fukaranın hakkı, çeşitii hile ve tertiplerle halkın elinden alınarak çar çur edilemez. Her müslüman fitre ve zekatını, dinin emir ve ölçüleri içinde ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak hak ve hürriyetine sahip bulunmaktadır. Hele, İslâm'ın mukaddes ölçüleri ile ve yüce «şeriat» ile alay eden ve fakat fitre ve zekât söz konusu olunca, sinsi bir riyakârlıkla müslümanlara dalkavukluk yapmaya kalkışan kişi ve müesseselere hiçbir müslüman yardım etmek zorunda değildir.
Fitre ve zekât, müslümanlar arasında adalet, güven ve dayanışına doğuran ve yüce islâm şeriatının emrettiği bir ibadettir.
KADİR GECESİ
Yüce ve şanlı kitabımız Kur'ân-ı Kerîmde «Kadir Gecesi», bütün gecelerden ve gündüzlerden daha aziz tutulur, onun «bin aydan daha hayırlı» olduğu bildirilir. O gece, adeta her iki dünyanın birleştiği gündür. O gece «fecr vaktine» kadar melekler, ruhlar ve müminler, dua ve niyazlarında içice kaynaşan bir nur yumağı meydana getirirler: Kadir Gecesi, mukaddes ve mübarek bir ayın «özü»dür, hülasasıdır. Bu gecenin feyzine ve bereketine kavuşanlar Yunus Emre gibi kendinden geçer, aşk ve vecd ile: «Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun» diyerek sokağa fırlar.
Kadir gecesi için, büyük veli İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubatı'nda (162. mektubta) şöyle buyuruyor: «Bu aydaki iyiliklerin, bereketlerin hepsi Allah-ü Taalânın zâtındaki üstünlüklerin tamamı da, kelâm sânında bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerim, bu kelâm sânında bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim, bu kelâm şanının hakikatinin hepsinden hâsıl olmuştur.. Bu sebepten Kur'an-ı Kerim ile bu mübarek ay arasında tam bir bağlılık vardır... Bu bağlılıktan dolayı Kur'an-ı Kerim, Ramazan ayında indirildi. Kadir gecesi.bu aydadır. Kadir Gecesi, bu ayın özü ve çekirdeği gibidir. Ramazan ayı da —Bu özü ve çekirdeği içinde koruyan bir meyvenin— kabuğu gibidir.»
Ramazan ayı tam bir Kur'an-ı Kerim ayıdır. O ay boyunca müminler Kur'an-ı Kerim'i hatmederler (baştan sona kadar okurlar). Camilerde güzel sesli hafızlar ve onları çevreleyen cemaatın vecd hali, bize «Asr-ı Saadet» ten kokular getirir. Bu «kutlu cemaat» öbek öbek dünyanın her yerinde aşk ve heyecanla teşekkül eder. Kur'an-ı Kerim, bugün yer yüzünde tahrif edilmemiş, saptırılmamış tek vahiy kitabıdır.- Bunun yanında, bugün dünyada aynı dil ve aynı yazı ile okunan ve dinlenen yegâne kitapdır Kur'an-ı Kerim'in metni, dili ve yazısı üzerinde oynanmak istenen bütün kötü niyetli oyunlar, Allah'ın vaadine uygun olarak hep hüsranla neticelenmiş ve Allah'ın Kitabı, bütün ihtişamı ile ebedî bir feyz ve bereket kaynağı olarak evlerimizin en mutena köşesinde ve hafızların dimağında korunmuştur, korunmaktadır ve korunacaktır.
Her Ramazanda Kur'an-ı Kerim, bütün mümin gönüllerde ve dillerde durmadan yenilenir. Her Kadir Gecesinde, inananlar, yeniden melekler ve ruhlarla kaynaşarak Kur'an-ı Kerim'in aydınlığında yıkanarak arınırlar. Ramazan ayında ve Kadir Gecesinde kılınan nafile namazlar, yapılan zikirler verilen sadakalar başka ay ve günlerdeki «farzlar» gibidir. Bu ayda oruçlulara iftar vermek, müminlerin işlerini kolaylaştırmak, yüklerini hafifletmek, büyük sevaptır. Bu ay ve günde müslümanlar. sevgili Peygamberimizin ve kâinatın efendisinin «ahlâkı ile ahlâklanmaya» çalışırlar, ona benzemek için çırpınırlar. «Ufuk insana» doğru yol almaya, yani sonsuzluğu kucaklamaya özenirler. Gerçekten de O'na yaklaşmak insanlığa yaklaşmak, O'ndan uzaklaşmak ise mahvolmak demektir.
Tıpkı O'nun gibi yaşamak zordur: ancak onun yaptıklarını, söylediklerini ve yaşayışını bilmek ve elimizden geldiği kadar onları yapmaya çalışmak gerekir. Peygamberimiz, Ramazanları bir bayram sevinci ile karşılar, onu gece ve gündüz değerlendirir. Bilhassa Ramazanın son on günü içinde ibadetleri zikirleri ve sadakaları pek çok olurdu. Şefkat ve merhamet duyguları bütün ihtişamı ile fakirleri, sahipsizleri, hasta ve düşkünleri kucaklardı. Sıcak çöl günlerinde bile Ramazanın doğurduğu açlığı ve susuzluğu, Allah'a ibadet zevk ve heyecanı ile büyük bir nimet bilirdi. Ramazan'da, iftarı erken ve sahuru geç yapmayı severdi. Bu haliyle «beşerin aczini» duyarak Rahman ve Rahim olan Allah'a sığınırdı.. Bize de öyle yapmamızı tavsiye ederdi.
İSLÂMİYET VE TÜRKLER
Türkler, en eski devirlerden beri «muvahhit» olan, yani tek Tanrı’ya inanan bir milletti. Türk milletine, zaman zaman İran ve Hindistan'dan bulaşan şamanist- budist inançlara, hattâ Yahudi ve Hnstiyan itikatlarına rağmen o, daima kültürünün özünde «muvahhit» olma esprisini korumasını bilmiştir.
Türkler, asırlarca hep İslâmiyet'i aramış gibidirler. Daha önce denediği hiçbir «din» Türk'ün vizdanını tatmin etmemişti. Türkler herhangi bir baskı altında kalmaksızın temiz ve hür vicdanları ile İslâmiyet'i seçtiler, sekizinci yüzyıldan sonra, dalga dalga bu dine katıldılar.
Tarihte hiçbir millet, bu kadar iştiyakla, bu kadar büyük dalgalar halinde yeni bir dine koşmamıştır. Muvahhit Türk Mileti, islâmiyet'te «tevhid»in en muhteşemini bulmuş, onunla coşmuş ve âdeta kendinden geçmiştir.
Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han islâm'la şereflenen ilk Türk hakanı olmuştur. Türk-İslâm Ülkücüsü için bu hakanın ismini yaymak ve genç vicdanlara heyecanla işlemek vazifesi düşer. Bu yüce hakanın adı asla unutturulmamalıdır.
Türk milletinin vicdanında yatan menkıbelere göre, Abdülkerim Satuk Buğra Han İslâmiyet'i rüyasında bizzat şanlı kurtarıcımız olan Peygamberimizden öğrenmiştir. Milleti ise kendisine itirazsız uymuştur. Böylece İslâm'a 10. yüzyıldan itibaren çok büyük dalgalar halinde katılan Türk milleti, 11. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasının siyasî lideri oldu. Tuğrul Bey «Sultan-ül Müslimin» ilân edildi. 16. yüzyılda da Yavuz Sultan Selim Han ile de «Resul-ü Ekrem»in «halifesi» yani kutlu vekili olmakla şereflendi.
Nihayet, Türk, islâmiyet ile o derece kaynaştı ki, Avrupalı İslâmiyet'e «Türk'ün Dini» demeye başladı. Daha sonra imparatorluğumuzu yıkmak isteyenler, bu sefer yüce dinimize «Arab'ın Dini» diyerek, güya millî hiseerimizi rencide ederek bizi, yüce dinimizden soğutmak istemişlerdi. Oysa, yüce peygamberimiz bu «ilâhi dini» Arab bedevilerine kabul ettirmek için ne kadar zahmet çekmişlerdi. Hiç şüphesiz, İslâmiyet, şu veya bu «kavmin» dini değildir. O bütün insanlığın haysiyetini kurtarmak için, Allah'ın «âlemlere rahmet olarak» gönderdiği âlemşümul ve ilâhi bir dindir. Her ırk, kavim ve her fert karakterini ve şahsiyetini kaybetmeksizin bu dine girebilir. Hiç kimseye bu konuda bir imtiyaz verilmediği gibi, engel olma yetkisi de verilmemiştir. Bütün bunlarla beraber, islâmiyet, milletlerarası bir din olmayıp milletler-üstüdür. Yani islâm international değil, universel'dir. Bunlar arasındaki farkı daha önceden belirtmiştik. İslâmiyet'i kabul etmekle milletler yok olmaz. Aksine güçlenir.
İslâmiyet, milletleri inkâr etmez, aksine milleti, nitelikleri içinde tutarak geliştirir. Millî kültürü ve müeseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. Ondaki küfrü atar, ancak millî şahsiyeti korur. İslâmiyet, kendine aykırı olmamak şartı ile «örfe» (Töre'ye) uymayı emrettiğinden milletin üslûbunu yansıtır. Din, sosyal yapıyı bütünü ile etkilediği halde, milletin şahsiyet ve üslûbunu inkâr ve ihmal etmez. Bilâkis, millî şahsiyeti ve üslûbu, getirdiği iman, aşk, aksiyon ve