HİROŞİMA VE NAGAZAKİ
Hamit Haksever 01 Ocak 1970
50 milyon ölü ve 35 milyon sakat kalmış insanla II. Dünya Harbi, insanlık tarihinin hiç şüphesiz en büyük ayıplarından biridir. Amerika’nın Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombası bu ayıplı savaşın en büyük ayıbı olmuştur. Masum Japon halkına karşı yapılan bu katliam, Firavunlara ve Nemrutlara bile parmak ısırtacak derecede vahşidir. Bu vahşetin tarihi seyri şöyledir:
Amerika 1945 yılının Temmuzunda yeni bir bomba geliştirdi. Nazi Almanya’sı 1945’in Mayısında savaştan çekilerek bu dehşetli bombanın şerrinden kurtuldu. Bu arada Japon savaşçıları, Amerikan üssü Pörl Harbır (Pearl Harbor)’a uçaklarla, intihar saldırısı da diyebileceğimiz ‘kamikaze’ saldırılarında bulundular. Buna karşılık olarak Amerika, Güney Pasifik’teki Tinian Adası’ndan Albay Paul Tibbets yönetimindeki Enola Gay isimli B-29 uçağı, 6 Ağustos 1945 sabahı “Little Boy – Küçük Çocuk” isimli çok gizli bir yükle havalandırdı. Bu gizli yük atom bombası idi ve ilk kez kullanılacaktı.
10 000 metre yükseklikten saat 8.13’te atılan bomba saat 8.15’te Japonya’nın güzel şehri Hiroşima’nın 580 metre üzerinde patladı. İlk anda 70 000 insan buharlaştı. Yüksek sıcaklıktan dolayı asfalta yapışan insanlar insanın içini ürpertmekteydi. Bir hafta boyunca şehre asit yağdı. İki ay içerisinde radyasyon sebebiyle 70 000 insan daha hayatını kaybetti. 60 000 kişi de beş yıllık süre içerisinde vefat edince Hiroşima’nın bilançosu ilk beş yılda 200 000 insanın ölümü, onbinlerce insanın da sakat kalması oldu.
Üç gün sonra (9 Ağustos 1945’te) sıra “Fat Man – Şişman Adam” isimli plütonyum bombasına gelmişti. Bu bomba için hedef Japonya’nın Fukuoka şehri idi. Fakat hava kapalı olduğu için hedef Nagazaki’ye çevrildi. Saatler 11.02’yi gösterirken 21 ton patlayıcının gücüne sahip bomba Nagazaki’yi cehenneme çevirdi. 75 000 kişi anında kavruldu. Bir o kadar kişi de beş yıllık süre içerisinde can verdi.
Radyasyon sebebiyle toprağın ve suların zehirlenmesini ve daha uzun vadedeki zararları hesap etmesek bile ilk beş yılda Hiroşima ve Nagazaki’de 350 000’i aşkın sivilin ölmüş olması, bizlere insan haklarının savuculuğuna soyunmuş olan Amerika’nın insan sevgisi(!)nin boyutu hakkında bilgi vermeye yetmektedir. Kanaatimizce insan haklarının müdafaasını yamyamlar yapsa bundan daha mantıklı olurdu. Zira onlar Amerika’dan daha az vahşi ve daha mantıklıdır. Daha az vahşidir, çünkü hiçbir yamyam kabilesi 350 000 insanı bir anda yiyemez. Büyük tencerelerine atıp kaynatacakları insan sayısı 8-10 kişiyi geçmez. Ayrıca yamyamların yaptıklarını izah edecek -yanlış da olsa- kendilerine göre bir mantıkları vardır. Komik bir misal verelim:
Yamyamın birisinin annesi ölünce başlamış onu yemeye. Bunu gören arkadaşı dayanamamış ve sormuş, “Bir insan bu kadar da vahşi olamaz. İnsan annesinin etini nasıl yer?” Yamyam cevap vermiş, “Yahu şimdi ben annemin cesedini toprağa nasıl gömerim. Onun cesedini toprağın yemesine nasıl dayanırım. Annem beni dokuz ay karnında taşıdı. Onu yiyerek bundan sonra da ben onu karnımda taşıyacağım.”
Amerika ve kapitalist dünya iki yüzlüdür, sözleri ile eylemleri arasında büyük tezatlar mevcuttur. Bu yüzden bir yamyam kadar bile mantıklı değillerdir. Yamyamlar yedikleri adamları hiç değilse insan hakları namına yemiyorlar. Yamyamlarla Amerika’yı yan yana koyup kıyas edince insanın “Yaşasın yamyamlar, kahrolsun Amerika” diyesi geliyor.
Aslında kapitalist devletlere dev yamyamlar da diyebiliriz. Bunlar para için, petrol için yüz binlerce insanı katledebilirler. Son olarak Irak’a sözde insan hakları ve demokrasi getirecek olan medenî(!) Amerika ve onun kapitalist yandaşları dev bir vampir edasıyla Irak’ın petrolünü emebilmek için kadın, yaşlı, çocuk demeden Iraklıların kanını emdiler. Her türlü işkence ve dayatma ile insan haklarını(!) getirmeyi de ihmal etmediler?!.
İnsan haklarının müdafisi Amerika bu kadar vahşi de ‘halkların özgürlüğünü’ savunan komünist Rusya çok mu mübarek? Nerde... II. dünya savaşında, Almanya’nın da savaştan çekilmesiyle savaşmayı bırakmış olan Rusya, müttefiki Amerika’nın Hiroşima’ya attığı bombanın tesirini görünce hayrete düştü, iştahı kabardı. Hiç vakit kaybetmeden iki gün sonra (8 Ağustos 1945’te) Mançurya’yı işgal etti. Bir canavarın artığını yiyen sırtlan gibi Amerikan vahşetinin ardından Rusya’da dişini Japonya’ya geçirdi. Böylelikle Komünist Rusya da halkların özgürlüğüne olan bağlılığını göstermiş oldu?!.
II. Dünya savaşı bir kez daha gösterdi ki kapitalizm de komünizm de insanlığın kurtuluşu değil felaketidir. Gerçek kurtuluş ve huzur ise İslam’dadır. Zira İslam, savaşta, değil sivillere(kadın, yaşlı, çocuk, din adamları, savaşmayan insanlar), ağaçlara bile zarar verilmesini yasaklamış, tabiatı dahi korumuştur. Esirlere insanî muamelede bulunulmasını emretmiş ve onların dinlerini yaşamalarına da engel olmamıştır. Tarihe baktığımızda İslam’ın bu emirlerinin nazariyede (teoride) kalmayıp pratikte(savaş esnasında) uygulandığına da şahit olmaktayız. Karşı tarafın her türlü hile, zulüm ve dengesiz üstünlüğüne rağmen Mehmetçiğin Çanakkale’de vermiş olduğu insanlık dersi bunun yüzlerce misalinden sadece birisidir.
II. Dünya savaşında çıkaracağımız bir diğer ibret de, Japonların savaş sonrası kısa bir süre içerisinde toplanabilmeleri ve günümüzde teknolojik olarak Amerika’yı bile geçmiş olmalarıdır. Japonlara, harap olmuş ülkelerini bu kadar kısa zamanda imar ettiren ve her bir Japon’a ülkesi için seve seve fedakarlık yaptıran güç nedir aceba? Tabi ki milli şuur. Ve tabi ki bu şuuru veren eğitim sistemleri. Bakınız şu misal ne kadar ibretlidir:
Turgut Özal’ın Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanı olduğu zamanda Türkiye'ye Japonya'dan bir eğitim heyeti gelir. Bu heyet, Türkiye’de incelemeler yapacak, çeşitli temaslarda bulunacak ve neticeyi yetkililere aktaracaklardır.
Japon heyeti, yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yaparlar. Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin tespiti ilginçtir: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok” Bizimkiler şaşırır, “Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır.” derler, fakat yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa Japon heyeti misafirdir!..
Bizimkiler sorar, “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Neler yapılması gerekir?” Japon uzmanlar anlatmaya başlar: “Çocuklarımız daha ilk mektebe başlamadan biz onlara ‘şok testler’ uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek şok olurlar. Bu şoktan sonra onları Hiroşima'ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; hiçbir bitkinin yeşermediğini gösteririz. Ve deriz ki, “Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlının yaşamayacağı biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş.” Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Türkiye'de birçok teknik elemanlarımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz.
Bizimkiler, “Peki Türkiye için tespitiniz var mı? Gözlemleriniz nedir?” diye sorarlar. Japonlar: “Elbette var” derler. “Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölge. Bu bölge gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türkler her şeye rağmen galip çıkıyorlar, imkansızı mümkün hâle getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın her zaman galip geleceğini ispat ediyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.”
Görüldüğü üzere Japonlar yaşadıkları acı tecrübeden ibret almayı başarmışlar, Hiroşima’da insafsızca öldürülen atalarının acısını yüreklerinde hissetmişler, düşmanlarını iyi tanımışlardır. Peki ya biz? Çanakkale’de yedi düvele karşı harbettik. 253 000 savaş esnasında ve 150 000 kadar da hastanelerde olmak üzere 400 000’in üzerinde şehit verdik. Peki ya şimdi ne oldu bize? AB’ye girebilmek için can atıyoruz. Halbuki Avrupa ülkeleri hâlâ Türklerin Viyana önlerine kadar gelmiş olmalarını unutmuyor, bize olan düşmanlıkları devam ediyor. Ayrıca Türk-Yunan dostluğu gibi palavralara da kanıyoruz. Dostumuzu düşmanımızı tanıyamıyoruz. Atalarımız ne güzel söylemiş, “Eski düşmandan dost olmaz, sansar derisi post olmaz” diye.
Devletimiz, gelecek nesillerimizin milli şuura sahip olmaları için eğitim sahasında daha titiz hareket etmelidir. İlköğretimden başlamak üzere her eğitim-öğretim yılında öğrencilerimizin Çanakkale’ye gitmelerini sağlamalıdır. Bunun için okullara ödenek ayırıp bu iş için düzenli bir program hazırlamalıdır. Çanakkale’ye gitmeyen, görmeyen ve bu destanı öğrenmeyen talebe kalmamalıdır. Siviller olarak bizler de elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Gerek devlet adamlarımıza bu husustaki isteğimizde ısrarcı olduğumuzu göstererek gerekse kendi imkanlarımızla geziler tertip ederek üzerimize düşeni yapmalıyız.
Gayret bizden, tevfik Allah’tan...