« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

31 Tem

2007

Sidonie Gabrielle Colette

A. Ömer Türkeş 01 Ocak 1970

Sidonie Gabrielle Colette, 1873 yılında Fransa’da doğmuştu. Babası subaydı. Taşrada, annesinin de etkisiyle din duygusundan ve her türden bağnazlıktan uzak, doğayla barışık mutlu bir çocukluk geçirmiş, yirmi yaşına geldiğinde yaşça kendisinden bir hayli büyük Willie adlı bir edebiyatçıyla evlenmişti. Bütün biyogrofi yazarlarının kocası hakkındaki olumsuz yargılarına rağmen, bu evliliğin Colette’e edebiyat dünyasının ve ona karakteristiğini veren sınır tanımaz cinsel özgürlüklerin kapılarını açtığı inkar edilemez.
Evlilikleri, birlikte yazdıkları Claudine dizisinden sonra 1906 yılında biterken sahne hayatı başladı Colette’in. Bir süre müzikallerde çalıştı, pantomim gösterileri yaptı ve nihayyet “Ten” adlı oyunda göğüslerini açmaktan çekinmedi. Paris’in dilindeydi şimdi Colette, ama aklı hala edebiyattaydı. Yazmayı sürdürdü. “Avare Kadın”ın yayımlanmasının ardından adı artık edebiyat dünyasında karşılık bulmuştu. Nitekim 1920’de Marcel Proust’la birlikte “Legion d’honneur” nişanına değer görüldü. Buna rağmen kendi adıyla ilk romanını 1923’te, ikinci kocasından boşandıktan sonra yayımlamıştır. Daha sonra editörlük, adli muhabirlik, film senaristliği, tiyatro eleştirmenliği yaptı, gazete yazıları yazdı, röportajlar yayımladı. Romanları Fransız Komünist Partisi'nin organı Humanita gazetesinde tefrika edildi... 1945’te, 72 yaşında, Fransa'nın en önemli edebiyat kurumlarından biri olan Académie Goncourt'un ilk kadın üyesi oldu. 1954’te 81 yaşındayken öldüğünde cenazesi büyük bir devlet töreni ile kaldırıldı.
Ancak kilise katılmamıştı cenazeye; Colette için dini tören yapılmadı. Anlaşılan o ki, tenini özgürleştiren bir kadının dilediğince yaşamasını kabullenmek Fransız muhafazakarları için bile kolay değildi. Ne de olsa, “üç kez evlenen, sahnelere çıkip göğsünü sereserpe açan, iki evliliği arasındaki beş yıllık sürede erkek giysileriyle dolaşıp eşcinsel ilişkiler yaşayan, hayatını hep kendi emeğiyle kazanmış, 16 yaşındaki üvey oğluyla cinsel ve duygusal ilişkiye girmiş, parasız kalınca güzellik enstitüsü açmış, adını sigara reklamlarına kiralamış bir yazar”dı o!..
Colette’in novellelarının tiyatro ve sinema uyarlamalarının da büyük bir seyirci ilgisiyle karşılandığını görüyoruz. Mesela “Caniko”nun 1921’deki tiyatro uyarlaması romanından daha çok yankı uyandırmıştır. “Gigi”nin sinemaya birden fazla aktarımı vardır ki, birisinde Audrey Hepburn unutulmaz bir kompozisyon çizmiş, Vincente Minelli’nin yönettiği diğeri dokuz Oscar ödülü kazanmıştır.
Yüze yakın eseri olduğu söyleniyor Colette’in. Elbette sayısal çoklukların önemi yok, önemli olan bu eserleriyle hepsi de farklı kulvarlarda yürüyen Proust, Claudel, Gide, Mauriac, Louys, Simenon, Guitry, Cocteau, Jean Genet, Scott Fitzgerald gibi yazarlara yaptığı etkilerdir.
Tenin Sırlarını Arayan Kadın
Bugünlerde kitapevleri raflarına göz gezdirdiyseniz, ön yüzünde Ramize Er’in o pek tanıdık baştan çıkarıcı acar kadın tipinin, arkadaysa Colette’in bizzat kendisinin sere serpe uzandığı “Caniko” romanı mutlaka çarpmıştır gözünüze. Colette’in kendi hayatıyla da örtüşen bu sıra dışı aşk hikayesi, Fransa’da “Cheri” adıyla yayımlandığı 1920’den 85 yıl sonra –yazarına pek yakışan çok canlı bir kapak tasarımıyla- yeniden Türkçeleştirilirmiş. Hatırlatmakta yarar var; “Cheri”nin dilimize ilk çevrimini 1954’te Azra Erhat Varlık yayınevi için “Cicim” adıyla yapmış, bu çeviri Can yayınevi tarafından 1991’de tekrar basılmıştı. “Cheri”nin 1965’te “Sevgilim” adıyla Altın Kitaplar yayınevince çıkarılan ikinci çevirisi ise Gönül Suveren imzasını taşıyordu.
Az önce “sıradışı bir aşk hikayesi” dedim. Hele ki yazıldığı dönem için, doğrusu fazlasıyla sıradışıydı “Caniko”. Ama Colette’in çok sevdiği aşk üçgeni teması değil romanı sıra dışı kılan, ne de roman kahramanlarının sosyal mevkileri şaşırtmıştır okuyucuyu. Collette, önce aşk üçgeninin klasik köşelerini değiştirmiş, “yaşlı erkek, yaşlı kadın ve genç metres”in yerine “genç kadın, genç erkek ve orta yaşlı kadın”ı koyarken gençler arasındaki “karaçalılık” rolünü kadına, orta yaşlı eski bir kibar fahişe olaran Lea’ya vermiş, ancak Lea ve Caniko arasındaki ilişkinin arkasındaki tensel tutkuyu anneoğul ilişkisii çağrıştıran halleriyle birlikte işlemiştir. Üstelik Colette, “Caniko”nun yayımlanmasının hemen ertesinde roman kahramanı Lea’yı bizzat kendisi taklit edecek, henüz delikanlılık çağlarındaki üvey oğlu uzun süreli bir ilişkiye girmekten sakınmayacaktır. Bu aşkın olabilirliğini ve sınırlarını –sanki- romanıyla test ederken Paris’e alışılageldik skandallarından birisini daha yaşatmıştır.
Belki de kendisini, genç bir bedene karşı kendisinin hissettiklerini de işin içine kattığından aşk üçgeninin her bir köşesine ön yargısız ve sevgi ile yaklaşıyor Colette. Mesela Lea, yaşının geçkinliğinin, günü geldiğinde Caniko’ya yetmeyeceğinin ve hayata karşı gençliğin verdiği umarsızlıkla davranan muhtemel jigolo adayı Caniko’nun olgunlaşmamış, çocuksu, bencil yanlarının farkında olmasına farkında, ama onun etine duyduğu açlığın da farkında… Caniko ise delikanlılığa kollarında adım attığı, kendisine hem annelik hem metreslik yapan Lea’ya bir sevgiliden çok itaatkar bir oğul gibi bağlı. Yunan tragedyalarını çağrıştıran bu tanıtım yanıltmasın sizi; yazgısı daha baştan çizilmiş imkansız aşkı -hayatı ve kendisini ciddiye almamayı her zaman bilen bir kadın olarak- ironik bir dille, hüzünlü bir alayla anlatıyor Colette. İşte Colette’i Colette yapan hayata karşı takındığı tam da bu tavrı.
1920’lerde “Caniko”yu popüler kılan anlattığı hikayeydi belki, ama bırakın Fransa ya da Avrupa’yı, her yeni güne yeni bir “üçüncü sayfa” faciası ile başlanılan, porno endüstrisinin en ücra kasabalara dek uzandığı, her türden fantezinin edebiyat sayıldığı, mahremin kamusala taşındığı 21.yüzyıl Türkiyesi için bile artık çarpıcı değil hikayesi. Ne var ki, edebiyat açısından bugün ona çarpıcılığını ve kalıcılığı veren çok daha önemli özellikleri var. Öncelikle roman kişileri; arkasını 20.yüzyıl başlarındaki Paris’e, Paris dekadansına yaslayan “Caniko”da karşılaştığımız insan tipleri toplumun yaşadığı sorunlardan habersizcesine zek peşinde koşarlar. Zevk peşinde ama o zevkleri almak için fazlasıyla yorgunca… İki savaş arasındaki bunalım döneminin acıdan dehşetle kaçınan, bilinçaltları ölüm korkusuyla ürperen insanlarıdır onlar. İşte bu insanların, özellikle kadınların zayıf ve güçlü yanlarını, erkekteki dişiliğin ya da kadındaki erkekliğin varlığını araştıran Colette, Lea’nın Caniko’suz yaşarken hissettiklerini de –genel bir kadınlık durumu olarak- çok iyi yakalar; bir eksiklik, sakatlıktır bu, yalnızlıktır...
Her ne kadar çevirisinden okusak bile –burada gerek Azra Erhat’ın gerekse de Vivet Kanetti’nin titiz çalışmalarının hakkını teslim edelim- gözü ve kulağı okşayan melodik diliyle de dikkat çekiyor “Caniko”. Roman bütününde kişilerin duygu ve düşüncelerini eksiksiz taşıyan diyalogların ağırlığı var, ama Joyce’un, Woolf’un ve Proust’un çağdaşı olan Colette, yer yer tıpkı onlar gibi modern bireyin bilinç katlarında dolaşmasını da bilmiş. Doğanın bütün zenginliğini, en içten duyuşlarla, ayrıntı zenginliğiyle yansıtan Colette’in çok özgün bir üslubu olduğunu hemen fark edilir. Le Clezio’nun ifadesiyle özetleyeyim, “hiçbir yazar belki ‘Ağustos Işığı’ndaki Faulkner hariç hayatın her titreyişini, çağlayışını, çoğalışını dile getirmekte onun dikkatini sarf etmiş değildir”.
Neden Colette?
Kocasının imzasıyla yayımlanan Claudine dizisi romanlarıyla edebiyat sahnesine giren ve romandan çok kısa roman diyebileceğimiz nouvel tarzında eserler veren Colette’in bu geniş etkileme gücünü nereden geldiğini tartışmak hem 20.yüzyıl Avrupasının zihin dünyasını hem de yaratıcılığın sırlarını anlamak açısından önemli görünüyor.
Colette, pek çok yazar gibi kendi hayat deneyimlerinden yola çıkarak kadın-erkek ilişkisinin doğası üzerine diker gözünü. Annesi, taşrada geçen çocukluk yılları, ilk kocası ile yaşadığı çalkantılı evlilik, üvey oğlunu baştan çıkarışı, eşcinsel ilişkileri, sanat dünyası, yani biyografisinden öğrenebileceğimiz hemen her şeyi birer esin kaynağı olarak kullanır. Tanıdık gibi geliyor değil mi? Ancak tam da bu tanıdıklık noktasında ayrılıyor diğerleriyle Colette’in yolu. Çünkü Colette, kendini nasılsa öyle, yani olduğu gibi göstermekten, içindeki duygu ve düşünceleri toplumsal değerlerleri çiğnemekten hiç çekinmeden bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktan çekinmez; bencillik, çıkarcılık, korkaklık, tensel zevklere tutsaklık, erkek ya da kadın “yiyicilik” ve benzeri rahatsızlık verici ama insan özgü her türden duygu ve düşünceyle, doğa ve insanla, günah ve suçluluk duygularından arınmış, “pagan” bir ilişki kurar. Hiçbir şeyi saklamadan. Gizlemeden…
Yaşı geçkin sosyete fahişeleri, lüks ve kibar fahişe olmayı öğrenen kızlar, birbirlerini “aşkla seven” kadınlar, jigololar, tutkulu aşıklar, aşk üçgenleri, ihanetler, kıskançlıklar, kırılganlıklar, sonsuz aşklar, kısacası cinsellikle, ama özellikle kadın dünyasının cinsellik algısıyla ilgili hemen her şey var Colette’in beden, duyu ve içgüdü üçgeninde devinen romanlarında. Bu nedenle, sınırların bittiği her yerde olduğu gibi, Colette’in romanlarında da erotizm çıkar ortaya. Belki de roman boyunca hissedilen bu erotik çağrışımlardır roman kişilerinin korkularını, davranışlarını, davranışları ardındaki sırları anlamamızı sağlayan. Pornografiden, seksin iştah kabartacak tasvirlerinden söz etmiyorum ama. Tersine, Colette’in o kendine özgü edebi dilini daha da çekici kılan bir erotizm, zengin bir duygu yoğunluğu, hayal gücünün ve artistik yeteneklerin ortaya konduğu güzel bir anlatım bu.
Sistemin şenlikli, parıltılı kabuğunda yaşayan, yaşadıklarından bahtiyar insan tiplerinin aşk ilişkilerini anlatan romanların yazarı Colette’in, kötülük estetiğinin ve başkaldırının öncülüğünü yapan ve yaşamını, "düşman" olarak adlandırdığı toplumla yüzleşmeye yönelik bir varoluş üzerine oturtan Jean Genet’in hayranlığını kazanmasında bir paradoks var gibi görünüyor. Evet, Colette’in topluma karşı açık bir düşmanlığı yok, ama ne ün ne hayran kitlesi ne de maddi kazanç uğruna duygularından, düşüncelerinden, aşklarından, tensel tutkularından ödün vermeyen ve toplumsal ahlakı yerle bir eden Colette, en az Genet kadar toplum dışıydı. Eleştirelliği ve insanı gözleme gücü tam da burada, topluma dışarıdan bakabilmesindeydi.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,99 M - Bugn : 14541

ulkucudunya@ulkucudunya.com