« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 Şub

2013

Bahtiyar Vahapzade

01 Ocak 1970

Mahmud oğlu Bahtiyar Vahabzade, 16 Ağustos 1925 tarihinde Şeki'de doğdu. 9 yaşında ailesiyle beraber Bakü'ye taşındı. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. 1942 yılında girdiği Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Bölümü'nden 1947 yılında mezun oldu ve aynı bölümde öğretim üyesi olarak ders vermeye başladı. 1964 yılında tamamladığı S.Vurğunun hayat ve yaradıcılığı isimli monografisi ile filoloji doktoru ünvanını aldı.
1980 yılında Azerbaycan İlimler Akademisi üyeliğine seçilen Vahabzade, 1990 yılında emekli olana kadar üniversite de ders vermiştir.
Vahabzade, 1960'larda başlayan özgürlük hareketlerinin öncülerindendir. Bu konuda kaleme aldığı 1959 tarihli Gülistan isimli şiirinde, ikiye bölünen (İran ve Rusya) Azeri halkının yaşadığı felaketleri anlatmıştır. Adı geçen eserinde dolayı 1962 yılında milliyetçi damgası vurulan şair 2 yıllığına üniversitede ki görevinden de uzaklaştırılmıştır. Bu olumsuzluklara ve Sovyet rejiminin baskılarına rağmen özgürlük mücadelesinden hiç yılmamıştır. Azeri halkının sıkıntılarını konu ettiği pek çok eserini yurt dışına kaçırarak yayınlanmasını sağlamıştır.
Eserlerinde Azeri Türkçesi'ni en temiz şekilde kullanmaya özen gösteren ve halkının duygularına tercüman olan Vahabzade Azerbaycan'da Halk Şairi adıyla anılır. 1995 yılında Azeri özgürlük mücadelesindeki hizmetlerinden dolayı İstiklal nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ülkesinin özgürlük simgelerinden biridir. Vahabzade 1980-2000 yılları arasında 5 defa milletvekili seçilmiştir. 13 Şubat 2009 tarihinde Bakü'de vefat etmiştir.
Eserleri
Bahtiyar Vahabzade, 40'ı aşkın şiir kitabı, 11 ilmi eser, 2 monografi, çeşitli piyesler ve yüzlerce makale yayınlamıştır. Eserlerinde genellikle özgürlük, yurt sevgisi, din gibi temaları işlemiştir.
Başlıca eserleri
•Yücelikte Tenhalık (1978)
•Menim Dostlarım (1949)
•Bahar (1950)
•Dostlug Nağmesi (1952)
•Çınar (1956)
•Ceyran (1957)
•İnsan ve Zaman (1964)
•Tan Yeri (1973)
•Şehitler (1990)
•Sandıktan Sesler (2002)
Türkiye'de Basılan Eserleri
•Ömürden Sayfalar (Ötügen, 2000)
•Vatan, millet, ana dili (Atatürk Kültür Başkanlığı yayınları, 2000)
•Soru işareti (Kaynak yayınları, 2002 )
HAZIRLAYAN EMİNE AKDÜZEN
--------------------------------------------------------------------------------
HAKKINDA YAZILANLAR
MEMMED ASLAN ve BAHTİYAR VAHABZADE'NİN ŞİİRLERİNDE 20 OCAK FACİASI / Dr. Yusuf Gedikli
İnsanların olduğu gibi milletlerin de acılı ve sevinçli günleri vardır. Bu acılı ve sevinçli günlerin milletlerin hayatında derin izler bıraktığı, acılı günler için yas tutulduğu, sevinçli günler için düğün bayram yapıldığı herkesin malumudur. Zaten milleti millet yapan şartlardan birisi fertlerin tasada ve kıvançta bir olmasıdır.
Türk milleti tarih boyunca bu duyguların ikisini de yaşamış, güzel günler yanında büyük acılar da görmüştür. Türk milletinin böyle acıları yaşamasında duygulu, merhametli, eli açık ve insansever olmasının büyük rolü vardır. Bu özellikler Müslümanlığın da tesiriyle Türk milletinin kanına işlemiş, deyim yerindeyse genlerle nesilen nesile intikal eden ırsi hasletler haline gelmiştir. Bu yüzden Türkler 'nizam-ı alem'i tesis etmek için gittikleri memleketlerin insanlarına son derece iyi davranmış, hatta onlara aldığından daha fazlasını vermiştir. Türk milleti, büyüklüğünden kaynaklanan bu davranışının zaman zaman zararını görme bahtsızlığına da uğramıştır. Bugün Türk aleminin çektiği ıztıraplarda biraz da bu iyi davranışların etkisi vardır.
Türk milletinin merhametinden kaynaklanan acıları Azerbaycan Türkleri de yaşamıştır. Azerbaycan edebiyatında ve müziğinde bu acıların izlerini görmek, bilhassa Azerbaycan müziğinde her zaman bir hüzün sezmek mümkündür. 20 Ocak faciası da bu acılardan biridir.
20 Ocak 1990 günü Kızılordu Baltıklarda yapamadığını ne üzücü ve üzücü olduğu kadar da ne ibret vericidir ki Azerbaycan'da yapmakta bir beis görmemiştir. Yine şurası da ibret vericidir ki, medeni dünyadan, insan hakları şampiyonu olan kişi, kuruluş ve devletlerden de hiç bir ses yükselmemiştir. Çünkü zulme uğrayanlar Ermeniler, Ruslar ve Yahudiler ve hatta balinalar değildi. Zulme uğrayanlar Türklerdi ve onların iki büyük suçu vardı. Birincisi Türk olmaları, ikincisi Müslüman olmalarıydı. Bu iki büyük suçun bir arada bulunduğu yerde uygar dünya hemen yüzünü çevirmekte ve meseleye başka ölçülerle (çifte standartla) yaklaşmakta bir sakınca görmez.
Aslında bu durum burada bulunan insanları şaşırtmamıştır. Çünkü bu tip yaklaşımlar ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusyanın veya batılıların Türk politikası arasında dün olduğu gibi bugün de hiç bir fark yoktur. Yüzyılımızın başlarında Azerbaycanlı şair Ali Nazmi Memmedzade bir şiirinde bunu gayet güzel tesbit etmiştir:

Ukraynaya muhtariyyet, su, toprak
Türkistanlı müslimlere şapalak.*
Litvalıya isteğince ihtiyar,*
Buharalı, Hiveliye zehrimar.*
Kazaklara her zad* ile Kuban, Don,
Çerkezlere, Lezgilere paşol, von.*
Latışlara ayrılmalı pay, çok az
Cuhudlara, Tatarlara beş kapaz.*
Hahollara birleşmeye buyuruk
Kırımlıya, Kırgızlara yumuruk.
Ermen, Grek her ne dese çal çepik,*
Azerbaycan Türklerine vur tepik.
[ şapalak: şamar / ihtiyar: özerklik / zehrimar: / zad: şey / paşol, von: / Latış: Cuhud: Yahudi / kapaz: Tokat / Hahollara: Ukrayna köylülerine / çepik: alkış / tepik: tekme].
Şiirde Ukraynaya su, toprak, muhtariyet verilirken Türkistan Türklerine tokat atıldığı, Litvanyaya özerklik verilirken Buhara ve Hive Türklerinden söz edilmek bile istenmediği; İdil-Ural, Kırım Türkleri ve Kırgızlara yumruk politikası uygulandığı, Ermeni ve Yunanlıların her dediğine alkış tutulurken Azerbaycan Türklerine tekme politikası tatbik edildiği vazıh şekilde izah edilmiştir. Durum günümüzde de aynıdır.
***
Burada bir parantez açıp şairlerin milli mücadelelerdeki rolleri hakkında bir kaç söz söylemek istiyoruz: Şairler milletlerin zor günlerinin adamıdırlar. Milletin zor zamanlarında imanını, güvenini tazelemek, moralini yükseltmek en başta şairlerin vazifesidir. Buna Mehmet Akifin Kurtuluş savaşındaki hizmetini örnek verebiliriz. Mehmet Akif devletin başındakilerin bile yeise, ümitsizliğe kapıldıkları bir anda umudunu hiç bir zaman kaybetmemiş, imanını sonuna kadar sürdürmüştür. Çünkü Yüce Allahın Müslüman Türk milletini esaretin zilletine düşürmeyeceğine inanmıştı, iman etmişti ve sonunda olaylar Akifi haklı çıkarmıştı.
Macarların milli şairi Sandor Petöfi de Macar bağımsızlık hareketinin baş kahramanı olarak milletini Avusturya hakimiyetine ve Rus ordularına karşı ayaklandırmıştır. Petöfi daha 26 yaşındayken bu savaşta ölmüş ve cesedi bile bulunamamıştır.
Azerbaycan özgürlük hareketinde de şairlerin önemli roller ifa ettiklerini görüyoruz. Bir yanardağ gibi lav püsküren şiirleriyle şair Halil Rıza, Azerbaycan halkını uyandırmada büyük bir toplumsal görev üstlenmiş, bu uğurda hapse girmekten de çekinmemiştir. Genç ve yetenekli şair Rüstem Behrudinin Selam Darağacı şiiri Azerbaycan hürriyet mücahitlerinin parolası olmuş, diğer Azerbaycan şair, yazar ve sanatçıları da üzerlerine düşen vazifeleri ziyadesiyle yerine getirmişlerdir. Şairlerin 20 Ocak öncesindeki bu toplumsal görevleri 20 Ocak faciası sonrasında da devam etmiştir.
Bu salonda toplanmamıza vesile teşkil eden 20 Ocak 1990'daki "Kanlı Ocak" faciası, Azerbaycan ve Türkiye'de geniş tepki uyandırmıştır. Nasıl uyandırmasındı ki aynı kök, aynı soy, aynı din ve aynı dile mensup olan bu ülkelerin halkları, bir vücudun azaları olarak bu dayanılmaz acıyı hep birlikte yüreklerinin derinliklerinde hissetmişlerdir.
Özellikle Azerbaycan halkı tek yürek, tek bilek halinde 20 Ocakta şehadet makamına erişen şehitlerine günlerce ağlamış, yas tutmuş, ağıtlar yakmıştır. Azerbaycan şairleri Azerbaycan halkının yürek sızlatan, tüyler ürperten ağlayışlarını şiirlerinde dile getirmişlerdir. Yalnız Kuzey Azerbaycan değil, Güney Azerbaycan ve Türkiye'de de Azerbaycan halkının hislerine tercüman olan şiirler kaleme alınmıştır.
20 Ocaktan sonra o kadar yazı, makale, hikâye, şiir yazılmıştır ki, bunların hepsinin adını vermek bile sayfalar alır. Bunun imkânsızlığını göz önünde bulundurarak biz yalnızca bir kaç isim vermekle yetineceğiz ve bunlardan yalnız ikisinin, Memmed Aslanın Ağla Karanfil Ağla ve Bahtiyar Vahabzade'nin Şehitler şiirlerinde 20 Ocak faciasının akislerini takip etmeye çalışacağız.
20 Ocak üzerinde Memmed Aslan ve Bahtiyar Vahabzadeden başka Halil Rıza, Neriman Hasanzade, Medine Gülgün, Memmed İsmail, Suğra Abdullahzade, Eldar İbrahim, Elnare Buzovnalı, E. Ağdaşlı, Muhammed Erguvan, Memmed Alim, Taceddin Şahdağlı, Ağasen Bedelzade, Matleb Mısır, Mirzali Hüseyinzade, Sönmez, Behram Esedi, Abdullah Behrulu (Sınıkdağlı), Muhammed Hasan Haydari (son dördü Güney Azerbaycanlıdır) şiirler yazmışlardır.
***
20 Ocak hakkında ilk şiir yazanlardan biri belki de birincisi olan Memmed Aslan o uğursuz şenbe (cumartesi) gecesini bütün çıplaklığıyla tasvir ve terennüm etmiştir. Daha şehitlerin kanı kurumadan kalemine sarılan şair, şehitlere yaktığı 42 kıtalık ağıdında o gecenin menhusluğunu, menfurluğunu gayet canlı ifade etmiştir: (MA ile Memmed Aslan’ın, BV Bahtiyar Vahabzade’nin kısaltmasıdır).

Bu gece cellat gece,
Bu gece zulmat gece,
Bu gece zillet gece,
Ağla karanfil ağla. (MA).

Olayı bizzat yaşamış, mekânında bulunmuş, şehitlerin şehadetini görmüş, acısını yüreğinde duymuş olan Memmed Aslan 'o gece' hiç bir gerekçe olmadan yurduna saldıran ve hedef gözetmeden her şeye ateş eden bir ordunun dehşetini yaşamıştır:

Bu gece ifrit gece,
Bu gece nefret gece,
Kudurmuş bir it gece,
Ağla karanfil ağla. (MA).

O gece 'kudurmuş it'in karşısında duracak hiç bir kuvvet yoktur. Herkes çaresizlik içindedir. 1918-1920'de olduğu gibi yardıma gelen Kâzım Karabekir de yoktur:

Gitmeye yerim mi var?
Adil mi, Kerim mi var?
Karabekirim mi var?
Ağla karanfil ağla. (MA).

Heyhat, ne yazık ki o gece Enver Paşa da yoktur:

Yol direndi yokuşa,
Gelmez mi Enver Paşa,
Bu derdi çaksın taşa,
Ağla karanfil ağla. (MA).
Şair ümitsiz değildir. Mehmet Akif gibi o da imanını, güvenini muhafaza etmektedir. Nuri Paşa mutlaka gelecektir, muhakkak gelecektir, fakat yalnızca biraz gecikecektir (Nitekim iki yıl sonra geriye baktığımızda Azerbaycan'ın bugün bağımsız olduğunu görünce şairin bu 'iman'ına hak veriyoruz):
Kanımızı ne çekdi?
Ömür kuru çiçekdi,
Nuri Paşa gecikdi,
Ağla karanfil ağla. (MA).
O korkunç gecede adalet, hak değil zulüm vardır, ölüm vardır:

Adalet de, gerçek de,
Vallah yokdu o gece,
Zulüm zalim eliyle,
Hakkı boğdu o gece.

Kara giydi bu veten,
Yok hayına bir yeten,
Hayata hamileyken,
Ölüm doğdu o gece. (MA).

O müthiş gecede şehitlerin kanı dünyayı kaplamıştır:
Karanfil, şehit kanı,
Kan götürdü dünyanı,
Ağla, inlet meydanı,
Ağla karanfil ağla. (MA).
O cumartesi (şenbe) gecesi çaresizlik içindeki insanlar yalnızca Allah'a sığınmışlar, ondan medet ummuşlardır:
Lâilahe illallah,
Lâilahe illallah... (MA).
Acaba o uğursuz cumartesi gecesi bu kırgınlar, bu Vurgunlar niye yapılmıştı? Bu insanların suçu, günahı neydi? Evet neydi suçları günahları? Bu insanların tek bir suçları, tek bir günahları vardı. O da Türk olmaları, Müslüman olmalarıydı. Bahtiyar Vahabzadenin dediği gibi:

Anladık halkların beraberliği,
Kâğız üzerinde bir kuru sözmüş.
Bu katlden sonra bildik çok şeyi,
Bizim günahımız Türklüğümüzmüş.

Milletler dostluğu astar yüz imiş,
Bunun neyi varmış sözünden özge?
AtaTürk düz demiş, vallah düz demiş,
'Yokdur Türkün dostu özünden özge.'

Türk öz menliğini bilenden beri,
İblis de gelecek kasdini bildi.
Karaçay, Ahalsık, Kırım Türkleri,
Balkarlar, Mesketler sürgün edildi.

İki yanağı var ama bir yüzü,
Türk öz anasından bele doğulmuş.
Anlayabilmirem niye Türk sözü,
Kiminse başına düşen taş olmuş? (BV).

Evet, gerçek sebep onların Türk olmalarıydı. Halbuki Sovyet Rusya Türkün istediği hakların daha fazlasını isteyen, olaylar çıkaran ama hıristiyan olan milletlere, ülkelere daha farklı davranmıştı. Tıpkı Çarlık Rusyası ve öteki hıristiyan ülkeler gibi. Yine şairin sesine kulak verelim:

Başına min oyun açan Litvaya,
Merkez gözün üste kaşın var demir.
Menimse başımı salıp halkaya
Akan kanıma da bakmak istemir.

Merkez değiştirir günde rengini,
Merkez meni görür, hiç onu görmür.
Bizden yığışdırıp kuş tüfengini,
Ama Ermeninin topunu görmür. (BV).
Evet, 20 Ocakta günahsız insanlar, çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar, uluslararası anlaşmalarla ateş edilmesi yasaklanmış hekimler, Kızılay görevlileri şehit edildi. Kimileri acılara dayanamayarak intihar etti. Bütün bu insanlar boşuna mı öldüler, gereksiz yere mi toprağa kavuştular? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayırdır. Onlar boşuna ölmediler, ölümleriyle bir halkın ölmediğini gösterdiler. Özgürlük yolunu kanlarıyla yıkadılar. Hürriyetin bedelini kanlarıyla, canlarıyla ödediler. Şair de öyle demiyor mu?
Bu ölüm, bu kırgın ders olsun bize,
Demeyek boş yere candan geçdiler.
Onlar şehit olup milletimize,
Korkmamak dersini talim geçdiler.

Yaman dözümlüdür oda kül atır,
Her zulme, cefaya dayanır millet.
Soyula soyula o susur, yatır
Kurban vere vere uyanır millet.

Onlar sübut etti her kara zulmün,
Eli uzunsa da ömrü gödekdir.
Halkın azadlığı sabah, biri gün
Şehit yarasından göğerecekdir.

Şenbe gecesinde gecikdi seher,
Zaman yitirmişdi o gün sağ solu.
Ömürden geçerek geçdi şehitler,
Bir kanlı gecede bin yıllık yolu.

Adımız dolaşdı bütün dünyanı,
Çok da ki akımız kara yozuldu.
Bizim şehitlerin dökülen kanı,
Hakkın kitabında imzamız oldu.

Azadlık verilmir, alınır, dayan!
Onun elçisidir ölüm, kan kada.
Ölüme, cefaya hazır olmayan,
Millet hazır değil azadlığa da. (BV).
20 Ocak 1990 tecavüzkârlığı bağımsızlık yolunda yürüyen Azerbaycan demokratik hareketini durdurma amacını güdüyordu. Ancak beklenen olmadı. Azerbaycan halkı ve aydını, Moskovanın ve onun işbirlikçilerinin bütün gayretlerine rağmen durmadı, bağımsızlığa doğru koşmaya devam etti.
Bu müessif trajedinin 2. yıl dönümünü anmak üzere toplandığımız şu anda sevinçle belirtmek gerekir ki, Azerbaycan artık bağımsız bir devlettir. Hem yalnız Azerbaycan değil, bağımsızlıklarını ilan eden Gagavuzya ve Tataristan ile beraber bugün dünyada 9 bağımsız Türk devleti vardır.
Şunu da vurgulamalıyız ki, Azerbaycan'da tutuşturulan hürriyet ve istiklal ateşi, bir gün mutlaka Kuzey Kafkasyaya da sirayet edecektir. Biz kaçınılmaz olan bu sürecin bir an önce sona ermesini diliyoruz.

Katil güllesine kurban giderken,
Gözünü sabaha dikdi şehitler.
Üç renkli bayrağı öz kanlarıyla,
Veten göklerine çekdi şehitler.

Tarihi yaşadıp dileğimizde,
Bir yumruğa döndük o gece biz de.
Yıkıp köleliği yüreğimizde
Cesaret mülkünü dikdi şehitler.

Bilirik bu bela ne ilkdir, ne son
Ölürken uğrunda bu ana yurdun.
Kuzu cildindeki o koca kurdun,
Doğru, düz şeklini çekdi şehitler.

İnsan insan olur öz hüneriyle,
Millet millet olur hayrı, şeriyle.
Toprağın bağrına cesetleriyle
Azadlık tumunu serpdi şehitler. (BV).

Azerbaycan'ın istiklali uğrunda şehit düşenleri rahmetle anarken onların ve diğer İslam memleketlerinde şehit düşenlerin,
Gufrana bürünmüş yalnız Fatiha bekler
vaziyette olduklarını unutmayalım.
NOT : Bu makale Yeni Düşünce gazetesinin 7 ve 14 Şubat 1992, 536-537. sayıları ile Erciyes dergisinin, Kasım 1992 tarihli, 179. sayısını, 20-22. sayfalarında yayımlanmıştır.
AZERBAYCAN EDEBİYATINDA İSTANBUL / Dr. Yusuf Gedikli
Bilindiği gibi İstanbul dünyanın en güzel şehridir. Boğaziçiyle, Marmarayla, doğu ve batıyı birbirine bağlayan konumu ve iki eski kıtada kurulmuş olmasıyla, tarihî eserleri ve tabii güzellikleriyle İstanbul gerçekten dünyanın en güzel şehridir. O şehir ki halife burada oturduğu için dünya Müslümanları tarafından mübarek addedilir, Avrupaya, sömürgecilere karşı cihat eden Türk askeri için dua edilir, İstanbul İslambol bilinirdi.
Çeşitli özelliklerine hükümet merkezi olmanın avantajı da eklenen İstanbul, daha İslambol olmadan evvel şiirlere konu olmaya başlamıştır. Peygamberimizin mübarek hadisini gerçekleştirip burayı bir ensar ve evliya diyarı haline getiren Türkler, bu güzel şehri pek çok mimarlık eseriyle süslemişler, ona Türk-İslam damgasını vurmuşlardır. Bunun en son misali maddi ve manevi sahada iki kıtayı inciden bir gerdanlık gibi birleştiren Boğaz köprüsüdür.
İstanbul üzerine bir çok divan şairimiz şiirler, kasideler yazmıştır -ki bunların en meşhuru Nedim'in İstanbul kasidesidir. Nedim bu kasidesinde İstanbul'u 'iki bahir arasında yekpare bir gevher'e benzetmiş, 'gülzarlarının cennete teşbihini hatalı' görmüş ve haklı olarak:
Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü bahadır
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır
diyerek bu kıymeti eşsiz şehrin bir taşına bile Acem mülkünün hepsinin feda olması gerektiğini söylemiştir.
İstanbul asıl büyük şairini çok sonraları, Yahya Kemalle bulmuştur. Deyim yerindeyse tam bir İstanbul şairi olan Yahya Kemal, İstanbul üzerindeki duygu ve düşüncelerini,
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın,
Yalnız bu semti (Kanlıcayı) sevmek için ömrümüz kısa
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
ve Nedimi andıran bir söyleyişle
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri
gibi samimi ve şiddetli ifadelerle şiirleştirmiştir. Yalnız Yahya Kemal değil, Necip Fazıldan Orhan Veliye kadar daha pek çok şair ve yazarımız İstanbul hakkında ciltler meydana getirecek derecede şiir ve yazılar yazmışlardır.
İstanbul'a yapılan bu medhiyelerin haricinde bazı istisnalar da yok değildir. Böyle deyince ilk aklımıza gelen Tevfik Fikret oluyor. Hem devrinin kötü vaziyeti, hem kendisinin kötümser ruh haletiyle Fikret, İstanbul'a karşı büyük bir taarruza geçer. İstanbul'u 'köhne Bizans, fertut-i musahhir, facire-yi dehr' olarak sıfatlandırır. Milli Mücadele yıllarında da süregiden bu görüş, ancak Yahya Kemalin samimi ve olağanüstü gayretiyle ortadan kalkar ve İstanbul eski mümtaz yerini yeniden Kazanır.
Türk edebiyatında İstanbul mevzuunda söylenecek çok şey vardır. Lakin gayemiz Azerbaycan edebiyatı sahasında İstanbulla alakalı olarak yazılan şiirler olduğu için sözü burada kesiyoruz.
İstanbul üstüne bir çok Azerbaycanlı sanatçı şiirler yazmışlardır. Bunların bir kısmı İstanbul'da tahsil görmüş, bir kısmı İstanbul'da ziyaret maksadıyla bulunmuştur. Biz bu şiirlerin şairleri hakkında (eğer varsa) kısa bilgi verip şiirlerini neşredeceğiz. Pek tabiidir ki İstanbul üzerine şiiri olanlar yalnız bizim verdiklerimiz değildir. Zaten bu küçük yazının çerçevesi içine bundan daha fazlası da sığamazdı.
1. Hüseyin Cavid Rasizade
Azerbaycanlı şairler arasında İstanbul hakkında şiir yazanların ilk akla gelenlerinden biri Hüseyin Cavid Rasizadedir.
Hüseyin Cavid 1882'de Nahçıvan'da doğdu, 1941'de sürgünde bulunduğu Sibiryanın İrkutsk şehrinde öldü veya öldürüldü.
Cavid eski usul tahsilden sonra Tebriz'de Arapça ve Farsça öğrendi. Doğu felsefesi, tarih ve edebiyatıyla ilgilendi. 1906'da İstanbul'a geldi. İstanbul üniversitesine serbest dinleyici olarak devam etti. Abdülhak Hamid, Rıza Tevfik ve Tevfik Fikretle tanıştı. Onların sohbetlerinde bulundu. 1909 senesinde Nahçıvan'a döndü. Erivana bağlı Milli köyünde öğretmenlik yaptı.burası silinecek, doğru değil. Çarlık rejiminin baskılarına bütün gücüyle karşı çıktı. Milli köyünden sonra Nahçıvan, Tiflis ve Gencede öğretmenliğe devam etti. 1918'de ikinci defa Bakü'ye gelen Cavid, 1926'da gözlerinin tedavisi için kısa bir Almanya seyahati yaptı. 1937 temizliğinde sürgüne gönderildi.
Cavid 1910 yılında Azerbaycan'ın Ana adlı ilk manzum tiyatrosunu yazmıştır. Onun şiirlerinde Abdülhak Hamid, bilhassa Fikret tesiri açıkça hissedilir. Cavid Azerbaycanlı çağdaşları gibi Çarlık Rusyası atmosferinde değil, Türkiye edebî ve siyasi muhiti içinde yetiştiği için Türkiye'deki fikir akımlarından etkilenmiş ve eserlerini İstanbul Türkçesiyle yazmıştır. O, Fikrete nazaran dilde daha Türkçeci, fikirde Fikretin aksine Türkçü, siyasi planda Türkbirlikçidir. Geçmiş Günler (1913), Bahar Şebnemleri (1917) gibi şiir kitaplarıyla Şeyh Sen'an (1914), Uçurum (1917), İblis (1918), Peygamber (1923), Aksak Timur (1925), Siyavuş (1933) gibi tiyatroları mevcuttur.
Konumuzla ilgisine gelince, Cavid'in Uçurum piyesinde (bu piyes İstanbul'da geçer) İstanbulla alakalı mısra ve kısımlar vardır. Esas itibariyle yabancılaşmanın, diğer bir söyleyişle batılılaşma problematiğinin konu edildiği bu trajedide (faciada), İstanbul'a aynen Fikrette olduğu gibi menfi açıdan bakılır. Fuat Köprülüye göre Fikretin bir 'muakkibi' olan Cavid'in (bütün bu tesirlere rağmen Cavid dil, üslup ve eserleriyle tamamen orijinaldir) İstanbul'a bakışta Fikretle aynı paralelde bulunması, hem devrinin yani Türkiye'nin, hem de kendi halet-i ruhiyesinin edebiyata aksetmesindendir. Ancak Fikretle Cavid'in amaçları birbirinden tamamiyle farklıdır. Uçurum trajedisinde İstanbul mevzuundaki mısralar, ifadeler Fikretin aksine Türkçü ve milliyetçi bir kaygıyla yazılmışlardır. Oysa Fikret, devrinin ictimai ve siyasi entrikalarının mekânı ve sembolü olduğuna inandığı için, İstanbul'a o zamana kadar görülmemiş bir şekilde hücumda bir beis görmemiştir.
Cavide bir göz atarsak;

Bugünkü İstanbul'da
Gençlik Fransızlaştı
Gittikçe Türk evladı
Uçuruma yaklaştı
Yurdumuzu sardıkça
Düşkün Paris modası
Herkese örnek oldu
Sersem Frenk edası
Sarhoşluk, iffetsizlik
Sardı bütün gençleri
Zehirlendi gittikçe
Memleketin her yeri

gibi çok isabetli, hâlâ geçerli ve aktüel mısralarla karşılaşırız. Cavid batılılaşmanın veya yabancılaşmanın sonunun bir 'uçurum' olduğunu açık aşikâr ortaya koymuştur.
İstanbul konusunda bir başka ifade,

İstanbul'un süslü püslü hayatına aldandın
Bilmedin ki pek sislidir, zehirlidir havası

şeklindedir.
Bu mısralar o kadar aktüeldir ki, günümüzde İstanbul'un 'süslü püslü hayatına aldanıp' bataklığa saplanan pek çok gencin feci durumlarına her gün şahit olmaktayız.
İkinci mısradaki "sis" kelimesi de bize gayri ihtiyari Fikretin "Sis"ini hatırlatıyor.
Uluğ Beyin yukarıdaki sözlerinde olduğu gibi Uçurumun müsbet kahramanlarından Ekrem de İstanbul'a saldırıya geçer. O,
Lakin sizin İstanbul'da ne varmış,
Her adımda bir hıyanet, bir fesat
Her çehrede bir desise, bir hile
derken, İstanbul'u iyi tarafları hiç olmayan bir şehir gibi gösterir.
Yine Uluğ Bey eserin başka bir yerinde şöyle demektedir:

O hilekâr Bosforu
Anma artık bir daha
O yıpranmış Bizansı
Sakın düşünme asla.
Buradaki "hilekâr Bosfor" ve "yıpranmış Bizans" sıfatlandırmaları Fikretinkilerle büyük benzerlik arzediyor.
Şunu da söylemeliyiz ki Cavid'in İstanbul'u da, Fikretin İstanbul'u gibi bir istisnadır. Diğer Azerbaycanlı şairler aynen Türkiyemizdeki gibi İstanbul'u ziyadesiyle sevip azizlemişlerdir. Yeri gelmişken Fikretin ülkemizdeki şairlere olduğu kadar, dışarıdaki şairlere de ileri derecede etkili olduğunu belirtelim.
2. Habib Sahir
İstanbul üzerine şiirler yazan ve İstanbul'dan tesirlenen başka bir Azerbaycanlı şair de Habib Sahirdir (Sahir için bakınız: Yusuf Gedikli, Türk Edebiyatı, Şubat 1987, 160. sayı, 42-44. s.).
Sahir, 1903'te Tebriz'in Söhrab mahallesinde doğdu. İstanbul üniversitesinin coğrafya bölümünü bitirdi. İrana döndükten sonra öğretmenlik yaptı. Sahirin öğretmenlik hayatı Türkçe konuşma ve yazmadaki ısrarı yüzünden sürgünlerle geçmiştir. O, Servet-i Fünun şiirinin tesirinde kalmış ve sevip beğendiği Celal Sahir Erozanın adını benimsemiştir. Sahir 23 azer 1364'te (15 Aralık 1985) ölmüştür.
Sahirin basılmayanlar hariç, belli başlı üç Türkçe kitabı bulunmaktadır. Bunlar Lirik Şiirler, Kövşen ve Seher Işıklanır adındadır. 1977'de İranda ilk defa yayınlanan bir Türk şiiri antolojisinin de müellifidir.
Şiirlerinin başlıca mevzuları vatan, ana dili, hürriyet ve insan hakları gibi temel ve mukaddes kavramlardır. Şair sanatının halk tarafından anlaşılması amacını gütmüş olup bu açıdan baktığımızda onu halkçı bir hüviyette görürüz. Şiirde veznin pek önemli olmadığını, her üç tarzda da (hece, aruz ve serbest -azad-) şiir yazılabileceğini söylemiş ve bunu gerçekleştirmiştir.
Habib Sahir tahsilini İstanbul'da yaptığından şehrimiz, şiirlerine geniş ölçüde aksetmiştir. O, İstanbul'u 'yer yüzü cenneti' olarak vasıflandırır, kendisi bir şiir olan "İstanbul'un... bir mum yakıp da bülbülü gülün firakında ağlatmaya, yani şiir yazmaya fırsat bırakmadığını" söyler.
Sahirde "İstanbul, Çamlıca, Marmara havası" açıkça görülür. Sahirin takdir edilecek ve örnek alınacak bir tarafı onun karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen Türkçe söyleme ve yazma mücadelesinden vazgeçmemesidir. Aşırı bir Türkçe sevgisiyle, Dr. Cevad Heyetin deyimiyle "tamamiyle edebî Türkçeyle yazmıştır." Tabiri caizse Sahir Azerbaycan'ın İstanbul şairidir. Misal olarak bir şiirini verelim:
ÇAL GÖZELİM ÇAL
Bak Çamlıca'dan
ay ucalır*
Rengi kızıl kan.
Andıkça seni nazlı peri
Sanki çıkar can.
Kumral saçını dök yüzüne
Al ele udun.
Oynat kaşını, gül meleğim
Aç gözünü ey kız!
Koy tellerinin perdelerinde görünüp
Parlasın ulduz.
Mavi Boğazın, Marmaranın
Sanki her akşam
Sen tek* geline bahşolup
Nakş u nigârı*
Gitme gözelim, kal neçe* gün,
Kal seni Tarı!*
Ay sönmededir, son seherin
Rengi olur al.
Kumral saçını dök yüzüne,
Udunu gel al!
Sevdiceğim, çal meleğim,
Çal gözelim çal!
Tahran 19 aban 1353 (10 Kasım 1974)
[ ucalır : yüceliyor / tek : gibi / nakş u nigârı : güzellikleri / neçe : nice, bir kaç / seni Tarı : Allah aşkına ].
3. Hamid Nutki
İstanbul üzerine şiir yazan bir başka şairimiz de Dr. Hamid Nutkidir. Dr. Nutki, 1299 (1920)'da Azadistan hareketinin lideri Şeyh Muhammed Hıyabaninin öldüğü gün dünyaya geldi. Ana dili mücadelesine ta küçükten başlayan Nutki, daha sonra hukuk tahsili gördü. Bir ara (1949?) İstanbul üniversitesinde doktora yaptı. İrana dönünce petrol idaresinde görev aldı. Dr. Nutki, 1969'lardan beri ictimai münasebetler fakültesinde öğretim üyesidir. Farsça, Arapça ve İngilizce bilir. Nutki, iyi bir şair olup şiirlerini daha çok azad (serbest) vezinle yazar. Yahya Şeyda, onu dünya seviyesinde bir şair olarak nitelendirir ve "Türk edebiyatının en büyük dayanaklarından biridir" der. Nutki halen Tahran'da çıkan Varlık dergisinde şiir ve makaleler yayınlamaktadır. Nutkinin burada verdiğimiz şiiri müşahedeye dayalı gerçekçi bir "seyahat tablosu"dur.
İSTANBUL'DA BİT PAZARI
Beyazıtla Kapalıçarşı arasında
Sahafların arkasında
İşte şanlı
adlı sanlı
Bit pazarı
Bir bayram günü
Bayraklarla bezenmiş dört bir yan
Gürültüde çalkalanır zemin ve zaman
Çığıran çığırana
bağıran bağırana
Teşhire arzedilmiştir
Beklenmedik metalar
Sınık purojektörle asrımıza adım atıp Bit pazarı
Budur Fatihli Caferin
bir paşa köşkünden
aşırdığı kırık rakı takımı
Topal Singer dikiş maşını*
Dilsiz Kurbanın
yıllarca veremden yattığı
Sonra mirasçılarının hiçe sattığı
Yırtık yorgan.
Pirinç, demir, mis,* teneke mangal
Dipsiz Kazan,
bir kollu maşa
iki ayaklı sac ayağı
Leke, yamak,* pas...
Güve yemiş yel?, atkı, şal
Modası geçmiş cürbecür* paltar.
Yağışta ıslanan kül rengi hava
Gelenler, gidenler... Alanlar... Satanlar...
Kalabalık, tünlük,* basabas.
İstanbul, 1956
[ maşını : makinesi / mis : bakır / yamak : yama / cürbecür paltar : çeşit çeşit elbise / tünlük, basabas : sıklık, izdiham ].
4. Arif Abdullahzade
Başka bir İstanbul şiiri de Kuzeyli Arif Abdullahzadenindir. Abdullahzadenin şiiri İstanbul'da Bir Uşak adını taşımaktadır. Şiir seyyar satıcı bir çocuğun hayat mücadelesini, kanaatkârlığını, tevekkülünü anlatmaktadır. Şairin "Adın nedir ay bala?" sorusuna seyyar satıcı çocuğun verdiği,
Adımı neyleyirsen?
Pulun olsa dünyada
Adsız da geçinersen
cevabı bilinen gerçeğin güzel bir ifadesidir. Şair çocuğun her hareketine dikkat etmiş, Samsun sigarasından Ankara cikletlerine, Altungaz çakmaklarından bayram hediyelerine, mübarek ramazanlıktan oğula düğünlük, kıza nişanlığa kadar en ince ayrıntıları gözlemlemiştir. Aşağıda verdiğimiz bu şiir Çağdaş Azeri Şiiri Antolojisinde yayımlanmıştır. Şiirin diğerlerinden farklılığı İstanbul'dan beşerî bir kesit vermesidir.
İSTANBUL'DA BİR UŞAK
Samsun sigaraları,
Ankara çikletleri,
Sinema ulduzları
Dünyanın en ateşli
En sevimli kızları.
Bereketli zembiller,*
Kolbağ* kimi* mendiller
Mendedir efendiler.
'-Adın nedir ay bala?'*
'-Altungaz çakmakları,
Sultanlık tokmakları.'
'-Adın nedir ay bala?'
'-Adımı neyleyirsen?
Bir şey al ağabey sen
Pulun* olsa dünyada
Ad san da özü gelir
Yaşamalı, görmeli,
Devran da özü gelir.'
'-Bes* Kazancın ne kadar?'
'-Senin verdiğin kadar,
Onun verdiği kadar
Allahın verdiği de
Bir candır bize yeter
Yeter ölene kadar.
Bayram hediyeleri,
Mübarek ramazanlık,
Oğlunuza düğünlük,
Kızınıza nişanlık!
Gelin gelin aparın,
Gelin güneş yoruldu,
Yetişin akşam oldu.'
[ zembiller : poşet, çanta, torba vs. / kolbağ : bilezik / kimi : gibi / bala : yavru / pulun : paran / bes : peki ].
5. Umran Salahi
İstanbul üzerine şiir yazan bir şair de Güneyli Umran Salahidir. Pencereden Taş Gelir adlı şiir kitabında yer alan İstanbul şiiri 8 parçadan meydana gelmektedir. Azerbaycan Medeniyet (Kültür) Cemiyeti tarafından 1361 (1982-83)'de yayınlanan eserin şairi hakkında bir malumata sahip değiliz. Burada şiirin bütününü vermek çok yer kaplayacağından, bazı bölümleri neşretmekle yetiniyoruz. Şair şiirinde anarşi dönemlerinde bulunduğu İstanbul'u, silahları tetikte bekleyen askerleri, boğulan gemileri, kapalı dükkânları, tenha caddeleri, duvarlardaki sağ ve sol sloganları, Büyükadayı canlı çizgilerle aksettirmesini bilmiştir.
İSTANBUL
Bu ada Büyükada
Cenneti salar* yada
Yeller ıtır getirir
Bu nişana, bu ada.
İnanmıram Allah da
Bu cür cennet yarada
Gözel kızlar, kadınlar
Dini veripler bada.*
Benzemir hiç bir şeye
Ama okşar her zada.*
Aklım aşıp şaşıpdır
Allah! Yetiş imdada.
Faytonlar koymayacak
Bir kes gide piyada.*
Bu güller gözel güller
Bu ada Büyükada
Men amma ahtarmıram*
Türkiyeni burada.

Gözlerde ışık yanır
Bu gözler meni tanır,
Ama hayıf ki Umran
Bakabilmir utanır.

[ salar yada : hatıra getirir / bada vermek : boş vermek, aldırmamak / zada : şeye / piyada : yaya / ahtarmıram : aramıyorum / Türkiyen : Türkiye'yi ].
6. Bahtiyar Vahabzade
Dikkate değer bir İstanbul şiiri de Bahtiyar Vahabzadenindir. Vahabzade mevzuunda fazla bir şey söylemeyeceğiz. Zira o, ülkemizde Türkiyeli bir şairden daha çok ve daha iyi tanınır.
Vahabzade 1925'te Şekide doğdu. Diyalektik metodun tesiriyle tezatlarla, fikirlerle, kısaca felsefeyle azami derecede yüklü bir şiiri vardır. Bu husus aşağıda yer alan İstanbul şiirinde de görülmektedir:
İSTANBUL
Bosfor körfezi
İki kıt'a
Söykenmiş* birbirine
Ortasında bu yolun.
Bir tarafı Avropadır
Bir tarafı Asiya
İstanbul'un...
Türk oğlu durup ortada
Seyr edir
Sağını
Solunu.
Bir şeherde birleşir
İki kıt'a,
Birinin başlangıcıdır
Birinin sonu...

Sol tarafında
Debdebeli geçmişinden yadigâr kalan
Başı göklere ucalan*
Camileri, burçları, kal'eleri
Durur bin yıldan beri.
Sağ tarafında
Modern evler, bankalar, hoteller...
Türk oğlu
Gözlerinden sualler yağa yağa
Gâh sola bahır, gâh sağa
İstanbul'un geçmişi vügarlı,* şanlı
Bu günü özüne yad
Geleceği dumanlı...
Bu gün
Bir ayağı Avropadadır
Bir ayağı Asiyada
Türkün
Kulaklarında motor sesi,
Dilinde Kur'an suresi
Türkün.

Zaman onu dillendirir
Asrın ahengine ses verir
Düşünüp derinden
Ancak babası çeker eteklerinden...
Çırpınır şeher
İkilik içinde
Düğüm düğüm olmuş fikirler
Asrın keşmekeşinde...
Bir şeherde görüşür
İki dünya, iki alem
Tapacakdır* eminem
Türk oğlu Hakk yolunu
O helelik* seyr edir
Sağını
Solunu...
Yüreği şark yüreği
Aklı garb aklıdır
Türkün.
Bu tezaddan
Sinesi dağlıdır
Türkün.

Durup his ile akıl arasında
Hakikatle nağıl* arasında
İreli mi getsin,
Geriye mi dönsün?!
Geçmişinden kopabilmir
Bu gününü
Tapabilmir*
Ahtarır,*
Ahtarır,
Ahtarır.
Karşıda ışık var
Ahtaran tapar!..*
İstanbul, Şubat 1961
[ söykenmiş : dayanmış / ucalan : yükselen, yücelen / vügarlı : büyük, muhteşem / tapacakdır : bulacaktır / helelik : şimdilik / nağıl : masal / tapabilmir : bulamıyor / ahtarır : arıyor / ahtaran tapar : arayan bulur ].
Görüldüğü gibi İstanbul birinin başlangıcı, öbürünün sonu olan iki kıtanın birleştiği yerdedir. İstanbul'da bir tarafta şanlı, büyük geçmişi hatırlatan görkemli tarihî eserler varken, diğer tarafta modern evler, bankalar, oteller bulunmaktadır. Vahabzade bu durumu o kadar güzel ifade ediyor ki, daha iyisi, güzeli olamaz:
İstanbul'un geçmişi vügarlı, şanlı
Bugünü özüne yad,
Geleceği dumanlı...
Yine batılılaşma, yine yabancılaşma, yine ikilik, yine sentez vs... Türkün bir ayağı Avrupada, bir ayağı Asyadadır. Kulağında motor sesi (sanayileşmenin gereği), dilinde Kur'an suresi (ananenin gereği) vardır.
Vahabzade İstanbul'un şahsında Türkiye'yi anlatıyor bu şiirinde. Türkün yüreği şark yüreğidir, aklı garp aklıdır. Hisle akıl arasında, hakikatle masal arasında kalmıştır Türk oğlu. Kendisi mi kalsın? Ne yapsın? Bilmiyor! Arıyor bir şeyler, durmadan arıyor, arıyor...
Fakat Vahabzade Türk oğlunun doğru yolu bulacağından emindir. Çünkü karşıda ışık vardır. Çünkü arayan bulur. Buna biz de inanıyoruz.
NOT : Bu makale Türk Yurdu dergisinin Ekim 1987 tarihli 9. sayısının 35-39. sayfaları ile Türk Edebiyatı dergisinin, Kasım 1987 tarihli, 169. sayısının, 30-32. sayfaları arasında yayımlanmıştır.
OTOBİYOGRAFİM
Yazan : Bahtiyar Vahapzade
Aktaran : Dr. Yusuf Gedikli
Ben 1925 yılı ağustos Azerbaycan'ın dağlık bölgelerinden biri olan ve kadim bir tarihe malik bulunan Şeki'de dünyaya geldim. Şeki'nin dört yanındaki dağlar baştan başa meşe, karaağaç, fıstık ve ıhlamur ormanlarıyla doludur. Bu yüzden Şeki'nin dağlık bölümünde yaşayan ahali esas itibariyle odunculukla meşgul olur, evlerinin bahçelerinde kazdıkları kuyularda ormandan getirdikleri odundan kömür yapar ve şehir merkezinde satıp geçinirlerdi. Dedem, babam ve amcalarım da odunculukla uğraşırlardı. Çocukken babam ve amcalarımla ormana gider, günde bir kaç defa ulak ve katırlarla evimizin bahçesine odun taşırdık.
Çocukluğum koynu ormanlı dağlarda geçse de, bugüne kadar dağ ve orman benim için bir sır olarak kalmıştır. Çünkü bu ormanlı dağlar nenemin ve anamın anlattığı masalların mekânı idi. Dedem kışın ve baharın başında, avlumuzdan görünen beyaz sarıklı dağları gösterip "arzumuz o dağın ardındadır" derdi. Çocukluk hayallerimde ve rüyalarımda o dağlara uçar, orada arzumla buluşur, görüşürdüm. Dinlediğim masalların kahramanları da eline asa alır, ayağına demir çarık giyer, arzusunu o karlı dağların arkasında ararlardı.
Ağabeyim İsfendiyar benden dört yaş büyüktü ve artık mektebe gidiyordu. Henüz yedi yaşım tamam olmadan ben de ona heveslenerek mektebe gittim (O zaman çocukları sekiz yaşında mektebe alırlardı).
1934 yılında üçüncü sınıfı bitirdim. Aynı yıl ailemiz Bakü'ye göçtü. Ben dördüncü sınıfa gitmeliydim. Lakin dördüncü sınıfta okumayı başaramadım. Çünkü Rus dilinin tedrisi kaza merkezlerinde [taşrada] dördüncü sınıftan, Bakü'de ise üçüncü sınıftan başlıyordu. Rus dilini hiç bilmediğim için yeniden üçüncü sınıfta okumak zorunda kaldım.
Bakü'ye, bu şehrin yoksul tabiatına ve iklimine uzun müddet alışamadım. Babam bir müddet ipek fabrikasında amele olarak çalıştıktan sonra hastalandı. İşini değiştirdi. Uzun süre Bakü restoranlarında çaycı ve aşçı olarak çalıştı. Anam Gülzar tahsilsiz ev kadını idi. Ama çok güzel hafızası ve fantazyası [hayal alemi] vardı. Bilinen masalları garip, acayip ilavelerle süsler, bazen de bana aşılamak istediği terbiyeye uygun olarak kendisi ibretli masallar uydururdu. O yüzden anamın anlattığı masallar, başkalarının anlattığı aynı masallara benzemezdi.
Dedem, babam ve amcalarım tamamen tahsilsiz idiler. Sadece büyük amcam Ali Eşref bir kaç yıl dinî mektepte okuduğundan dolayı yazı çizi biliyordu. Benden büyük kardaşım, neslimizin ilk okur yazarı sayılıyordu.
1942 senesinde orta mektebi bitirip Azerbaycan Devlet Üniversitesinin filoloji fakültesine girdim. İlk şiirlerimi daha orta mektepte okuduğum zamanlar yazmıştım. Elbette çocukluk hevesiyle meydana gelen bu şiirlerin hiç bir bedii ehemmiyeti yoktu. Üniversitede o zamanın görkemli yazarı, purofesör Mir Celal'in rehberliğinde teşkil olunmuş edebiyat derneği, sanat aleminde muayyen bir çığıra girmemde büyük rol oynadı.
O zamanki Azerbaycan şiirinde terennüm usulü, nesneye doğrudan doğruya debdebeli, şaşaalı hitaba dayanıyordu. Temelsiz, hedefsiz terennüm usulü ile yazılan şiirlere kanatlı sözler, somut bir mana ifade etmeyen kalıplaşmış deyişler [ifadeler] ve çok kullanılmış kafiyeler hakimdi. O zaman edebiyata yeni başlayan yaşıtlarım Adil Babayev, Nevruz Genceli, Nebi Hezri, Kabil, Hüseyin Hüseyinzade [Hüseyin Arif] gibi genç şairler bu şablondan uzaklaşmaya, fikir ve hissi somut detaylarla ifade etmeye çalışıyorlardı. Bu teşebbüste aynı şairlerin meydana getirdiği Menem (Nevruz Genceli), Gümüş Serv (Nebi Hezri), Çinar (Adil Babayev), Kara Şanı (Kabil) ve benim yazdığım Yaşıl Çemen, Ağac Altı gibi şiirler, şiir sanatında yeni birer adımdı. O zaman bu şiirler Samed Vurgun'un ve Mehdi Hüseyin'in dikkatini celbetmiş ve bu hususta fikirlerini söylemişlerdi. 1945 senesinde Azerbaycan Yazıcılar İttifakının başkanlık makamında bulunan Samed Vurgun'un kefaleti ile beni aynı yılın şubat ayında SSCB Yazıcılar İttifakının azalığına kabul ettiler.
1949 senesinde Menim Dostlarım adlı ilk kitabım, 1950'de ise Bahar adlı ikinci kitabım neşredildi.
1947'de üniversiteyi bitirip asistanlığa kabul edildim. Ben daha çocukken Samed Vurgun'un şiirlerini sevmiş ve şairliğe de büyük üstadın tesiriyle başlamıştım. Bu sevgi beni hem bir şair, hem de bir tedkikatçı olarak ömür boyu Samed Vurgun'a ve onun benzersiz sanatına bağladı. Öyle ki 1951 senesinde Samed Vurgun'un Lirikası mevzusunda namzedlik, 1964 senesinde ise Samed Vurgun'un Yaradıcılık Yolu mevzusunda doktorluk tezimi müdafaa ettim. 1950 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesinde (şimdiki Bakü Devlet Üniversitesi) hoca, doçent oldum. Halihazırda [1991'de] burada purofesör olarak çalışıyorum.
Okuyucularla görüştüğüm zaman sık sık şu soruya maruz kalırım: "Hocalık, sanatınıza mani olmuyor mu?" Bu suale "Hayır!" cevabını veriyorum. Çünkü evvela gençlerle bir arada olmak, onların istek ve arzularını bilmek ve bu arzularla yaşamak, gençlik duyguları ile nefes almak beni hayata bağlıyor, her gün ilhamımı tazeliyor. Zira gençlik hayatı tükenmez ilham kaynağıdır. İkinci olarak yazarlıkla beraber hocalığın da birinci vazifesi, insanlarda güzel duygular uyandırmak, onları büyük fikirlerin arkasından kanatlandırmak değil midir? Böylece benim şairliğimle hocalığım aynı noktada birleşiyor, aynı hedefe yöneliyor, aynı maksada hizmet ediyor. Bunlardan başka Çehov'un "hekimlik karım, yazarlıksa sevgilimdir" fikrini de buraya ilave edersek, benim sanatımla vazifemin hangi manada bir arada olduğu ortaya çıkar. Ben talebelerin hayatından bahsettiğim Kıymet manzumemin puroloğunda bu meseleye olan münasebetimi şöyle bildirmiştim:
Yarıya bölünür günüm saatım,
Vakt menim servetim, menim varımdır.
Müellimlik menim günüm, heyatım,
Şairlik en uca duygularımdır.

Edebiyatımızın bu veya diğer meselelerine, puroblemlerine, aynı zamanda yeni yazılan şiirlere ve nesir eserleriyle ilgili makalelerimde esas itibariyle kendi sanat laboratuvarıma istinat ederek, edebiyat ve sanat hakkında fikir ve düşüncelerimi aksettirmeye çalışacağım.
Hakkımda yazı yazan tedkikatçılar beni umumiyetle ananeye bağlı bir şair sayarlar. Aynı renkli kuluçka makinesi civcivlerinden başka dünyada ananesiz hiç bir şey yoktur. Aynı renk ise sanatın düşmanıdır. Sanat ve edebiyat ise rengarenklik, çeşitlilik sever. Yeni renkler, çalarlar [nüanslar] arar. Bugünkü Sovyet edebiyatında yazıp çizen yüzlerce şair eğer aynı renk ve aynı tonda yazsaydı, bu kadar şaire ihtiyaç olur muydu? Bununla beraber anane hiç bir vakit yalnız bir rengin, bir sesin müdafaa edilmesi demek değildir. Anane köke sadakattir. Ağacın varlığı için kök ne kadar elzemse, sanat için de anane o kadar gereklidir. Peki o zaman yenilik nedir? Ben yeniliği köke bağlanan, topraktan gıdalanan yeni, benzersiz dallar budaklar atmakta görüyorum. Yeniliği fikrin ve hissin tazeliğinde, muasırlığında aramak lazımdır. Eğer fikir ve his yeniyse, yani bugünün havasından, ikliminden doğmuşsa bu yeni his, bu yeni fikir kendisiyle birlikte yeni bir şekil de getirecektir. Bunun için kafa yorup yeni şekiller aramaya lüzum yoktur. Böyle şekil arayışı kış vakti elektirik sobasının ısısıyla yetiştirilen sera sebzesine benzer. Zahiren her şey yerli yerindedir, ama sera sebzesinin tadı kızıl güneşin ısısıyla yetişen tabii sebzenin tadını verir mi?
Şair kendini, fikrini, hissini tazelemeyi, günün havasında yıkamayı, yani muasırlarının fikir ve duyguları ile yaşamayı becerirse, şiirlerinin çağdaş ve yeni olacağı, okuyucunun kalbine yol bulacağı katidir. Tek kelimeyle yeniliğe ulaşmayı hedefleyen şairin yenilikçi olacağına inanmıyorum. Sanat aleminde yenilik suloganı ile meydana çıkanlar ekseriya yeniliği dışarıda arıyor; öz, milli geleneğini beğenmiyor, köküne, beslendiği toprağa dudak büzüyor. Garip olan şurasıdır ki, böyleleri yeniliği özgeyi yamsılamakta [başkalarını taklit etmekte] görüyor. Bu hususta ben Nenemin Halçası adlı bir hikâye yazmıştım. Hikâyenin kısa özeti şöyledir:
Azerbaycanlı bir ressam sanatta yenilik meydana getirmek için çok çalışıyor, lakin bir şey bulamıyor. Bir gün eline bir Fransız ressamının tablosu geçiyor. Tablo çok hoşuna gidiyor. Ressam, Fransız ressamının tesiriyle yeni eserler meydana getiriyor. Bu eserler çok beğeniliyor. Takdire mazhar olduktan sonra ressam vicdan azabı çekiyor ve nihayet Fransız ressamına bir mektup yazıyor ve ondan faydalandığını bildiriyor. Fransız ressamı ise cevabında bizim ressama şöyle yazıyor: "Azerbaycan'ın filan köyünde dokunan halılar beni çok ilgilendiriyor ve benim sanatım Azerbaycan halıcılığı üzerine kurulmuştur." Demek Azerbaycanlı ressam nenesinin dokuduğu halılara bigâne kalmış; orijinalliği ve yeniliği ise Azerbaycan halkının sanatından alan Fransızdan öğrenmek zorunda kalmıştır.
Biz bazen yeniliği kendimizden öğrenmek yerine bizden öğrenen özgeden [yabancıdan] alıyoruz.

Yaz ilham deyeni, ürek deyeni
Yol özü dolanıp tapacak seni
Kalbini, beynini nahak yorma sen,
Amandır özünden yol uydurma sen.
Yenilik hatrine yazmakdan sakın,
İlhamdır yaradan sen'eti, şe'ri
Yağmak hatirine yağan yağışın
Ne bağa heyri var, ne dağa heyri.
Kalbine, hissine daim arkalan
Bir de... Elvan sesli ellerimize.
Köhne söz dememiş ilham heç zaman,
Her kalbin öz sesi tezedir bize.
Nesense özün ol,
tezesen onda
Sen köhne olursan yamsılayanda.

[ Kelimeler: tapacak: bulacak / nahak: boşuna/ hatrine: hatırına / onda: o zaman / yamsılayanda: taklit ettiğinde ].

Maksat (amaç) günün duyguları ile yaşamak, çağdaşların fikir ve duygularını aksettirmek olmalıdır. Bu duyguların ifade şekli ise maksat değil, vasıtadır. Daha doğrusu sanatta ifade şekli, taşıma vasıtasıdır, yani nakildir (araçtır). Aynı yükü katarla [tirenle] da taşıyabilirsin, yolu kese giden tayyare ile de. Yüke göre nakil vasıtası seçildiği gibi konuya, manaya göre de şekil, yani ifade vasıtası seçilir. Şekil konuyu, manayı değil; konu, mana şekli meydana getirir.
Sanat hayatım boyunca önceden hiç bir zaman şekil hakkında özel olarak düşünüp taşınmadım. Beni yerimden hareket ettiren fikir ve duygularım belirli bir akış meydana getirdikten sonra kaleme sarıldım. Şekil, fikrime dar gelmeden fikrin, konunun havası öyle bir akış meydana getirdi ki, şekil kendiliğinden konunun boyuna biçilmiş gibi şekilce istediğimi anlatabildim. Lakin benim istediğimin okuyucunun istediğine hangi derecede dönüştüğünü söylemem mümkün değildir. Ancak şekil ne kadar mahdut olursa, şair istediğini o kadar yığcam [özlü] ve lakonik söylemeye mecbur kalıyor, fazla söz kullanmıyor. Koşmaları alalım. Aşık, koşmanın mahdut şekil kalıbı içerisinde fikrini son derece doğru düzgün ve yığcam söyler. Koşmada sözler birbirinin içine parmaklık tahtaları gibi geçirilir. Bir sözü bile yerinden depretmek imkân dahilinde değildir.
Ayrılık mı çekmiş boynu eyridir,
Heç yerde görmedim düz benövşeni.
Bu beyitte söz bir yana virgülü, tonlamayı dahi değiştirmek, başka yere nakletmek mümkün değildir.
Bu müddet zarfında ana dilimde 40'dan fazla, Rus dilinde 12, Ermeni dilinde 2, Özbek Türkçesinde 2, Türkiye Türkçesinde 3, Alman dilinde 1 kitabım tab olunmuştur.
1965 yılından bu güne kadar Azerbaycan Devlet Akademik Dıram Tiyatrosunda Vicdan, İkinci Ses, Yağışdan Sonra, Yollara İz Düşür, Feryad adlı manzum ve mensur piyeslerim oynanmıştır. Bu piyeslerden bazıları Ermenice, Türkmen ve Özbek Türkçelerinde de sahneye konulmuştur.
1960 yılından bugüne kadar hem turist, hem de temsilci olarak muhtelif vakitlerde Irak, Merakeş, Yunanistan, İtalya, Türkiye, Batı Almanya, İngiltere, Portekiz, Lübnan, Mısır ve sair ülkelerde bulundum. Bu ülkelerdeki müşahadelerim esasında makale ve şiir silsileleri yazdım.
Dünya ve SSCB halkları şiirinin hoşuma giden, beni bir şair olarak heyecanlandıran nümunelerini dilimize çevirdim. Bu tercümelerimi 1982'de Her Çiçekden Bir Leçek adı altında kitap halinde bastırdım.
Sanat yollarındaki pek çok tecrübeme dayanarak diyebilirim ki, bir insan olarak duyumsadığım ve heyecanlandığım mevzularda yazarken başarı kazandım. Duyumsamadan uydurduğum mevzulara yönelince dilim takıldı, şiirim tesirsiz oldu, doğduğu gün ihtiyarladı.
Sevgim ve nefretimin yazdırdığı yazılarım ve şiirlerim yüreklere yol bulmuş, bir gönülün odunu [ateşini] bin gönüle taşımıştır. Nedir sevgi, nedir nefret? Kalbin dalgalanışı, hislerin tufanı, aklın isyanı! Sevmeden sevgiden yazmak nasıl mümkündür? Son otuz yıl zarfında silsile teşkil eden lirik aşk şiirlerim, aynı zamanda hayat ve zaman hakkındaki felsefi düşüncelerim ve dahili ıztıraplarımdır. Ben bu şiirlerimde daha çok kendimim. Çünkü bunlarda daha çok samimiyim. Samimiyet ise edebiyatın ve sanatın çarpan yüreği, atan şah damarıdır. Bu şiirler benim kalbimin hal tercümesidir. Benim sevgim sevmek ihtiyacından meydana geldiğine göre bu ihtiyacın ömrümün sonuna kadar beni yakıp yaşatacağına inanıyorum. Çünkü bu sevgi fıtrattan geliyor. Eğer hedefin kendisi de sevgiye layık olursa, sevgi aradaki mania kadar kuvvet kazanır. Gençlik devrimden bugüne kadar yazdığım sevgi şiirlerinin hedefi aynıdır. Şiirlerdeki somut vaziyetlerin ve hallerin tasvirinden ortaya çıkan şudur: Bunların her biri bir sarsıntının, bir itirazın, bir fırtınanın, yahut bir isyanın ifadesidir. Onlarda hiç bir uydurma yoktur. Bu şiirlerin hepsi duygularımdan süzülmüştür. Şair insan gibi hissetmeli, şair gibi yazmalıdır. İnsan, hayatı ve dünyayı ne zaman hissetmeye başlıyor? Iztırap odundan geçtikten sonra!
Okşadı gözümü hele uşakken
Ocağın al-elvan alovu, közü.
Dünyaya geleli bilmirem neden
Neye vurulduksa, yandırdı bizi.
Men ondan korkmadım yanana kadar,
Men korku bilmedim kanana kadar
Ele ki yandım,
Odla oynamakdan korkdum,
dayandım.
Başlandı korku,
Başlandı ehtiyat,
Başlandı heyat.
Hayatı idrak ıztıraptan, yanmaktan geçiyor. Bu ıztırap, bu yangı nefrete dönüşünce hisler daha geniş bir hacim alıyor, ferdi hisler ictimaileşiyor, vatandaşlık duyguları baş kaldırıyor.
Yazarın, sanatçının biyografisi aynı zamanda eserlerinin biyografisidir. "Filan yılda doğdum, filan yılda filan mektebi bitirdim, falan ülkelerde bulundum, falan eserleri yazdım ve falan-feşmekân mükâfata layık görüldüm" diye vuku bulan hadiseleri nizam intizamla peş peşe sıralamak, yazar biyografisinin göz boyayıcı elbisesidir. Bu elbisenin altında çarpan yürek ise yazarın ortaya koyduğu eserlerin halkın kalbindeki aksisedasıdır. Kılasiklerden biri çok güzel söylemiştir: "Ben eserlerimi değil, eserlerim beni meydana getirmiştir." Hakikaten öyledir. Yazar eserlerinde aynı zamanda kendini yazar. Yazarın ebeveyninden aldığı ad ve soy adı, sanatkâr istidadının kudretiyle yeni mana kazanır, sembolleşir. Aleksandr adı ve Puşkin soyadı, şair Puşkin'e kadar Rusya'da alelade bir ad ve soyadı idi. Şair Puşkin ise bu alelade adları sanatı ile parlattı, sembolleştirdi. Şimdi biz de bu ad ve soyadını şair Puşkin'le tanıyoruz.
Bazı hallerde şairler ebeveynin verdiği isimle yetinmiyor, kendi kendilerine lakap, takma isim seçiyor ve şair tarihte bu isimle yaşıyor. Fuzuli'ye babası Mehmet adını vermişti. Bu ad bütün şarkta en çok kullanılan alelade adlardan biridir. Mehmet'in kendisine verdiği Fuzuli mahlası ise bütün dünyada yegâne olan bir addır. Fuzuli'den sonra babalar şairin mahlasını evlatlarına isim olarak veriyor. Böylece büyük kudret sahipleri emelleriyle hem kendilerini yeniden yaşatıyor, hem de bilinen adlara yeni anlam ve yeni hayat veriyor, onu parlatıyor.
Ulu destanımız Dede Korkut'ta doğan çocuğa derhal ad verilmezdi. Çocuk büyüyüp bir işin kulpundan yapıştıktan [bir baltaya sap olduktan] sonra ona ameline, hal ve hareketine uygun ad verilirdi. Bu adet insanın kendini yetiştirmesi fikrinin güzel bir tasdiki değil midir?
Ben yaşamayı yanıp erimek olarak anlıyorum. Bana göre yaşamak bir şey için yanmak, ömrünü bir şeyin yolunda eritmek demektir.
Yaşamak yanmakdır, yanasan gerek,
Heyatın ma'nası yalnız ondadır.
Şam [mum] eger yanmırsa, yaşamır demek
Onun yaşamağı yanmağındadır.
Okuyucularımla görüşmelerimin birinde bana şöyle bir sual soruldu: "Sizi bedii sanatkârlığa sevkeden sebep nedir?" Doğrusu bu hususta hiç düşünmemiştim. Lakin hemen orada Şe'rim, Menim İmanım adlı şiirim hatırıma geldi. Ben bu şiiri okuyarak suale cevap verdim. Hakikaten bu şiir benim sanat tüzüğümdür. Çünkü meydana gelen, meydana getirenin hakikaten imanıdır, dinidir, akıdesidir. Buradan hareketle diyebilirim ki yazdığım şiirler hissimin, fikrimin, akıdemin ifadesi olmakla benim imanımdır, dinimdir, hayat gayemdir. Böylece şairin biyografisini cansız rakamlarda değil, onun yazdıklarında aramak lazımdır.
Her insanın biyografisi olduğu gibi yazılan her şiirin de yazılma sebebi ve biyografisi vardır. Şe'rim, İmanım Menim şiirinin yazılmasının sebebi, çok sevdiğim büyük Türk şairi Behçet Kemal Çağlar'ın İstiyorum şiirindeki "Bir iman istiyorum uğruna baş koyacak" mısrası olmuştur. Bütün olarak çok büyük tesire malik olan bu şiirin misal getirdiğim mısrası ile aynı fikirde olamadım. Nasıl yani iman istiyorum? Yani bu vakte kadar imanını bulamadınsa, hâlâ onu arıyorsan, sen nasıl şair olmuşsun? Bence evvela iman, sonra o imanın, o akıdenin ifadesi olan şiir gelir. İmansız şiir, şiir olabilmez.
Demek benim için şiir yürekte coşup taşan, çatışan duyguların, beynimi kemiren fikirlerin ifade vasıtasıdır. Tek kelimeyle Vatanın ve halkın acılarını sızılarını şahsi acılar sızılar gibi kendi kalbinde yaşatan bir vatandaş olmadan, Vatanın şairi olmak mümkün değildir. Bu manada Sabir'i en büyük üstadım olarak görüyorum:
Menim sevincim bile üreyimde gizlenen
Derde, gama borcludur.
Şe'rim, şairliyim de
Özümü özleşdiren akıdeme borcludur.
Şe'rim, namusum menim,
Şe'rim, vicdanım menim,
Şe'rim, imanım menim.
Bu yüzden dünyada baş veren irili ufaklı bütün hadiselere kalbimin kapıları açıktır. O hadiseler kalbimden geçip duyguya, duygudan geçip şiire dönüşür. Yalnız şunu demek yeterlidir ki, onlarca şiirim (Baş, Dan Yeri, Elm-Ehlak, Tebessüm Ordeni, Kurbanlık Kuzu, Sülh Mükâfatı, Neytron Bombası, Göz ya Kulak, A. Liliyental'ın Carter'e Mektubu, Şairleri Öldürürler, Tarihin Kanunu vs.) ve bir çok manzumem (Tezadlar, Amerika Gözeli, Yollar-Oğullar, Bağışlayın Sehv Olup vs.) alelade gazete haberlerine dayanılarak yazılmıştır. Burada mevzubahis olan, bu eserlerin bedii değeri değil, dünyanın ictimai dertlerini yüklenmek ve ona karşılık vermektir. Benim Vatanımın gemisi de beşeriyetin bu ortak dert fırtınasında geleceğe doğru yol alıyor. Bütün bu duyguların, heyecan ve ıztırapların neticesinde Bir Gemide Seferdeyik kitabım oluştu. Böylece zamanın veya Vatanın oğlu olan bir vatandaş, aynı zamanda dünyayı düşünen bir vatandaşa dönüşüyor. Burada en elzem şartlardan biri de zamanı kendi nabzında attırmayı becermektir:
Öz köküme güvenmekle
Öz yurdumun, torpağımın övladıyam,
Budak budak kollarımla
Çalın çarpaz yollarımla
Atamdan çok,
öz çağımın övladıyam.
Her insan kendini inkâr ederek yaşar ve bu inkârlarla büyür. Ömrün basamaklarına bakalım: Çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık. Bu bölümleme tabiatın fasılları [mevsimleri] ile ne kadar da uyuşuyor! Bahar, yaz, güz, kış! Tabiatın fasılları da ömrün fasılları gibi birbirine zıttır. Lakin bazen baharda yazın, yazda güzün, güzde kışın alametlerini gördüğümüz gibi, insan ömründe de çocuklukta gençliği, olgunlukta ihtiyarlığı yahut da tersine ihtiyarlıkta gençliği yaşamak isteyenler bulunuyor. Bu bize tabiatta fevkalade göründüğü gibi, insan ömründe de fevkalade görünüyor. Bilhassa aksini düşündüğümüzde, yani ihtiyarlıkta gençliği yaşamak arzusu etraftakilerde ikrah [nefret)] hissi uyandırır. Bu, meselenin bir tarafıdır. Benim demek istediğim ise, insanın biyografisinde kendi kendini inkâr etmedeki bütünlük meselesidir. Tabiat gecesi gündüzü, akı karası, kışı yazı ile bütün olduğu gibi, insan da inkârı tasdiki, iyisi kötüsü, inişi yokuşu, çıkması inmesi ile bütündür.
Gencliyimde bilmemezlik belasından
Vallah ele bilirdim ki,
Bu dünyanı bilirem men.
Onda hökm vererdim ki,
Bu yahşıdır, bu yamandır,
Bu doğrudur, bu yalandır.
...İndi çalar çalasında
Men ehtiyat mektebini bitirmişem.
Zidd kutblar arasında serhed olan
Hüdudları itirmişem.
Yahşıyla pis,
Hakla nahak
Karayla ak
arasında dayanmışam.
[ Kelimeler: indi çalar çalasında: şimdi hayatın zikzaklı yollarında / ehtiyat mektebini: hayat okulunu / hakla nahak: yanlışla doğru / dayanmışam: durmuşum ].

İnsan kâmillik devrinde karada akı, akta karayı, kötüde iyiyi, iyide kötüyü görmeye başlıyor. Bundan dolayı da sanatkârlığım süresince insanın içinde baş kaldıran ikiliği, dahili çekişmeleri ve zıddıyetleri göstermeğe çok meyilli oldum. Ben özellikle manzume ve dıram eserlerimde kahramanın birisiyle mücadelesini değil, onun kendi içinde baş kaldıran duygu ve fikirlerin çatışmasını göstermeyi elzem sayıyorum. Bana göre Othello da, İago da insanın kendi içindedir.
Orta mektepten beri okumayı alışkanlık haline getirmişimdir. Bir gün bile okumasam kendimi rahatsız hissediyorum. Sanki bir eksiklik duyuyorum. Daha doğrusu yemek vakti geçen insanın açlık hissine kapılıyorum. Bilgi açlığı hissine! Beyin de daima gıda istiyor. Bu belki de 20. asır insanının hususiyetidir. Kılasik Rus, dünya ve Azerbaycan edebiyatından vaktiyle okuduğumu okudum. Şimdi onları inceleme maksadıyla okumaya zaman yoktur. Yalnız işimle, yani yazmakta olduğum eserle veyahut makale ile bir ilgisi olduğunda kılasikleri yeniden okuyorum. Mesela Feryad piyesini yazmak için ben Nesimi'nin dayandığı Hurufiliği, onunla ilgili olan sufiliği bilmeliydim. Bunun için de ilk olarak Türk kaynaklarını araştırmak zorunda kaldım. Çünkü Nesimi ve onunla alakalı Hurufilik bizim edebiyatımızda yahşı araştırılıp incelenmemiştir. Ben ilkin Celaleddin-i Rumi'nin Mesnevisini ve bu hususta Türkiye'de yeteri kadar yazılmış ilmî kitapları, Şems-i Tebrizi'nin eserlerini ve onun hakkında yazılmış ilmî eserleri, aynı zamanda Yunus Emre ile alakalı kaynakları dikkatle araştırdım. Ancak bundan sonra Nesimi ve onun kendini idrak felsefesi benim için anlaşılır hale geldi.
Aynı şekilde Muğam manzumesini yazmadan evvel muğamların [makamların] tahlilini yapan, köklerini araştıran bir dizi şark kaynağı ile yüz yüze geldim.
İlk olarak günlük gazeteleri ve aylık dergileri okuyorum (Kommunist gazetesinden Pravda [hakikat]'ya, Azerbaycan dergisinden İnostrannaya Literatura [yabancı edebiyat]'ya kadar).
Çağdaş insan için bunlar yeterli midir? Tabii ki hayır! Hayatımda iki dostumun bana güçlü tesiri olmuştur. Birincisi jeoloji ve mineraloji ilimleri doktoru Hudu Memmedov, ikincisi tıp ilimleri doktoru Nureddin Rızayev! Bu iki kişinin malumat ve merak dairesi çok geniştir.
Onlar edebiyatı, sanatı, tarihi ve felsefeyi derinden bildikleri gibi, dünyada ilgilenmedikleri bir ilim sahası da yoktur. Özellikle tabiat ilimleri ile yakından ilgileniyorlar. İkisi de Rus dilinden başka İngiliz dilini de biliyor, dünyanın bir çok dergisini okuyor, ilim aleminde baş veren bütün yenilikleri derhal haber alıyorlar. Ben Azerbaycan, Rus ve Türkiye Türkçesinde okuyabilirim. Her üçümüzde de bir hususiyet vardır: Okuduğumuz kitabın kenarına kayıt düşmeden geçemeyiz. Aynı kitabı okuyan için bu kayıtlar çok alaka çekici oluyor. Haftada en az bir defa görüşüyor, okuduklarımız hakkında birbirimize malumat veriyor, bahis konusu haberleri tahlil ediyoruz. Ben onların vasıtası ile dünyadaki yeni ilmî keşifleri, ilmî kitapları öğreniyor, Rus dilinde olanları onlardan alıp okuyorum. Bazen aramızda tartışma başlıyor. Bu çekişmelerde birimizin diğerine teslim olduğu haller de oluyor, herkesin kendi fikrinde kaldığı zamanlar da oluyor.
Aynı şekilde üçümüzün beraber seyrettiği tiyatrolar, filimler de birlikte müzakere ediliyor. Benim yeni yazdığım her eserin ilk okuyucuları dostlarımdır. Bazen benim yeni eserimi beğenmiyor ve onu amansızca tenkit ediyorlar. Ben bu hususta çok düşünmek mecburiyetinde kalıyor, düşünüp taşındıktan sonra yeniden eserimin başına geçiyorum. Onların eserlerim hakkında söyledikleri tahmin ekseriya doğru oluyor. Çok nadir hallerde yanılıyorlar.
Ben kendimi bir insan olarak idrak ettikten sonra dahili çatışmalar içinde büyüdüm. Bende kendi kendimi inceleyiş çok erken başlamıştır. Orta mektepte okuduğum zaman sosyal bilgilerden yüksek notlar alsam da, dakik [müsbet] ilimleri, bilhassa matamatiği hiç bir şekilde anlamaz, orta dereceden yukarı not alamazdım. Ebeveynim bunun sebebini sorunca, matamatik mualliminin bana kin güttüğünü söyler, bununla kendimi kurtarırdım. Bu yalanı o kadar söylemiştim ki, uydurmama kendim de inanmıştım. Bir gün matamatik muallimim yardım niyetiyle beni evine çağırdı. Evinde bir müddet benimle meşgul oldu. Yavaş yavaş matamatiği öğrenmeye başladım. Muallimin büyük alakası, yani hakikat ve ebeveynime söylediğim yalan kalbimde karşı karşıya geldi. İçimde savaş başladı. Muallimim alaka gösterdikçe ben onun gözlerinin içine bakamıyor, utanıyordum. Böylece muallimin alakası ve iyiliği beni silahsız hale getirdi. Yardımıyla bana hakikati idrak ettiren muallimim gönlüme şüphe tohumunu atmakla bana yalnız matamatiği değil, kendime dışarıdan bakmayı da öğretti.
Bundan sonra ben ikileşmeye, yani kendimi tahlile, kendimi incelemeye başladım. Bu dahili çatışmada insan kendisini idrak ediyor, bu idrak yollarında olgunlaşıyor, yetkinleşiyor.
Bir ata sözünde şöyle deniliyor: "En güçlü pehlivan öz özünü [kendi kendisini] yıkmayı becerendir." Kimdir Menim Düşmenim? şiirimde şöyle diyorum: Benim noksanlarımı görenlerin gözlerini kendi gözlerime takıp, kendimi kenardan seyredebilseydim, ben ben olurdum. Benim kanaatimce insan kendisi hakkında ne kadar büyük adam olduğu fikrinde ise, o insan o kadar küçük bir adamdır. Hem bedii sanatkârlığımda, hem eğitim faaliyetimde; hem kendime, hem de başkalarına kendine dışarıdan bakabilme hissini aşılamaya çalıştım. İnsan bir işe girişmeden evvel o işin meydana getireceği bedbahtlığı idrak etmek için kendini o adamın yerine koyabilirse, dünyada hiç bir eksiklik aksaklık kalmaz.
Benim az çok kazandığım başarıların sebebi, vakit ve onun nisbiliğini idrak etmem olmuştur. Vakti birimlere [sayılara] bölen saati insanlar uydurmuştur. Aslında vakit yoktur. Vakit ölçüsü nisbidir. Bir bayatıda [manide] şöyle deniliyor:
Yıl var bir güne deymez
Gün var min aya deyer.
İnsan eser verdiği zaman vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor. Bekleyiş anlarında ise bir saat bir yıl kadar uzuyor. Cengiz Aytmatov'un dediği gibi "İ den' dlitsya dol'şe veka."
Geceleri çalışıyorum. Çünkü geceleri kendimle, kalbimin çırpıntılarıyla baş başa veriyor, kendimle sohbet edebiliyorum. Kitaplarımdan birinin adının Özümle [Kendimle] Sohbet olması tesadüfi değildir. Ben dinlenmeyi, yılın özel bir ayını veya günün özel bir anını istirahate ayırmayı beceremiyorum. Ben çalışırken dinleniyorum. Yazamadığımda, vaktimi ufak meselelere sarfettiğimde kendimi berbat hissediyor, kendime kızıyorum. İlhama gönüllü kul köle olup işe yoğunlaşınca canlanıyorum. Bütün ağrılar sızılar canımdan çıkıp gidiyor. Çalışmak, kendimizi yakarak yaşamak, boşalarak dolmak! İşte sanatkârın hayatı budur. İnsan her zaman muayyen bir zaman zarfında belli bir işi yapmak istiyor. Böyle durumlarda vakitle yarışıyor. Bu yarışta sürate sığınıyor. Bazen sürat de vaktin önüne geçemiyor. Gözellik Önünde şiirimde şöyle yazıyorum: "Arabayla yol gittiğim zaman güzel bir dağ manzarasıyla karşılaşıyor ve sürücüden arabayı durdurmasını rica ediyorum. Bir kaç dakika dağ manzarasının güzelliğine dalıyorum." Sonra şiirime şöyle devam ediyorum:
İndi sür, yüzle yok, minle de sürsen,
Vaktı kabaklayabilmeyeceksen.
Ancak o anda
Gözellik önünde fikre dalanda
Vaktı bir anlığa biz kabakladık,
Onda maşını yok, vaktı sakladık.
[ vaktı kabaklayabilmeyeceksen: vakti durduramayacaksın / fikre dalanda: düşündüğünde / maşını: arabayı ].
Ölçülebilen vakit maddidir. Vakit ölçülmenin dışında kalınca maneviyata, ruha, güzelliğe dönüşür. Çünkü burada vakit de insan gibi donar, heykelleşir. Kılasik eserler de şunun için ölümsüzdür: Sanatın fevkaladeliği onlara sarfedilen vakti ebedileştirmiştir.
Ömrüm boyunca vakitten kıymetli ve ona eş olan bir şey tanımadım. Çünkü gençliğimden beri maksadı, hedefi olan biri oldum ve vaktin kadrini bildim. Hafızam o kadar da yahşı değildir. Bu yüzden gençliğimden beri yapacağım işlerin listesini tutmak, onları vaktin imkânları ölçüsünde hayata geçirmek adetimdir. Verdiğim sözlerde, buluşmalarda dakik olduğum gibi, başkalarından da aynı dakikliği beklerim.
Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Ali [Yüksek] Meclisinde mebus olduğum için sık sık seçmenlerimle görüşüyor, onların isteklerini yerine getirmeye çalışıyorum. Her gün onlarca mektup alıyorum. Bu mektupların bir kısmında bana şair olarak değil, milletvekili olarak hitap ediliyor, istek ve arzular bildiriliyor. Elbette bu mektupları cevapsız bırakmak mümkün değil. Vaktimin muayyen bir hissesi de bunlara gidiyor.
1985 senesinden sonra Mihail Gorbaçov'un faaliyeti neticesinde Sovyetler Birliği'nde, o cümleden Azerbaycan'da yeni demokratik iklim oluştu. Bu iklim ister Sovyetler Birliği'nde, ister Azerbaycan'da, en başta kalem sahiplerini yeni sanatkârlık çığırına soktu. Öyle ki yazarların, gazetecilerin fikri, düşüncesiyle dili ve kalemi arasında duran demir serhatler havaya uçuruldu. Stalin despotizmi ve durgunluk devrinde Sovyet insanının geçirdiği ıztıraplar, azaplar, eziyetler, işkence ve mahrumiyetler yeni ortaya konulan bedii eserlerde akis bulmaya başladı.
1988'de yazdığım İki Korku adlı manzumemde Stalin diktatörlüğü devrinde bütün kalem sahiplerinin, o cümleden kendimin geçirdiği korku hissini ve mahrumiyetleri dile getirdim. Bununla birlikte durgunluk yıllarında yazıp sakladığım Gülüstan manzumemi ve onlarca şiirimi yayına verdim.
Benim diktatörlük rejimine muhalefetim yalnız bu eserlerle sınırlı değildi. Fikrimi ve beynimi kemiren, beni rahatsız eden fikir ve duygularımı çok zaman tarihe veya başka ülkelere nakletmekle ifade ediyordum. Tarihî mevzuda yazdığım Darağacı (1972), Feryad (1981-84), piyeslerimin, Yollar-Oğullar manzumemin (1963), muhtelif mevzulara hasrettiğim Amerika Gözeli (1982), Merziye (1984), Bağışlayın Sehv Olup (1983) manzumelerimin, harici ülkelerdeki seyahat izlenimlerine dayanarak yazdığım Latın Dili (1967), Şairleri Öldürürler (1978), Hayd Park (1978), Ehramların Önünde (1959), Açık Şeher (1960), Eleddinin Çırağı (1959), Külek-Ot (1976), Dan Yeri (1972), Kara Kutu (1975) vs. gibi onlarca şiirimin esas hedefi muasır hayat ve içinde yaşadığım totaliter rejimdi. Şunu da belirteyim ki, bu eserlerin esas gayesi bazı hallerde resmi daireler tarafından anlaşılmış olup uzun yıllar takip edildim. Adım kara listeye alındı ve mahrumiyetlere maruz kaldım. O yıllarda her gün, her ay hapsolunacağımı bekledim, bütün bunlarla birlikte tuttuğum hakikat yolundan sapmadım.
Bütün dünyada perestroyka adıyla tanınan yeniden kurma [yeniden yapılanma] ve aşikârlık [açıklık] şimdi yazarların ve gazetecilerin dilinden kilidi kısmen kaldırsa da, ülkede baş veren milli azadlık dalgası halklar arasında milli çekişmelere sebep olmuştur. Bu da bilhassa benim halkıma çok pahalıya mal oldu. Günahsız yere halkımın kanı döküldü. Ermenilerin uydurduğu esassız Karabağ puroblemi halkımı ve ülkemi kana boyadı. Sovyet ordusu anayasa hukukumuzu çiğneyerek kâğıt üzerinde müstakil ilan edilen cumhuriyetime apansız dahil oldu. Günahsız ihtiyarları ve körpeleri tankların altında ezdi. Bu da Gorbaçov'un ilan ettiği "yeni tefekkür"ün ve "demokrasi"nin mahsulüydü. En dehşetlisi de şuydu: Rus ordusu yalnız sokaklardaki sakin insanlara değil, aynı zamanda evlerin pencerelerinden içeri ateş açmış, yaralıları kurtarmak isteyen şefkat bacılarına [hemşirelere], hekimlere, hastanedeki yaralılara kasdetmiş, yardım eli uzatanları öldürmüş, bütün bunlarla beynelmilel insani kaideleri ayaklar altına almıştır. Bu vahşiliğe sebep neydi? Neden ötürü böyle olmuştu? Cevap tektir: Yeniden kurmadan sonra uyanan milli azadlık harekâtını sekteye uğratmak, halkın demokratik ruhunu susturmak ve bununla Rus imparatorluğunu korumak, muhafaza etmek. Eğer yeniden kurma bundan ibaret ise, ben buna lanet okuyorum. Bir şair, gözleriyle gördüğü bu dehşetlere nasıl dözebilirdi [tahammül edebilirdi]? Ve bundan dolayı ben o günün ertesinde Azerbaycan Merkez Komitesinin etrafında purotesto mitingine toplanan on binlerce soydaşımın karşısında Komünist Partisi üyeliğinden istifa ettiğimi ilan ettim.
Dünya toplumlarının fikrini şaşırtmak ve işlediği cinayetlere haklılık kazandırmak için Moskova'nın resmi daireleri şöyle bir şayia uydurdular: Güya Rus ordusu Bakü'deki Ermenileri müdafaa etmeye gelmişmiş. Yalan, bin kere yalan! Çünkü ocak ayının 19'unda (1990) Sovyet ordusu Bakü'ye girdiğinde Bakü'de bir tane bile Ermeni kalmamıştı. İkincisi eğer hakikaten Sovyet ordusu Bakü'ye Ermenileri müdafaa etmek maksadıyla girdiyse, peki o zaman bundan bir yıl evvel Ermeniler 200.000'e yakın Azerbaycanlıyı Ermenistandan döverek, kana bulayarak kovduklarında aynı ordu niye Erivan'a girip Azerbaycanlıları savunmadı? Sualler çoktur. Bu cinayetleri işleyenler benim milletimin sorduğu suallerin hiç birine cevap veremez.
Bu suallerin cevabı için ben dünyadan adalet mahkemesi talep ediyorum.
1981'de SSCB yazarlarının 7. kurultayında SSCB Yazıcılar İttifakı İdare Heyeti üyeliğine ve aynı zamanda Azerbaycan Yazıcılar İttifakı İdare Heyeti üyeliğine, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İlimler Akademisinin muhabir üyeliğine, Azerbaycan Komünist Partisi Bakü Şehir Komitesinin üyeliğine, 10 ve 11. dönem Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Ali Sovetinin [Yüksek Meclisinin] milletvekilliğine seçildim.
Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti emektar incesanat hadimi, Azerbaycan'ın milli şairiyim. 1976'da Lenin'le Sohbet ve Muğam manzumeleriyle Cumhuriyet, 1984'te Bir Geminin Yolçusuyuk şiir kitabımla SSCB Devlet mükâfatlarına layık görüldüm. Oktyabr [ekim] devrimi ve Kırmızı Emek Bayrağı nişanları ile taltif edildim.
Bu ödüller, bu unvanlar gerçekten yükselişin göstergesi midir? İnmenin bir nevi de çıkmak değil midir? Bazen büyük şöhret sahipleri şöhretin gölgesinde mayışıp uyumamışlar mıdır? Bu çok tehlikeli bir uykudur. Sanatkâr kendisini bu hoşnutluk uykusundan uyandırmayı becermelidir.
İnsan önüne koyduğu maksada ve bütün arzularına tamamen nail olamaz. Bir şiirimde şöyle demiştim:

Ürekdeki arzular emellerden ezeldir,
Eylemek istediyim menim eylediyimden
Hem çok, hem de gözeldir.
Eleyse... Nekroloğa ömür tam olsun deye
Emellerle beraber en gözel arzular da
Niye yazılmır, niye?
[ ezeldir: eskidir, evveldir / elemek: eylemek / eleyse: öyleyse / nekrologa: ölüm yazısına, mezar taşı yazısına ].
NOT : Bu kısım Bahtiyar Vahabzade’nin Şenbe Gecesine Giden Yol (Bakü 1991, 259-273. s.) kitabında yer almaktadır. Buradan tarafımızdan aktarılmış, Vahabzade’nin çeşitli makalelerinin bulunduğu Ömürden Sayfalar (aktaran Dr. Yusuf Gedikli, Ötüken neşriyat, İstanbul 2000, 13-33. s.) isimli kitapta yayımlanmıştır.
--------------------------------------------------------------------------------
VEFAT-HABER
Azeri şair Bahtiyar Vahabzade hayatını kaybetti
Türk dünyasının önde gelen şairlerinden Azerbaycanlı Bahtiyar Vahabzade 84 yaşında hayatını kaybetti. Ünlü şairin Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de bulunan evinde vefat ettiği bildirildi.
Hayattayken Türk dünyasının yaşayan en büyük şairlerinden biri olarak nitelenen Vahabzade, uzun süredir hastaydı. Azeri şair için yarın Bakü Devlet Üniversitesi'nde veda töreni yapılacağı öğrenildi.

Ziyaret -> Toplam : 119,51 M - Bugn : 322969

ulkucudunya@ulkucudunya.com