« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

25 Nis

2010

Hudeybiye Gazvesi

01 Ocak 1970

İslamiyet, Arap sahrasında yayıldı. Müslüman olanlar oldu. Çok kimseler islam´dan haberdar oldular. Arabilerden gerçek­ten inananlar olduğu gibi, kalben inanmadıkları halde inanır görünen ve teslimiyetlerini arzedenler de olmuştu. Bunların yanısıra müşrikliklerini devam ettirenler de olmuştu. Ama müslümanlarda bir kuvvet ve heybet meydana gelmişti. Müşriklikte devam edenler, bu kuvvet ve heybeti görünce; tevhid davetinin ve Muhammed (sav)e imanın önemli bir mesele ol­duğunu düşünmeye başladılar, işi inceden inceye ölçüp biçme­ye koyuldular. Düşünüp taşınmadan hemen ilk etapta reddet­mediler, kestirip atmadılar.



Özetle diyecek olursak, putlara tapma açısından onların kalplerine şüphe girmişti. Halbuki Cenab-ı Allah´ı zat ve sıfatı ile bilmekteydiler. Kuşkusuz ki putları hakkında şüpheye düş­müş olmaları, inançla fıtrat dinine girmeleri için yegane yol ol­muştu.



İslam daveti artık ufukları doldurmuştu. Arabilerden veya onların safında yer alanlardan hiçbiri Medine´ye saldırmayı dü-şünemiyordu. Çünkü orayı Cenab-ı Allah himaye ediyordu. Orası, O´nun koruması altındaydı.



Peygamber (sav) efendimiz Arabilerin saldırılarından veya îslam düşmanlarının safında yer almalarından yana güvenlik içinde olduğuna göre artık, karşısında düşman olarak duran Kureyşlilere yönelmesinin zamanı gelmiş demekti. Maksat, onlarla savaşmak değildi. Önceki seriyye ve gazalarında görüldü­ğü gibi peygamber efendimiz, hep savunma savaşı vermiştir. Fal^at kureyşliler peygamber efendimize karşı saldırılarını sür­dürüyorlardı. Mekke´nin harem-i şerifi onların hakimiyeti al­tındaydı. İslam davetini yerleştirmek ve hacc yolunu güvenlik altına almak için, Mekke´nin düşmanlardan ve Kureyşin düş­manlığından arındırılması gerekiyordu. Çünkü hacc, îslami ibadetlerden biri idi. Ayrıca Peygamber efendimiz, Hayber´de toplanıp üslenen yahudilerin de işini halletmek istiyordu. Çün­kü Medine´ye saldırmak isteyen tek güç, bu yahudilerdi. Kovul­dukları Medine´nin, kendi asli vatanları olduğunu iddia ediyor­lardı. Peygamber (sav) efendimiz onları Medine´den sürgün et­miş, kimini de öldürmüştü.



Bu arada Kureyşlilerin durumunu öğrenmesi de gerekiyor­du. Onların Hacc farizasını eda etmeye kolaylık mı, yoksa zor­luk mu gösterdiklerini öğrenmesi icab ediyordu. Nitekim daha önceleri hep zorluk göstermişlerdi. Niyetin amelle bir arada ol­ması gerekiyordu. Bu nedenle haccetmek üzere yola çıktı. Ni­hayet Hudeybiye vakası meydana geldi. Cenab-ı Allah, Hudey-biye vakasına feth-i mübin adını verdi. Çünkü bu olayda Allah Peygamber efendimizle Kureyşliler arasındaki engeli kaldırdı.



Çocukluğunda ve gençliğinde tanıdıkları sevgili Emin (Mu-hammed) onlarla görüştü. İhtilaf, nefret ve savaş nedeniyle aralarında meydana gelmiş olan engeller, artık ortadan kalktı.



Hudeybiye Gazvesi



Bütün rivayetlerin ittifakına göre Hicretin altıncı senesinin Zilkade ayında (Bu ay hac aylarındandır) Resulullah (sav), be­raberindeki 700 kadar sahabiyle hac yolculuğuna çıktı. Ancak Cabir bin Abdulah´ın rivayetine göre beraberinde 1400 kadar sahabi varmış ki bu, akla daha yatkındır. Peygamber efendimi­zin ordusu, Kureyşlileri ürkütmüştü. Binden az sayıdaki asker-lerse düşmanı ürkütemezler. Buhari ve diğerleri, Peygamber efendimizle beraber bulunan sahabilerin 1400 kişi olduğunu söylemişlerdir. 700 kişi olduklarını söyleyen, İbn İshak´tır.



Peygamber efendimiz, savaş niyetiyle değil de, insanları bir araya getiren hac ibadetini eda maksadıyla yola çıktı. Usfan mevkiine varır varmaz Bişr bin Süfyan el-Kabi ile karşılaştı. Öyle görülüyor ki Kureyşliler, Resulullah´ın geleceğini önceden haber aldıkları için tedbirli ve savaşa hazırlıklı idiler.



Bişr bin Süfyan dedi ki: "Ya Resulullah! Kureyşliler senin gelişinden haberdar olmuşlardır. Sütlerinden faydalanacakları sağmal ve yavrulu develerini, döllerini döşlerini yanlarına al­mış, seni Mescid-i Haram´a girmekten men etmek için kaplan postu giyerek Zi-Tuua denen yere varıp konaklamışlar, seni Mekke´ye sokmayacaklarına yemin edip Allah´a söz vermişler­dir. Halid bin Velid kumandası altındaki süvarilerini Küra-ı Nemin denen yere kadar sevketmişlerdir."



Kendisiyle savaşmakta olsalar da onlara merhamet eden ve müslüman olmalarını temenni eden Resulullah (sav) milleti olan Kureyşliler için üzülerek şöyle dedi:



"Eyvah! Yazık oldu Kureyşlilere. Zaten savaş, onları yeyip tüketmiştir. Ne olurdu, kendileri benimle öteki Araplar arasın­dan çekilseydi de beni onlarla başbaşa bıraksaydılar. Onlar be­ni yenecek olurlarsa, zaten kendilerinin de amacı bu olduğuna göre, amaçlarına ulaşmış olurlardı. Eğer Allah beni onlara ga­lip kılacak olursa ve kendileri de isterlerse, topluca İslamiyet´e girerlerdi. Eğer böyle yapmazlarsa, savaşacaklar demektir.



Bunlar, kendilerini güçlü mü sanıyorlar? Vallahi Allah´ın beni yaymak üzere göndermiş olduğu bu dini üstün kılıncaya ve ba­şım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışmaktan geri durmayacağımı*´



Bundan sonra Resulullah (sav) onların savaşçılarıyla karşı­laşmak istemedi ki kılıç, fikrin önüne geçmesin. Hac ibadetini eda etmek istiyordu. Mekkelileri zorlamadan kendi serbest ira­deleriyle karar vermelerini sağlamak istiyordu. Çünkü uzlaş­mak, iradenin serbest bırakılmasıyla mümkün olur. Savaş ise nefret doğurur. Kılıçla zorlamak nefsi alevlendirir ve yaralar. Oysa Peygamber efendimiz kimsenimgönlünü yaralamak iste­miyordu. Bilakis kalplerdeki öfke hastalığın tedavi ederek gö­nülleri şifaya kavuşturmak istiyordu. Müslümanları başka bir yoldan götürerek Kureyş süvarileriyle karşılaşmak istemedi. Müslümanların yürümesiyle yerden toz bulutları yükselmeye başladı. Küra-ı neminde bulunan Halid bin Velid kumanda­sındaki Kureyş süvarileri, korkup Mekke´ye geri döndüler. Pey­gamber efendimiz de ordusunu Seniyyet´ül Murar denen yerde durdurdu. Devesi oraya çöktü. Mola vermeleri için sanki Ce-nab-ı Allah orasını seçmişti. Devenin çöktüğünü görenler, "Ar­tık yerinden kalkamazl" dediler. Peygamber efendimiz de bu­yurdu ki: "Hayır, öyle değil... Onu, (Ebrehe´nin) filini Mekke´ye bırakmayıp durduran (Allah) durdurmuştur. Kureyşliler bu­gün beni öyle bir noktaya getirdiler ki, akrabalık hakkına uy­mamı isterlerse, bu isteklerini yerine getiririm"



Evet... Resulullah (sav) böyle demişti. Çünkü o, giriştikleri savaştan sonra insanların gönüllerini birbirine yaklaştırmak istemişti. O, doğru yola ileten ve hakka davet eden bir kimsey­di.



Seniyyet´ül Murar denen yere varıldığında, askerlerine: "tnin ve yerleşin" buyruğunu verdi. Onlar da: "Bu vadide su yoktur" dediler. Gerçekten de orada bataklık ve içi çamurlu ku­yulardan başka bir şey yoktu. Peygamber efendimiz, okunu adamlarından birine verdi. Adam, kuyulardan birine indi, elin­deki oku yere sapladı ve berrak bir su fışkırmaya başladı. Pey­gamber efendimiz ve oradaki herkes, kana kana içtiler.



İki Tarafın Elçilerinin Gidip Gelmesi



Peygamber efendimizin beraberinde güçlü bir ordu vardı. Mekke, savaşa hazırlıklı değildi. Dileseydi, Mekke´yi ordusuna ezdirir ve yerle bir ederdi. Ne var ki o, umre yapmak, savaş ateşini söndürmek, akrabalarına iyi davranmak, nefreti silip süpürmek, savaşların meydana getirdiği vahşeti gidermek için gelmişti.



Bu nedenle de onları kahır ve zillete uğratmadan haccet­mek, onlarla barış yapmak istediğini ilan etti.



Bedii bin Verka, Huzaalı bir kaç adamla birlikte Peygam­ber efendimizin yanına geldi. Onunla konuştular. Niçin geldiği­ni sordular.Peygamber efendimiz, kendileriyle savaşmak için değil, Kabe´yi ziyaret etmek ve onu tazimde bulunmak için gel­diğini söyledi. Daha önce bu hususta başkalarına söylediklerini onlara da söyledi. Heyetteki adamlar Kureyşe dönüp şöyle de­diler: uEy Kureyş topluluğu! Siz Muhammed hakkında ça­buk karar veriyorsunuz. O, savaşmak için değil, yalnızca Ka­be´yi tavaf etmek için gelmiştir."



Kureyşliler, böyle diyen heyet mensuplarını suçlayıp onlara karşı cephe aldılar ve: "Savaşmak maksadıyla gelmemiş olsa dahi, Mekke´ye zorla girmesine müsaade etmeyiz. Arapların bu­nu dillerine dolamalarına izin vermeyiz" dediler. Bu mütekeb-birlik ve kabalıklarını sürdürmekle beraber, Hz. Peygamberle aralarındaki irtibatı kapamadılar. Amir bin Lüeyy Oğulları­nın kardeşi Mikrez bin Hafs bin Ahyaf ı elçi olarak ona gön» derdiler. Mikrez´in gelmekte olduğunu gören Resulullah (sav): "Bu, ahde vefa göstermeyen hain bir kişidir" dedi. Ona da; sa­vaşmak için değil, Kabe´yi ziyaret etmek için geldiğini söyledi.



Kureyşliler, Peygamber efendimizin Kabe´yi ziyaret etmesi­ne müsaade vermemekle birlikte Huleys bin Alkame´yi ona elçi olarak gönderdiler. Huleys, Ahabiş´in lideriydi.[1] Ahabiş grubu, savaşlarda Kureyşlilere yardım ederlerdi. Huleys´in gelmekte olduğunu gören Resulullah (sav): "Bu, ibadetin zahi­rine bakan ve kurbanlık develere saygı gösteren bir milletten­dir. Kurbanlık develerin hepsini ona doğru sürünüz degörsünl* dedi. Huleys; Harem´de kurban edilmek üzere nişan vurulmuş boyunlarına boğmukları takılmış, uzun müddet tutulmaktan dolayı yünlerini aşındırmış olan ve vadiye doğru akıp giden kurbanlık develere bakınca bunların hac için hazırlanmış kur­banlıklar olduklarını anladı. Müslümanlarla konuşmaya gerek görmedi. Hz.Peygamberin yanma gelmeden dönüp Kureyşe git­ti. Gördüklerini onlara anlatınca, ona: "Otur yerine. Nihayet sen bir çöl Arabısın, böyle şeylerden anlamazsın^ dediler. Ku-reyşlilerin böyle demeleri üzerine Huleys öfkelenerek şöyle de­di:



"Ey Kureyş topluluğu! Vallahi biz; Beytullah´m haremliğini gözeterek ona tazimde bulunmak ve onun hakkını yerine getir­mek maksadıyla gelecek olanlara engel olalım diye sizinle ne anlaştık, ne ittifak kurduk. Beytûllah´a tazimde bulunmak amacıyla gelen bir kimse geri çevrilebilir mi? Huleys´in canını elinde tutan Allah´a andolsun ki;ya Muhammed´i, amacına ulaşmaktan engellemeyecek ve bırakıp Kabe´yi ziyaret etmesine izin verirseniz, ya da müttefiklerin olan Ahabişlerden tek kişi kalmamacasına hepsini buradan dağıtacağım, alıp götürece-gım\



Kureyşliler de şu yatıştırıcı cevabı verdiler: "Ey Huleys! Sen şimdi böyle bir şey yapmaktan vazgeç. Kendimiz için kabul ede­bileceğimiz bir anlaşma sağlanıncaya kadar bizi kendi halimi­ze bıraktı.



îşin sonu savaşa varmadan peygamber efendimizin, kendile­ri hakkında hoşlarına gidecek bir kararı vereceğine dair umut­larını hala devam ettirmekteydiler. Bu sebeple de Urve bin Mesud es-Sakafi´yi elçi olarak Resulullah (sav)a gönderdiler. Urve, Kureyşlilere, kendisinin onların, çocukları durumunda olduğunu söyledi. Çünkü Urve´nin anası, Abdüşems´in kızla-rındandı.



Anlatıldığına göre elçileri Peygamber efendimizin yanına gi­dip kendisiyle görüştükten sonra tekrar Kureyşe döndüklerin­de Kureyşliler onlara kaba hareket ve sert sözlerle mukabelede bulunmuşlardı. Huzzalı Büdeyl´e ve Ahabiş´in lideri Huleys´e öyle yapmışlardı.



Urve, kendisiyle Kureyş arasındaki bağların güçlü olduğu­nu, Kureyşlilerin muzaffer olmalarını arzulamakla birlikte onlar adına güvenilir bir şekilde elçilik yapacağını kendilerine açıklayarak şöyle dedi:



"Bir zamanlar hasımıza gelen bir musibetten dolayı size yar­dım etmek için, emrim altındaki kimseleri toplayıp gelmiş ve size bizzat yardımda bulunmuştum, öyle değil mil" Kureyşliler, "Evet, doğrudur. Zaten sen, kötülükle suçlanamazsın." dediler.



Bu sözlerini söyledikten sonra Urve Kureyşlilerin kendisine itinıad ettiklerine tam bir kanaat getirerek Kureyş elçisi sıfa­tıyla yola çıktı. Resulullah (sav)m yanına vardı ve şunları söy­ledi:



"Ey Muhammedi Sen birtakım derme çatma insanları toplayıp kavmin olan Kureyşin yanına getirmişsin. Kureyşlile­rin gücünü kırmak istiyorsun. Ama Kureyşliler kaplan postu giyerek, yavrulu ve sağmal hayvanlarını, döllerini döşlerini alarak sana karşı savaşmak üzere toplanmışlardı. Ben onları bu vaziyette bırakarak yanına geldim. Mekke´ye zorla girmene engel olacaklarına Allah adına yemin etmişlerdir. Etrafında bulunan bu askerlerin vallahi yarın dağılıp gideceklerdir^"



Urve´nin böyle demesi üzerine, Hz. Peygamberin gerisinde duran Ebubekir (r.a.), "Biz mi Resulullah´ın etrafından dağı­lacağız1?" diye çıkıştı. Urve, bir yandan konuşurken, diğer yan­dan da Resulullah (sav)ın sakalını tutup oynuyor; böylece cesa­retini, kabalığını ve laubaliliğini göstermiş oluyordu. Fakat Re­sulullah´ın yambaşında duran Mugire bin Şu´be, Resulul­lah´ın sakalını tutan Urve´nin eline kılıcının ucuyla dürterek şu uyarıda bulundu: aKolu kopup da yerine gelmeyecek duruma düşmeden önce o pis elini, Resulullah´ın mübarek yüzünden ge­ri çeki"



Aslında kendisi kaba ve katı olan Urve, Mugire´ye: "Ne ka­dar kabasın! Ne kadar katisini" deyince, Resulullah (sav) te­bessüm buyurdu. O da kendinden önce uyarıda bulunanlar gi­bi: "Elin kesilip de yerine gelmeyecek bir duruma düşmeden Ön­ce elini geri çek" diyerek uyarıda bulundu.



Urve bin Mes´ud es-Sakafi, sahabilerin Hz.Peygamberi nasıl koruduklarını ve ona karşı nasıl davrandıklarını gördük­ten sonra kalkıp Kureyşîilerin yanma döndü ve söze şöyle baş­ladı:



"Ey Kureyş topluluğu! Ben Acemistana gidip hükümdarları gördüm. Bizans´a gidip imparatorları Kayser´i gördüm. Habe­şistan´a gidip kralları Necaşi´yi gördüm. Allah´a andolsun ki Muhammed´in kendi ashabı içinde gördüğü itibar kadar, hiçbir hükümdarın kendi milleti içinde itibar gördüğünü mü­şahede etmedim! Öyle bir kavim gördüm ki, onu ebediyyen kim­selere teslim etmezler. Şimdi de siz, görüşlerinizi açıklayın ba­kalım. "



Kureyşlilerin Hz.Peygambere gönderdikleri elçilerin hepsi de Muhammed (sav)in savaşmak için değil, bilakis haccetmek ve müşriklerin kopardıkları akrabalık bağlarını yeniden kur­mak için gelmiş olduğunu vurguluyorlardı.



Kureyşliler hıyanette bulundular, Muhammed (sav) ise*on­ları affetti. Resulullah (sav)m savaşmak için gelmediği, kesin­lik kazanmıştı. Çünkü o ihramlı olarak gelmiş, kurbanlık hay­vanlarını da önüne katmıştı. Haram aylar içinde bulunuyordu. Sevgi ve dostluk isteyerek gelmişti. Fakat savaşta sevgi ve dostluk olmaz. îşte bu hengamede Kureyşliler, müslümanlara saldırı planı kurdular. Ibn Abbas´tan rivayet olunduğuna göre kırk ya da elli adamlarını, müslümanlara saldırmaları için gön­dermişlerdi. Resulullah´m sahabilerinden bazısını yakalamala­rı için müslümanların toplu durdukları yeri dolaşıp çembere al­malarım emretmişlerdi. Bu adamlar, müslümanların toplu dur­dukları yere geldiler. Taş ve ok atmaya başladılar. Peygamber efendimiz onları rehine veya tutsak olarak yakalayıp yanında alıkoymak imkanına sahipti. Ama öyle yapmadı. Alicenab olan Resulullah (sav) onları affetti.



Hz- Peygamber´in Elçisi



Kureyşlilerden Resulullah´a elçiler geliyordu. Bunların bazı­sı, durumu ve mesajları Kureyşlilere, olduğu gibi aktarıyordu. Bazısı da mesajları ve gördükleri durumu çarpıtarak Kureyşli­lere aktarıyordu. Hz. Peygamber de göndereceği bir elçi vasıta­sıyla onlara mesaj iletmek, durumlarını ve niyetlerini Öğrenmek istiyordu. Böylece onlara neler yapabileceğini, delil ve bel­gelere dayanarak tespit etmek istiyordu.



Hz. Ömer´e baktı. O, iyi bir elçi olurdu. Cahiliyet devrinde de kabileler arasında Araplarla diğerleri arasında elçiliklerde bulunmuştu. Ancak şirke ve putperestliğe karşı sertliği ve ödün vermezliği bilindiği için, müşriklere elçi olarak gittiği takdirde ne gibi durumlarla karşılaşabileceğinin hesabını yapıyordu. Onu yakalayıp hapsedebilirlerdi. Dolayısıyla Peygamber efen­dimizin kendisine tevdi edeceği elçilik görevini hakkıyla ifa et­meyebilirdi. Bu sebeple, Peygamber efendimizin emrini redde­dici bir eda ile değil de, durumu arzedici ve açıklayıcı bir edayla şöyle konuştu: "Ey Allah´ın Resulü! Kureyşlilerin bana bir kö­tülükte bulunmalarından korkuyorum. Mekke´de Adiy bin Ka´b Oğullarından beni koruyacak bir kimse yoktur. Ayrıca Kureyş-liler de benim kendilerine karşı ne kadar katı ve düşman oldu­ğumu bilmektedirler. Fakat onlara karşı benden daha güçlü bir şahsı sana gösterebilirim ki o da Affan oğlu Osman´dır."



Resulullah (sav), Osman´ı çağırdı. Kureyşin eşrafına ve Ebu Süfyan´a onu elçi olarak gönderdi. Muhammed (sav)in savaşmak için değil, sadece hürmet ve ta´zimde bulunarak Ka­be´yi ziyaret etmek için geldiğini onlara bildirecekti.



Osman, elçilik görevini ifa etmek üzere Mekke´ye gitti. Ken­disinde sertlik ve kabalık bulunmayan bir insandı. Emeviler´den olduğu için, o kabilede kendisini koruyup himaye altına alacak akrabaları vardı. Mekke-i Mükerreme´ye girişte veya girmeden önce Mekke yolundayken ilk olarak, Emeviler´den Ebaıı bin Said bin el-As ile karşılaştı. Aralarındaki akrabalık bağı nedeniyle Eban onu sevgiyle karşıladı. Zaten Osman´ın kendisi de sevecen bir arkadaştı. Eban, onu himayesine ala­rak Mekke´ye götürdü. Osman, onun himayesi altında Resulul-lah´m mesajını Kureyşlilere ve Ebu Süfyan´a iletti. Resulullah´ın savaşmak için değil, hürmet ve ta´zimde bulunarak Ka­be´yi ziyaret etmek için gelmiş olduğunu onlara söyledi. -



Red ve protesto etmeksizin sözünü dinlediler. Kendisine ya­kın ilgi gösterdiler. Huzur ve güven içinde Kabe´yi tavaf edebi­leceğini söylediler. Ne var ki Osman, Peygamber (sav) böyle bir imkan sahip kılınmamışken tek başına Kabe´yi tavaf etmeyi kabullenmedi ve takvalı, iki nur sahibi Osman: "Resulullah (sav) tavaf etmedikçe ben kendim Kabe´yi tavaf etmem\n dedi. Böylece Resulullah (sav)m kendisine tevdi buyurduğu elçilik görevini ifa etmiş oldu. Ama Kureyşliler onu yanlarında alıkoy­dular.- Eziyet vermek için değil, belki de kendisiyle istişarede bulunmak veya bazı konularda açıklamalar yapmasını istemek veya dostlukla sevgi gösterisinde bulunup ağırlamak için onu yanlarında alıkoymuşlardı,



Osman´ın Kureyşlilerce alıkonulduğu sırada, müslümanlar arasında Osman´ın müşriklerce öldürüldüğü haberi yayıldı. Bunun üzerine panik içinde çeşitli fikirler belirdi, yayıldı. Baş­langıçta arzu edilmediği halde müslümanların kalbinde savaş arzusu doğmaya ve bu yoldaki istekleri artmaya başladı.



Bey’at-ı Rıdvan



Peygamber efendimiz ashabıyla birlikte Medine´den çıkıp Mekke yoluna koyuldular. Maksatları savaşmak değil, Kabe´yi ziyaret etmekti.



Hz.Peygamberin elçisi sıfatıyla Kureyşlilere gitmiş olan Hz. Osman, gelmeyip de öldürüldüğü haberi müslümanlar arasın­da yayılınca -ki öldürülmesi uzak bir ihtimal değildi- müslü­manlar savaş hazırlığına başladılar. Çünkü tecavüz olayı,elçi-nin Öldürülmesi şeklinde meydana gelmişti. Öldürüldüğü söyle­nen kişi barış elçisiydi. Böyle birini Öldürmek, aslında çok çir­kin bir şeydi. Bunun Ötesinde bu olay, barışı reddetme ve elçi gönderen zata tecavüzde bulunma anlamını taşıyordu. Çünkü elçi öldürülmez. Ancak -elçiliğini kabul etseler de etmeseler de-onu, güven içinde bulunacağı bir yere geri çevirmek mümkün olabilir.



Hz. Osman´ın öldürüldüğü şayiası ortaya atılınca, müslü­manların savaş hazırlığına başlamaları gerekiyordu. Oysa ki onlar, savaş için gelmiş değillerdi. Şu halde, Hz. Peygamberin, ashabından biat alması gerekiyordu. Çünkü savaş ancak aske­rin rızasıyla yapılır. Bu, Peygamber efendimizin bütün savaşla­rında uyguladığı bir yöntemidir. O, sevap ve mükafatını Al­lah´tan bekleyerek, Allah katındaki ecre talib olarak kendi serbest irade ve rızasıyla gönüllü olarak canını feda eden as­kerler istiyordu.



Bunun için de beraberinde bulunan sahabilerden biat aldı. İcabında ölmek ve savaş alanından kaçmamak şartı üzerine on­lardan biat aldı. Çünkü müşriklerle savaşmaya karar vermişti. Buyurmuştu ki: "Bu kavimle savaşmadıkça buradan ayrılma­yacağız!" Çünkü onlar, Osman Zinnureyn´i öldürmekle barışı geri çevirmişlerdi. Semüre ağacının altında Rıdvan biati yapıl­dı. Resulullah (sav) beraberindeki herkesten biat aldı. Sadece bir kişi biatten geri durdu. O da kendisine önem verilmeyen münafıklardan (Cedd bin Kays adında) bîriydi.



Üzerlerindeki ihramı çıkarıp savaş elbiselerini giymeyi ka­bul eden o bahadırlarda, yüce Allah razı olmuştu: "Ey Mu­hammedi Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken, andolsun ki hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele ge­çirecekleri bol ganimetler bahsetmiştir. Allah güçlü olandır, hakim olandır.



Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaadetmiştir. inananlar için bir belge olması, sizi doğru yola eriştirmesi için onları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini ön­lemiştir.



Bundan başka, sizin gücünüzün yetmediği fakat Allah´ın si­zin için sakladığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kadir olandır.



İnkar edenler sizinle savaşsalar yüz geri giderler. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlar.



Allah´ın önceden gelip geçmişlere uyguladığı yasası budur. Allah´ın yasasında değişme bulamazsın.



Sizi onlara üstün kıldıktan sonra, Mekke bölgesinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan geri tutan, savaşı önle­yen O´dur. Allah, yaptıklarınızı görendir." (Feth: 18-24)



îşte böyle.. Cenab-ı Allah, Rıdvan biatini yapanlardan hoş­nut olmuştu. Daha sonra onlara bir çok ganimetler de vermişti. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, bu ganimetlerin il­kinin, müşriklerin ellerini müslümanlardan geri tutması oldu­ğunu beyan buyurmuştu. Acilen elde edilen ganimet buydu. Al­lah izin verirse, ileride de açıklayacağımız gibi, bu, feth-i mübin olmuştu.



Sulh Anlaşması



Kureyşliler Muhammed (sav)in savaşmak için gelmiş olma­dığına kanaat getirdiler. Osman (ra)ın Kureyşlilerin yanından kalkıp Peygamber efendimizin yanına dönmesinden sonra, vu­ruşmaya hazır olan kılıçlar tekrar kınlarına sokuldu. Kalpler sükunet buldu. Barış arzusu ve azmi Muhammed´e (sav) dön­dü. O, savaşın yolunu tıkayacak yasaklara saygı gösterilmesini sağlayacak bir strateji uygulamak istiyordu.



Kureyşliler elçi olarak Süheyl bin Amr´ı Peygamber efendi­mize gönderdiler. Ona şu direktifi verdiler:



Muhammed ´le sulh anlaşması yapacağız. Ancak yapacağı­mız sulh anlaşmasının maddelerinden biri de, onun bu sene Kabe´yi tavaf etmeden Medine´ye geri döneceğini öngörecektir! Allah´a andolsun ki, Muhammed´in Mekke´ye zorla girip Ka­be´yi tavaf ettiği haberini Arapların ağzına düşürmeyiz!



Hukukçuların da dedikleri gibi şüphesiz bu, zorlayıcı ve ta­hakküm edici bir şarttı. Ama yüce Rabbin de vasfettiği gibi şef­katli ve merhametli Peygamber efendimiz, bu şartı kabulde güçlük çıkarmadı. Her ne kadar ashabı protestoyla homurdan-dılarsa da o, kabul etti. Sahabiler kabullenemiyorlardı. Çünkü onlar Peygamber efendimizin bildiğini, risaletin icaplarını ve îslam davetinin zorunlu olarak gerektirdiği hususları bilmiyor­lardı, îslam daveti ürkütücü değil, rağbet ettiriciydi. Bu davet, kılıçla değil, güzel öğütle yayılmıştı.



Kureyş elçisi Süheyl, Hz. Peygamberle görüşmüş ve iki ta­raf, aşağıdaki maddeleri kapsayıcı bir prensip anlaşması yap­mışlardı. Anlaşma, özet olarak şu maddeleri içeriyordu:



1- Müslümanlar, bu sene hac maksadıyla Beyti ziyaret etme­yecekler.



2- İki taraf, 10 yıl süreyle birbirleriyle savaşmayacaklar.



3- Mekke´den Medine´ye giden müslümanları Muhammed (sav), Mekke´ye geri verecek. Ama müslümanlığı bırakarak Me­dine´den Mekke´ye giden mürtedleri, Mekkeliler Hz. Peygambe­re geri vermeyecekler.



4- Muhammed´in (sav) ahdine girmek isteyen kimse girer ve onun yükümlü olduğu hususlarla yükümlü olur. Kureyşlile­rin ahdine girmek isteyen kimse girer ve onların yükümlü oldu­ğu hususlarla yükümlü olur.



Bu şifahi anlaşma tamamlandıktan sonra Hz. Ömer öfkeli ve kızgın bir halde gelip Ebubekir (ra)´in yanında durdu ve şöyle dedi:



- Ya Ebubekir! Muhammed, Allah´ın gerçek peygamberi değil midir?



- Allah´ın gerçek peygamberidir.



- Biz müslüman değil miyiz?



- Müslümanız.



- Onlar (Kureyşliler) müşrik değil midirler?



- Müşriktirler.



- Peki ne diye dinimizi hakarete uğratıyoruz?!



- Ey Ömer, Muhammed´in emrine uy! Şüphesiz ben, onun Allah´ın elçisi olduğuna tanıklık ederim.



- Ben de onun Allah´ın elçisi olduğuna tanıklık ederim.



Hz. Ebubekir´le konuştuktan sonra onun yanından ayrılan Hz. Ömer, Resulullah (sav)ın yanına gitti, ona sordu:



- Ya Resulullah! Sen Allah´ın elçisi değil misin?



- Allah´ın elçisiyim.



- Biz müslüman değil miyiz?



- Müslümanız.



- Onlar müşrik değil midirler?



- Müşriktirler.



- Peki, ne diye dinimizi hakarete uğratıyoruz?!



- Ben, Allah´ın kulu ve elçisiyim, O´nun emrine karşı gele­mem. O, beni hiçbir zaman ziyana uğratmayacaktır]



Resulullah (sav)m bu cevabı üzerine Hz. Ömer sakinleşti ve Peygamber efendimizin, Allah´ın emrine göre hareket ettiğini anladı. Öfkesi dindi. Nefs-i levvame sahibi bir kimseydi. Yaptı­ğı hatalardan dolayı kendini kınadı. Söylediği sözlerden ötürü pişman olmuştu. Hep şöyle derdi: " O zaman söylemiş olduğum sözlerimden dolayı azaba çarpılmaktan korktuğum için hep sa­daka verir, oruç tutar, namaz kılar ve köle azad edip duru-mm!"







Sulh Anlaşmasının Kaleme Alınması





Sulh belgesinin içereceği maddeler üzerinde taraflar ittifak ettikten sonra Peygamber (sav) efendimiz, Hz. Ali´yi çağırdı ve ona: "Bismillahirrahmanirrahim yaz" diye buyruk verdi. Müş­riklerin temsilcisi Süheyl bin Amr bu emre itiraz etti ve: "Ben böyle bir şey bilmiyorum. Ama sen Bismike Allahümme diye yaz" dedi. Peygamber efendimiz, Hz. Ali´ye: "Onun dediği gibi Bismike Allahümme diye yaz" emrini verdi. Hz. Ali de onun dediğini yazdı.



Sonra Resulullah (sav) Hz. Ali´ye şöyle yazmasını emretti: uBu, Allah´ın Resulü Muhammed ile Sühely bin Amr´ın üze­rinde ittifaka vardıkları anlaşmadır, diye yaz." Süheyl yine itiraz ederek şöyle dedi: "Allah´ın Resulü olduğuna şehadet et­miş olsaydım, seninle savaşmazdım. Ama kendi adını ve baba­nın adını yaz." Resulullah (sav), Hz. Ali´ye şöyle yazmasını emretti: "Yaz. Bu, Abdullah oğlu Muhammed ile Amr oğlu Süheyl´in, üzerinde ittifaka vardıkları barış anlaşmasıdır. Şöy­le ki:



1- İnsanların emniyet ve huzur içinde yaşamaları, birbirleri­ne ilişmemeleri için on yıl süreyle savaşmamak üzere;



2- Velisinin iznini almaksızın Kureyşten Muham m ed´e ge­lenleri Muhammed´in Kureyşe geri çevirmesi; Muham-med´in yanındakilerden Kureyşe gelenleri Kureyşin Mu ham-med´egeri çevirmemesi üzerine;



3- Aramızda kapalı bir heybe bulunmak, yani düşmanlık ol­mamak üzere; aramızda ne hırsızlık, ne de hainlik olmamak üzere;



4- Muhammed´in akd ve ahdine girmek isteyen kimse ona girmekte serbest olmak üzere;



5- Kureyşin akd ve ahdine girmek isteyen kimse ona girmekte serbest olmak üzere muahede ve musalaha yapılmıştır.



Bu barış anlaşması yapılırken şahit olarak bazı müşrikler hazır bulunmuşlardı. Müslümanlardan da Ebu Bekir, Ömer bin Hattab, Ali bin Ebi Talib, Sa´d bin Ebi Vakkas ve Ab-durrahman bin Avf hazır bulunmuştu.



Barış anlaşmasının tamamlanmasından sonra Huzaahlar sıçraşarak: "Biz, Muhammed´in akdine ve ahdine girdik" de­diler. Bekr oğulları da sıçraşarak: "Biz, Kureyşin akdine ve ah­dine girdik" diyerek Kureyş taraftan oldular.



Anlaşmada yazılı bulunan ve uygulamasını Kureyşlüerin ya­pacakları bir şart daha vardı ki, Peygamber efendimiz bu şartı kabul etmişti. Muahedeyi tamamlamak için Kureyşlüer, Pey­gamber efendimize şöyle demişlerdi:



"Bu sene Mekke´ye girmeden Medine´ye geri döneceksin. Gele­cek yıl arkadaşlarınla birlikte gelirsiniz. Sizin için Mekke´yi bo­şaltıp dışarı çıkacağız. Üç gün süreyle Mekke´de ikamet edersi­niz. Beraberinizde, yolculara mahsus kınındaki kılıçlardan başka bir silah bulunmasın."



Resulullah (sav) müşriklerin bu zalimce şartına ve getireceği sonuçlara razı oldu. Çünkü o, beraberinde Kureyşlilerin direne-meyecekleri bir ordu bulunmasına rağmen sulh istiyordu. Ku-reyşlilerle savaşacak güce sahip olduğu, onlara karşı haklılığını ispatlayıcı delilleri bulunduğu halde savaşmak istemiyordu. Çünkü o, barışçı bir peygamberdi. İnsanlara hikmetle öğüt ve­rir, yumuşaklık ve letafetle halkı imana davet ederdi. Katı yü­rekli değildi.







Ebu Cendel





İki taraf henüz barış meclisinden ayrılmamışlar ve barış an­laşması metnini yazmayı tamamlamamışlardı ki, müşriklerin temsilcisi Süheyl bin Amr´ın oğlu Ebu Cendel, zincirlere vu­rulmuş bir vaziyette sürünerek çıkageldi. Süheyl, Ebu Cen-del´i görünce yerinden kalkıp ona doğru seğirtti ve yüzünü to­katlayarak yakasından tuttu. Sonra da: "Ey Muhammed, bu adam sana gelmeden Önce, aramızdaki anlaşmayı tamamla­mıştık. Anlaşma maddelerine uymanı talep edeceğim ilk husus budur" dedi.



Peygamber (sav) de: "Anlaşmayı yazma işini henüz tamam­lamış değiliz" deyince, Süheyl: "Allah´a andolsun ki artık se­ninle hiçbir hususta barış anlaşması yapmayız" diye karşılık verdi.



Buhari´de konuyla ilgili açıklamaların yer aldığı bölümde anlattığına göre Peygamber efendimiz, Süheyl´e: "Onu (Ebu Cendel´i) bana bağışla" demiş; Süheyl ise: "Bağışlamam" di­yerek reddetmiş; Peygamber efendimiz ısrar ederek: "Hayır hayır, böyle yap" deyince Süheyl: "Hayır, ben böyle yapacak değilim" diyerek kestirip atmıştı. Orada hazır bulunan bazı müşrikler: "Ya Muhammed, bize kalsa Ebu Cendel´i sana ba­ğışlarız. Ama onun velisi Süheyl´dir" demişlerdi, ı Ebu Cendel, müslümanlara sitemde bulunarak şöyle dedi:



"Ey müslümanlar topluluğu! Müslüman olarak size gelmiş olduğum halde beni müşriklere geri mi vereceksiniz? Oysa han­gi durumlarla karşılaştığımı görmektesiniz^´



İbn tshak´tan gelen bir rivayette anlatıldığına göre Hz. Ömer, hemen yerinden fırlayıp Ebu Cendel´in yanına gitmiş, onun yanısıra yürümeye başlamış, kılıcının kabzasını ona yak­laştırarak şöyle demiş: "Ey Ebu Cendel, sabret. Ne olacak, bun­lar müşriktirler. Bunlardan her birinin kanı köpek kanı gibi değersizdir." Hz. Ömer daha sonra arkadaşlarına demiş ki: "Kabzasını kendisine yaklaştırdığım Ebu CendeVin kılıcı ala­rak babasını vuracağını ummuştum. Ama adam cimrilik edip babasına kıymadı. Böylece mesele kapandı"



Ebu Cendel´in zincirlere bağlı vaziyette sürünerek gelişi her ne kadar Peygamber efenidimizi ve müslümanları üzmüşse de Peygamber efendimiz anlaşma hükümlerine riayet etmiş ve Ebu Cendel´e teselli verici şu sözleri söylemişti:



"Sabret. Haline razı ol. Şüphesiz Allah senin ve beraberinde bulunan zayıf kimseler için bir çıkış yolu ve genişlik yaratacak­tır. Doğrusu bu kavimle kendi aramızda bir barış anlaşması yaptık. Alah adına onlar bize, biz de onlara söz verdik. Biz on­lara hıyanet etmeyiz."



Ebu Cendel´in kalbine sabır ve dayanma gücünü aşılayan bu sözler söylenmekle birlikte müslümanların kalpleri öfkeyle kaynamaya başlamıştı, ama anlaşmaya olan bağlılıklarından ve saygılarından dolayı seslerini çıkarmıyorlardı. Çünkü Pey­gamber efendimiz. Rabbinin emrine muhalefet etmeyeceğini açıklamıştı. Fakat Hz. Ömer, bir kez yine konuşarak ortaya atılmış ve Resulullah(sav)a şöyle demişti:



- Biz hak yolda ve düşmanımız batıl yolda değil midir?



- Evet, öyledir.



- Peki ne diye dinimizi hakarete uğratıyoruz?



- Ben böyle yapıyorum. Alah bana yardım edecektir.



- Mekke´ye gelip Kabe´yi tavaf edeceğimizi bize söylemiyor muydun?



- Öyledir, Ama illa da bu sene Mekke´ye gelip Kabe´yi tavaf edeceğinizi söylemiş miydim?



Buhari´nin bu konudaki rivayeti budur. Bu rivayetle Ibn İs-hak´ın rivayetini uzlaştırdık. Hz. Ömer´in bu sözü iki defa söy­lemiş olduğunu düşündük. Rabbinin emrine juyarak Resulul-lah´m vermiş olduğu hükme razı olup itaat etmekle beraber mü´minler öfkeliydiler. îşte Hz. Ömer, yukarıdaki sözleriyle mü´minlerin Öfkelerini dile getirmişti.







İhramdan Çıkış





Müslümanların, başka bir yıl umreyi eda etmek üzere saçla­rını tıraş ederek veya kısaltarak ihramdan çıkmaları gerekiyor­du.



Peygamber (sav), traş olmaları ve kurbanlarını kesmeleri için müslümanlara çağrıda bulundu. Önce kendisi tyraş oldu. Kendisinden sonra da mü´minler saçlarını tıraş ettiler veya kı­salttılar.



Bu; Ibn İshak´ın senediyle birlikte nakledilen rivayetidir.



Fakat Buhari´nin rivayetine göre Peygamber efendimiz, ta­mamı Beyat-ı Rıdvan´a katılmış olan sahabilerine: "Kalkın da kurbanınızı kesin, sonra da tıraş olun" dediği zaman sahabile-rinden hiçbiri yerinden kımıldamamıştı. Bu emrini üç defa tek­rarlamış, kimsenin emre uyduğunu görmeyince de Ümmü Se-leme´nin yanına gitmişti. Bu gazvede, zevcelerinden Ümmü Seleme, yanında bulunuyordu. Sahabelerinden gördüğü olum­suz tavırları Ümmü Seleme´ye anlattı. Ümmü Seleme sevgi ve şefkatle ona bir tavsiyede bulundu. Şerefli bir şefkat duygusu, insana bazan gerçekleri söyletir. Ümmü Seleme dedi ki:



"Ey Allah´ın peygamberi! Dilersen buradan çık..Sonra da sa-habilerden hiç biriyle tek bir kelime dahi konuşmadan kurba­nını kes sonra da istersen berberini çağır seni tıraş etsin\"



Hz. Peygamber, Ümmü Seleme´nin çadırından çıktı. Hiç kimseyle konuşmadan kurbanını kesti. Sonra da berberini ça­ğırdı, berberi de onu tıraş etti.



Sahabiler bu durumu görünce kalkıp kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş ettiler. Başlangıçta Resulullah (sav)m emrine uymamış olduklarından dolayı üzüntüden birbirlerini öldüre­cek hale gelmişlerdi. Bu,- Buhari´nin rivayetidir. Bu rivayette kurban kesme ha­beriyle tıraş olma haberi birlikte verilmektedir. Ayrıca Pey­gamber efendimizle Ümmü Seleme arasında geçen konuşma da nakledilmektedir. Ibn İshak´m rivayetinde bulunmayan bu ayrıntınyı Buharı, fazladan nakletmiştir. Bu rivayetin sene­dinde geçen sika (güvenilir) ravilerin de çok sayıda oluşu, riva­yeti asıl itibarıyla daha makbul kılmaktadır.







Hudeybiye´de Sabit Olan Hükümler





Hudeybiye barışından sonra iman eden bazı kadınlar, hicret ederek Resulullah (sav)m yanına geldiler. Resulullah onları ge­ri çevirmedi. Çünkü onlar, barış anlaşması gereğince geri çev­rilmeleri gerekenlerin kapsamına girmemekteydiler. Velisinin izni olmadan gelip de iade edilmeleri gerekenlerin statüsüne tabi değildiler. Bununla ilgili olarak, müslüman kadının- ister kitabi olsun, ister müşrik olsun- kafir bir erkeğin nikahı altın­da kalmasını haram kılan ayet-i kerime nazil olmuştu. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:



uEy inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size gelirlerse onları deneyin. Hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. Onların mümin kadınlar olduklarını öğrenirseniz, inkarcılara geri çevirmeyin. Bu kadınlar o inkar­cılara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. İnkarcı­ların bu kadınlara verdikleri mehirleri iade edin. Bu kadınla­rın mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenme­nizde bir engel yoktur. İnkarcı kadınları nikahınızda tutmayın. Onlara verdiğiniz mehri isteyin. İnkarcı erkekler de hicret eden inanmış kadınlara verdikleri mehri geri istesinler. Allah´ın hükmü budur. Aranızda o hükmeder. Allah bilendir, Ha-kim´dir.



Ey mümin erkekler! Eğer inkar eden eşlerinize sarfettikleri-nizden inkarcılara bir şey geçecek olursa ve siz de üst durumda olursanız, ganimetten, eşleri giden mümin erkeklere sarfettikle-ri miktar kadarını verin. İnandığınız Allah´a karşı gelmekten sakının." (Mumtehine: 10-11)



Hafız İbn Kesir der ki: iman etmiş kadınlar, Hz. Peygambe­rin yanma geldiler. Cenab-ı Allah da şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Ey inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size gelirlerse, onları deneyin..." Yukarıdaki ayet-i kerimenin, uîn-karcı kadınları nikahınızda tutmayın7" diye emreden kısmına gelindiğinde Hz. Ömer, müşrike olan iki karısını boşadı. Bu kadınlardan biriyle Muaviye bin Ebi Süfyan, diğeriyle de Safvan bin Ümeyye evlendi. Sonra da Peygamber efendimiz Medine´ye döndü.



Hudeybiye´de olup bitenleri anlatırken Ibn Kesir şöyle de­miştir: "Bu nedenle dedik ki: Müslüman kadının gayrı müslim erkekle; müslüman erkeğin de müşrike kadınla evlenmesinin karam kılmışı, Hudeybiye sulhunun imzalanmasından sonra olmuştur,n



Yukarıda mealini vermiş olduğumuz ayet-i kerime, üç şeye delalet etmektedir:



1- Müslüman kadının, -ister kitabi ister müşrik- kafir bir er­kekle evlenmesi caiz değildir. Kitabi kimse, kafirdir. Gerçekleri yanlışlıklardan ayırd edemeyen, müslüman düşmanı hıristi-yanları dost olmak veya onlara şirin görünmek arzusunda ol­dukları için ipe sapa gelmez laflar eden bazı çağdaş yazarların vehmettikleri şeylerin hakikatle ilgisi yoktur.



Hıristiyan bir kimse; Muhammed (sav)i, ona indirilen hü­kümleri ve Allah´ın birliğini inkar eder.



Yahudi bir kimse de Kur´an-ı Kerim´i ve Muhammed (sav)i inkar eder. Cenab-ı Allah yahudileri, Kur´an-ı Kerim´de küfür evsafıyla nitelemiştir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Rabbimiz buyurmuştur ki:



aAndolsun ki, Allah üçten biridir" diyenler kafir olmuştur." (Maide: 73)



"Kitab ehlinden ve putperestlerden olan inkarcılar, inkarla­rından vazgeçecek değillerdi"(Beyyme:i)



Müslüman kadının gayr-ı müslim erkekle evlenmesini caiz görenler, Islami çerçevenin dışına çıkmış olurlar. Çünkü onlar Kur´an-ı Kerim´i, dini zaruretlerden biri olarak bilinen ve müs-lümanlarca üzerinde icma´ edilen bir hususu inkar etmişlerdir.



2- Müslüman bir erkeğin müşrike olan bir kadınla evlenmesi caiz değildir. Müşrike bir kadınla evli bulunan bir erkek, bu karısından ayrılsın. Yukarıdaki ayet-i kerimeden kastedilen bu manayı Hz. Ömer anlamış ve nikahı altında bulunan iki müşrike kadından ayrılmıştı. Bu boşanmayı da şu ayet-i kerimenin yasağına dayanarak yapmıştı:



"Kafire kadınları nikahınızda tutmayın)" (Müntehine: 10)



Yani aranızda evlilik varsa, kafirlerin evlilik bağım elinizde tutmayın. Çünkü ayet-i kerimedeki "Keuafir" kelimesi "Kafire" yani (inkarcı kadın) kelimesinin çoğuludur. "Kafir", yani (in­karcı erkek) kelimesinin çoğulu değildir. Çünkü akıl sahibi bir insanın sıfatı olan (kafir) kelimesinin (kevafîr) şeklinde çoğul yapılması mümkün değildir. Bu sıfat, yani (kafir) kelimesi an­cak (kevafîr) şeklinde çoğul yapılabilir.



Tıpkı (Fatıma) kelimesinin (Fevatim) şeklinde ve (kafile) ke­limesinin de (kevafîl) şeklinde çoğul yapılışı gibi.



Şu halde ayet-i kerimedeki (kevafîr) kelimesiyle, müşrike ka­dınlar kastedilmiştir. Çünkü bu, şu aşağıdaki ayet-i kerimeyle, ehl-i kitap kadınları nikahlamanın mübahlığıyla uyum sağla­maktadır.



"İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenle­rin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin ve gizli dost tut-maksızın ve mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir" (Maide:5)



3- Bu şer´i hüküm gereğince nikah akdi feshedildiğinde, müşrik kocalara, sarfetmiş oldukları masrafları geri verilir. Mehirleri, kendilerine iade edilir. Çünkü İslam´ın gereği olarak yapılan nikah feshi, bu durumda zevce tarafından yapılmış gibi sayılmakta ve dolayısıyla mehrin, (müşrik) kocaya iadesi ge­rekmektedir.



Buna karşılık İslam´ın hükmü gereğince kocaları müslüman olan müşrike kadınların nikahlan fesh edilirse, mehirlerini ko­calarına müslümanlarm geri vermeleri gerekir. Çünkü kocaları İslam´a girdiği halde kendileri İslam´a girmekten imtina etmiş, haklarını zayi etmjş, dolayısıyla kocalarının masraflarının kar­şılığını vermekle yükümlü kılınmışlardır. Çünkü bu durumda ayrılığın sebebi, zevcenin kendisidir.



Müslümanlar, İslam´ın hükmüne boyun eğerler. Bu durum­daki kocalara, vermeleri gereken masrafı geri verirler. Çünkü İslam´ın özü olan adalet ve barış akdi, dosta da düşmana da eşit davranmayı öngörür. Bunu emreden yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:



"Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun. Bu, takvaya daha yakındır." (Maide:8)



Fakat iman ehli kimseler, müşrike kadınla müslüman koca arasındaki nikah akdinin feshi durumunda ödenmesi gereken masraf ve mehri müşriklere ödemeyi tekeffül etmezler. Kur´an-ı Kerim de, ödemeyeceklerini hükme bağlamıştır. Bu durumda yapılması gereken şudur: Müşriklere ödenmesi gereken meb­lağ, beytülmal´den alınır, müşrike olduğu için nikahları fesh edilen mümin erkeklerden, mehirlerini geri almamış olanlara verilir. Bundan da anlaşılıyor ki, İslam´ın hükmü gereğince ni­kahı feshedilen müşrik erkeklere geri verilmesi gereken mehri Beytülmal ödeyecektir. Çünkü bu, genel şer´i bir hükmün infa­zıdır. Ayrıca bu, Hudeybiye´de akdedilen anlaşmanın ruhunun da bir gereğidir.



Müşriklikte kalmakta ısrar eden zevce dolayısıyla evlilik ak­di feshedilen kocanın mehrini geri vermek, müşrik toplumunun üzerine borç olur. Ödemedikleri takdirde, mümin toplumun on­lara ödemekle yükümlü oldukları mehirler meblağından bu miktar mal çıkarılır ve hak sahibi olan mümin kocaya ödenir. Aşağıdaki ayet-i kerimenin açıklaması da budur:



"Ey mümin erkekler! Eğer inkar eden eşlerinize sarf ettikleri­nizden inkarcılara bir şey geçecek olursa ve siz de üst durum­da olursanız, ganimetten, eşleri giden mümin erkeklere sarfet-tikleri miktar kadarını verin." (Mumtehine: id



Bu ayetin manasıyla ilgili açıklamaları Ibn Kesir tefsirin­den aldık.



Bu hüküm, işaret yoluyla bize şunu ifade ediyor:



Nikah feshinin sebebi eğer zevce ise, evlenirken yapılan masrafı uygun bir hesapla takdir edip kocasına geri öder. Bu uygunluğu.kadı belirler. Asr-ı Saadette bunun takdiri mü´min cemaat tarafından yapılırdı. Yine bu işaret gereğince şöyle bir hükme varıyoruz: Dinsiz bir kadının kocası müslümanlığa girer ama kendisi İslamiyet´e veya kitaplı başka bir dine girmeye ra­zı olmazsa; kocasının kendisine yapmış olduğu masrafları veya semavi bir dine girmeyi kabul etmediği için sebep olduğu zarar­ları ödemesi gerekir.







Uyarılar







1- Bu fıkhı hükümler, ayetin nassmdan ve rivayet tefsirle­rinden biri olarak kabul edilen îbn Kesir tefsirinden alınmıştır. Bu hususta fıkıh kitaplarına müracaatta bulunmadık. Bu hü­kümlerin neshedilmiş olduklarını söyleyemiyoruz. Çünkü bun­ları geçersiz kılan bir nasih´in varolduğunu bilmiyoruz. Ama Kur´an-ı Kerim´de, özellikle fıkhi hükümlerde neshe uğramış bir şeyin olmadığım da söylemiyoruz.



2- Hadisçilerin çoğunun anlattıklarına göre, bu fıkhi hüküm­lere esas olan ayet-i kerimeler, Peygamber efendimiz henüz Hudeybiye´den ayrılmamışken nazil olmuşlardır. Ebu Sevr de­di ki: Kureyşlilerle sulh anlaşması yapmakta olan Peygamber efendimiz, Hudeybiye´nin aşağı taraflarmdayken bu ayetler kendisine nazil olmuştu. Peygamber efendimiz, Kureyşten müslüman olup kendisine gelecek olanları iade etmek üzere Kureyşlilerle anlaşma yapmış olduğu halde, kadınlar İslami­yet´i kabul ederek Peygamber efendimizin yanına geldiklerinde, yukarıdaki ayetler nazil oldu. Müşrik iken müslüman olup Pey­gamber efendimizin yanına gelen bu evli kadınların mehirlerini müşrik kocalarına iade etmesi için yüce Allah Peygamber efen­dimize emretti. Buna karşın müslüman erkeklerin nikahında bulunan kadınların, müşriklikte kalmaları halinde mehirleri-nin müşrik toplum tarafından geri verilmesi de hükme bağlan­mıştı.



3- Bu hüküm, Hudeybiye gazvesinde teşri kılınan yegane hü­küm değildir. Bu gazvede Peygamber efendimizin ameliyle sa­bit olan diğer birçok hükümler de vardır. Zadül-Mead adlı eserinde Ibn Kayyım, bununla ilgili müstakil bir bahis açmış­tır. Şimdi bu bahsi takip edelim:







Diğer Fıkhî Hükümler





tbn Kayyım´ın bu konuda anlattığı hususlardan bazısına işaret edeceğiz:



a- Hacc aylarında umre ihramına girmek sahih ve caizdir/ Bu vakitlerde girilen ihramı, usulüne uygun biçimde devam et­tirmek gerekir. Umre için ihrama, mikat dışı yerlerde girmek caiz ise de, afaki kimsenin, bu mikatı geçmeden ihrama girmesi zorunludur. Ancak umre için de olsa, mikatta ihrama girmek daha faziletlidir. Peygamber (sav) efendimiz, Hacc ihramında olduğu gibi umre için de zülhuleyfe denen yerde ihrama girmiş­tir.



b- Hacc ya da umre için kesilecek kurbanlıkların bedeninde, bıçak ve benzeri bir aletle çizik ve yarıklar meydana getirmek sünnettir. Bu işaretler, o hayvanların Mekke-i Mükerreme´de kesileceklerini gösterir. Umre için ihrama girilirken kurbanlık hayvanı öne sürmek sünnettir. Peygamber efendimiz umre için kurbanlık hayvanı işaretleyerek öne sürmüştü. Onun kurbanlı­ğı, aslında Ebu Cehil´e ait olan ve Bedir gazvesinde ganimet olarak ele geçirilen bir deve idi. Müşrikleri öfkelerinden çatlat­mak için, özellikle o deveyi kurbanlık olarak seçmişti. Bu da müşriklerin kabaran öfkelerinin sonuç alamaması dolayısıyla söndüğünü, Allah´ın kelimesinin yüceldiğini gösteriyor. îyi so­nun, Allah´tan sakınan takvalı mü´minlere nasib olduğunu is­patlıyor. Yüce Allah buyuruyor ki:



"Çünkü Allah yolunda susuzluğa, yorgunluğa, açlığa uğra­mak kafirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana karşı başarı kazanmak karşılığında´ onların yararlı bir iş yaptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah, iyilik yapanların ecrini zayi e£-



c- Eğer faydası varsa, müslümanlara herhangi bir zarar do­kunduracağı düşünülmüyorsa, asıl hedefe ulaşmayı engelleme-yecekse, düşmana karşı gayr-ı müslimlerin de yardımına baş­vurulabilir. Zira peygamber efendimiz. Kafir bir kimse olan Uyeyne el-Huzai´nin yardımına başvurmuş, onu Kureyşli müşriklere karşı casus olarak kullanmıştı. Çünkü Uyeyne, du­rumlarını çok iyi biliyordu. Onlarla iç içeydi. Peygamber efendi­mizin onun yardımına başvurmasında zarar yoktu, aksine fay­da vardı. Doğrusu şu ki Uyeyne el-Huza´nin yardımına başvu­ran, ilk başta Peygamber efendimiz olmamıştı. Bilakis düşman hakkında peygamber efendimize bilgi sunan, müslümamyla ka-fîriyle tüm Huzaalıların Hz. Muhammed´i sevdiklerini söyle­yen, Uyeyne´nin kendisi olmuştu. Bu nedenledir ki Peygamber efendimizle kureyşliler arasında Hudeybiye barışı yapıldıktan sonra Huzaalılar Peygamber efendimizin tarafına geçmiş, onun sorumluluk kapsamına girmişlerdi. Bekr oğulları gibi Kureyş karafına geçmemişlerdi. Kureyşlilerin Huzaalılara karşı Bekro-ğullarma destek olmaları sonucunda da Peygamber efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını geçersiz kılmış ve Mekke fethine hazır­lanmıştı.



d- İbn Kayyım, Hudeybiye´de ortaya çıkan fıkhi hükümler­den birinin de, Devlet başkanının reayasına ve askerlerine, ger­çeği bulmak itaatlerini sağlama almak, bir kısmının nasıl ya­rarlandırılacağını anlamak ve Allah (cc)m "İş hakkında onlara danış" (Al-i Imran: 159) buyruğuna icabet etmek bakımından danışmasmının müstehab oluşudur. Noksanlıklardan münez­zeh olan yüce Allah, mü´min kullarını, "Onların işleri araların­da danışma iledir" (Şura: 38) cümlesiyle övmektedir.



Devlet başkanının yönetim hususunda halkın görüşüne baş­vurmasını nasslarm zorunlu kıldığı görüşündeyiz. Bu meşvere­tin her işte değil de sadece savaşta müstehab olduğu görüşün­deyiz.



e- Müşriklerle, fasık, günahkar ve bidatçiler, Allah´ın haram­larından birine saygı göstermeyi amaçladıkları bir işi veya asıl itibariyle hak olan bir işi yapmak istedikleri zaman, onların is­teklerini yerine getirmek gerekir. Asıl itibariyle hak olan, için­de günah bulunmayan sevimli bir işi yapmak isteyen bir kimse­nin talebini yerine getirmek gerekir. Böyle birisi fasık veya bi-datçi veya hakka karşı mütecaviz veya müşrik de olsa; hak eh­line tecavüze veya günah nedeniyle gayrı meşru bir yardımlaş­maya yol açmadıkça isteği yerine getirilir. Bunu farketmek ger­çekten ince bir iştir. Çünkü batıla yol açmayacak bir hakkı bi­lip tanımak o kadar kolay olmasa gerektir. Bunu ancak iman ehli ve sağlam idrak sahibi kimseler başarabilirler.



f- Harem kelimesi, sadece tavaf yeri olan Mescid´den ibaret değildir. Bilakis Harem; hem tavaf yeri olan Mescid-i Haram´ı hem de Mekke-i Mükerreme´nin çevresini kapsamına alır.



g- Hacc ya da umre için ihrama girdikten sonra mahsur ka­lan bir kimse, mahsur kaldığı yerde kurbanını keserek ihram­dan çıkar.



h- Sonuçta müslümanlarm yararına olacaksa başlangıçta müslümanlar aleyhinde olan ve açık bir haksızlığı içeren mad­deler üzerinde, kafirlerle barış anlaşması yapmak caizdir. Bu durumda iki zarar bertaraf edilmiş olmaktadır. Başlangıçta müslümanlarm tümünün veya çoğunluğunun lehine olmadıysa da Peygamber efendimizle Kureyşli kafirler arasında yapılan barış anlaşması, getirdiği sonuçlar bakımından müslümanlarm yararına oldu. Toplum çıkarına dayalı bir tedbirle de ilgili olsa, sabit ve kesin bir ibadetle de ilgili olsa, Peygamber efendimizin bütün işleri şer´i birer hüküm ifade ederler.



Yapılacak olan iş bir maslahatı ilgilendirmekteyse mü´min olan her erkek ve kadının, yararlı gördüğü hususları açıklama­sı veya yapılması zorunlu işe yardımcı olması gerekir. Çünkü bu hemen yapılması gereken dinde nasihat türünden bir iştir. Peygamber (sav) efendimiz buyurmuştur ki: "Din Allah için, Resulü için, Allah´ın kitabı için ve geneli ve özeliyle bütün müslümanlar için nasihattir."



Bu nedenledir ki mü´minlerin anası Ümmü Seleme, Pey­gamber efendimizden, işe ilk önce kendisinin başlamasını iste­miştir. Peygamber efendimizin kendisinin tıraş olup kurbanını kesmesi durumunda sahabilerinin de kendisine uyacaklarını söylemiştir. Çünkü başkalarını etkileme bakımından davranış, sözden daha etkili olur. Peygamber efendimiz zevcesi Ümmü Seleme´nin tavsiyesine uymakta asla tereddüt göstermedi. Çünkü en çok uyulması gereken şey, Hak´tır, Hakkı söyleyen kimsenin makam ve mevkiine bakmadan sözüne uymak gere­kir. Nereden ve kimden gelirse gelsin, Peygamber efendimizin hidayetine tabi olmak mecburiyetinde olduğumuzu bilelim. O temiz, şerefli ve akıllı kadının (Ümmü Seleme) değerini ve hakkını takdir etmeliyiz.







Hudeybiye Bir Fetih Oldu





Peygamber efendimiz Hudeybiye barışından sonra Mek­ke´den Medine´ye dönerken fetih suresi nazil oldu. Bu surenin ilk ayetinde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyordu:



"Ey Muhammedi Doğrusu biz sana apaçık bir fetih sağla-mışızdır. Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını ba­ğışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir." (Fetih: 1-2)



Cenab-ı Allah Hudeybiye barışını ve peygamberini yapmaya muvaffak kıldığı işleri fetih olarak adlandırdı. Hudeybiye barış anlaşması, takva sahibi bazı büyük mü´minlerin akıllarından geçtiği gibi dini küçük düşürmek değil, tam aksine bir fetih ol­muştu. Çünkü Peygamber efendimizle Kureyşliler arasındaki savaşı sona erdirmişti. Bu, başlıbaşına bir fetihti. Çünkü üze­rinde perde bulunan akılları ve kilitli kalpleri İslam´a açmıştı. Öyle ki Hudeybiye Öncesi 19 yıllık davet döneminde müslüman olan kimselerin sayısıyla Hudeybiye sonrası 2 yıl içinde müslü­man olanların sayısı arasında bir karşılaştırma yapılacak olur­sa, sonrakilerin öncekiler kadar ya da onlardan daha fazla ol­dukları görülür. Çünkü Hudeybiye bir fetihti; dinde alçalma ve gerileme değildi. Bütün bunların üstünde Hudeybiye barışı, kansız gerçekleşen büyük fetihle Mekke´ye girmek için zemin hazırladı. Mekke fethinde kan akıtılmamıştı. Sadece az sayıda­ki bazı inatçılar mevzii bir savaş vermişlerdi. Evet, Hudeybiye barışı bir fetihti. Çünkü mü´minler, barış anlaşması uyarınca umre yapmak için Mekke´ye girebildiler; bilahare saçlarını tı­raş ederek ihramdan çıktılar.



Ayet-i kerimede Peygamber efendimizin günahlarının affe-dilmişliğinden sözedilmektedir. Buradaki ´gündüz affı´ hakiki anlamda değil de mecazi anlamda kullanılmıştır. Geçmişte, şimdiki ve gelecek zamanlarda yaptığı, yapmakta olduğu ve ya­pacağı işlerin kabul ve rıza ile karşılanacağı manası kastedil­miştir. Her fiili bağışlanmıştır. Şu halde onun yaptığı yanlışla­ra günah denmesi ve bu günahlarının bağışlanmışlığmdan söz edilmesi, mecaz türündendir. Onun yanlışlıkları, olsa olsa Al­lah tarafından kınanmasına neden olan hatalarıdır. Nitekim savaşta ele geçirdiği düşmanları esir tutmakla da hata etmişti. Evet, insanlara örnek olması ve insanın Peygamber hatta pey­gamberlerin sonuncusu Muhammed (sav) de olsa kendi dü­şüncesi ve aklına göre hareket ettiği takdirde hata edebileceği­nin kabullenilmesi için, Resulullah (sav) bazan hatalar yapmış­tır.



Yüce Allah´ın kendisini yönelttiği

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,02 M - Bugn : 6843

ulkucudunya@ulkucudunya.com