Küreselleşmenin sonuna doğru…
Mensur Akgün 01 Ocak 1970
Küreselleşme, Soğuk Savaş sonrasının anahtar kavramıydı. İlk kez 1930’larda bir Fransız iktisatçı tarafından kullanılmış olsa, 1960’da McLuhan iletişim anlamında küresel köyün oluştuğunu söylese de en popüler olduğu, açıklayıcılık iddiasında modernite kavramını geride bıraktığı dönem 1990’lar ve 2000’li yılların başıydı.
1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşü tarihin sonunun geldiğinin müjdelenmesine, liberal dünya ve değerlerin mutlak galibiyetinin tesciline yol açmıştı. Ardından ticaret, siyaset ve iletişimdeki yeni devrim geldi. Cebimize sığan telefonlar akıllandı, sosyal medya diye bir iletişim modeli ortaya çıktı. Marksistlerin emperyalizm dediği küresel iş bölümü merkezde yer alan, adına kibarca “gelişmiş” denen ülkelerin lehine daha da derinleşmeye başladı.
Temelleri İkinci Dünya Savaşı sırasında atılan küresel yönetişim mekanizmaları da hiç olmadığı kadar iyi çalışmaya başladı. Arada iflaslar, krizler, gerilimler, savaşlar, büyük çaplı terör saldırıları yaşansa da sistem kendini yeniden üretebilmeyi, küresellik utkusunu ayakta tutabilmeyi başardı. Demokrasi, insan hakları gibi kavramlar önem kazandı. Sınır aşan ticaret ve yatırım kutsandı. Küresel yoksullar için Bob Geldrof konserler bile düzenledi.
Dahası bizim uluslararası ilişkilere giriş ders kitaplarının ve hatta derslerinin adı değişti. Devletler arasılık mantığına dayanan anlatı görünmeyen ağlarla birbirine bağlı devletler kadar, şirketleri, sivil-resmi uluslararası örgütleri ve bireyleri dikkate alma eğilimine girdi. Her kitabın başına adeta bir özür niteliğinde küreselleşme nedir, yazarı küreselleşmeden ne anları açıklayan giriş bölümleri kondu.
Küreselleşmeyi sevenlerle sevmeyenler arasında bir kamplaşma dahi oluştu. Ama genel anlayış küreselleşmenin geriye çevrilemez bir gerçeklik olduğu yönündeydi. Sevmeyenlerin önerisi kendinizi koruyun, emperyalistlere ezdirmeyin, gelişmişlerin teknoloji çöplüğü olmayın, onların sizi eşitsiz mübadele ya da başka yöntemlerle sömürmesine izin vermeyin mahiyetindeydi. Yine de aklı başında kimse sistem dışına çıkın, Soğuk Savaş’ın Arnavutluk’u olun demedi.
Fakat ilginç bir şekilde küreselleşme önce Güney Doğu Asya’da, sonra da onun biraz Kuzeyinde etkisini kendisini sevenlerin ve sevmeyenlerin hiç beklemediği bir yönde hissettirdi. Kore (Güney) ve özellikle de Çin müthiş bir atılım yaptı, pek çok alanda dünya ticaretinin önemli bir kısmını ele geçirdi. Kore ve diğer Asya Kaplanları eski düzenden yararlananları çok korkutmasa da Çin büyüklüğü ve değişiminin hızıyla başta Amerika olmak üzere Avrupa’da çoklarının uykularını kaçırdı.
Çin’in güçlenmesinin ekonomik ve tabii ki siyasi sonuçlarından çekinen, ticaret ağlarını ele geçireceğinden endişe eden, yaptırım gücünün erozyona uğrayacağından korkan Amerika da 2018’de itibaren resmen ama ondan önce de kısmen bu ülkenin etki ve ağırlığını dengeleyecek tedbirler almaya başladı. Çin’den gelen mallara yüksek vergiler koydu, tehdit algısını ve stratejik hazırlığını Çin’e yöneltti.
Yine de küreselleşme anlayışı 20 Ocak’a kadar çok sarsılmadı. Çin’e karşı uygulanan politikalar jeopolitik gerekliliğe, Rusya yaptırımları Ukrayna savaşına, İran’ınkiler nükleerleşme sevdasına bağlandı. Arada bize uygulananlar gibi şeyler de oldu ama zaten onlar da yol kazası, yanlış siyasi tercih olarak adlandırıldı, küreselleşme algısını ve olgusunu değiştirmeye yetmedi. Ayrıca internetin hızı ve yapısı da algıda sürekliliğe destek oldu.
Fakat Trump’ın son bir kaç haftadır yaptığı sürpriz çıkışlar küreselleşmenin sonunu bence getirdi. Ticaret sapması sağlamak, ithal ikamesini özendirmek adına yapılan ve belli ki yapılacak olan düzenlemeler Amerika ekonomisi kadar dünya ekonomisini, hepsinin ötesinde de itici gücünü ticari karşılıklı bağımlıktan alan küreselleşme anlayışını köklü biçimde sarsma potansiyeline sahip. Ne de olsa ekonomik “yaptırım” uygulanacak ülkeler arasında Meksika ve Kanada da var.
Her ne kadar Trump amacının uyuşturucu ve göçmen trafiğini durdurmak, iki komşusunu da tedbir almaya zorlamak olduğunu söylese de böylesi keyfi uygulamaların ve ticari tehditlerin ülkeler arası ilişkileri ve küreselleşmeyi derinden etkilememesi imkansız. Yakında ders kitaplarının adı değişirse, paradigma bir kez daha sıçrayıp bizler yine uluslararası ilişkilere giriş okutmaya başlarsak şaşırtıcı olmaz. Avrupa’da yükselen sağ, ırkçılık, kökeni dine ve kültüre dayalı yabancı düşmanlığı da hiç şüpheniz olmasın bu sürece ivme katar.
Belki küreselleşme bir olgu olarak varlığını sürdürür ama anlayış ve pratik olarak eskisi gibi kutsanmaz. Anlatı üstünlüğü var olan iş bölümünden, küresel ticaretin yapısından fayda sağlayan yeni aktöre geçene kadar -ki o da geçebilirse- Çinli şirketleri yapay zeka başarılarından daha da fazla rahatsızlık duyulan, ticaret savaşlarının tırmandığı, arada kalanların bu tırmanmadan hem kar hem de zarar ettiği bir “küresel” sistem içinde yaşarız.
Benim beklentim tırmanmanın ticaret ve iktisadi yaptırımlarla sınırlı kalması, dünyanın çok daha büyük tehlikelerle, sonunu getirecek tehditlerle karşılaşmaması. Fakat bunun gerçekçi bir beklenti olmadığını belirtmem gerek. Çünkü Trump hiç iyi başlamadı. Sadece ticaret savaşları açacağını değil aynı zamanda toprak talepleri olacağını da dünyaya ilan etti. Müttefiki Danimarka’dan Grönland’ı istedi, gözünü Panama’ya dikti. Göç üstünden de Latin komşularını aşağıladı…