« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

28 Eki

2024

Erol Dok

Mehmet Güneş 01 Ocak 1970

KIBLE YÜREKLİ, “GÜL” GÖNÜLLÜ, HİLÂL BAKIŞLI,

BOZKURT DURUŞLU, KÜRŞAD TAVIRLI VE TURAN DÜŞÜNCELİ BİR ALPEREN: EROL DOK

“Bilsinler ki adam gider ad kalır”

Şehriyâr

*

Gönül hânemize yine bir hazan rüzgârı esti. Ölüm, her zaman olduğu gibi yine “erken gelen” yakıcı bir nefesti. 30 Ekim 2021 günü öğleden sonra aldığımız acı bir haberle zaman birdenbire durdu. Gözlerimiz bulutlanırken boğazımıza sanki bir yumruk oturdu. Ve bir kez daha kelimelere sığmayan derin bir ıstırapla yüreğimiz kavruldu…

80 öncesinin o zor günlerinde “dîn ü devlet mülk ü millet” aşkıyla vatan müdafaası yapan; başı dik, alnı ak, sevdâsı Hak olan, “Kevser akan, ‘Gül’ kokan”[1], Türk’ün yürek sesi, Türk Dünyası’nın beşik kertmesi, ideâlizmin son efsânesi, Anadolu’nun alın teri,“Bu Ülke”nin[2] yerlileri olan; fakirin “Onlar” diye vasfettiği kadim ülkücülerden, “mazlum ve mahzun bir neslin”[3] önde gelen isimlerinden Erol Dok kardeşimiz de geçirdiği kalp krizi neticesi ansızın gurûb etti. Tıpkı şâirin; “Yaşarken doludizgin, ölüvermek apansız”[4] mısraında ifâde ettiği üzere, bir ikindi güneşi gibi…

‘Eylül’ün Kırdığı Güller’in[5] gönülleri her dem genç olsa da, bu ideâlist insanlar saçlarından, sakallarından giymeye başladıkları beyaz kefenleriyle zâten her geçen gün biraz daha günbatımına doğru yol alıyor ve dünya gurbetini mesken tutanların sayısı Kıbrıs gâzîleri gibi gitgide azalıyor. “Allah’ın takdir ettiği vâdeyi”[6] dolduranlar; “kûs-i rıhlet”[7] çalınca, sonbaharda sararan yapraklar misâli bir bir düşüyor dalından… “Ircı’i”[8] emr-i İlâhisine uyarak; ölümle, ölümün öldüğü ölümsüzlük diyarına hicret ediyorlar bu hayat masalından…

Biliyoruz ki; bir ezan ve bir salâ arasında yaşanan ve “ölüm için yazılmış bir kasîde”den[9] ibâret olan fânî âlemdeki dünya hayatı sayılı nefeslerle sınırlıdır. Her soluk alışımız bir şeyler eksiltir bu dünyadaki ömür sermayemizden… Takvim yaprakları birer birer azalır, saç sakal ağarır, gün akşama yaslanır ve farkına var/a/masak da göç davulu bir gün bizim için de çalmaya başlar… Zâten her kalp atışımız ve her nefes verişimiz, kendi ecelimizin ayak seslerinin bize biraz daha yaklaştığının habercisi değil midir? Niyâzî-i Mısrî bir nutk-ı şerifinde bu hâli;

“Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gâfil, binâsı oldu vîrân, bîhaber.”

mısrâlarıyla çok veciz bir biçimde ifâde etmiştir.

Muhakkak ki her insan için hayat güneşi gurûb ederken; zaman birden kırılır, gün batar, söz biter, kalp durur ve ibre sona vurur… Yahyâ Kemâl de “bu bezmin encâmı”nı bir rubâîsinde;

“Bir bitmeyecek şevk verirken beste,

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir.”[10]

diyerek, ölümü ölümsüz bir beyitle dile getirmiştir.

Unutmamamız gerekir ki ölüm, “Her nefsin mutlaka tadacağı”[11] ve inkârı katiyen mümkün olmayan apaçık bir hakîkattir. Ölüm, inancımıza göre fânî hayâta son noktayı koysa bile, Bâkî Âlem’e vâsıl olmamızı sağlayan bir mukadderattır. Ölüm; “Allah’tan geldik, dönüş yine O’nadır”[12] emr-i İlâhî’sine icâbet etmekle başlayan bir vuslattır. Ölüm; her lahzâ kendisini bize hatırlatan, ama bizim bir türlü tam olarak idrâk edemediğimiz “En büyük vâz ü nasîhattir.” Ölüm, kimileri için “şeb-i arus”, kimileri için “nev-ruz”, kimileri için fîrâk, kimileri için son duraktır. Kimileri içinse, “âsûde bahar ülkesi”nin[13] giriş kapısında koklanan bir katmer güldür. Ölüm, mü’minler için aslâ son nokta değil, ancak bir noktalı virgüldür…

İşte ölümü böyle bir idrâk ile anlamış, bu inanç ve îman ile ölümü hayatın merkezine koymuş olan; Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Bozkurt duruşlu, Kürşad tavırlı, Turan düşünceli ve“Bir Güzel Ülkü”ye[14] sevdâlı çok değerli kardeşimiz, azîz ülküdaşımız Erol Dok; 30 Ekim 2021 günü öğleden sonra, “Ircı’i” fermân-ı İlâhisindeki dâvete icâbet etmiştir. Erol Dok; Allah(c.c.)’a, Rasûlullâh(s.a.v.)’a ve“evvel giden ahbâba”vuslat için -hep arzu ettiği gibi- “bir cumartesi günü”hâl diliyle;



“Kurulu yayımdan çıktım,

Ok olur Sana gelirim.

Var olmak bu ise bıktım,

Yok olur Sana gelirim.”[15]



diyerek Hakk’a yürümüş ve “Gittikçe Artan Yalnızlığımız”a[16] yeni bir yalnızlık daha eklemiş; âilesini, sevenlerini ve ülkücü câmiâyı çok büyük bir acıya gark edip,78 kuşağını da “yetîm-i akran” bırakarak fânî dünyadan ebedî hayâtın yaşanacağı Âhiret Yurdu’na göçmüştür.

Gencinden yaşlısına Erol Dok’u tanıyan bütün ülkücüler, bu ânî kaybın ıstırabıyla sarsılıp, târifsiz bir hicrân duygusunu ve onu kaybetmenin üzüntüsünü -Başbuğ’dan ve Muhsin Başkan’dan sonra- yüreklerinin başında bir kere daha duymuştur. Gönüllerimizi hüzün bulutlarının melâli kaplayıp, “Ah mine’l-mevt”nidâsı dudaklarımızdan dökülürken, yâdımıza gelen -ve sanki Erol Dok için söylenmiş olan- Şehriyâr’ın “Bilsinler ki adam gider ad kalır”mısraı da dilimize vird-i zebân olmuştur…

* * *

Erol Dok’un Âlem-i Cemâl’e yürümesiyle bir kere daha; 12 Eylül öncesi yaşanan olaylar, Türk milletinin ateş çemberinden geçtiği 70’li yıllarda ülküdaşlarımızın; mukaddesatımıza, vatanımıza ve Ay Yıldızlı bayrağımıza sâhip çıkmak adına kelle koltukta verilen çetin mücâdeleler; baharlarımıza kan damlayıp, “Dev ömürlerin bir namluya sığdığı”[17] o zor günler, birbirimize canımızı emânet ettiğimiz yıllar; 12 Eylül’de çekilen çileler, C-5’te, Mamak’ta Türk milliyetçilerine revâ görülen en şen’î zulüm ve işkenceler, “taş ve demir gurbeti” olan cezâevlerinin Medrese-i Yusûfiyelere tebdîl edildiği devirler,“Tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldığımız oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adâletinin (!)”[18] kurduğu îdam sehpalârı, “urganlı şafaklardan nurlu basamaklara”[19] yürüyen yiğitler hayâlhânemde canlandı yeniden… Erol Dok kardeşimiz gibi cezaevindeyken 11 Mart 1985’te babası vefât eden, ancak bundan haberdâr edilmeyen, bu durumu bilen “Taş Medrese”deki ülküdaşları tarafından -rahmetli Aziz Dok amcanın rûhuna bağışlanmak üzere- bir hatm-i şerif okunan; Erol kardeşimizin “Bu hatmi kimin için tilâvet ediyoruz?” sorusuna Muhsin Başkan’ın;“Bir ülküdaşımızın babası için!”diye cevap verdiği hüzün ve kahır dolu günler, “Öz yurdunda garip”[20] kalan, öz vatanda gurbeti yaşayanlar ve hiç cezâ almadan yıllarca hapis yatan ülkücüler, cezâevlerinden çıkar çıkmaz dâvâları için harekete geçip; “Nerede kalmıştık!” diyen ideâlistler, 90 sonrası yaşanan gelişmeler, siyâsî ve içtimâî değişmeler, partileşmeler, seçimler, ittifaklar, ayrılmalar, ayrışmalar ve 2000’li yıllardaki hâdiseler bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden…

Ve hiçbir zaman ideâllerinden tâviz vermeyen, ülkücü çizgisinde aslâ kırıklık olmayan Erol Dok’un dâvâ adamlığı, özü sözü, içi dışı bir hâli, o mütevâzı duruşu ve güler yüzü sanki karşımda kıyam ederken; küllenmiş hâtıralarımız, ülkücülükle ilgili hayâllerimiz, hür düşünce ve sivil milliyetçilik üzerine fikir teâtilerimiz, dînî ve millî konulardaki sohbetlerimiz ve onun her yıl Muharrem ayında Ayvalı’daki evlerinin bahçesinde tertip ettiği ve bütün ülküdaşlarını bir araya getirdiği aşûre ikramları düştü yâdıma… Vefâtından 15 gün önce Gönüllerde Birlik Vakfı’nda yaptığımız sohbette; “Bizim neslin, aksakallı 78 kuşağının; Türk milliyetçilerinin geleceği için yapması gereken en önemli görev, hiçbir siyâsî beklenti içine girmeden, genç ülkücülere rehberlik etmek ve ülkücü hareketi 80 öncesi fabrika ayarlarına döndürmektir.” ifâdesindeki inanmışlık, adanmışlık, ideâlistlik, hiçbir zaman heyecanını kaybetmeyen ve en olumsuz şartlarda bile pes etmeyerek dimdik ayakta duran “Yenildiğiniz zaman değil, yorulduk dediğiniz zaman mağlup olursunuz”[21] anlayışındaki dâvâ şuuruna sâhip olan Erol gardaşımızın gençlikten günümüze azîz hâtıraları da düştü dîl-i nâşâdıma…

* * *

Erol Dok; aslen Trabzonlu olup, 1957 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve orta tahsilini Ankara’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. 12 Eylül 1980 öncesi Ülkü Ocakları’nda, Ülkücü Gençlik Derneği’nde çeşitli kademelerde görevde bulundu ve Genel Merkez’de de yöneticilik yaptı. 12 Eylül askeri darbesinin ardından, ülkücü hareketin lider kadrosundaki arkadaşları gibi C-5’te akıl almaz zulüm ve işkencelerden geçti. 19 Ağustos 1981’de başlayan “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nda 83 numaralı sanık olarak îdamla yargılandı. Ankara Ulucanlar ve Mamak Askeri Cezaevlerinde 5 yıla yakın tutuklu kaldı, ancak cezâ almadan tahliye oldu.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun 7 Temmuz 1992 günü açıkladığı ve kamuoyunda geniş yankı uyandıran “Millî Mutâbakat Çağrısı”nın, yazılması, düzenlenmesi ve yayımlanmasını organize eden Erol Dok; 1998 yılında“Yeni Bir Dünya için Yeni Bir Türkiye / Millî Mücadele’den Millî Mutabakat’a Muhsin Yazıcıoğlu” adlı SEBA Yayınları’ndan çıkan kitabı da yayına hazırladı. Ayrıca 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’yi işgâl etmeyi amaçlayan FETÖ’cü hâin darbe teşebbüsünü ve bu ihânet girişime karşı Türk milletinin tarihe altın harflerle yazdığı direniş destânını anlatan, bizâtihi kendisinin ve arkadaşlarının yaşadıklarını dile getiren ve fotoğraflarla desteklenen “Bir Daha Yaşanmaması Gereken Günler” isimli 15 Temmuz gecesini anlatan belgesel niteliğindeki kitabı da 2017 yılında Gönüllerde Birlik Vakfı tarafından yayımlandı.

Türk Ocakları, Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı, Türk Ziraat Mühendisleri Birliği ve Vakfı, Türk Kooperatifçilik Kurumu ve Vakfı gibi çeşitli dernek ve vakıflarda danışma ve yönetim kurulu üyeliklerinde bulunan Erol Dok; Büyük Birlik Partisi kurucularından olup, Başkanlık Divanı’nda da görev yaptı. Muhsin Başkanın şehâdetinin ardından fiilî siyaseti bıraktı ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun ideâllerini yaşatmak için kurulan “Gönüllerde Birlik Vakfı”nın Kurucu Mütevelli Heyeti üyeleri arasında yer aldı.

Erol Dok; 22-31 Ekim tarihleri arasında ATO Congresium’da gerçekleştirilen 16. Ankara Kitap Fuarı’nı 30 Ekim Cumartesi günü öğleden sonra ziyâret etmiş, bu ziyâret sırasında Ötüken Neşriyat standında Prof. Dr. Bülent Aksoy, Halil İbrahim Yılmaz, Cengizhan Orakçı’yla resim çektirmiş, bilâhâre arkadaşlarıyla sohbet ederken kalp krizi geçirmiş; bu sırada orada bulunan Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Filiz Yavuz Hanımefendi hemen kalp masajı yapmış, ardından hastaneye kaldırılmış, ancak “Üzerine yemin edilen kalem”[22] böyle yazmış, nefes sayısı tamamlanmış, Erol Dok kardeşimiz de ecel şerbetini içerek dünya zahmetinden Hakk’ın rahmetine hicret için Âlem-i Cemâl’e sefer etmiş ve Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur.

* * *

İşte yolcusu tükenmeyen, kıyâmete kadar da tükenmeyecek olan ölüm köprüsünden Erol Dok da geçti… 78 kuşağının gani gönüllü, çatal yürekli ve Kürşad’ın kırkıncı yiğidi olan Erol kardeşimiz bizleri hüzün yağmurlarıyla sırılsıklam ederek ve “yetîm-i akran” bırakarak fânî dünyadan Bâkî Âleme göçtü… Rahmetli Erol Dok’tan, 12 Eylül öncesinden günümüze uzanan kadim bir dostluğun mütebessim hâtıraları yâdigâr kaldı yüreğimize… Erol Dok’un Hakk’a yürümesi vesilesiyle kaleme aldığımız bu yazıda; sînemize hazin bir ayrılık acısını çökse de, hüzünlü duygularımız düşüncelerimizi tam olarak kelimelere dökmemize mânî olsa da; Türk milliyetçilerinin ne yazık ki farklı mecrâlara savrulduğu günümüzde ülkücü gençlere örnek olması için; onun ahlâk ve inanç değerlerini, vefâ ve diğerkâmlığını, samimiyet ve fedâkârlığını, vakar ve asâletini, tevekkül ve tevâzuunu, dâvâ felsefesini, düşünce dünyasını, ülkücülük anlayışını, mücâdele rûhunu, “delikanlı” duruşunu ve Türklük şuurunu anlatmamız şartın ötesinde bir mükellefiyet oldu bize… Çünkü Erol Dok; ülkücü hareketin sembol isimlerinden, çilekeş kadrolarından, yüreği rozetinden çok büyük dâvâ adamlarından, gönül ve zihin gönderinden Türk milliyetçiliği bayrağını bir an bile olsa indirmeden son nefesine kadar taşıyan ve ideâllerindeki uçsuz bucaksız hayâllerini duâlarla semâya arz eden, hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i rûhiyesiyle temâyüz etmiş mütedeyyin bir aksiyoner olduğu için, yeni nesillere numûne-i imtisâl olarak, -gençlerin tâbiriyle söylersek “rol model” diye- tanıtılması gereken “Ülkü denen nazlı gelin”e[23] karasevdâlı bir güzel insandı.

O; hayat gâyemiz olan İslâmiyetle, hayatımızın gerçeği olan Türklüğü baş tacı yapan, “Kitap Şuuru”na[24] sâhip olduğu için her türlü meseleye “Türk-İslâm Ülküsü”[25] penceresinden bakan, kendisi için değil dâvâsı, ülküdaşları ve Türk milleti için yaşayan, dînî, millî ve insânî değerleri yaşatan, gençlik yıllarından vefâtına kadar ülkücülüğü; tertemiz, gölgesiz ve lekesiz, kar beyazı bir şeref nişânesi olarak sertâç eyleyen, vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kafiyesi olmak isteyen, kalemi, kelâmı ve selâmı Kıbleye dönük olan kâmil bir Müslümandı.

O; Kur’ân ve Sünnet yolundan ayrılmayan muttakî bir mü’min, “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”[26]mak için âhiret merkezli bir hayat yaşayan, İ’lây-ı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsünü savunan, medeniyet tasavvuru olan bir hareketin kendi “ruh köküne” sâhip çıkması, “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması” ve “Tevhîd Sancağı’nın Anadolu’da Ay-Yıldızlı Albayrakla birlikte yeniden kıyama durdurulması” gerektiğine gönülden inanan bir anlayışın müntesibi olarak önce Büyük Türkiye, sonra Turan, en sonunda da İslâm Birliği ve Türk Cihan Hâkimiyeti hayâlleri kuran, ancak ülküsünün devlet olma mürüvvetini göremeden bu fânî hayâta gözlerini yuman Turan düşünceli bir alperendi.

O; Allah(c.c.)’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, zâlimler karşısında aslâ ayak çekmeyen, C-5’lerde çok ağır işkenceler görmesine, îdamla yargılanmasına, Mamak zulmünü yaşamasına ve Taş Medreselerde çile çekmesine rağmen; ne 12 Eylül’de, ne 28 Şubat’ta, ne de 15 Temmuz’da yâni “erliğin darlıkta belli olduğu günlerde” gözünü daldan budaktan, zâlimler karşısında sözünü aslâ dudaktan sakınmayan ve hiçbir dönemde “haksızlık karşısında dilsiz şeytan”[27] olmayan, hayat boyu;

“Adam aldırma, geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”[28]



düsturunu rehber eylediği için haksızların ve haksızlığın karşısında “Hüseynî” bir tavırla kıyâm eden; asrî firavunlara, çağdaş putlara modern Tâgutlara ve darbeci Nemrutlara karşı dik duruşunu bir ömür değiştirmeyen; gözünü kırpmadan, ardına bakmadan inandığı doğruların peşinden ölümüne giden, aslâ recüliyyet eksikliği göstermeyen ve ülkücülüğü diline tespih etmeyip hayâtıyla çeken kalender bir serdengeçti ve hâlis bir Türk’tü.

O; her türlü kavmiyetçiliğin İslâm’a göre haram olduğunu bilen, ancak Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) aşkıyla Türk milletini sevmenin, bin yıldan beri İslâm’ın sancaktarı olan ve Î’lâ-yı Kelîmetullah yolunda en çok şehit veren bu azîz millete muhabbet duymanın bir fazîlet ve “Kızıl Elma” ülküsüyle “fâtihâne” rüyâlar gören Türk milletinin sâhibinin ve koruyucusunun Allah (c.c.) olduğuna,îman edenlerdendi. O; Türk milletine Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve nusretinin devam ettiğine, “İzâ zelle‘t-etrak zelle’l-İslâm” (Türklerin sükutu veyâ düşüşü, İslâm Âlemi’nin de sükutudur.) sözünün çok önemli bir hakîkati dile getirdiğine, İslâm Dünyasına liderlik yapacak olan milletin de tarihin bin yıllık şehadetiyle bu azîz ve asil millet olduğuna bütün kalbiyle inananlardandı.

O; 80 öncesinde, Başbuğ’un Ülkü Ocaklı korumalarından ve Mamak zindanlarında Muhsin Başkanın can yoldaşlarındandı. O; bu azîz vatana sâhip çıkanların ve “Bir Güzel Ülkü”ye gönül verenlerin bahtına düşen ağır yüklerle ve çilelerle imtihan edilenlerdendi. Vatanını ve milletini çok sevenlere12 Eylül cuntasının revâ gördüğü işkence ve zindanlardan fazlasıyla nasipdâr olanlardandı. Îdamla yargılandı, ama hiç eğilmedi, bükülmedi ve hep dik durdu, çünkü o da; “Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz, dik duracağız, doğru gideceğiz”[29] diyen Muhsin Başkan gibi bir ömür bu çizgide yürüyen tâvizsiz ideâlistlerdendi.

O, “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz”[30] marşını söyleyerek yetişen, her türlü ihânetin kol gezdiği 70’li yıllarda canı pahasına “Hubbü’l-vatan mine’l-îman”[31]* inancı, Türklüğün bekâsı ve vatan müdafaası aşkıyla harekete geçen;

“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.”[32]

şiirinde ifâdesini bulan serdengeçti rûhu ve kahramanlık duygularıyla temâyüz eden, çok sevdiği Gâlip Erdem Âğabeyin; “Bir kişiye sağlığında kolay kolay ‘ülkücü’ denmez. Hayat çizgisini değiştirmeden, ideallerinden tâviz vermeden terk-i diyâr edip Rahmet-i Rahmân’a kavuşursa işte o zaman ‘O bir ülkücüydü’ denir”[33] tanımına tamı tamına uyan örnek bir ülkücüydü…

O; gençlik yıllarından îtibâren mücâdele içinde geçen 64 yıllık hayâtını Hakk’a, bayrak aşkına ve Türk milletine adamış, Allah (c.c.) hatırından üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımamış, her zaman ve her şartta yüreği insan ve millet sevgisinin harman yeri olmuş, hayatı boyunca haysiyetli fikir çizgisini korumuş, siyâsî ve ticârî hayatında pek çok sıkıntılar çekmesine rağmen çevresine hep güler yüzünü göstermiş, fedâkâr, vefâkar ve cefâkâr bir karakter âbidesiydi.

O; hayatı boyunca hem alp, hem de eren olarak yaşamış, 12 Eylül öncesinde ve sonrasında olduğu gibi 15 Temmuz’da da alperen olmanın gereğini yerine getirmişti. Çünkü o; “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun”[34] diyen ülkücülerdendi. O; “Rahmetli Muhsin Başkan’ın; Bir daha darbe olursa, kim yaparsa yapsın karşı çıkacağız. Milletine namlusunu çevirmiş tanka selâm durmam, üzerine çıkarım’”sözünü ilke edinenlerdendi… O, -pek çok ülkücü gibi-15 Temmuz 2016’nn gizli kahramanlarındandı… 15 Temmuz gecesi, abdest alarak ve hâne halkıyla helâlleşerek evden çıkmış, Etlik’ten Sıhhiye’ye gelmiş, Kızılay Meydanı’nda toplanan 200-300 kişilik grubu Genelkurmay’a doğru yürütmeye başlamış, FETÖ’cü hâinlerin helikopter ve savaş uçaklarından sıktığı kurşunlara göğsünü gererek meydan okumuştu. Erol Dok; bu yaşanan darbe teşebbüsünün gidişâtı hakkında, yanında bulunan ve Başbakanlık müşâviri olan kardeşi Birol Dok’un çeşitli yerlerle yaptığı telefonla görüşmelerinden bilgiler almıştı. Bu sırda Güvenlik İşlerinden Sorumlu Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Özer Kontoğlu Birol Dok’u arayarak; “Birol; durum çok tehlikeli bir mecrâda, Türkiye bıçak sırtında… Hulûsi Paşa Genelkurmay’da rehin alınmış durumda… Âcilen Genelkurmay binâsına girmek için bir şeyler yapın… Genelkurmay’ı hâinlere bırakmamak için siz orada bulunanlara, ucunda şehâdet bulunan çok önemli bir vatan görevi düşüyor, elinizden geleni yapın…”diyerek Genelkurmay’a girilmesi tâlimâtını vermiş, o gece hâin darbenin önlenmesinde çok hayâtî bir iş yapmıştı. Bunun üzerine Birol Dok da “Âbi; Genelkurmay’a girmemiz gerekiyor, durum kritikmiş, Hulûsi Paşa içerde rehin alınmış!..” deyince Erol Dok; lider karakterli yapısından ve teşkilatçılık tecrübesinden gelen kitleleri yönetme kabiliyetini devreye sokmuş, Genelkurmay Kavşağı’nda biriken sayıları 500’ü aşan kalabalığı organize ederek İstiklâl Marşı’mızı okutmuş, oluşan o heyecan dalgasının ardından elindeki Türk bayrağıyla topluluğa liderlik yapmış ve kitleyi Genelkurmay Binâsı’nın önüne getirmişti… O; liderlik ettiği toplulukla Genelkurmay’ın önündeki o görkemli demir korkulukları gece saat 02.10’da sallayıp sarsmaya başlamış ve on dakika içinde demir korkuluklar geriye doğru yıkılmış ve bahçeye en önde girmiş; Prof. Dr. Emrah Şenel, Birol Dok, Dr. Vefa Aloğlu ve Mustafa İlker Kılıç’la berâber; Oğuz Han nesli olan ve “titreyip kendine gelen”millet ve devlet sevdâlısı topluluğu harekete geçirip; “Yâ Allah!.. Bismillâh!.. Allâhuekber!..”nidâlarıyla Türklüğün son kalesini canı pahasına savunmuşlar ve hâinlerin ateş etmesine aldırmadan Genelkurmay’ın kapısını sarmışlardı. Bunlar yaşanırken Genelkurmay’ın önünde şehâdet şerbetini içenler ve yaralananlar olmuştu… Erol Dok; Dr. Emrah Şenel’e yardım ederek yaralı gâzîlere ilk müdâhalede bulunmuş, onların yaralarına Türk Bayrağıyla tampon yapmış ve o gece hâinlere karşı direnişin destanını yazan isimsiz kahramanları olarak; vatana, bayrağa ve istiklâle Türk’ün aziz ve asil evlâtlarıyla birlikte sâhip çıkmıştı. O gece bir ara; kulakları sağır eden F-16’ların alçaktan uçuşu, helikopterlerle FETÖ’cü hâinlerin devamlı sorti yaparak Genelkurmay önündeki kalabalığı taraması sırasında oluşan kargaşa, hengâme kaçışma ve kaos sebebiyle Dr. Emrah, Birol Dok ve Dr. Vefâ ile irtibatı kopmuştu. Onları kaybedip etrafta göremeyen Erol Dok; “Yâ Rab!.. Birol’umu koru, bir şehit gerekiyorsa beni al… Emrah’ın, Vefâ’nın çocukları küçük, onların yerine ben varım. Ben ‘Sonsuzluğun Sâhibi’ne ulaşan Cennetteki Muhsin Başkanımın yanına ancak şehit olarak gidebilirim. O’na orada kavuşabilirim”diye duâ etmiş ve bir sohbetimizde “O gece şehit olmayı o kadar çok istemiştim ki!..”demişti. Yukarıda özetlediğimiz hâdiseler, Erol Kardeşimizin “Bir Daha Yaşanmaması Gereken Günler” kitabında alıntılardır. O; 15 Temmuz gecesini anlattığı kitabına, şehit ve gâzîlerin kanıyla bulanmış Ay Yıldızlı bayrağımızın fotoğrafını koymuş ve; “Elimizdeki bayrak, yaralı ve şehitlere tampon yapmakta kullanılmışkanlı bayraktır. Şehit kanı bir kez daha bayrağı bayrak yapmıştır. O gece çevrede, Genelkurmay kavşağında vatan için, millet için 72 şehit, 253 yaralı, gâzî verilmiştir.” diyerek tarihe çok önemli bir not düşmüştü. Zaten o; din, vatan, millet ve bayrak sevdâlısı yılmaz bir ülkücü, ölümün üzerine yürüyen serdengeçti bir alperendi. O; Şanlı Peygamberimiz(s.a.v.)’in Uhud Savaşı’nda Ebû Dücâne(r.a.)’ye verdiği kılıcın üstünde yazılı olan;“Korkaklıkta ar ve zillet, ileri gitmekte şeref ve izzet var. Hâlbuki kişi korkaklıkla kaderinden kaçamaz.”[35] sözünü bir hayat düsturu hâline getiren ve;

“İnsan büyür beşikte

Mezarda yatmak için.

Kahramanlar can verir

Yurdu yaşatmak için”[36]

diyenlerdendi.

O; İslâm’ın ilk emri olan “İkra’”[37]* hitâbını hayatına âmir kılan, okumayı çok seven, bizim câmiâdan yayınlanan her kitabı mutlaka okumaya çalışan, problemli konularda orijinal teklifler ve farklı çözüm yolları ortaya koyan, ince zekâ ürünü esprileriyle, akıl ve muhakeme yüklü değerlendirmeleriyle hatırlanan, ülkücülüğe dâir hayâl ötesi hayâlleri, “Üç bin yıl sonra doğacak torununa”[38] emânet edeceği ideâlleri, Karadenizli fıtratından neşet eden üst perdeden heyecanları ve medd ü cezirleri bulunan, hâl ve hareketlerindeki tevâzuu ve vakarıyla, sohbet ve hitabındaki samîmiyet ve asâletiyle her zaman hürmet uyandıran gerçek bir gönül eriydi.

O, ülkücülüğün; bir isim, bir rozet, bir sembol ve alâlâde bir siyâsî hareket olmadığına, çok fazîletli bir sıfat, kavî bir îman, ahlâkî bir duruş, ideâlist bir tavır ve soylu bir mensûbiyet şuuru olarak idrâk edilmesi gerektiğine inanan ve ülkücülüğün üst başlığının particilik olmadığını, particiliğin ülkücülüğe hükmetmesini değil, ülkücülüğün partiye yön ve şekil vermesi gerektiğini savunanlardandı. O; ülkücülüğün; ‘Her zemine uyan, her kapıyı açan, her târife sığan bir tanımlama’ olmadığını, ‘câmi ile meyhâne arasını ihâtâ eden bir yelpâze’ oluşturmadığını,“Din, dil ve tarih şuuru”na istinat eden bir “hâl” olduğunu / olması gerektiğini, millî ve mânevî ölçülerinin bulunduğunu / bulunması gerektiğini anlatanlardandı. O; ülkücülüğün merkezine inanç ve ideâlizmi, ilim ve irfânı, kültür ve medeniyeti, vakar ve fazîleti, cesâret ve aksiyonerliği koyanlardandı. O; pek çok sosyal ve siyâsî faaliyetin merkezinde bulunmasına rağmen hiçbir siyâsî makam ve mevkî talebi olmayan ve hiçbir şartta hayâllerine hazan değmeyenlerdendi.

Onun cenâzesinde yakamıza taktığımız resimdeki gülen çehresi hep gözlerimin önündedir. Erol Kardeşimiz üç yıl kadar önce kalp kapağı ameliyatı olmuştu. Arada telefonla konuşur, değişmez millî sporumuz olan“vatan kurtarma ameliyesi ve ne olacak bu memleketin / ülkücülerin hâli” muhabbetini hitâma erdirince sağlık durumu hakkında da bilgi alırdım. Bir konuşmamızda; “Sağlığın nasıl?” soruma; “Doktorlar iyi olduğumu söylüyor, ben de ilaçlarımı içiyorum, pek şikâyetim yok, ancak doktorların sözüne bilmem ki güvenilir mi?” diyerek soruya soruyla karşılık vermişti. Fakir de; “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe değil, ömrü yettiği mühletçe yaşar. Ecel gelmeden hiç kimseye bir şey olmaz, ölünceye kadar hiç birimizin hayat çiçeği solmaz!”cevâbını verince, bir kahkaha atmış ve;“Bu bir doktor cevâbı değil, bir şâir hekim yorumu!”demiş ve gülüşmüştük… O; fakirin kaleme aldığı ve sosyal medyada her 12 Eylül’de pek çok sitede iktibas edilen “Eylül’ün Kırdığı Güller” yazısına geçen yıl gönderdiği Watsapp mesajında da şunları yazmıştı: “Gene Eylül, gene hüzün. Kutlu bir dâvânın fedâkâr gençliğinin özeti bu ay. Kuşağımız gençliğinden bir kısmımız kahpe kurşunlarla, kimimiz de boynumuza takılan iple şehâdete erdi. Bizim neslin yaşayanları sizlere göre çok uzun yaşadı, artık yaşlandı… Her gün bir bir, bâzen birden fazlası geliyoruz yanınıza. Yaşımız da geldi artık. Mücâdele bitmedi, Türk-İslâm Ülküsü gerçekleşmedi, ama ömür bitiyor. Mevlâm verilen kutsal mücadelenin ecrini gerçek âlemde bizlere verir ve ‘Onlar’la Cennette buluşuruz inşallah…”12 Eylül’le ilgili olarak gönderdiği bir başka mesajda ise; “Biz bu memleket için hayırlı evlâtlardık. Biz inanmıştık, pişman değiliz. Hamdolsun Türk-İslâm Ülküsü’nden gurur duyduk, gurur duyuyoruz… İçerde, dışarda çile çekenler, evlâtlarını, eşlerini, gözü yaşlı bekleyenler hepinize saygılar.” demişti. Zâten o; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın, astığı bayrağın hakkını hakkıyla veren, “bu memleketin hayırlı evlâtları” olan Yusûfiyeli ülkücülere ve “içerde ve dışarıda çile çekenlere” özel bir vefâ gösteren, Türk’e sevdâlı, bozkurt edâlı, mangal yürekli bir dâvâ adamı, en zor şartlarda bile mücâdele bayrağını dalgalandıran, inanç, ideâl ve aksiyonerliğine gölge düşürmeden en ön safta yer alan yılmaz bir aksiyoner, eli kalem tutan bir münevver ve çaplı bir mefkûre insanıydı.

* * *

Bu hazan mevsiminde Erol Dok kardeşimiz de bizlere -Nevzat Kösoğlu Ağabeyimiz gibi- bir Ekim acısı daha yaşattı, Abdurrahim Karakoç’un bir şiirinde ifâde ettiği üzere;

“Artık ne kar yağar, ne ben üşürüm,

Ne de saçlarımı dağıtır rüzgâr…
Sağ iken bir günde bin kez ölürdüm,
Şimdi ölüm yoktur, ölümsüzlük var…”

diyerek vatan-ı aslîsine vâsıl odu ve rahmet-i Rahmân’a kavuştu… Erol Dok; Hakk’a kavuşmanın nûruyla bayram ederken, bizleri hicrân acısıyla mahzun bıraktı. O, bir daha âhirette buluşuncaya kadar hep hayır duâlarla yâd edeceğimiz bir güzel insan ve gerçek bir gönül dostuydu.

Biz Erol Dok’un; îmanına, ihlâsına ve mü’min bir kul olduğuna, Hüseynî duruşuna, millî ve mânevî değerlere son nefesine kadar bağlı kaldığına, inandığı gibi yaşayıp, yaşadığı gibi Hakk’a yürüdüğüne, ideâlistliğinde ve fikir çizgisinde aslâ kırıklık olmadığına, adı gibi ER OLduğuna, soyadı gibi gönlünün DOKluğuna, vatan ve bayrak aşkına, vefâsına, mertliğine, dostluğuna, arkadaşlığına, yiğitliğine, fedâkârlığına “Kıblesi düzgün”ve istikâmet sâhibi bir mü’min olduğuna hüsn-i şehâdet ediyoruz. Şâhitliğimizi kabul eyle yâ Rabbî… Biz Müslüman bir kul olarak ondan râzıyız, duâ ve niyâzımız Yüce Rabbimizin de Erol Dok kulundan râzı olmasıdır; bu duâ ve niyâzımızı da kâbul eyle Allah’ım!.. Âmîn!.. Âmîn!.. Yâ Muîn!..

Î’lâ-yı Kelîmetullah için Nîzâm-ı Âlem Ülküsü’ne hayâtını adayan ve bir ömür Rızâ-i Bârî aşkıyla yanan Erol Dok kardeşimizi; Cenâb-ı Allah rahmet ve mağfiretiyle, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de şefkat ve şefâtiyle perde-pûş eylesin; rûhu şâd, kabri nûr, menzili mübârek, mekânı Cennet ve makâmı âlî olsun. Yüce Rabbimiz, onun bu dünyada çektiği çileleri, işkenceleri, sıkıntıları Mahşer’de seyyiâtına keffâret kılsın… Âmîn!.. Âmîn!.. Yâ Muîn!.. Yüce Rabbimiz onu Firdevs-i Âlâ’da çok sevdiği Gâlip Abimizle ve Muhsin Başkanımızla buluştursun ve Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’a komşu eylesin. Âmîn!.. Âmîn!.. Yâ Muîn!..

Allâhu Teâlâ; Erol Dok’un muhterem anneleri Emine teyzeye, değerli eşi Halime Dok Hanımefendi’ye, sevgili evlatları Zafer Giray Dok, Büşrâ Dok Dağdelen, Asef Dağdelen, Emine Dok Okur ve Yakup Okur’a, çok kıymetli kardeşi Birol Dok’a, kız kardeşi Tülây Hanım ve eşi Cemil Tiryâkioğlu’na, bütün akrabalarına, definden sonra çok mânâlı, muhtevâlı ve Cennet muştulu bir konuşma yapan bacanağı Lokman Abbasoğlu ağabeyimize, “şeddeli ülküdaşlarına”, cümle gönül dostlarına ve câmiâmıza sabrı cemîl versin… Hepimizin ve Türk milletinin başı sağ olsun. “Güzel atlara binip giden” bu “Güzel İnsan”a Yahya Kemâl’in Vedâ Gazeli’nden bir beyitle vedâ ediyorum:

“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde,

Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.”[39]

Ve hatm-i kelâm olarak da şunları ifâde etmek istiyorum: Çok kıymetli ülküdaşım, candan azîz Erol kardeşim, Âhiret Yurdu’nda; Ruhî Kılıçkıran’dan Fırat Yılmaz Çakıroğlu’na; Mustafa Pehlivanoğlu’dan Ali Bülent Orkan’a; Bekir Bağ’dan Hüseyin Kurumahmutoğlu’na; Enver Paşa’dan Osman Batur’a; Abdülhamit Süleyman Çolpan’dan Ahmet Cevat’a; Nejdet Koçak’tan Ahmet Sâdık’a; Başbuğ’dan Muhsin Başkana; Aziz Dok Amcadan Cemâl Bölücek Amcaya; Dündar Taşer’den Erol Göngör’e; Necip Fâzıl’dan Osman Yüksel Sedengeçti’ye; Seyid Ahmet Arvâsî’den Galip Edem’e; Nihal Atsız’dan, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na; Ârif Nihat Asya’dan Abdurrahim Karakoç’a; Dilâver Cebeci’den Ozan Ârif’e; Nevzat Kösoğlu’dan Emine Işınsu’ya, … kadar cümle şehitlerimize, büyüklerimize, bütün ülküdaşlarımıza selâmlarımızı söyle… Önden gidenler için hep söylediğin gibi; “İnşallah Cennet’te buluşacağız!” seninle ve cümle gönüldaşlarımızla…

Ve sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar:

“..Küllü nefsin zâigatül mevt..” [40]

“..İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn..”[41]

Hüve’l-Bâkî[42]

Erol Dok kardeşimizin, cümle şühedânın, Âhiret Yurdu’na yolcu ettiğimiz gönüldaşlarımızın ve geçmişlerimizin ervâhı için;

El Fâtiha…
Dr. Mehmet GÜNEŞ

[1] Nurullah Genç, Rüveyda, Rüveydâ, 65

[2] Cemil Meriç, Bu Ülke, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1983.

[3] Dr. Mehmet Güneş, İz Bırakan Yazılar, Onlar / Mazlum ve mahzun 177-186

[4] Ümit Yaşar Oğuzcan, Ölüm Gazeli

[5] Dr. Mehmet Güneş, İz Bırakan Yazılar, 187-200

[6] İsrâ, 17/99

[7] Göç davulu

[8] Dön!

[9] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Erzurumlu Tahsin, 93

[10]Yahyâ Kemâl Beyatlı, Rubâîler ve Hayyam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş, Rubâî, 36

[11] Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57

[12] Bakara, 2/156

[13] Yahya Kemâl Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, Rindlerin Ölümü, 93

[14] Abdurrahim Karakoç, Akı Karaya Vurdu, Bir Güzel Ülkü, 77-80

[15] Turgay Günay / Yetik Ozan, Bütün Şiirleri, Sana Gelirim, 17

[16] Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artan Yalnızlığımız, Cümle Yayınları, Ankara, 2015

[17] Orhan Seyfi Şirin

[18] Mehmet Karanfil, Gül Hüznü, 69

[19] Dr. Mehmet Güneş, Gün Akşama Yaslanmadan, Koparılan Çiçekler, 66

[20] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400

[21] Galip Erdem

[22] Kalem, 68/1

[23] Nihal Atsız, Yolların Sonu, Dâvetiye,30

[24] Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994

[25] Seyyid Ahmet Arvâsî, Türk-İslâm Ülküsü (III Cilt), Ocak Yayınları, Ankara, 1982

[26] Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15

[27] İbn-i Kayyım, el-Cevâbu’l-Vâfî, 136adam aldırmaadamldırm

[28] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Altıncı Kitap / Âsım 381

[29] 2009’da Karaman Seçim Bürosunda Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaptığı konuşmada kurduğu cümle

[30] H. Nihal Atsız, Yolların Sonu, Yolların Sonu, 11-12

[31] Aliyyü’l-kârî, el-Esrârü’l-Merfûa, 189-191, Hadis Nu. 164; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbat, 155. Mektup; *Vatan sevgisi îmandandır.

[32] H. Nihal Atsız, Yolların Sonu, Kahramanlık, 46-47

[33] Osman Oktay, Kendini Unutan Adam, 133

[34] Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde 3 Kasım 1975günü şehit edilen ülkücü Alpaslan Gümüş’e âit bir söz; Bu söz şehidimizin Afyon Bolvadin’deki mezar taşına da hakkedilmiştir.

[35] M. Sâmi Ramazanoğlu, Uhud Gazvesi, 20-22; M. Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe,II, 24

[36] H. Nihal Atsız, Yolların Sonu, Kahramanların Ölümü, 19

[37] Alâk, 96/1, *Oku!

[38] Dilâver Cebeci, Ve Sığınırım İçime, Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup, 16

[39] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Eski Şiirin Rüzgârıyle, Vedâ Gazeli, 79

[40] “..Her nefis ölümü tadacaktır..” (Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57)

[41] “..Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz..” (Bakara, 2/156)

[42] Ölümsüz ve ebedî olan yalnız Allah(c.c.)’tır.

Ziyaret -> Toplam : 123,90 M - Bugn : 24480

ulkucudunya@ulkucudunya.com