« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

01 Kas

2006

CUMHURIYET’IN 84.NCÜ YILINDA BIRINCI MECLISI YENIDEN DÜSÜNMELIYIZ

Nuri GÜRGÜR 01 Ocak 1970

Cumhuriyet genel anlamda devlet baskaninin is basina, bir hanedandan degil, seçimle geldigi sistemdir. Halkin kendi kendini yönetmesini mümkün kilan, siyasal gücü kimin elinde bulunduracagini, iktidara gelip gitme usulünü belirleyen demokrasi ile cumhuriyetin dogrudan iliskisi yoktur.

Demokratik sistemin geçerli oldugu monarsik yönetimler oldugu gibi, adi cumhuriyet olan otokratik ve oligarsik yönetimlerin bulundugu ülkeler de vardir. Ingiltere’de cumhuriyet yoktur ama, Dünya’nin en eski ve gelismis demokrasilerden birisi bu ülkede yasanmaktadir. Buna mukabil Orta Dogu’da, Afrika’da, Güney Amerika’da adi cumhuriyet olan ve tiranligin egemen oldugu bir çok ülke vardir.

Bu ay 84.ncü yasina baslayacak olan Türkiye Cumhuriyeti çok zor sartlar altinda yürütülen Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasindan sonra kuruldu. 29 Ekim’de TBMM’de yeni rejimin adinin Cumhuriyet oldugu açiklanirken, bu karar bir sistem tercihinin ötesinde, dagilan imparatorlugun yerine kurulan yeni Devlet’in yönetim ve teskilatlanma formatinin hukukî ve siyasî anlamda adlandirilmasi anlamina geliyordu. Mustafa Kemal Pasa bu yönde bir karar alinacagindan toplantidan bir gün öncesine kadar kimseyi haberdar etmemeye özen göstermisti. Ancak 29 Ekim 1923’den itibaren uygulamaya konulan “tek partili Cumhuriyet” in sosyal, siyasal ve psikolojik alt yapisi çoktan olusmus, 23 Nisan 1920’de BMM’nin açilmasina paralel olarak uygulamaya geçilmisti. Baska bir ifadeyle üç yil öncesinden itibaren iktidar Osmanli Hanedanindan alinmis, yönetimde eksen kaymasi fiili olarak yasanmaya baslamisti. Son padisah Vahdettin hangi gerekçeyle olursa olsun, zaferin hemen ertesinde yurdu terk etmek suretiyle yeni döneme iliskin talep ve beklentisinin bulunmadigini kabullenmis oluyor, yeni rejimin ilâni bir zamanlama meselesi haline gelmis bulunuyordu.

Diger taraftan Milli Mücadele’nin muzaffer Baskomutani Mustafa Kemal Pasa yeni Devletin adini “Türkiye Cumhuriyeti” olarak belirleyip, teskilât yapisini “üniter ulus-devlet” esasina oturturken “zamanin ruhuna” en uygun tercihi yapiyordu. Çünkü bir kaç yüzyildan beri gerileyen, 19.ncu yüzyilin ikinci yarisindan sonra dagilma sürecine giren Osmanli Devleti’ni yasatmayi düsünmek, tarihi tersine akitmaya çalismak anlamina gelirdi. Yüzyilin baslarinda Akçuraoglu’nun düsünce plânindaki berrak tasnifinde yer alan “tarz-i siyaset”in iki ayagi, Osmanlicilik ve Islâmcilik olarak uygulanmaya çalisilmis, ancak bu politikalarin çözülmeyi önleyemedikleri açikça görülmüstü. Etnik, dinî ve kültürel bir “mozaik” olan Osmanli Devleti’ni ayakta tutan nizam ve esaslarin geçerliliklerini yitirmelerine paralel olarak önce Hiristiyan sonra da Müslüman kitleler birbiri ardina bagimsizliklarini ilân edip ayrilmislardi. Bu tablo emperyalist Bati’li güçlerin de son derece isine geliyor, özellikle 93 Harbi ile Balkan faciasinda yasadigimiz maglubiyetlerden sonra toplanan uluslararasi sözde baris kongrelerini, bu sonucun hukukî ve siyasî zeminini olusturacak sekilde yönlendiriyorlardi. Bu arada Anadolu’da yasayan Türk nüfusu, kaybedilen topraklardan kitleler halinde akip gelen göçmenlerle süratle artti, Batililarin hiç hesap etmedikleri bir “millî direnç” zemini ortaya çikti. Türk Ocaklarinin kurulmasi, Teskilat-i Mahsusa’nin genis bir cografyada etkili olan faaliyetleri, basta Çanakkale olmak üzere 1.nci Büyük savasta cephelerde gösterilen kahramanliklar ve nihayet Mondros’tan sonra Anadolu’nun her tarafinda meydana çikan Müdafa-i Hukuk ve Kuvva-i Milliye teskilatlari bu ruh halinin, direnme azminin ifadesidir.

Yüzyillar boyunca imparatorluk bünyesinde farkli etnik ve inanç kesimleriyle birlikte yasayan, devletin kaderinde kendini birinci derecede sorumlu gören Türk unsuru daima dikkatli davranmis, farkliliklari güncellestirmemeye, itici, incitici ve ayrilikçi olmamaya özen göstermis, birlikte yasama kültürünü dikkatle korumaya çalismistir.

Milletimizin milliyet suurunu sosyal gerginlik yaratmak yerine, bir hayat tarzi, yasama üslubu, töre ve gelenek seklinde sürdürmüs olmasi zaaf isareti degil, tam tersine engin bir tecrübenin, basiretin ve sorumlulugun göstergesidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsuru Türklerdir. Türk adi, bir etnik tanimlamanin ötesinde bu devlete adini veren gurubu ifade eder. Bu tarihi hakikatin günümüzde bir takim politik, ideolojik ve psikolojik nedenlerle inkara çalisilmasi abestir. 29 Ekim’den bir kaç ay sonra yürürlüge konulan 1924 Anayasasi bu açidan tarihi bir belgedir. Mustafa Kemal genç devletin içinde bulundugu sartlari görüyor, ulusal birligin saglanmasinin önemini biliyordu. Bu yüzden yeni anayasada Türkiye Devletini kuran halka “Türk” denilecegini belirterek herkesin etnik bir kaygi tasimadan, tedirgin olmadan bu üst kimlikle bulusmasini saglamak istiyordu.

Cumhuriyetin kurulusundan 84 yil sonra, son dönemlerde tartisilan konular, yasadigimiz problemler fevkalâde düsündürücüdür. Kurulus ve kurtulus dönemimizde sözü edilmeyen meselelerin bugün gündemde bulunmasi bazi seylerin ters gittigini gösteriyor. Millî kimligi inkâr etmeyi, ideolojik bir mecburiyet sayanlarin iddialarini yillardir dinliyoruz. Bunlar devletimizin kurulus yillarindan baslayarak Türk Milleti diye sosyo kültürel bir fenomenin bulunmadigini, Mustafa Kemal’in baski ve cebir kullanarak sanal bir millet insa etmeye çalistigini söyleyip durmuslardir. Bu tarz küresel ve kozmopolit saplantilardan kaynaklanan safsatalari bir kenara birakarak objektif bir degerlendirme yapildiginda, Cumhuriyetin kurulus yillarindaki cosku ve heyecanlarin zamanla tavsamasina paralel sekilde, epeyce bir zamandan beri ciddî bir kültür erozyonu yasadigimizi görüyoruz.

Millî kimlige vücut veren temel degerler ideolojik saldirilarla yipratiliyor. Son yillarda yasanan küresel gelismelerin etkisiyle inanci ve moral yapisi giderek zayiflayan, kisisel çikar ve amaçlarla sinirli dar bir alana sikisip kalan bencil ve nihilist tiplerin sayisi hizla çogaliyor. Sokaklar her türlü vahsetin, cinayet ve saldirinin kol gezdigi korkulu alanlara dönüsüyor; orta dereceli okullarda beyaz zehir aliskanligi giderek yayginlasiyor. Bu derece hastalikli ve problemli hale gelen bir toplumun, özellikle entelektüel kesimlerinin daha idealist tavirlar sergilememesi sasirtici degildir.

Bu endise verici toplumsal yapi tesadüfen olusmadi. Türkiye’nin uzun zamandan beri kötü yönetildigi, egitim ve kültür politikalari basta olmak üzere kritik alanlarda vahim yanlislar yapildigi, ülke kaynaklarinin hoyratça yagmalandigi, ekonomimizin borç-faiz kiskacina sikisip kaldigi IMF kontrolünde disa bagimli hale geldigi ortadadir. Türkiye yerli-yabanci bir avuç spekülatörün sinirsiz kazanç cenneti oldu; sosyal devlet çöktü, çekirdek aile hizla çözülmeye basladi.

Saglam ve istikrarli bir yapiya sahip bulunmayan, ekonomisi büyük ölçüde disariya bagimli olan ülkemiz iç ve dis gelismelerden kolaylikla etkileniyor, dengeler bir anda bozulabiliyor. Bu ortam bagimsiz politikalar izlemeyi, hak ve çikarlarimizi gerekli sekilde korumayi önemli ölçüde engelliyor.

Cari islemlerde hizla büyüyen açik ekonomide çarklarin disardan gelen kaynaklarla çevrildigini gösteriyor. Hükümet bu para girisinin ne derece tehlikeli oldugunu görmesine ragmen durumu sürdürmeyi tercih ediyor. Siyasal alanda AB ekonomide IMF ile iliskilerin sicak tutuldugu bir süreçte krizle karsilasmayacagini umuyor. Bu ortamin devami için iletilen taleplere harfiyen uymaya çalisiyor; paketler halinde yasalar çikariliyor. Eksiklerin tamamlanmasi için Meclis olaganüstü toplantiya çagriliyor.

Hukuku ve anlasmalari kendi açisindan yorumlayan, adil ve esit davranma gibi etik bir kaygusu bulunmayan AB, Türkiye’ye temel konularda müstemleke ülkesi gibi davranmakta sakinca görmüyor. Son dakikada Kasim ayina ertelenen Ilerleme Raporu ana hatlariyla belli oldu. Onurlu bir ülkenin kesinlikle kabul etmeyecegi agir sartlar kâh AB Parlamentosu, kâh Komisyon kanaliyla önümüze sürülüyor.

Bunlarin tümünden daha büyük meselemiz giderek gelisen, derinlesen uluslararasi nitelik kazanmaya yönelen ayrilikçi-bölücü Kürt etnik hareketidir. ABD’nin ikili tutumu, örgütün Kuzey Irak’tan her türlü silah ve patlayici saglama, militanlarina egitim verme imkânlari terörü tirmandiriyor. Bölücü hareket, PKK kontrolündeki bölge belediyeleri ve DTP vasita kilinarak siyasî muhatap yapilmak isteniyor. Kürtçü eylemler kendilerini “Türkiye’li aydinlar” diye tanimlayan liberal çevrelerden yogun destek sagliyor. 70’li yillarda Marksist-Leninist bir rejim kurmak amaciyla ülkemizi kan gölüne çeviren dünün militan solculari, bu projelerinin imkânsizligini yasadiklarindan alan degistirdiler. Liberal görünümlere bürünerek demokratiklesme, kültürel haklar gibi günümüzün itibarli kavramlari adina hareket ediyorlar. Grup kimliklerinin devletçe taninmasi, etniklesmenin hizlanmasi, bunlara özgürce hareket edebilecekleri siyasal alanlar temini için çalisiyorlar. Bu tarz radikal demokratik taleplerin karsilanmasi durumunda Devlet’in sembolik konuma itilecegini, güç ve otoritenin ortadan kalkacagini sonuçta siyasal ve sosyal yapinin çözülüp dagilacagini elbette biliyorlar. Dün ideolojik saldirilarla yikilamayan üniter ulus-devletin demokratiklesme adina esnetilmesi ve etkisiz kilinmasiyla amaçlarina ulasacaklarini hesap ediyorlar.

Bu zihniyet ve hedefler dogal olarak Kürt etnikçiligiyle ittifak ve isbirligine yol açiyor. Içerde ve disarida etkili bir entelektüel zemini bulunmayan Kürtçülük, özellikle medya ve üniversite yönetimlerinde etkili olan, büyük sermaye ile kol kola yürüyen liberal kesimlerden sagladigi destekle açilim yapma firsati buluyor; siyasal çevrelerde baski kurmayi, yasalari islemez hale getirmeyi basariyor.

84 yil önce “Istiklâl-i Tam” ve “Hakimiyet-i Milliye” ilkelerini rehber yaparak, milletimizin iradesini mükemmel sekilde temsil eden “Gazi Meclis” in düsmanin top seslerinin Ankara’dan duyuldugu çetin sartlarda nasil çalistigini, gündeminde nelerin tartisildigini tekrar hatirlamak ihtiyacindayiz.

Birinci Meclis’in hiç tükenmeyen azim ve heyecani, muhtesem ülkücülügü ordumuzun kahramanligiyla birleserek, Mustafa Kemal Pasa’nin yönetiminde “kanla ve irfanla” bagimsiz ve özgün Cumhuriyetimizi kurmayi basardi.

Türkiye’nin bugün karsilastigi problemlerin tümü çaresizligimizin eseri degil, güç ve imkanlari dogru yönetemeyisimizin sonucudur. Milli kimligimizin bilinci içersinde, milletimize güvenerek, insanimizi iyi egitip yönlendirerek vasif ve kabiliyetiyle verimli kilarak bu problemlerin üzerinden rahatlikla asabiliriz.

Avrupa’ya mecbur ve mahkum oldugumuza inanmanin, zillet ve onursuzluk oldugunun bilinci içerisinde Cumhuriyet’in 84.ncü yilinda Birinci Meclis’i yeniden düsünüp esinlenmek ihtiyacindayiz.

Türk Yurdu Dergisi (Ekim 2006)

Ziyaret -> Toplam : 123,52 M - Bugn : 86366

ulkucudunya@ulkucudunya.com