« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Kas

2006

ÜLKÜCÜLER

Osman İridağ 14 Kasım 2006

Susurluk kazası ile gündemimize giren devlet içindeki çete tartışmalarının başrol oyuncuları ülkücülerdi.

Devletin kendi çıkarlarını korumak için kanun dışı yollardan ülkücü kökenli insanları kullandığı, Susurluk Komisyonu’na ifade veren MİT ve emniyet yetkililerinin söyledikleriyle kesinleştikten sonra bütün gözler yeniden ülkücülere çevrildi. “Ülkücü— devlet” ilişkileri tekrar tartışılmaya başladı. Kamuoyu, “ihtilal sonrası devlet düşüncelerinde büyük bir hayalkırıklığı yaşayan insanlar nasıl olur da yeniden aynı devletle birlikte çalışır?” sorusuna cevap aradı. Medya ülkücüleri 80 öncesi yaşananlardan yola çıkarak eli kanlı insanlar olarak sayfalarına taşırken ülkücüler hep yanlış tanınmaktan şikayet etti. Ülkücülerin şikayetleri, bugün kamuoyu oluşturmada en önemli işlevi üstlenmiş olan medyanın önemli köşelerini tutanların bir dönem ülkücülere karşı taraf oldukları gözönüne alınınca incelenmesi gereken bir durum olarak ortaya çıkıyor.

Ortada büyük bir kavram kargaşası yaşanıyor. Bir tarafın ak dediğine diğer taraf kara diyebiliyor. Aslında her iki taraf da belki eksik ama doğru söylüyor. Kumar, uyuşturucu kaçakçılığı ve yeraltı dünyasında ülkücü kökenli (hatta bugün de ülkücü olduğunu söyleyenler var) isimlerin sürekli öne çıkması, bazı faili meçhul cinayetlerde de aynı isimlerin geçmesi ülkücülerin kamuoyu gündemine hep bu şekilde gelmesine neden oldu. Ancak MHP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in de dediği gibi mafya olarak tanımlanan ve yeraltında kanunsuz faaliyet gösteren ülkücülerin sayısı iki elin parmağını geçmiyor. Tuğrul Türkeş’e göre bu insanlar ülkücü de değil. Ancak Türkeş gibi düşünmeyenler, bu insanların da ülkücü olduğunu söyleyenler çoğunlukta. Onlar da bir kaç kişiye bakarak bütün ülkücüler böyledir mantığının yanlışlığından şikayetçiler. O değil, bu değil; öyleyse neydi ülkücüler? Vatanları için herşeylerini feda etmeye hazır kahramanlar mı, yoksa birileri tarafından kullanılan tetikçiler mi? Yakın tarihimize damgasını vuran bu insanları mercek altına aldık. Bunu yaparken ne önyargılı olduk, ne de savunma psikolojisine girdik. Ferdi yanlışların ötesinde kalan ideal ülkücülüğü aradık.

Ülkücülük Türkiye’nin gündemine 1960’lı yılların sonunda Alparslan Türkeş’in CKMP’ye genel başkan olmasıyla girdi. Daha sonra ismi MHP olarak değiştirilen partide Alparslan Türkeş’in ortaya koyduğu fikirleri benimseyenler ülkücü olarak adlandırıldı. MHP gerek parti tüzüğünde, gerekse propagandalarında daha çok gençlere yönelik mesajlar vermeyi tercih edince, ilk kuşak ülkücüleri bıyıkları yeni terlemeye başlayan Anadolu çocukları oluşturdu. Kanuni zorunluluktan dolayı MHP’ye üye olamayan bu gençler Ülkü Ocakları adı altında tüm yurtta örgütlenerek, “ülkücülüğü” kurumsallaştırdılar. Ülkü Ocakları bugüne kadar MHP’nin gençlik kolları gibi faaliyet göstererek, hem partiye oy kazandırdı, hem de bir fikrin temsilcisi olarak uzun bir dönem okul vazifesi gördü. MHP diğer partilere göre Türk milliyetçiliği tezini daha çok ön plana çıkarmakla kalmayıp, halkın dini inançlarına da saygılı olduğunu açıkladı. Anadolu insanının “Müslüman Türk” olduğu gerçeğinden yola çıkıp, Türklüklerini reddetmeden Müslüman olduklarını söylediler. Bütün bu söylemler komünizmin Doğu Avrupa ülkelerinde yayılmaya başladığı ve Türkiye’yi de tehdit ettiği döneme rastlayınca, MHP ile birlikte ülkücü harekete de ilgi arttı. Bunun dışında MHP’nin gelenek ve göreneklerine bağlı tutumu, ülkücü gençlerin gerek kılık kıyafetleriyle, gerekse hal ve hareketleriyle toplumun beğenisini kazanmaları, insanların MHP’ye ve ülkücü harekete sıcak bakmalarını sağladı. Türk toplumunun lidersever bir toplum olması Alparslan Türkeş’in karizmasında ülkücülüğün sevilmesine sebep olduğu gibi, Türkeş’i de ülkücülüğün simgesi haline getirdi.

Neden ülkücü oldular?

“Beni gördüğüm bir resim etkiledi. Eski Türk kıyafetli kahramanların at üzerinde heybetli duruşunu tasvir eden bir resimdi bu. Altında da ‘Dinini bilmeyen hiç, ırkını bilmeyen piç’ yazıyordu.” Abdullah Çiftçi ülkücü olmasını bu şekilde anlatırken, ülkücünün dine olan bakışını Mehmet Pehlivanlı kendi başından geçen bir olayı anlatarak gösteriyordu; “Kâ’be’ye gitmiştim, baktım insanlar ayağını uzatmış yatıyor. Ne kadar büyük bir saygısızlıktı bu, altı kişiyi depikledim.” Çiftçi’nin ülkücü olmasına neden olan resimle Pehlivanlı’nın Kâ’be’deki davranışı bir ülkücününün psikolojisini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekici olsa gerek. Çiftçi’yi ülkücü yapan o resim Türk’ün geçmişten gelen gücünü bugünkü nesle aktardığı gibi, geleneğe olan bağlılığı da ifade ediyordu. Aynı insanların inançlarına olan bağlılığı bu kez Pehlivanlı’nın şahsında Kâ’be’de ortaya çıkıyordu: “Dinime saygısızlık ettirmem, edene de izin vermem.” Ülkücülerin 80 öncesi solcularla girdikleri çatışmanın da püf noktası işte burada yatıyor. Kâ’be’de inançlarına saygısızlık edildiği için “depik” (Bu kelime ülkücülerin, inandıkları değerlere saldırı olduğu zamanki ruh hallerini göstermesi bakımından önemli. Mehmet Pehlivanlı’nın ne kadar uzlaşmacı bir kişiliğe sahip olduğuna yakînen şahidim) atan ülkücüler, aynı tehlike komünistlerden gelince de “depik” atmaktan çekinmediler.

Ülkücü hareketin kaynaklarına dair ne yazık ki bugüne kadar ciddi bir araştırma yapılmamış. Hareketin ihtilal öncesi kısmı solcularla yapılan silahlı mücadele olarak değerlendirilmekten öteye geçmemiş. Oysa ülkücü fikrin toplumda hangi kesimden destek gördüğü, niçin belli yerlerde daha yoğun katılımlar yaşandığı açıklanmadan hareketin 80 sonrası yaşanan değişim karşısında geldiği noktayı anlamakta güçlük çekeriz. Kendisi de bir dönem ülkücü hareketin içinde bulunan Mustafa Çalık’ın hazırladığı doktora tezi bu alanda yapılmış en başarılı çalışmalardan biri olsa gerek. Çalık MHP’nin yüksek oy aldığı illerden biri olan Gümüşhane ve köylerinde gerçekleştirdiği bir çalışma ile insanların niçin “ülkücü” oldukları sorusuna cevap aramış. 870 kişiye niçin MHP’li oldukları sorulmuş. 446 kişi Türk milletine karşı her türlü düşmanlığa karşı yegane dayanak olarak MHP’yi gördükleri ve milli manevi değerlerin korunması için aktif mücadeleden başka yol olmadığı için MHP’yi tercih ettiklerini söylerken, ankete katılanların 263’ü komünizm tehlikesi yüzünden MHP’yi desteklediklerini belirtmiş. Bunların dışında kalanlar ise ya milliyetçilerin mertliklerinden ve fedakarlıklarından etkilenmişler ya da Türkeş’i çok sevdikleri için MHP’li olmuşlar. Mustafa Çalık “MHP Hareketi” adıyla yayınladığı tezinde 870 kişinin yüzde 81’inin MHP’yi tercih etmesinde komünizm tehlikesinin belirleyici unsur olduğunu ifade ediyor. Çalık’a göre komünizm ülkücüler için önemli bir simge. Her türlü sol faaliyet komünizm olarak algılandığı gibi, din düşmanlığı da komünizmle eşdeğer tutuluyordu. Yine aynı gruba göre komünizm ırz, namus, şeref, aile ve ahlak ile zıtlık içinde değerlendiriliyordu.

Çalık’ın araştırmasından çıkan ilginç sonuçlardan biri de MHP’nin fikrini benimsemeye hazır gençlerin psikolojileriyle ilgili. Yöredeki gençlerin oynadıkları oyunlarda şiddet önemli bir yer işgal ediyordu. Eskiden kalan bir alışkanlıkla gençler evlenene kadar kendi aralarında kavga ediyorlardı. Genelde salâ verilerek başlanan kavga, taşlı sopalı yapılırken, yere düşene vurmak yasaktı. Ülkücü gençlerin şiddete olan eğilimlerinin kaynağını göstermesi bakımından önemli olan bu örnekler bir gerçeği daha görmemizi sağlıyor. Sık sık faşist suçlamalarıyla karşılaşan ülkücülerin aslında soy sop ilişkilerine çok fazla önem vermediklerini bu kavgalar sayesinde anlıyoruz. Mahallecilik bağı akrabalık bağının hep önünde olmuş. Kavgalar hep mahalleler arasında gerçekleştirilmiş, dolayısıyla amca çocukları çoğu kez birbiriyle kavga etmek zorunda kalmış.

Ülkücü hareketin ilgi gördüğü yerlerin sosyo ekonomik yapısı da oldukça önemli. MHP’nin en çok oy aldığı illerin (K.Maraş, Kayseri, Erzurum, Sivas, Gümüşhane gibi) ortak özelliği Türkiye’nin doğusunda ya da batısında olmamasıydı. Şehir merkezlerinde ülkücü çoğunluktan bahsedilemeyeceği gibi kırsal alanlarda da ülkücülüğe sempati duyanların sayısı çok değildi. Buna karşılık büyükşehirlere göç ederek kenar semtlerde gecekondu mahalleleri oluşturan Anadolu insanı biraz umutla, biraz da kendisini dışlayan şehirliye inat bu fikre sıcak bakmıştı.

İhtilal birliği bozdu

İhtilali alkışlarla karşılayan ülkücüler bundan en büyük zararı kendilerinin göreceğinin farkında değildiler. O tarihe kadar MHP ve Ülkü Ocakları çatısı altında birlik ve beraberliklerini sürdüren ülkücüler, ihtilalle birlikte dağılma sürecine girdiler. Tanıl Bora bunun “saçılma” olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağını düşünüyor. Ancak MHP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in söyledikleri yaşanan gelişmenin bir saçılma olmadığını gösteriyor. Tuğrul Türkeş ülkücülüğün MHP ve Alparslan Türkeş’le birlikte doğduğunu ve Türkeş’siz bir ülkücülükten söz edilemeyeceği için MHP dışındaki insanların ülkücü olamayacağını söylüyor. Ülkücülük ebedi senatörlük gibi bir hak değildir diyen Türkeş’e göre MHP, ülkücü fikri temsil etmede yetkili olan tek partiydi ve bunun için ikinci bir partiye ihtiyaç yoktu. Zaten diğer partilerde ülkücü fikrin temsil edilmesi imkansızdı. MHP’nin son zamanlarda verdiği yumuşak mesajlarda etkisi olan Tuğrul Türkeş’in “MHP eşittir ülkücülük müdür, yoksa sizin dışınızda da ülkücülükten söz edilebilir mi?” şeklindeki sorularımıza verdiği cevaplar oldukça ilginçti. Bizi ikinci bir partiye izin çıkarmaya çalışmakla itham eden Tuğrul Türkeş, “MHP ülkücü hareketi temsilde yetersiz mi kalıyor ki siz aynı soruyu yedi kez tekrarlıyorsunuz?” dedi. Oysa MHP dışında kendini ülkücü olarak tanımlayan binlerce insan vardı. Agah Oktay Güner 80 sonrası ANAP’ı kendine daha yakın gördüğü için bu partide siyaset yaptığını belirtirken, diğer ülkücü kökenli insanlar da “Ülkücü olmak için MHP’de olmak şart değil” düşüncesini taşıyor.

Ülkücü fikrin doğuşundan itibaren içinde yer alan ve halen MHP’de siyasi yaşamını sürdürenlerden biri olan Muharrem Şemsek de ülkücülüğü bir derneğe ya da partiye bağlamanın doğru olmayacağını belirtip “Ülkücülük bir fikirdir, Bunu bir partiye bağlayarak daraltmaya hakkımız yok” diyerek genel başkan yardımcısına ters düşüyor. Muhsin Yazıcıoğlu da MHP eşittir ülkücülük tezine karşı çıkıyor; “Ülkü Ocakları ile MHP arasında başlangıçtan beri adı konmayan bir fikir ayrılığı vardı. MHP siyasi parti olduğu için farklı değerleri içinde barındırıyordu. Ama Ülkü Ocakları tamamen ülkücülere ait olan bir yerdi.” Yazıcıoğlu’nun “Kendinizi ülkücü olarak tanımlamanıza rağmen neden MHP’den ayrı bir parti kurdunuz” şeklindeki sorumuza verdiği cevap ülkücü hareket ve MHP’de görülen değişimi göstermesi bakımından ilginçti; “Ülkü Ocakları ile MHP arasındaki farklılıklar 80 sonrası iyice belirginleşmiş, ülkücülük resmi ideolojinin devamı gibi gösterilmeye başlanmıştı. MHP üst yönetimi de özellikle 1990’dan sonra belirgin bir şekilde laik ve Kemalist bir çizgiye çekilmek istenmiş, MHP de kendine uygun görülen bu rolü benimsemişti. Bunun üzerine biz de 1970’li yıllardaki çizgimizden taviz vermemek için MHP’den ayrıldık.”

Ülkücü elçiler

1980’de MHP kapatılmış, Alparslan Türkeş ve arkadaşları yargılanmak üzere tutuklanmıştı. İhtilalciler 1983 yılında siyasi partilerin kurulmasına izin vermelerine rağmen MHP’nin devamı olacak partiyi reddetmişlerdi. Siyasi parti kuramayan ülkücüler ise iki yoldan birini tercih etmek zorunda kalmıştı. Ya hiç bir şey yapmadan gelişmeleri seyredecekler, ya da MGK tarafından reddedilmeyecek isimlerin diğer partilerden milletvekili seçilmelerini sağlayacaklardı. Ülkücüler ikinci yolu tercih etti. Ülkü Ocakları Başkanlığı yapan Mehmet Pehlivanlı bu tercihin nedenini Türk milliyetçilerinin Türkiye’den başka gidecek yerleri olmamasına bağlıyor. Türkiye’de haklıyı haksızı belirleyecek tek kurum Meclis’ti ve orayı ele geçirmek gerekiyordu. Nitekim Mehmet Pehlivanlı da kendisi veto edileceği için amcaoğlu Alparslan Pehlivanlı’nın ANAP’tan aday olarak Meclis’e girmesini teşvik etmişti. Mehmet Pehlivanlı’ya göre 1983’ten beri Meclis’ten Türk milliyetçileri aleyhine bir tek karar çıkmamasının sebebi işte bu insanlardı. Ülkücü gençlerin idam talepleri, ülkücü kökenli isimlerin Meclis’te etkili olmalarıyla veto edilmişti. Eski ülkücü denilen insanlar 1983’te “izinli” gitmişlerdi. Hatta Alparslan Türkeş hapisten çıkınca parti kurulup kurulmaması ciddi şekilde tartışmaya açılmış, önemli bir grup yeni bir partiye karşı çıkmıştı. Ancak, önce MP sonra da MÇP siyasi hayattaki yerini alınca, ülkücülerin tekrar bir çatı altında toplanması gündeme geldi. Fakat beklenen olmadı ve izinli gidenlerin büyük çoğunluğu geri dönmedi. Abdullah Çiftçi (MHP MYK üyesi İbrahim Çiftçi ile isim benzerliği dışında bir ilgisi yok): “Bizim arkadaşlar MÇP kurulduktan sonra mensubu oldukları partileri terketmenin kalleşlik olacağını düşünerek geri dönmediler” diyor. Ülkücü düşünce ile Türkiye’yi kalkındırmanın farklı olduğuna dikkat çekerek, diğer partilerdeki insanların da ülkücü olabileceğini ifade ediyor; “Birinin hayal ettiğini diğeri uyguluyor, öyleyse kimin kime sen ülkücü değilsin deme hakkı var.”

İhtilal hükümeti sadece parti yöneticilerini hapse atmamış, binlerce ülkücü genç de adam öldürmek suçundan hapse girmiş, hayatlarının en güzel dönemini demir parmaklıklar ardında geçirmek zorunda kalmıştı. Çoğu, davaya zarar gelmesin diye bir çok suçu üstlenerek inandıkları değerlere hizmet etmenin verdiği gururla tekrar hürriyetlerini kazanacakları günü beklemeye başlamıştı. Ancak cezaevinde kaldıkları süre içinde yaşadıkları onları gerçeklerle yüz yüze getirmiş ve dışarıda bıraktıkları ailelerinin çektiği sıkıntıların üzerine bir de eski dava arkadaşlarından gördükleri muamele eklenince MHP ile yolları ayrılmıştı. Ancak o dönemde partinin mahkeme ve basın işlerini yürüten Tuğrul Türkeş bu konuda yanlış bir kanaat oluştuğunu söyleyerek, “Partinin durumu ortadaydı, kimseye yardım edecek durumda değildik” diyor. “Ülkücüler içeride sıkıntı çekerken ben burada bir elim yağda bir elim balda oturmadım. Aynı dönemde cuntanın mahkemelerinde MHP genel merkezinden 585 kişi yargılanıyordu. Bunların 220’si için de idam kararı isteniyordu. Kimse bana palavra okumasın, ben ne kadar paramız olduğunu da, neleri yapamayacağımızı da çok iyi biliyordum.” Sebep ne olursa olsun ortada bir gerçek vardı ve hapisten çıkan ülkücülerin büyük çoğunluğu tekrar eski yuvalarına dönmüyordu.

Demir parmaklıklardan yeraltına

Başlangıçta ihtilali alkışlayan ülkücülerin gerçeklerle yüzyüze kalmaları uzun sürmedi. “Devlet bizimdir ve onun için yapılacak her türlü hizmet kutsaldır” anlayışı ülkücülüğün temel taşlarından biriydi. Hatta bu anlayış o derece ileriydi ki, silahlı çatışmaya karışıp suç işleyen arkadaşlarını bizzat devlete “ihbar” etmişlerdi. Devleti yıkmak isteyen solcularla aynı muamele yapılana kadar ülkücülerin devlet ile ilgili düşüncelerinde bir değişiklik olmadı. Ta ki güvenleri karşılıksız kalana, öpmek istedikleri elden dayak yiyene kadar. Ancak bazı ülkücülere göre kendilerine Mamak’ta işkence yapanlar devleti temsil etmiyordu. Yazılarıyla ülkücü hareketin fikrî altyapısının oluşmasında önemli bir rol oynayan gazeteci yazar Necdet Sevinç’e göre ülkücülere işkenceyi devlet değil, devletin sahibi olduğunu iddia eden bir grup yapmıştı. Gerçek devlet ise hâlâ kutsallığını sürdürüyordu. Nitekim Sevinç’in bu düşüncelerinde hiç de yalnız olmadığı Susurluk kazası sonrası ortaya çıktı. Abdullah Çatlı ve arkadaşlarının devlet menfaati için, kendi arkadaşlarına işkence yapan ihtilal hükümeti ile birlikte çalışmaları, ülkücülerin devlete olan inançlarının hangi boyutta olduğunu göstermeye yetiyordu. Tabii ki herkes Çatlı gibi düşünmüyordu.

Hayatlarının en verimli dönemini cezaevinde geçiren ülkücülerin önemli bir bölümü için cezaevleri Medrese—i Yusufiye olmuştu. Daha önce edebiyatını yaptıkları bazı değerleri cezaevlerinde yerine getirmeye başlamışlar, fikirlerindeki manevi eksikliği gidermişlerdi. Ancak içeride kazandıkları değerleri dışarı çıkınca devam ettirmek kolay olmadı. Hayatlarını yeniden kurmak için iş aramaya başlayan bu insanları acı bir gerçek bekliyordu. Devlet memuru olamadıkları gibi büyük şirketlerde de iş bulmakta güçlük çektiler. Üstelik çoğunun da bir mesleği yoktu. Delikanlılık, gözüpeklik de bu âlemde para etmiyordu. Bu özelliklerinin para getireceği bir alan arayışına girdiklerinde bir süre sonra yeraltı dünyası onlardan sorulur hale geldi.

Ancak ülkücüler bu âleme de şahsiyet getirdikleri inancındalar. Hiçbir ülkücünün kadın ve esrar işi yapmayacağını söyleyen Mehmet Pehlivanlı neler yapacaklarını da şöyle anlatıyor; “Çek—senet işi yaparlar. Ama gelen kişinin haklı olması lazım. Parayı tahsil etmeye gider. Adama der ki, sen bana zamanında iş vermemiştin, onun da diyetini bana vereceksin. Vermezse bacağına kurşunu yer. Sonra diğerine dönüp, senin paranı aldım mı aldım, onun payını ver. Zamanında kapına gelip korumalığını yapayım dedim mi dedim. O zaman kabul etmedin, bugün bana muhtaç oldun. Öyleyse onun da diyetini ver.”

Yeraltında faaliyet gösteren bütün ülkücülerin Pehlivanlı’nın tanımına uyduğunu söylemek ise hayli güç. Uyuşturucu işi de dahil olmak üzere bir çok kirli işte hâlâ ülkücü isimler geçiyor. Meşru zeminden ayrılıp garimeşru alanda faaliyet gösteren bir insanın ne kadar temiz kalacağı şüpheli. Zaten Pehlivanlı da, işin ucu meşruluktan çıkınca kontrol etmek zordur diyor; “Ben bunlara şahidim, hepsi pırıl pırıl çocuklar. Ama bulundukları ortam onları değiştirebilir. Birinci gömlek düzgün olsa bile ikinci gömlek eğri olur.” En son Gebze’de yaşanan olay meşru zeminden çıkmış birinin neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemliydi. Ülkücü Baba Kürşat Yılmaz’ın 20 gün önce evlenen kızı Ülkü Yılmaz’ın eski nişanlısı Dursun İri tarafından kaçırılması İri’nin iki kardeşinin ölümüne sebep oldu. Baba Kürşat Yılmaz hapisteydi ancak, olayların kızının kaçırılmasının ertesi gününe rastlaması cinayetin Kürşat Yılmaz’ın adamları tarafından yapılma ihtimalini güçlendiriyordu. Yılmaz ailesine göre Ülkü kaçırılmıştı. İri ailesi ise Ülkü’nün kendi gönlü ile kaçtığını iddia ediyordu. Henüz hiçbir şey belli değilken iki genç insanın ölümüne “o âlem”in kuralları gereği karar verilmişti. Bu kararı ise tabii ki güçlü olan verebilirdi. Abdullah Çiftçi kanun dışı iş yapan insanların olabileceğini ancak, onların yaptıklarının ülkücü düşünceyi bağlamayacağını söylüyor; “Bir insanın ben ülkücüyüm demesi ülkücü düşünceyi bağlamaz, ülkücü hareketi bağlar. Ama onların da sayısı kaç? Allah aşkına tesbit etsinler. Milyonlarca insanı olan bir düşünceden 100 eroin satıcısı çıksa ne olur? Bu, ülkücü düşüncenin eroin satmayı mübah gören bir düşünce olduğunu göstermez. Şahısların günahı neden hareketi bağlasın ki?” Tuğrul Türkeş de sayıları iki elin parmağını geçmez dediği bu insanlar yüzünden ülkücü hareketin zor durumda kaldığını söylüyor. Basındaki solcuların hep aynı isimleri gündeme getirerek, ülkücülük imajı ile yeraltı dünyasının karanlık işleri arasında bağlantı kurmaya çalıştığına dikkat çeken Türkeş, ülkücüyüm deyip suç işleyenlerden parti olarak rahatsız olduklarını belirtiyor.

Türkücü ülkücüler

İlk kuşak ülkücüler kendilerini ciddi bir okuldan mezun olmuş gibi görüyordu: Ülkücülük okulu. Artık böyle bir okul olmadığını düşünüyorlar. Bugünün gençlerinin ülkücülüğüyle kendilerinin ülkücülüğü çok farklıydı. O zamanki gençler yakasına bozkurt rozetini takmaya çekinirmiş. Ama bunun sebebi korku değil, o rozetin sorumululuğunu taşıyamama kaygısıymış. Ben ona layık olabilir miyim düşüncesi büyük ideallere sahip gençlerin kendilerini ifade eden rozeti yakalarına takmalarına engel olmuştu. Bugünse kurt işareti yapmak için ülkücü fikri benimsemek gerekmiyor. Sol görüşe sahip olanlar dahi kazanılan bir milli maçın ardından kalabalığın arasına karışıp kurt işaretiyle sevinç gösterileri yapabiliyor. Arabasına üç hilalli bayrak asan bir genç elinde bira şişesi ile Bağdat Caddesi’nde “volta” atarken gördüğü kameraya kurt işareti yapabiliyor. MHP MYK üyesi İbrahim Çiftçi, ülkü ocaklarına her kesimden insan girer çıkar olmuş derken, ülkü ocaklarının eski işlevini kaybetmesinin üzüntüsünü yaşıyor; “Eskiden bir ülkücü ne yapsa anında ocak’ın haberi olurdu. Sıkı bir disiplin vardı ve herkes birbirini kontrol ederdi. Seminerlerimiz, kitap okuma günlerimiz olurdu. Şimdi hiçbiri yapılmıyor. Ocak için birkaç kuruş para veren insanlar saygı görüyor.” Necdet Sevinç de 12 Eylül’den sonra ciddi bir ülkücülük eğitimi yapılmadığını belirterek, artık Türkiye’nin meselelerini bilen vasıflı ülkücüler yetişmiyor diyor. Yaşı 40’a yaklaşan ilk kuşak ülkücülerin çoğu ülkü ocaklarına gitmek istemiyor. Abdullah Çiftçi bunun sebebini şöyle açıklıyor; “Biz büyüğümüzün yanında bırakın sigara içmeyi, ayak ayak üstüne atıp oturamazdık. Bugünse kimsenin kimseye saygısı kalmamış. Oraları gördükçe içim cız ediyor.”

Eski ülkücüler yenileri uzaktan seyretmeye devam ediyor. Ahmet Turan Alkan’ın deyimiyle yatağına kırgın akan ırmaklar gibi yaşamlarını sürdüren ilk kuşak ülkücüler yenileri uzaktan seyretmeyi tercih ediyor. Bir kısmı artık kendini hareketin dışında görürken, bir kısmı da fikirlerinin sokakta ve devlette iktidar olduğunu görmenin haklı gururuyla artık tütmeyen ocak’ları seyrediyor. Onlar ocaklı olmayı partili olmaktan daha üstün tutan kuşaktan gelmişlerdi. Burada aykırı olmanın, idealist olmanın mutluluğunu yaşamışlardı. Hâlâ içlerinden atamadıkları o duygularla bakıyorlar eski yuvalarına; yaşanılandan, söylenenden uzak gerçek ülkücülüğü hayal ederek.

Kaynak: Aksiyon Dergisi

Ziyaret -> Toplam : 119,52 M - Bugn : 331657

ulkucudunya@ulkucudunya.com