« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Ara

2007

Evlenme Töreni

Demir ÖZLÜ 26 Aralık 2007

Kimsenin nereye gideceğini bilemediği bir tatil günü, uzaktan da olsa, bir 'evlenme töreni' izleyeceğimi önceden kestiremezdim doğrusu. Kentin büyük kiliselerinden biri önünde, kilisenin ön tarafına düşen, kara giysiler giyinmiş, bir yığın insanın kaynaştığı, sokağa açılan bir avluda. 'Evlenme töreni'nin son bölümüydü bu. Ledya getirtmişti beni oraya, biraz önce yataktan birlikte kalktığımız kız. Hiç olmazsa, törenin sonuna yetişebilmek için acele ediyordu.

Onunla nasıl tanıştığımızı şimdi de ansıyorum: Kalabalık bir davetteydi, kentin önde gelen mahallelerinden birinde, bir apartmanın en üstüne düşen büyük bir katta. Geniş, çok geniş, iç-içe üç salondu çağrılıların, o kadınlı-erkekli, konuşkan kalabalığın doldurduğu yer. Aydınlara özgü bir konuşkanlık içinde yüzüyordu. Salonun duvarlarından birine dayatılmış, genişçe bir masanın üzerine büyük, yiyeceklerle dolu, tabaklar sıralanmıştı. İçkilerse, ötedeki duvara dayalı bir masanın üzerindeydi. Başka bir masada da tabaklar vardı. Herkes birşeyler alıp yemişti, içki içiliyordu. O sırada rastlaştık, salonun bir yerinde Ledya'yla, karalar giyinmişti, ayağında bale ayakkabılarını andıran düz ayakkabılar vardı. Tanışmamız çok tuhaf oldu. Kendiliğinden. Dans ediyorduk. Çok yakındı bana, öpmek istedim.
"Olmaz ama burda, kocam var biraz ötede, kanepede oturuyor."
"Bu balo, neyin adına düzenlenmiş?"
"Ne balosu, düpedüz bir ev toplantısı bu!"
Biraz sonra, ilgisini koparmamak için:
"Ne düşünüyorsunuz?" dedim.
"Güneş'i, Güneş Eskin'i düşünüyorum" dedi.
"Ne Güneş mi? Nerden tanıyorsun sen onu?"
"Tanımıyorum. Ama onu düşünüyorum. Sen Güneş'i tanıyor musun?"
"Tabiy, tanıyorum."
"İmkansız. Güneş Eskin'i tanıyorsun demek?"
"Tanıyorum tabiy. Paris'te öldü."
Şaşılacak şeydi. Gözlerini dikmiş, çok ötelere bakıyordu, bütünüyle havadaydı, havada, uzakta, gözleri nemliydi şimdiden, ötelere bakıyordu.
"Tanıman imkânsız Güneş'i. Sen o zamanlara yetişmedin. Nasıl oluyor da, 'Güneş'i düşünüyorum' diyebiliyorsun."
"Güneş'i düşünüyorum. Seviyorum onu. Onun ince, duyarlı varlığını seviyorum."
"Güneş'i..."
Yıllar önceydi ben Güneş'i tanıdığımda. İnce, uzun, güzel bir çocuktu Güneş. Paris'e kaçtı. Ordan birkaç defa Atina'ya gitti, annesini görmeye. Çok güzel bir kadın olan annesine tutkundu. Sadece içki içti kısa yaşamı boyunca, hep sarhoştu. İçki şişesi, ona, annesinin uzattığı bir süt dolu biberondu sanki. Sevdiği kadınlar oldu, genç kadınlar, yaşlı kadınlar. Bacakları birbirine dolaşarak dolaştı. Biraz resim yapmaya çalıştı. Çok çok içti, birçok sabahı içki ile karşıladı. Kaldırımlara düşüp uyudu. Sonra bir gün, sabaha karşı bir otomobilin altına attı kendini -ya da sarhoşluktan düştü. Belli olmadı bu. Otomobili kullanan şoför bile bir şey söyleyemedi bu konuda. Orda Paris'te, Montparnasse dörtyol ağzında.
"Büyük bir bulvarda yürüyor Güneş, karanlık, ışıklı bulvarda. Çok sevdiğim bir insan o benim" dedi Ledya.
Böylece davet, şaşılacak bir davet oldu. Bir yığın insan vardı. Tiyatro oyuncuları, sinema eleştirmenleri, genç felsefeciler, çok genç şairler, moda yaratıcıları, ikide bir Avrupa'ya gidip gelenler, gazete yazarları, tanıdıklar... dışarda, apartmanların arasında otomobillerle dolu bir sokak, nereye uzandığı belli olmayan bir gece. Kimi geceler, sabaha değin oturuluyor, sabah olunca otomobillere atlanıp kuzeye, Karadeniz kıyısına, kumluk, beyaz köpüklü, dalgalı sahile gidiliyordu, ormanlar arasından geçerek. Güneşin altında kumsalda yatıp dinleniliyor, denizde yüzülüyor, sonra kıyıda bir parça daha içki içiliyordu.
Başını alıp giden günlerdi, mevsim yaza doğru gidiyordu, kaygısız bir dönemdi. Gezintilerle dolu. Güneş ışıldıyor, görkemli bir yaz mevsiminin doğuşunu muştuluyordu. Pırıl pırıl bir yaz mevsimi gelecekti, buydu beklenen, günler, insanı, geniş, çiçekli bir bulvara çıkaran, küçük, sayfiye şehri sokakları gibiydi.
Sonra, Ledya, bana bir dergide, yıllarca önce yayımlanmış bir yazımı gösterdi. Ne karşılık vereceğimi şaşırdım.
"Bilinç-altının boşaltılması gerekli" dedim. "Onu boşaltınca, içinden en olmayacak şeylerin çıktığı bir çeyiz sandığı gibi, sonsuz tuhaf şeyler çıkıyor ortaya."
"En önemli görüntüyü, sonra yakın tümcelerden birinin içine saklamışsın" dedi.
"Sen bir yazarsın" dedim, bir algı gücüyle. "Her zaman korkarım bilinç-altından. O bilmediğimiz eğilimlerimizin yattığı bilinç-altı. Bazen, yarı uyanık, yattığım yerde, sıçrıyorum. Acı, yüreğimi kıvrandırıyor. Çok derin bir acı... gerçekten daha derin bir acı, gerçeğe uymayan bir imgenin acısı. Bizden önceki boşluk da, bizden sonraki boşluk da, orada, bilinç-altında uzanıyor."
Şaşılacak bir biçimde, aynı sözcükleri kullanıyorduk. Ama sevişmek için yatağa uzandığımızda boşa gidiyordu bütün bu gayret. Gövdesi geriliyor, sevişmekten hiçbir tat almadığı açıkça belli oluyordu.
"Ah... gençlik yıllarında çok spor yapmamalıymışım" diyordu. "Neler kaçırdığımı elden, şimdi anlıyorum."
İrice bir genç kadındı, geniş omuzlu, bembeyaz bir gövdesi vardı. Soyunup yatağa uzandığında, Modigliani'nin, bazı çıplak kadın resimlerinde olduğu gibi, uzun, iri beyazlığıyla bütün çerçeveyi kaplıyordu. Edinmiş olduğum alışkanlık yüzünden, uzun bir süre onla aşk yapmaya çalışıyordum.
"Ah, nasıl da vardım bu duruma" diyordu. "Geçecek, geçecek bu, açılacağım. Çok iyi bir kadın olacağım."
"Bir orospu mu olacaksın yani?" diyordum gülümseyerek.
"Bir orospu olacağım... Yüzmeyle uğraşıp duracak ne vardı? Belki kocamı da ben sürükledim soğukluğa, uzaklaşmaya. Kasılmalarımla. Böylece, her şey uçup gitti işte elimden. Sevişirken, sadece senin davranışlarına bakıyorum. Bilincim uyumuyor hiç. Çalışması durmuyor."

Bazen gerçek, beyaz, mat, dokununca yumuşak bir varlık önünüzde durur da, sizin, sanki düşsel bir kilisenin avlusuna doğru çekildiğiniz olur. Çok ötelere gitmeden tabii: gerçekle bağlantıları büsbütün koparmadan, sadece şöyle bir çekilme, öteye doğru ruhun şöyle bir uçması, içinde, alacakaranlıkta, buhurdanlar tüten yapıya doğru. Üstelik, düşüp kalktığınız kadın Hıristiyan ya da Musevi'yse, bu kesinkes böyledir.
"Bil bakalım, benim evimde en çok ne var?" dedi yolda yürürken.
"Nerden bileyim? Evini görmedim ki?"
"Biraz kafanı işletirsen bulursun. Kafan işliyorsa tabii."
"Bulamıyorum. Uğraşıyorum. Bilemedim."
"Kitaplarla yapma bebekler!.."
"........."
"En çok kitaplarla yapma bebekler var. Biraz düşünsen bulabilirdin."
"Kitapları anlıyorum. Çok okuyorsun. Ama oyuncak bebekleri n'apıyorsun?"
"Çocuğu olmayan bir kadının oyuncak bebekleri olur."
Oldukça sıcak bir öğleden sonrayı çıplak, yatakta geçirdik. Beyaz, iri gövdesi yanımda uzanıyordu. Teninin kokusunu duyuyor, çıplaklığı içine gömülüp duruyordum sanki. Akşamüzerine doğru:
"Kilisede bir evlenme törenine uğramam gerek" dedi.
"Haydi sen git. N'apacaksın evlenme törenine gidip de."
"Ah, mutlaka görünmem, bir görünmem gerekli. Çok yakınım evlenen kız. Durup dururken evleniyor. Boş yere. Neler yitirdiğini bilmeyecek kadar şaşkın. Sen de gel ama."
"Nasıl gelirim kilisede bir evlenme törenine?"
"Gel, bir dakika bekle, hemen kutlayıp ayrılacağım."

Kilisenin karşısına düşen bir sokağın başında bekliyordum. Çanlar çaldı, yeni evliler, evlenme giysileri içinde, çağrılılar, kara giysileriyle, kiremit rengi taşlar döşeli kilse avlusuna çıktılar. Ledya koştu, geline sarıldı, damatla, daha birkaç kişinin ellerini sıktı. Ledya'ya da sarılanlar oldu. Tatil günü olduğundan, kiliseyle, benim bulunduğum sokak arasındaki cadde bomboştu. Taşıtlar geçiyordu. Sokak, arkada, kapısına merdivenle çıkılan başka bir kiliseye doğru uzanıyordu: başka yapılar arasında gizlenmiş, küçük, güzel bir Ortodoks kilisesiydi. Karşıya, Katolik kilisesinin avlusuna bakıyordum. Evlenme töreninin sonuydu. Kalabalık dağılmak üzereydi. Güneş batıyor, son ışıkları yapının yüzüne, avlunun aralıklarına vuruyordu. Ledya, koşup geldi:
"İşte gördün, gitti kız" dedi. Gerçekten acı içinde gibiydi.
"Ama nasıl olur Katolik kilisesinde, siz Musevi değil misiniz?"
Besbelli zengin ailelerdi. Ledya'nın ailesi de eski varlıklı bir aileydi. İçimde tanımlayamadığım, bir boşluk duygusu mu, bir acı mı olduğunu bilemediğim bir şey vardı. Kilisenin çanları daha güçlü vurdu, boş, tatil günü sokaklarına dağıldı tınlamaları. Buhurdanlar tüttü. Kilisenin içinde bütün ışıklarla, yüzlerce mum yandı. O zaman derinden bir koro başladı. Başrahip, elindeki buhurdanı kaldırıp, yüksek sesle konuşmaya başladı.
"Haydi gidelim" dedi Ledya.
Derin bir sıkıntı içindeydim. Şaşkındım. İkimizde üzülüyorduk.
"Gidelim, ama nereye?" dedim.

Ziyaret -> Toplam : 119,58 M - Bugn : 61035

ulkucudunya@ulkucudunya.com