Hayat Ne Tatlı
Memduh Şevket ESENDAL 27 Kasım 2007
Temmuz, öğle vakti. Komşuda bir kadın sesi... Neye bağırdığı anlaşılmıyor. Belki çocuğuna haykırıyor. Müezzin'in duvarlarından tahtaboşa bir kedi atladı. Birkaç ev ötede bir tavuk gıdaklıyor, bir horoz ona yardım ediyor...
(...)
Hafız Nuri Efendi, kapının arkasından şemsiyesini aldı, yavaşça sokağa çıktı. Neden? Bir işi mi var? Birini mi görecekti? Hiçbir işi yok. Hiç çıkmasa da olabilirdi. Ancak, çıkmış bulundu. Ayakları onu dört yol ağzına doğru götürdü. İki evin arasındaki dar aralıktan, vagonların geçtiği görülüyor! Geçti, geçti, sonra birdenbire bitti. Oooooh!.. Nuri Efendi, rahatsız olmuştu. Edirne'den İstanbul'a kadar gelmişsin, Sirkeci kaç adımlık yer! Şöyle yavaş yavaş, kamil kamil gitse olmaz mı?... Deli gibi, sanki kelle götürüyor.
Hafız Nuri Efendi, köşeye dayanmış duruyordu. Birdenbire yanında birini gördü. Kavaf'ın Şükrü... Arka sokaktan mı çıktı?... Nuri Efendiye:
-Birini mi bekliyorsun? Diye sordu.
-Yoooook!...
-E, duracak mısın? Diye sordu.
-Bilmem, duruyorum işte...
-Yoksa, bir dalgan mı var?
-Yoooook... Ne dalgam olacak!
-Olur a! İnsan bu...
Nuri sesini çıkarmadı. Biraz durduktan sonra gene Şükrü:
-E, duracak mısın? Diye sordu.
-Duruyorum, bilmem, dedi...
-Gelirsen, gel. Seni Kumkapı'ya götüreyim.
Nuri boynunu büktü.
-Gidelim, dersen, gidelim, dedi.
-Yürü, gezmiş olursun.
Yürüdüler. Karşı kaldırıma geçtiler, sağa, sokağa saptılar, demir yoluna çıktılar. Şükrü:
-Sen gidedur, ben sana yetişirim, dedi, oradaki odun deposuna girdi.
Hafız Nuri Efendi yürüdü. Şemsiyesine dayanarak, iki yanda bostanlara, marullara, salatalara bakarak yürüyor. Geçitten geçerek mahalle içinden istasyonun arkasını dolaştı, yeniden demir yoluna çıkacağı yerde mahallelerinin kömürcüsü Halil ile karşılaştılar.
-Hayrola Nuri Efendi, nereye?
-Valla bilmem, işte öyle gidiyorum...
Arkasına dönüp bakarak:
-Şükrü gelecekti, gelmedi.
Halil sordu:
-Hangi Şükrü? Dedi.
-Kavaf'ın Şükrü!
-Bir yere mi gideceksiniz?
-Yooo, öyle, gidelim, dedi idi de... Gelmedi.
Halil:
-Bırak canım, dedi, Şükrü'nün ipiyle kuyuya inilir mi! Kim bilir nereye takılmış kalmıştır. Ben mahalleye gidiyorum, hadi, dön gidelim.
Nuri Efendi boynunu büktü:
-Olur, dönelim, dedi.
-Hadi, hadi. Yürü...
Döndüler. Halil, kömür almaya gelip de pazarlığı yapamadığını anlatmaya başlamış ve daha on beş adım atmamışlardı ki, arkadan Halil'i çağırdılar. Bu çağrılıştan, bozulan pazarlığın düzeleceğini anlayan Halil döndü, Nuri Efendiye:
-Sen, dedi, gidedur. Ben yetişirim.
Nuri Efendi yürüdü. Geldiği yolu tutturup gene tek başına mahallelerinin kahvesinin kapısı önüne kadar geldi.
İki kişi, ortada, alçak hasır iskemlelere karşılıklı oturmuş, tavla oynuyorlardı. O da gitti, üçüncü boş iskemleye oturdu.
Oyunculardan biri oyunu kaybetti. Yenilmesini Hafız'ın uğursuzluğuna verdi.
-Hafız, dedi. Şimdi oyun bitince, bir parti de seninle oynayacağım.
Hafız şemsiye sapını ağzından çıkararak:
-Ben tavla bilmem ki, dedi.
-Tavla bilmez misin?
-Bilmem ya!...
-E, bilmezsin de deminden beri ne bakıp duruyorsun?
Hafız Nuri Efendi, buna kızar gibi oldu. "Benim sana ne ziyanım var" diyecekti, demedi. Kalktı, kahve kapısına gitti, durdu. "Eve dönsem" diye düşündü. Artık ikindi vakti. Akşam oluyor. Köşeden geçerken bakkaldan ekmeğini aldı, eve gitti. Annesi kapının ipini çekti. Mangalda pişen yemeğin kokusu bütün evi bürümüştü. Odasına çıktı, gecelik entarisini, Şam hırkasını giydi, pencerenin önünde oturdu. Akşam satıcıları geçiyor. Mahalleye akşam rengi çöküyordu. Sokağın köşesinden bir çocuk:
-Hayriii, gel; annem seni çağırıyor! Diye kardeşine sesleniyor. Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyalarını tıkırdatarak geçiyor. Komşu Gaffar'ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından sokmaya uğraşıyor. İki hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar. Mutfakta annesinin takunyalarla dolaştığı duyuluyor... "Hayat, ne tatlı şey" diye düşündü. İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı.