« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

11 Mar

2024

MÜSLÜMANLARIN AVRUPA’YI KEŞFİ

11 Mart 2024

(Batı hakkındaki Bilimsel Çalışmaları)

Bernard Lewis okumaya devam ediyoruz. Böylece bir yazar okumaya başlayınca bütün külliyatını okuma alışkanlığım ve titizliğimin Bernard Lewis için olan tarafından da şu ana kadar okuduğum Bernard Lewis’e ait kitap sayısı altı yedi tane oldu.
Bernard Lewis’in “Müslümanların - Batı Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları - Avrupa’yı Keşfi” adlı bu kitabı 1981 yılında yayınlanmış. İlk kez Türkçeye 2001 yılında çevrilmiş ve baskısı yapılmış bu elimizdeki kitap ikinci baskı olup 462 sayfadan ibarettir. İkinci baskıyı Akıl Çelen Kitaplar 2023 yılında yapmış. Böyle durumlarda bir yanıltıcı durum ortaya çıkmakta ki aynı muhtevaya sahip kitabı farklı yayınevleri farklı isimlerle tercüme edip okuyucuyu yanıltmaktadırlar. Bu yolla okuyucuların mağdur edilmesinin Kültür bakanlığı önüne geçmesi ve kitapların tercümelerinde orijinal ismin tercümesini her zaman şart koşması ya da farklı yayınevlerinin Türkiye’deki ilk ismiyle yayınlamasını sağlaması gerekir. “Müslümanların - Batı Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları - Avrupa’yı Keşfi” kitap 2001 yılındaki baskısı için yazılmış Ön Söz ile başlıyor, ilk yayınlandığı Ön Söz ile devam edip “Temas ve Etki” başlığı ile mevzuya girerek “Müslümanların Dünya Görüş”, “Dil ve Tercüme”, “İletişim Araçları ve Aracılar”, “Müslümanların Batı Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları”, “Din”, “Ekonomi: Algılar ve İlişkiler”, “Yönetim ve Adalet”, “Bilim ve Teknoloji”, “Kültür Hayatı”, “Toplum ve Birey”, “Sonuç”, “Görsellerin Alındığı Kaynaklar”, “Dizin” olarak devam etmektedir. Kitap Belgin Çınar tarafından Türkçeye aktarılmıştır.
Samuel Johnson’un “Dünya’da merak etmeye değer iki şey var, Hristiyan alemi ile İslam alemi. Geri kalanında barbarlıktan başka şey bulamazsınız” (S:5) sözünden yola çıkan Bernard Lewis iki din arsındaki yüzlerce hatta binlerce yıllık savaşların bu benzerliklerin iki din tarafından göz ardı edilmesine sebep olduğunu ve aslında her iki dinin çok ortak noktasının olduğunu, her iki dinin de Ortadoğu’nun Musevi ve Helenistik geleneklerinden geldiğini, ancak her iki din de Musevilik felsefesine fazlalık olarak taşıyıcısı olduklarını iddia ettikleri Tanrı’nın gerçekliğini insanlığa yaymakla görevli oldukları inancını ilave ettiklerini savunmaktadır (S:6). Burada iki noktaya İslam açısından bakmak gerekir ki; birincisi İslam din hususunda İlk peygamber Hz. Adem’den son Peygamber Hz. Muhammed arasındaki bütün peygamber ve nebilerin tebliği ettiği dinin İslam olduğuna inanır. “İnneddine indalllahi’l İslam = Allah katında hak din İslam’dır.” (Al-i İmran Suresi 19. Ayet) Yani İslam hiçbir zaman bir kültürün devamı olarak değil de tanrının buyruğu olarak gelmiştir. Hz. İsa’nın yaydığı Hristiyanlık da Hz. Muhammed’in yaydığı İslam dini de. Tabi ki Hristiyanlık muharref olduğu için Hz. Muhammed dinini tebliğe başlayınca hükmünü kaybetmiştir. İkincisi ise her ne kadar Hristiyanlık muharref olduğu için İslam gelmiş olsa da elbette Hristiyanlık’ta bozulmamış bazı unsurlar kalmıştır ve dolayısıyla da İslam ile ortak noktaları vardır.
Avrupa’nın İslam dünyasındaki gelişmişlik dolayısıyla Arapça’yı öğrenip çeviriler yaptığı, öğretim için çeşitli merkezler kurduğu sırada İslam dünyası Avrupa’yı hiç merak etmiyordu. Çünkü Avrupa’dan bilim ve teknoloji konusunda alabilecekleri bir şey yoktu. “Avrupa’da Müslümanları cezbedecek fazla bir şey de yoktu.” (S:9) tercüman ihtiyaçlarını da dönmeler veya göçmenlerden sağlıyorken “On dokuzuncu yüzyılın başlarında önce Türkiye’de daha sonra da başka yerlerde Müslümanlar İslam dünyası ile Hristiyan dünyası arasındaki dengelerin sadece güç anlamında değil bilgi bakımından da değişmeye başladığını fark ettiler ve Avrupa dillerini öğrenmek için çaba sarf etmek gerektiğini anladılar.” (S:10)
Bernard Lewis İslam ile Hristiyanlık arasında Hz. Muhammed’in İslam’ı tebliğe başlaması ile temas kurulduğunu ve 632 yılında Hz. Muhammed’in ölümünden 732 yılında Charles Martel’in komutasındaki Frenk ordularına Tur ve Puvatya savaşında yenilinceye kadar ilerlemeye devam ettiğini, Charles Martel’in komutasındaki Frenk ordusunun ilk kez topluca kurtarılacak Avrupa fikrini verdiğini, yani Haçlı zihniyetinin uyandığını söylemektedir. Doğu’da Bizans ile Batı’da da İspanya ve Portekiz ile karşı karşıya geldiklerini, hatta Batı’da Fransa sınırına dayandıklarını ve bazı yazarların da bu durumu “759’da Araplar tarafından ele geçirilen Narbonne şehrinden ‘Müslümanların Frenk topraklarında fethettiği son şehir olarak söz ederler.” (S:21) şeklinde ifade ettiklerini söyler. Arap kaynaklarının İslam Ordularının Charles Martel’in komutasındaki Frenk ordusuna Tur ve Puvatya’da yenilmesinden 11. yüzyıla kadar bahsetmediğini ancak İbn Abd El-Hakam’ın (803-871) ancak “Abdurrahman bin Abdullah El-Akki… Daha sonra çıktığı bir seferde o ve beraberindekiler İslam uğruna şehit oldular. Ölümü… 115 (733-734) yılında gerçekleşmiştir.” (S:22) diyerek çok az bahsettiğini ifade eder. Tur ve Puvatya savaşları sanki Türk’ün İngilizlere karşı kazandığı Kut’ul Amare savaşından Türk tarihinde bahsedilmemesi gibi Arap tarihinde de unutturulmuş ve bahsedilmemiştir. Aralarındaki fark Türkler Kut’ul Amare savaşını kazanmış olmalarına rağmen büyük ihtimalle İngiliz baskısı yüzünden tarihlerinde yazamamıştı, Araplar ise Tur ve Puvatya savaşlarını kaybetmiş oldukları için yazmamışlardı.
Buraya kadar anlatılanlardan görüyoruz ki Bernard Lewis İslam orduları başarı kazanırken kullandığı Arap orduları tabiri ile başarıları Araplara mal ederken kaybederken Arap orduları tabirini kullanmaz yerine İslam orduları diyerek başarısızlığı bütün Müslümanlara yükler (S:22).
“Tunus’ta ardından da Mısır’da ortaya çıkan Fatımi mezhebinin rakip halifesi onuncu yüzyıl boyunca İslam dünyasını başı olma konusunda Abbasilere meydan okudu. Fatımilerden önce Müslüman devletlerde özerk hatta bağımsız hükümdarlar vardı, ancak bunların çoğu Sünni Abbasi halifesinin egemenliğine göstermelik de olsa belli bir bağlılık duyuyorlardı. Fatımiler bunu bile kabul etmeyip kendilerinin Abbasi zorbalığına son verecek yegâne meşru halifelik makamı olduğunu öne sürmüşlerdir. Böylece İslam içinde iki halifelik makamı olmuş oldu ve çok geçmeden Fatımi saldırısı ve yayılmacılığının tehdidi altındaki İspanya’daki Emevi Kurtuba Emiri’nin kendsini egemenliği altındaki toprakların halifesi ilan etmesiyle bu sayı üçe çıktı.” (S:25) Bernard Lewis tarihte bir dönemde İslam dünyasında Abbasi Sünni Halifesi, fantimi Halifesi ve Emevi Kurtuba halifesi olmak üzere üç halifeliğin hüküm sürdüğünü, ayrıca bu halifeliklere bağlı bağımsız İslam devletleri olduğunu ortaya koyarak Türkiye’deki tek halife ve tek İslam devleti tartışmalarının dini değil siyasi olduğunu göstermiştir. Eğer dini bir zorunluluk olsaydı en azından Emevi Kurtuba halifeliği ile Abbasi Sünni halifeliği aynı anda hüküm ferma olmadılar. Ayrıca Bernard Lewis bu üç başlılığın İslam dünyasında iç kargaşalara ve savaşlara neden olması dolayısıyla Hristiyan dünyaya yönelik ilerlemenin de durduğunu ifade eder. Buna rağmen yine de İslam topraklarına ilk saldırının Hazar Türkleri ve Vikinglerden olduğunu “İslam topraklarına yönelik ilk ciddi saldırılar Müslümanlar ya da Hristiyanlardan değil, doğuda Hazar Türkleri, batıda ise Vikinglerden geldi.” (S:25-26) diyerek ortaya koymaktadır.
İspanya’da Hristiyanların yapmış olduğu İslam topraklarındaki fetihlere Reconquista (Yeniden Fetih) (S:26) denmesine rağmen doğuda Müslümanlar tarafından Hristiyan saldırılarına herhangi bir isim verilmemişti. Ta ki Arap Hristiyan yazarlar “Haçlı” ve “Haçlı Seferi” (S:27) kavramlarını kullanana kadar.
İslam Toprakları batıdan Berberi ve Bedevilerin doğuda Orta Asya’dan gelen Türkler ve daha sonra Moğolların saldırısına uğradı (S:27). Üç yüz yıl uğraştırsa da Bedevi ve Berberilerin Müslüman olması Türklerin de kısa süre sonra Müslüman olması İslam devletlerine fazla zarar vermedi. Ancak 1096-1097 yıllarında Haçlıların gelişi öyle olmadı. “Geçtikleri her yeri yakıp yıkan haçlılar Suriye ve Filistin kıyıları boyunca Toros dağları eteklerinden Sina yakınlarına kadar uzanan bir dizi Frenk, Hristiyan ve feodal devlet kurmayı başardılar.” (S:29) Kurulan Hristiyan Prensliklerin İslam topraklarından silinmesi iki yüzyıldan fazla sürdü. “Suriye kıyılarının kaybı başlangıçta Halep, Kahire ve Şam’da bile fazla ettik yaratmadı. Başka yerlerde ise farkına bile varılmadı. [Filistin’den gelen mültecilere] Yardıma hazır hiç kimse yoktur. Gerek doğuda gerekse batıdaki Müslüman yöneticiler yeni [Hristiyan] komşularıyla ilişki kurmaya çalışıyor, kimi zaman Müslüman kardeşlerine karşı onlarla işbirliği yapıyorlardı.” (S:29)
“ticari ve dini temaslar ana dili Arapça olmakla beraber Avrupa dillerine de belli bir aşinalığı olan ve Avrupalılarla ilişki içinde bulunan küçük bir çekirdek topluluğun oluşmasına yardımcı oldu.” (S:32) Bernard Lewis burada hiç ilmi çalışmalardan tercümelerden bahsetmese de belki ilk ilmi, temasların temeli böylece atılmıştır.
11. ve 12.yüzyıllarda Selçuklular Anadolu’yu fethedip yerleşerek Türk ve yeniden Müslüman yurduna çevirdiler. Ancak bu sırada doğudan Orta Asya’dan Cengiz han kumandasındaki Moğol saldırı ve istilasına uğradılar. Geri dönüp Bağdat’ı istila edip halife ve ailesini öldürdüler (S:34). Kuzeyde de Polonya, Macaristan hatta Silezya sınırlarına ulaştılar. Buradaki Türkler ile karışarak tatar adını aldılar. Alın Orda devleti ile devam edip Müslüman oldular (S:35). Selçuklular yıkılınca varisi Osmanlılar devreye girdi ve cihatçı yapısıyla beylikten devlete, devletten imparatorluğu dönüştü (S:37). “Avrupa Hristiyanlığının ilk büyük cihada verdiği cevap haçlı Seferleri ve Yeniden Fetih (Reconquista) olmuştu. İslam ilerleyişinin ikinci dalgasına verilen cevap ise Emperyalizm olarak tanımlanacak olan Avrupa yayılması oldu. Emperyalizm doğal olarak Avrupa’nın iki ucundaki Müslüman egemenliği altındaki ülkelerde, İber yarımadası ve Rusya’da başladı. Ardından bütün İslam topraklarını kaplayacak şekilde yayıldı.” (S.42-43)
Osmanlı Coğrafyacıları daha 1580 yılında Akdeniz ve Süveyş arasında bir kanal açarak bir donanma buldurarak İslam ticaretini muhafazayı önermişler (S:45) ancak dikkate alınmamış “Süveyş kanalı ancak yüzlerce yıl sonra [1869 yılında] açıldı, başka bir imparatorluğun ihtiyaçlarına hizmet etti.” (S:45) Daha sonra Rusların Orta Asya Müslüman Türk devletlerine karşı başlattığı istila hareketlerine engel olmak, Türklere yardım etmek için sefer düzenlemenin yanında “Planlarının bir parçası da Don ve Volga nehirleri arasında bir kanal açarak Osmanlı [savaş ve yardım] gemilerinin Karadeniz ve Hazar arasında geçiş yapabilmelerini sağlamaktı.” (S:49) Görülüyor ki her iki kanal projesi düşüncelerinin uygulanmaması Osmanlı’nın iktidar günlerinin kısalmasına sebep olmuştur.
“Osmanlılar Avrupa’ya karşı direnirken bile Avrupa’nın etkisine gittikçe daha fazla kapıldılar ve kendilerini korumak için Avrupa’nın birçok yöntemini ve uygulamasını benimsemek zorunda kaldılar. (…) Gerçek dine ve üstün güce sahip olma duygusuyla dünyanın geri kalanına tepeden bakan Müslümanlar kendilerini o güne kadar küçümsedikleri kafirlerin gittikçe artan gücüne karşı koymaya çalışır durumda buldurlar.” (S:50) aslında mesele tam da burada anlatılan gibi değildi. Bu mevzuyu daha sağlıklı olarak Osmanlı açısından anlama istiyorsak Sabri Ülgener ile Mehmet Genç’in yazdıklarını da okumalıyız. Sabri Ülgener’e göre iktisat Zihniyetinin değişmesi gerekiyordu. Mehmet Genç’e göre de aslında Osmanlı yıkılırken bile geri değildi. Sadece Osmanlı kapitalist bir zihniyet sahip değildi. Osmanlı en iyi ürünü benim halkım kullansın anlayışında bir refah toplumu düşünüyordu. Nerede üretilirse üretilsin yeteri kadar en kaliteli ürün halka sağlanmalı anlayışıyla Kapitülasyonlara bile rıza göstermişlerdi. Osmanlı sadece teknoloji üretimini atlamıştı. Kapitalistler yaratacak sermaye birikimi olmadığı için de teknolojik üretim için araştırmaları destekleyemediği için teknolojik araştırmalar yeterince yapılamıyordu. Batı ise kapitalistler oluşturacak sermaye birikimini 16. yüzyıldan beri Afrika ve Güney Doğu Asya 16. yüzyıldan beri ülkelerini sömürerek elde etmişlerdi. Sömür ise Osmanlıda yoktur. “Viyana’daki ikinci bozgunun yarattığı koşullarda ortaya uzun bir dönemin yapısını belirleyecek bir diplomasi çıktı. On sekizinci yüzyılda Osmanlılar kendilerinin artık Hristiyanlık karşısına dikilen bir İslam imparatorluğu olmadığını, aralarında müttefik ve düşmanların da bulunduğu pek çok devletten sadece biri olduklarını anlamaya başladılar.” (S:59) “Müslüman devletlerin sürekli güçten düşmesi ve Hristiyan komşularıyla olan ilişkilerinde meydan gelen değişimle birlikte kapitülasyonlar büyük oranda başlangıçtaki amacının tersi yönde işlemeye başladı. Kapitülasyonlar yerel yargılama ve vergiden muafiyeti de içeriyordu ve kapitülasyona tabi ülke vatandaşları ancak kendi konsolosluk mahkemelerince yargılanabiliyordu.” (S:65)
Türklerin dolayısıyla Müslümanların Batı’nın bilimiyle ilişkisi ilk önce askeri alanda yapılan yenilikler ve bu yenilikleri Türk askerine öğretmek için gelen yabancılar ve bu yabancı öğreticilerin kullandığı kendi dillerindeki kitapların okunması için öğrenilen yabancı diller yoluyla başladığını Bernard Lewis “Müslüman öğrencilerin daha önce küçümseye alışık oldukları ancak yeni koşullar gereği saygı göstermekle yükümlü bulundukları kafir eğitmenleriyle kurdukları ilişkilerdi. Üstelik bu eğitimi o zamana kadar öğrenme ihtiyacı duymamış oldukları yabancı dillerle almak zorundaydılar. Eğitmenlerini anlamak, talim ve eğitim kitaplarını okumak için bu dilleri öğrenmeleri gerekiyordu. Ancak Fransızcayı bir kere öğrendikten sonra başka okuma malzemelerini de ilgi çekici ve önemli bulmaya başladılar.” (S:67) şeklinde askeri teknikleri öğrenmek yoluyla başlayıp diğer alanlara yayıldığını ifade etmektedir. İkinci yolun da İbrahim Müteferrika’nın matbaayı Osmanlı ülkesine getirmesi ve matbaada Türkçe basılan eserlerin Osmanlı coğrafyasına yayılması olarak ifade etmektedir.
Bernard Lewis “Temas ve Etki” başlığı altında atmış sayfada uzun uzun Müslümanların Batılılarla ilk temas ve tanışmasının İspanya’daki Endülüs İslam Devletinin yıkılıp Hristiyanların hâkim olmasıyla başladığını ve bunun Balkanlar, Kırım ve Kuzey Afrika ülkelerinin İngiliz, Fransız vs. Avrupalı eline geçmesiyle devam ettiğini ve ancak bu şekilde Batılılar hakkında Müslümanların kanaatlarının değiştiğini, kendilerini ve medeniyetlerini üstün görme anlayışından evrilerek üstünlüklerini kabule dönüştüğünü ortaya koyar.
“Müslümanların Dünya Görüşü” başlığının ilk sayfalarında Müslümanların dünyayı parçalara bölerek isimlendirmediğini Avrupa ve Afrika gibi isimleri genelde Batılıların yapmış olduğu isimlendirme olduğu Egenin Karşısına da batılıların Asya dediğini ancak Asya’nın çok büyük olduğunu anlayınca buralar “Küçük Asya” dediklerini Müslümanların isimlendirmelerinin kültürel ve siyasi manalar içermediğini daha çok coğrafi manalar içerdiğini, İslami literatürde Araplar, Türkler, Farslar gibi etnik isimler kullanıldığını bunu da aidiyet belirtmek için kullandıklarını ancak siyasi bir mana ifade etmediğini, hükümdarların unvanlarını başında bulundukları millet ya da etnik topluluğa göre isimlendirdiğini, dünyanın Dar’ül İslam ve Dar’ül Harb olarak ikiye ayırdıklarını ifadeye çalışır. Aslında bu izahatlar da Bernard Lewis’in her şeyi söyleyip de asıl söylemediği bir husus vardır ki o da “İslam Ümmeti” anlayışla Müslümanlar arsından etnik ve statü olarak ayrım yapmadığıdır. Yani Bernard Lewis İslam’da ırkçılık ve etniklikçilik bulunmadığını söyleyememektedir. “İlk bir ya da iki yüzyıl içinde hem teoride hem de pratikte var olabilmiş tek gerçek evrensel İslam devleti küçük devletlere bölündü. Sonsuza kadar sürecek ve karşı konulamaz olduğu düşünülen cihat son buldu ve İslam dünyası ile dünyanın geri kalanı arasında hoşgörü temelli ilişkiler kuruldu.” (S:83) aslında burada bir tenakuz var gibi. Bernard Lewis baştan beri Müslümanların Avrupa’lıları Endülüs, Kırım ve Balkanların kayıplarıyla tanımaya ve güçlü olduklarını kabule başladığını söylerken burada 1. Ve 2. yüzyıllarda İslam devletinin bölündüğünü ve cihat anlayışının bittiğini ifade ederek hem Müslümanların bu tarihten sonra ki başarılarını ve hem de 6. ve 17.,18. Yüzyıllarda cereyan eden tarihi toprak kayıplarını görmezden gelmektedir.
Bernard Lewis İlmi manda Müslümanların Hristiyanları ve Yahudileri araştırmasını “sayıları az olmakla birlikte İslam alimleri arasında Yahudilerin ve Hristiyanların dinlerini ve kutsal kitaplarını araştıranlar vardı. Bu araştırmalar kimi zaman söz konusu dinleri çürütmek amacıyla yapılıyorsa da, daha çok bu dinlerden İslam’a geçmiş olanlar arasında yaygındı. Tartışma yaratmaktan çok bilgi verme amaçlı araştırmalar da yapılmış, Hristiyanların ve Yahudilerin kutsal kitapları ve inançları hakkındaki kimi değerlendirmeler Müslüman yazarların dinlerin ve öğretilenlerin sınıflandırmasını ele alan eserlerinde de yer bulmuştur-ve görünüşe göre bu sınıflandırma meselesi ve literatürü ilk olarak Orta çağ İslamında ortaya çıkmıştır.” (S:88) başladığını ve daha sonra Müslüman ülkelerde zimmi olarak yaşayan Yahudi ve Hristiyanların Arapça öğrenmeleri sonucu kendi kutsal kitapları da dahil kimi eserleri Arapçaya çevirmeleriyle ilmi temasın devam ettiğini ancak alfabelerin Süryani ve İbrani alfabesiyle yazılmış olması Müslümanların okumasını engellediğini ve Arapça bile olsa Müslüman alimlerin dikkatini çekmediğini ve “Müslümanlar Yahudilere ve Hristiyanlara karşı belli bir hoşgörü gösteriyorlar, ancak fazla saygı duymuyorlardı. İslam’ın kusursuzluğuna ve gücüne inanan Müslümanlar için Yahudiler ve Hristiyanlar hükmü geçmiş dinlerin ve fethedilmiş toprakların mensubuydular” (S:89) görüşünü ileri sürmüştür.
Ancak “On birinci ve on beşinci yüzyıllar arasında İslam’ın geri çekilmesi ve Hristiyan Yeniden Fetih (Reconquista) hareketinin İtalya, Portekiz ve İspanya’da ilerleyişi buralardaki eski yerleşik Müslümanların önemli bir bölümünün Hristiyan yönetimi altına girmesine yol açtı. Yeniden Fetih’in (Reconquista) ardında Hristiyan yöneticiler Müslüman tebaayı Hristiyanlaştırmak ya da bu topraklardan göndermek için büyük çaba sarf gösterdiler ve uzun vadede başarılı oldular.” (S:90) hatta Hristiyanlar feth ettikleri Endülüs’te Müslümanlardan kalanların yaşamasına Güneydeki İslam ülkelerinin gücüne göre müsaade ettiğini İslam devleti tamamen güçsüz olduğunda ise Müslümanları topraklarından sürdüğüne, Karadeniz’deki Müslüman toprakların Rusların elien geçmesiyle Ruslarında bu yolu takip ettiklerini ve Hristiyanların hiç adil olmadıklarına (S:92) işaret eder.
Bernard Lewis “Dil ve Tercüme” adlı bölümde orta çağ boyunca İslam Dünyasının Arapçayı ortak bir dil olarak kullandığı ve aralarında anlaşmayı sağladıklarını “Başlangıçta Müslümanlar arasında tek bir dil, Kur’an’ın ve Arap fatihlerin dili olan Arapça kullanılıyordu.” (S:95) ancak daha sonra Farsçanın İslam öncesi Farsçadan ayrışarak Arapçadan da kelimeler alarak İran, Hindistan ve Türkiye’de kullanılan bir kültür dili (S:96) olduğu, Türklerin Müslüman olmasıyla da Farsça ve Arapçadan kelimeler alan Türkçenin Farsçanın evrelerini geçirerek yeni bir İslami Türkçe oluştuğunu ve Arapça ve Farsçadan sonra İslam uygarlığı tarafından kullanılan üçüncü merkezi dilin Türkçe olduğunu, eğitimli Arapların Arapça, eğitimli Farsların Arapça ve Farsça, eğitimli Türlerin ise Arapça, Farsça ve Türkçe bildiklerini (S:96) ortaya koymaktadır.
Yahudiler İbrani alfabesini kendi dilleri ve bildikleri yabancı dilleri yazarken, Hristiyanlar Süryanice alfabesini hem kendi, dillerini hem de bildikleri diğer dilleri yazarken kullanıyor ancak Müslümanlar arasında “Kafirlerin alfabesini öğrenmek neredeyse dine saygısızlık, hatta sapıklık anlamına geliyordu, bu yüzden de çok az Müslüman yabancı dil öğrenmeye çalıştı. İslam’a sonradan girmiş kişilerin önceden bildikleri diller bir yana bırakılacak olursa, Müslümanlar arasında İslam kaynaklı olmayan diller hiç bilinmiyordu.” (S:97) “İslam aleminde dilbilgisi ve sözlük yapma ile ilgili çalışmalar İslam’a sonradan giren kişilerin kutsal kitabı okuyup anlayabilmesi için yapıldı ve bu yüzden de uzun süre sadece Arapça ile sınırlı kaldı.” (S:97)
Müslümanlar Helenistik kaynakların çevirilerini daha çok faydalılık yolunu tercih etseler de astrolojiden astronomiye ve simyadan kimyaya geniş ilgi alanına giren eserleri çevirtmiş olsalar da “Müslümanlar, Doğu Akdeniz topraklarına geldiklerinde çevirmenlerin neredeyse tamamı Hristiyan’dı ve Helenistik miras Müslümanlara büyük ölçüde Doğu Hristiyan Kiliselerinin süzgecinden geçmiş olarak ulaşmıştı.” (S:100) 906 yılında İtalyan elçinin getirdiği Latince mektubu okuyacak bir çevirmen bulunamamış ve Terzi Hadım Beşir’in yanında çalışan bir Frenk bularak okutmuşlardır. (S:101) Çevirilerin az olması da Bernard Lewis’e göre çevrilecek kitap olmamasından veya çevirmen bulunamamasından dolayı değildir, dış etkilere karşı direnç gösteren Arap [İslam] kültüründen (S:102) dolayıdır. Müslümanlar Batılıların tarih ve edebiyat ve kültür eserlerini çevirmeye layık bulmuyorlardı. “Müslüman alemi, gayrimüslimlerin dillerini öğrenmeyi reddetse ve bu dillerde yazılmış eserlere ilgi göstermese de batılılarla kültürle ilgili olmayan alanlarda ilişki kurmak zorundaydılar.” (S:104) Bu yollar da ticaret ve diplomasi ile askerlik ve denizcilik idi. Çeviri işlerinde dil öğrenip çeviri yapanlar genelde Avrupalılar oldu (S:105). Osmanlı imparatorluğu döneminde ise çevirmeler İstanbul’da bulunan Balkan Hristiyan’ı ve Müslümanlar tarafından yapılmıştır (S:105). “Müslümanların hizmetinde çalışan çevirmenlerin ya dönmeler yani İslam dinine geçerek bir İslam ülkesine yerleşmiş Batılı Hristiyanlar, ya da Zımmiler yani Müslüman devletin yönetimi altına girmiş gayrimüslimler” (S:105) olduğu görülür.
18.yüzyılda Fransa amaçlarına göre dil eğitimine tabi tutmaya başladı ve bu Yakın Doğu’da bu şekilde eğitilen Fransız çevirmenler işlev gördü. “Müslümanlar cenahında ise bununla karşılaştırılabilecek b ir ilgi oluşmadı. Başta Kuzey Afrikalılar olmak üzere bazı Müslümanlar Fransız, İspanyol veya İtalyanların konuşma dilini az çok öğrenmişlerse de, bu tamamen günlük hayata yönelikti ve genel olarak bu dillerin toplumsal ve kültürel özellikleriyle ya çok az ilgilendiler ya da hiç ilgilenmediler.” (S:110) “Batı dillerine ve bu dillerde yazılmış eserlere karşı herhangi bir entelektüel ilgi duyulduğuna dair en ufak bir işaret yoktur. On sekizinci yüzyıla kadar batı dillerinden birini öğrenmeye çalışan bir Müslüman alim ya da edebiyatçıya rastlanmadığı gibi, dilbilgisi, sözlük ve diğer dil araçlarıyla ilgili hiçbir çalışma da görülmez. Çevirilerin sayısı ise az ve uzun aralıklıdır. Bilinen çeviriler günlük amaçlara yöneliktir ve dönmeler ya da gayrimüslimler tarafından yapılmıştır.” (S:110-111) Müslümanların dini en mükemmel ve son vahyedilen din olması inancı ile diğer dinleri sapkın ve yanlış olarak algılamaları dolayısıyla bu ilgisizlik meydana gelmiştir. Bernard Lewis Osmanlı gezgini Evliya Çelebi’yi bu anlattıklarından istisna tutar ve Evliya Çelebi’nin Batılı dillere ilgi, duyduğunu ve eserinde yer verdiğini, daha önce Katip Çelebi’nin de Avrupa Dil haritasını çıkardığını ve Ynanca, Latince, İtalya İngiltere’deki farklı bölgesel dillerden, Yahudice dediği İspanyolcadan bahsettiğini de ifade eder.
Fatih Sultan Mehmet’in Türkçe’nin yanısıra Yunanca ve Slavca bildiğini Venedikli bir gezginin ağzından aktardıktan sonra “Sultan’ın herhangi bir dil bilmesi çok olası görünmese de Yunancanın ilk Osmanlılar arasında yaygın olarak konuşulduğu ve Osmanlı teşkilatının önemli bir kısmını oluşturan yeni gelenler ve dönmeler arasında Slav dilinin yaygın olarak kullanıldığı açıktır.” (S:115) Bernard Lewis Osmanlı halkı arasında Yunanca ve Slavca’nın konuşulduğunu söylemesine rağmen İstanbul’u fetheden ve fetihte kullanılan topları icat eden mühendis olan Fatih Sultan Mehmet’in Yunanca ve Slavca bildiğini kabul etmemesi doğrudan doğruya Fatih Sultan Mehmet’in şahsına yönelik küçümseyici bir kast ile hareket ettiğini göstermektedir. Kaldı ki Fatih’in bu dilleri bildiğini kitabına alan kendisi ve bu bilgiyi aktaran kişi de bir Türk değil Venedikli bir gayrimüslimdir. Demek ki Bernard Lewis’e göre halkın yabancı dil bilmesi kolay bir iş ama devleti yöneteceği için daha özel bir eğitim alan padişahın dil öğrenmesi mümkün değildir. “On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde batılı bir dil bilmek devlet memurluğunda yükselmek isteyen Türklerde aranan birinci özellik haline gelmiş, Tercüme Odası da yükselmeye giden yollardan biri olarak ordu ve sarayın yanındaki yerini almıştır.” (S:121-122)
Bernard Lewis Müslümanların Batı ile temaslarını yetersiz görürken elçiler üzerinden öne sürdüğü elçi gönderme bakımından da pek yeterli görmediği Müslümanların şu özelliğini görmezden gelmekte ve ancak sayılı elçi gönderildiğinin örneklerini vermektedir. Aslında Müslümanlar daha Hz. Muhammet zamanında bütün komşu ülkelere elçiler göndermiş ve bu ülkeleri İslam’a davet etmiştir. Ayrıca ilam ülkeleri savaşacakları ülkelere önce elçi gönderir ve bu elçinin getirdiği cevaba istinaden savaş açılırdı. Ancak bu günkü manada devamlı elçi bulundurma ve diplomatik manada uluslararası elçi göndermede Bernard Lewis’in tezi İslam ülkeleri için kısmen doğru kabul edilebilir.
“Yeniden fetih (Reconquista) ve Haçlı Seferleri çağında Hristiyan orduları Müslüman topraklarını İspanya’dan Filistin’e kadar ele geçirip kendi yönetimleri altına aldılar ve [Müslümanlar] bu yaşadıkları yerlerden ayrılmadan gözlemleme olanağı buldular.” (S:134) Bernard Lewis’in Avrupalılarla ilim ve elçilik yoluyla temasa geçmediğini söylediği Müslümanların kendi ülkelerini işgal eden Batılılarla yaşadıkları yerlerde temasa geçerek onları gözlemle fırsatı yakaladıklarını ileri sürmektedir.
Bernard Lewis, İslam Ülkelerinin Batı hakkındaki bilgilerinin kaynağını az da olsa giden elçilerin, İbrahim İbn Yakup(S:130), İbn Vasıl, İbn Munkız (S:135), Ebu Hamid (S:137), İbn Cübeyr (S:138) gibi elçi ve gezginlerin yazmış olduğu seyahat nameler ve elçilik görevine ait diplomatik raporların oluşturduğundan bahis açmakta ve Avrupa ile ilgili bilgilerin temel taşını oluşturduğunu söylemektedir. Müslümanların yaşam standartlarının 1184’lerde Avrupalı Hristiyanlardan çok yüksek olduğunu, 9.yüzyılda Avrupalıların bedensel temizliği bilmediklerini yazdıklarını söyleyen Bernard Lewis “Ancak burada İbn Cübeyr’in kastettiği muhtemelen doğrudan anlamıyla pislik değil de şarap çömlekleri, domuzlar, müzik aletleri gibi Müslümanlara kendi inanışları gereği temiz görünmeyen şeylerdir.” (S:138) diyerek İslam’ın manevi manada pis saydığı haram şeyleri kaydettiğini ifade ederek anlaşılması gerek manayı vererek ifadeyi yorum ile düzeltmeye çalışmıştır.
“Müslümanların Batı hakkında bilgi edinmelerinde asıl etkili olan Avrupalı, özellikle de Batı Avrupalı güçler ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri arasındaki diplomatik ilişkilerin gelişmesi oldu.” (S:140) Bu diplomatik ilişkilerin gelişmesinde ise ticaretin gelişmesi ve batılı Tüccarların İslam ülkelerinin liman şehirlerinde bulunmaları ile bunların haklarını koruyacak konsoloslukların ve elçiliklerin açılması, onlarla yapılan çeşitli anlaşmalar bilgi akışını sağlamıştır (S:140). Ayrıca Moğolların doğudan İslam ülkelerine gelişiyle Batılı devletlerin İslam ülkelerine karşı yeni bir müttefik edinme çalışmaları dolayısıyla diplomatik görüşmelerin artması da bu bilgi kaynaklarının birsini oluşturmuştur (S:141).
“Rönesans ve büyük keşifler çağı Avrupa’nın İslam dünyasına ilgisinin hızla artmasına neden oldu.” (S.143) “Avrupa’nın yerleşik elçilikler kanalıyla diplomatik ilişkileri sürekli hale getirme girişiminin Osmanlı başkenti İstanbul’a da uzanması gözden kaçmaması gereken bir gelişmedir.” (S:144) 16.yüzyılın sonunda Avrupa devletlerinin çoğu sık sık İstanbul’a elçi gönderiyordu, Venedik, Fransa, İngiltere ve kutsal Roma İmparatorluğunun ise daimî elçilikleri vardı. 17 ve 18. Yüzyılda diğer Avrupa devletleri de daimî elçilikler açtı. Bu elçiliklerde çalışan Katolik ve Avrupa devletlerinin birinin vatandaşı olduğunu iddia eden orta-üst sınıf bir azınlık grubu oluşmuştu bunlara Avrupa’da Levanten İstanbul’da ise “tatlı su Frengi” deniyordu (S:144-145). Kafirlerle alışveriş yapmayı pis ve tehlikeli, iş sayan Müslümanlar kafirlerle alışverişi diğer kafirlere bırakmış, hata ülkelerinde bile alışveriş yapan kafirlerle aralarına aracılar koymuştular. “Bu yüzden, özellikle de daha sonraki yüzyıllarda ‘pis işler’ denebilecek bütün işlerin gayrimüslimler tarafından yapıldığı görülür.” (S:148)
İspanya’dan göçen Yahudilerin Osmanlı devletindeki görevleri azalmaya ya da Yahudilerin yeteneklerini kaybetmeye başladığı zamanlarda 1848 yılında başarısız bir isyan sonunda Osmanlı devletine sığınan Lehler ve Macarlar bu görevi devraldı. “Bazıları İslam’a geçen ve Osmanlı hizmetinde yüksek mevkilere gelen 1848 mültecileri, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Türk devletinin idari ve askeri yapısının modernleştirilmesinde azımsanmayacak bir rol oynadılar.” (S:153)
Bernard Lewis Türk elçi gönderilmesinin azlığı hususunda Türk ve Müslüman devletlerin Avrupa Hristiyan devletlerini kafir olarak ilişki kurulmaya layık görmemesinden başka “Türk elçilerin Avrupa’ya gitmesi Hristiyan bir devletin rakip diğer bir Hristiyan devlete karşı Müslümanlarla ittifak kurduğu kuşkusunu uyandırıyor, bazı Hristiyan devletler Türk elçileri kabul etmeye istekli olsalar da bundan çekiniyorlardı.” (S:157) düşüncesinin de etken olduğunu ifade eder. Bernard Lewis’in bu “Müslümanların Batı hakkındaki Bilimsel Çalışmaları Avrupa’yı Keşfi” adlı kitabının orijinal ismi “The Müslim Discovery of Aurope”nın doğrudan Türkçe karşılığı “Müslümanların Avrupa’yı Keşfi” olmasına rağmen çevirmen tarafından “Müslümanların Batı hakkındaki Bilimsel Çalışmaları Avrupa’yı Keşfi” şeklinde çevrilmiştir. Aslında bu kitabın satışını artırmak için tercih edilmiş bir yoldur. Kitapta bilim ile ilgili belki ancak bir cümle geçmektedir ve o da Batılıların edebiyat ve tarihinin pek önemsenmediği hususudur. Kitabın adı “Müslümanların Avrupa Ülkeleri ile Diplomatik İlişkilerinin Gelişimi” olsa daha doğru olacaktır. Çünkü kitap daha çok atanan elçiler, elçilerin dini ve etnik kökenleri ve bu elçilere Müslümanların verdiği önem üzerinde duruyor.
Ebubekir Ratib Efendi 1791-1972 yıllarında Viyana’ya elçi olarak gönderilmiştir. “Osmanlının geri kalmışlığı ve zayıflığı sorunuyla ilgilenen pek çok on sekizinci yüzyıl Osmanlı yazarlarından biri olan Ratib Efendi, sorunun sadece Avrupa ilerlerken Osmanlının gerilemesine bağlanamayacağı, esas olarak Hristiyan Avrupa’yı yakından incelemek ve izinden gitmek gerektiği tespitinde bulunan ilk yazardır.” (S:167) Yani Elçiler de artık gittikleri ülkeleri inceliyor gözlemliyor ve Osmanlı ile kıyaslayarak faydalı olacak yol gösterecek bir rapor yazıyorlardı. 17.yüzyılda Faslıların gönderdiği elçilerin raporlarının içerik olarak Osmanlı elçilerinin raporlarından daha nitelikli (S:168) olduğunu söyleyen Bernard Lewis “Avrupa’ya giden Osmanlı elçileri burada olup bitenler hakkında ciddi değerlendirmeler yapmaya ancak on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru başlamışlardır.” (S:169) der. Bu farkın da Fas’ın İslam dünyasını uç karakolu vaziyetinde uzak güçsüz olmasına bağlamaktadır.
“Orta Çağ’ın tamamı ve Yeni Çağ’ın başları boyunca Hristiyanlık dünyasındaki Yahudiler İslam ülkelerindeki dindaşlarına göre sayıca daha az, kültürel olarak daha geriydiler ve Hristiyan aleminde Yahudilere çok daha az değer veriliyordu. Ancak elimizde Avrupa’dan Orta Doğu’ya giden Yahudiler tarafından yazılmış çok sayıda eser bulunmasına rağmen, orta Doğu’dan Avrupa’ya giden Yahudi seyyahlar tarafından yazılmış eser yok denecek kadar azdır.” (S:173) Bunu da Yahudilerin yaşadıkları ülkelerin genel tutumunu kabul etmelerine bağlamaktadır. Müslümanların Avrupa’ya göstermiş olduğu ilgi azlığının Yahudilere de sirayet ettiğini söylemeye çalışmaktadır.
“Diplomatlar, tüccarlar ve hacılar dışında Batıyla ilgili bir diğer bilgi kaynağı da casuslardır.” (S:184) Bernard Lewis’e göre kendini deşifre eden bir casusluk teşkilat olamayacağından bu casusluk bilgileri aleni değildir ama bazı belirtileri vardır. “Müslüman devletler Hristiyan aleminde çeşitli casusluk faaliyetleriyle uğraşmış olsalar da, Hristiyanların İslam ülkelerindeki casusluk faaliyetlerinin yanında Müslümanlarınki çok önemsiz kalır.” (S:184)
III. Selim başlamış olduğu reform çerçevesinde Avrupa başkentlerinde Osmanlı Büyükelçiliklerinin kurulmasına karar verdi. “İlk daimî Osmanlı Büyükelçiliği 1793 yılında Londra’da kuruldu. Bunu Viyana ve Berlin’deki Büyükelçilikler takip etti. Daha sonra Seyyid Ali Efendi, Sultan tarafından Fransa Cumhuriyeti’ne gönderildi ve 1796 yılında Paris’te ilk daimî Büyükelçilik kuruldu.” (S:192) Bu kurulan Büyükelçiliklerden olağan diplomatik görevlerine ek olarak dillerini, ülke hakkındaki bilgilerini ve imparatorluk için faydalı olacak ilimlerini takip edip raporlamaları da istenmiştir. Bu daimî elçiliklerde Batı toplumu hakkında bilgi edinmek, dil öğrenmek olan eğitimli seçkin genç Türk katipler de bulunuyordu. Bunlar batı başkentlerini görüp kültürüyle temas ederek öğrenmiş oldukları dil ile ülkeye döndükten sonra batı tarzı eğitimli ve dil bilen askeri kökenli memurlara alternatif yeni bir devlet memuru sınıfı oluşturdular (S:193).
Bernard Lewis bu kitabında yüz doksan altı sayfada Müslümanlarla Avrupalılar arsındaki bilgi edinme ve tanıma temaslarının diplomatik yolla, tüccarlar, seyyahlar, daimî elçilikler ve casuslar eliyle sağlandığını ancak Müslümanların bu hususta pek başarılı olmadığını anlatmıştır. Yüz doksan yedinci sayfaya gelince kitabın başlığında da yer alan “Müslümanların Batı Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları” ifadesinin tam karşılığı diyebileceğimiz “Müslümanların Batı Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları” (S:197) başlıklı müstakil bir makale yazmıştır. Makalenin girişinde de ilk bilimsel çalışmamın Osmanlı Coğrafyacısı ve alimi Kâtip Çelebi tarafından 1655 yılında yazmış olduğu “İrşadü’l Hayara ila Tarihi’l-Yunan ve’r-Rum ve’n-Nasara” (Yunan ve Hristiyan Tarih Hakkında Doğrulukları Gösterme) kitabı olduğunu ifade eder. 1655 tarihi Müslümanlar için çok geç bir tarihtir. “Gerçekten de on dokuzuncu yüzyıla kadar ne Arapçada ne de Farsçada Kâtip Çelebi’nin eseriyle kıyaslanabilecek bir eser çıkmamıştır.” (S:199)
“Avrupa’da yavaş yavaş yeni bir araşt5ırmacı türü ortaya çıkmıştı ve bu araştırmacılar, klasik eserlerin ve kutsal kitapların araştırılması ve yeniden yorumlanması için geliştirdikleri yöntemleri İslam dillerinin ve eserlerinin incelenmesinde de kullanmaya başlamışlardı. Sadece Müslümanlar arasında bu araştırmacıların filoloji ve diğer pek çok alanda ortaya koydukları bilimsel çalışmalarla kıyaslanabilecek hiçbir çalışma yoktu.” (S:200) diyen Bernard Lewis bu ifade ile aslında bu çalışmaları sıfır mesabesinde olduğunu kastetmemiş olacak ki biraz aşağıda “Batı Avrupa hakkında günümüze ulaşmış ilk ciddi Arapça raporların dokuzuncu yüzyılda ortaya çıktığı görülür.” (S:200) diyerek yukarıdaki sözlerini tekzip etmektedir. Kaldı ki Avrupa’yı Rönesans’a götüren bilgi ve eserlerin Arapça ve diğer İslam dillerinden çevrilmiş eserler olduğu, eğer Müslümanlar Latinceden klasik batı eserlerini kendi dillerine çevirmemiş olsalardı bugün Rönesans’tan bahis açamayacağımız da çoğu Batılı bilim adamı kabul etmektedirler. Bernard Lewis “[Müslümanların] Yararlandıkları yazılı kaynaklar Süryanice ve Farsçadan bazı küçük eserlerle birlikte temelde Yunanca eserler idi.” (S:207) Bernard Lewis öyle bir girft anlatım kullanmaktadır ki bazen Farsçayı İslam dillerinden sayarken burada olduğu gibi de İslam dışı bir dil olarak kabul etmektedir. Yunancayı burada Batıyı temsil edecek bir dil olarak görmemektedir. Ama genelde bütün batı medeniyetinin kaynağı Latince ve Yunanca olarak kabul edilir. Bu karışıklığın sebebi Bernard Lewis anlattığı konuları yüzyıllara göre kesin sınırlarıyla ele alıp işlememiş çok geçişken bir anlatımla bütün yüzyılları aynı anda bazen iç içe cümleler ile anlatmaya çalışmıştır.
956 yılında ölen Coğrafyacı Mesudi “Oğlak dönencesinde, yani kuzeyde yerleşmiş olan Slavlar, Lombardiyalar, İspanyollar, Yecücler, Mecücler, Türkler, Hazarlar, Bulgarlar, Alanlar, Galiçyalılar ve diğer halkların hepsi, idrak sahibi önemli kişilerin ve kutsal yasanın alimlerinin ortak fikrine göre Nuh’un oğlu Yafes’in soyundan gelmektedir.” (S:204) yazarak hemen hemen kuzeyde yaşayan Türkler de bütün milletleri Nuh’un oğlu Yafes’in soyuna bağlamıştır.
Bernard Lewis Müslümanların Batı hakkındaki ilk çalışmaları olarak Meudi’inin Coğrafya kitabı ve Reşidüdinin yazdığı eserleri hakkında bilgi verdikten sonra “Bununla birlikte bu eser Mes’udi’nin Fernk kralları hakkındaki kısa listesinden sonra Orta Çağ’da Müslümanların Hristiyan Avrupa’nın tarihinin ana hatlarını ortaya koymak için ilk girişimleridir. Üçüncü bir eser ancak on altıncı yüzyılda Osmanlılar döneminde ortaya çıkmıştır.” (S:223) şeklinde tespit eder. Ancak bu bilgileri verirken Tunuslu İbn Haldun ve Faslı Ebu Abdullah Muhammed El-Şerif El-İdrisi’nin yazmış olduğu eserlerden de bahseder ancak yukarıdaki üç eser kadar önemsemez.
Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra Ayasofya’yı ve İstanbul’u kimlerin kurduğunu merak eder ve “Rum ve Frenk halklarından, rahiplerden, patriklerden, Rumların ve Frenkler’in tarih bilenlerinden, İstanbul’un kimler yapmışlardır, kimler hükmetmiştir, kimler padişah olmuşlardır, onu bilmek istedi. Rumlar’ın, Frenkler’in ve rahiplerin tarih bilenlerini toplayıp sordu ki bu İstanbul’u kimler yaptılar ve kimler hükmettiler?” (S:230) diye araştırmasına rağmen Bernard Lewis bunun Fatih Sultan Mehmet’in kişisel alakasıyla ilgili olduğunu ve daha sonra devam etmediğini, hatta Osmanlı tarihçiliğini de hiç etkilemediğini ifade eder. “Batı Avrupa tarihi hakkındaki ilk Türkçe tarih çalışması on altıncı yüzyıl sonlarında kaleme alındı. Bu eser Fransa tarihini ülkenin kurucusu efsanevi Kral Faramud’dan 1560 yılına kadar olan döneme ele alır. Künyesine göre eser 1570 ile 1573 yılları arasında sadrazam başkâtipliği görevinde bulunmuş olan Feridun Bey’in emriyle Türkçeye çevrilmiş ve çeviri Hasan İbn Hamza ile kâtip Ali İbn Sinan tarafından yapılmıştır. Çeviri 1572 yılında tamamlanmıştır.” (S:231) ancak Türkler esere ilgi göstermediği için tek elyazması nüshası da Almanya’dadır der Bernard Lewis. On yedinci yüzyılda İbrahim Mülhemi (ö.1650) adlı bir yazar Roma ve Frenk krallarının tarihi hakkında bir kitap yazmıştır. Bernard Lewis Osmanlıdaki bu tarihe ilgi duyulan değişimin nedeni olarak “On yedinci yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’un sayfiyesindeki köşklerde yaşayan yeni bir toplumsal sınıfın ortaya çıkışı” (S:232) ile ilişkilendirmektedir. Türklerin artık Türkçe konuşan Batılılaşmış Osmanlı Hristiyanlarıyla tanışıp batının ilmi ve bilimi hakkında bir şeyler öğrenmeye başladığını da ilaveten ifade etmektedir. Hüseyin Hezarfen (ö.1691) Kâtip Çelebi kadar çeşitli alanlara ilgi duymuş ve “Tenkih-i Tevarih-i Müluk” adlı bir dünya tarihi denebilecek dokuz kısımdan oluşan tarih kitabı yazdığı ancak diğer eserleriyle birlikte Hüseyin Hezarfen’in bütün eserleri hala basılmamıştır (S:233). Müneccimbaşı Ahmed ibn Lütfullah (ö.1702) yazdığı başka bir dünya tarihi Bernard Lewis’e göre İbn Haldun tarihinden daha tamdır(S:234). “On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Batı Avrupa hakkında yazmış olan yegâne Osmanlı tarihçileri Kâtip Çelebi, Hüseyin Hazerfen ve Müneccimbaşı’dır.” (S:235).
Bernard Lewis’in verdiği bir bilgi sanki İngilizlerin 15-16-17. Yüzyıllarda Hindistan ve Çin’de sömürgecilik emellerine ulaşmak için o günün Hindistan’ında bugünkü Bangladeş’te uyuşturucu yetiştirip bunu önce halkını bağımlı kılana kadar Çin’e kaçak yollardan sokup dağıtması ile bir müddet sonra Çin halkının uyuşturucu bağımlısı olmasıyla, Çin önce uyuşturucuyu yasal hale getirip daha sonra uyuşturucu içilen kafeler açmak zorunda kalması üzerine artık İngiltere’nin Çin’e uyuşturucu ihraç etmeye başlamasının bir benzerine burada Türkleri için yaptığına şahit oluyoruz. “İngiliz Tüccarların Türkleri tütünle tanıştırmaları ve bunun yol açtığı sorunlar.” (S:244) Biliyorsunuz ülkemiz de de tütün bir dönem yasaktı ve dolayısıyla kaçak olarak kullanılıyordu. Sonra serbest bırakılarak üretimine bile geçildi. Hatta Batılılar Türklerden ham tütün alarak işledikten sonra başka ülkeler sigara olarak ihraç ediyorlardı.
Tarih-i Naima adlı eserinde 1590-1660 yıllarını ele alan Osmanlı tarihçisi Naima hakkında Bernard Lewis “Sadece olayları kaydetmekle yetinen çoğu meslektaşının aksine tarih hakkında derinlemesine düşünmüş ve tarihin doğası konusunda felsefi bir yaklaşım geliştirmiştir.” (S:245) şeklinde bir kanaate sahiptir.
Bernard Lewis kitabın beşinci makalesi olan “Müslümanların Batı hakkındaki Bilimsel Çalışmaları” adlı makalesinde İslam’ın ortaya çıktığı günden itibaren Batı hakkında 20. Yüzyıla kadar İslam eleminde yazılmış bilimsel eserler, yazarları ve yazılanların ilmi değerleri üzerine fikirlerini ortaya koyduktan sonra altıncı makalesin “Din” ile de İslam dinini ele almaktadır. “Müslümanlara göre din kendilerinin, dolayısıyla da diğer bütün insanların kimliğinin özüydü. (…) Kendileriyle dış dünya arasındaki temel farklılık İslam’ın mesajını kabul etmek veya reddetmekle ilgiliydi. (…) İnsanlar arsındaki en belirleyici fark dindi.” (S:255) Müslümanların Allah’ın buyruğu olan “İnne’d Diyne indaallahi’l İslam-Allah katın da din İslam’dır.” ayetine istinaden İslam itikadına iman etmeyi önemsediklerini ortaya koymaktadır ancak bunu ayetin bir emri olduğunu buraya kadar hiç telaffuz etmemektedir. Bu üstün tutma anlayışına beşerî manada baksak da görürüz ki insan kendisinin sahip olduğu herşeyi diğer insanların sahip olduklarından daha değerli görür ve ayrı bir kıymet verir. Allah insanların fıtratına ters bir ayet indirmemiştir. Bu üstünlük anlayışı adaleti emreden bir bütünlük içinde hoşgörüye dönüşür ve dünyadaki her dine mensup insanı İslam şemsiyesi altında sulh ile yaşatır. “Kafir kelimesi aslında Müslüman olmayan herkesi kapsar. Ancak Arapça, Farsça ve Türkçedeki kullanımı zamanla Hristiyanlıkla eşanlamlı hale gelmiştir.” (S:256) Bernard Lewis burada da yanılmıştır. Kafir kelimesi Hristiyanlıkla alakalı değildir ve hiçbir zaman sadece İslam dışı oldukları için sadece Hristiyanları kastedecek şeklinde bir kullanımı olmamıştır. Hatta Müslümanlar diğer kafirlerden daha ayrıcalıklı kılmak için Yahudi ve Hristiyanları ehlikitap olarak görürü ve onlara ayrı bir muamele yapar. Yazarın bunu yanlış algılamasının tek sebebi Müslümanların İslam’ın çıktığı günden bugüne kadar en fazla Hristiyanlarla savaşmış ve karşı karşıya gelmiş olmalarından dolayı bu durumu anlatan kitaplarında “İtalyan, Alman vs. Hristiyan kafirler” gibi hiç uzun anlatıma gitmeden Hristiyanları sadece “kafir” kelimesiyle ifade edip isimlendirmelerinden kaynaklanmış olabilir.
Avrupa’dan İslam ülkelerine gelen ziyaretçilerin kendilerini Müslümanlar arsındaki Alman İtalyan İngiliz vs. olarak gördüğünü ancak Hristiyanlar arasına giden bir faslı, Türk veya Arap’ın ise kendilerini Müslüman olarak vasf ettiklerini söyleyen Bernard Lewis bunun değişimini de “Avrupa’ya giden Osmanlı elçilerinin kendilerinden Müslüman ve ülkelerinden İslami kimlik çerçevesi dışında Osmanlı olarak söz etmeye başlamaları ancak on sekizinci yüzyıl sonlarında görülmeye başlanır.” (S:258) şeklinde açıklayan Bernard Lewis Müslümanlar resmi temaslar da ve tarih yazımında Hristiyanları ayırmak zorunda kalınca “İngiliz kafirler, Fransız kafirler, Rus kafirler vs.” isim kullanmaya başladığı gibi “Dinsiz İngiliz, ruhsuz Fransız, menhus Engurus (uğursuz Macar), makus Rus (aksi Rus), biaman Alman (zalim Alman)” vs.” gibi lakap ve beddua kelimeleri kullandıklarını da ifade eder. Bernard Lewis bu izahatlarının gerekçesi olarak da “Deyim yerindeyse Müslümanlar Hristiyanlığı bilinen, hesabı görülmüş ve bertaraf edilmiş bir din olarak görüyorlardı.” (S:261)
Papa’nın otoritesi hakkında Müslüman dünyadaki ilk yazılan eserin 1261 yılında güney İtalya’ya elçi olarak gitmiş tarihçi İbn Vasıl’a ait olduğunu söyleyen Bernard Lewis onun otoritesi ve din de yasaklama veya serbest bırakma hususundaki yetkisine şaşırdıklarını söyledikten sonra “Müslümanlar elbette dini otoriteye aşinadırlar, hatta bir anlamda başka otorite tanımazlar. Ancak İslam’da insanlar arasında dini otoriteden farklı bir ruhani otorite yoktur ve Müslümanlara göre papaya atfedilen bu güçler sadece Allah’a mahsustur.” (S:266) daha sonra papa hakkında yazan İbn Kalkaşendi (ö.1418) ise papanın kullandığı yetkinin Tatarların büyük hanının yetkisine benzediğini ve Tatar büyük hanının mutlak hükümdarlık ifade eden bir mevkide olduğunu ancak Papanın böyle bir yetkisi olmadığı halde dini konularda neyin serbest ve neyin yasak olduğunu tayin edecek otoriteye sahip olduğunu yazdığını aktarmaktadır.
Müslümanlar İspanya’da 11 Şubat 1502 de verilen “din değiştirme, sürgün veya ölüm” (S:269) emri üzerine Moriskolar olarak bir müddet daha İspanya’da var oldular. Moriskolar bir tür gizli Müslüman topluluk, Hristiyan olmuş görünen ancak İslam’ı gizlice yaşamaya çalışan Türkiye’deki Yahudi asıllı Sabetayistler gibi yaşayan topluluk. Moriskolar İspanya da zaman zaman isyan etmiş ve bir ara Gırnata’yı bile ele geçirmişlerdir. Osmanlıdan askeri yardım istemişler ancak yapılan yardım ile istenilen sonuç elde edilememiştir. “Müslümanlar genel olarak Hristiyanlığı İslam için bir dini tehdit olarak görmediler. Hatta Hristiyan orduları İspanya’da ve daha sonra Güney Doğu Avrupa’da Müslümanların elindeki toprakları birer birer geri almaya başladıkları zaman bile bu dini bir tehlike olmaktan çok siyasi ve askeri, bir tehlike olarak görüldü.” (S:273)
“Ekonomi: Algılar ve İlişkiler” ((S:277) başlıklı makale de ise Müslümanların Avrupa’nın ekonomik durumu ile ilgili ilk eseri dokuzuncu yüzyılda Bağdatlı bir yazarın yazdığı “A Clear Look at The Trade” adlı kitap olduğunu “diğer ülkeler” dediği Hazarlar, Hindistan, Çin, Bizans’tan ithal edilen ürünlerin listesini verdiğini (S:277) ancak çok az eşya ihraç ettikleri Avrupa’dan söz etmediğini anlatmaktadır.
İslam’ın köleliğe bakışı İslam Ülkeleri ile diğer ülkeler arasında farklılığın oluşmasına sebep olduğunu söyleyen Bernard Lewis bu yüzden İslam Ülkelerinde azalan köle sayısını doğum yoluyla karşılanmaya çalışıldığını, Roma gibi fakir düşmüş halkını suçluları ve borçluları köleleştirmediğini ancak ülkenin azalan iş gücü sayısını tamamlamak için “yeni kölelerin İslam’ın sınırlarının ötesinden gelmesi gerekiyordu. Köle sayısı savaş esirleri, haraç olarak verilen ya da doğrudan satın alınan kişiler yoluyla arttırılıyordu.” (S:280) 15. ve 16. yüzyıllarda Türklerin fetih hareketi ile köle elde edilmeye başlanmış, fethedilen yerlerin Macar, Slav, Arnavut, Eflak Hristiyan ahali köle edilmiştir (S:284). Daha sonra Kırım da Tatarlar güçlü bir köle ticaret başlatmış 18. yüzyılın ikinci yarısında Kırımı Rusların işgaline kadar topladıkları köleleri satmışlardır (S:285). Ayrıca devşirme usulü ile alınan Hristiyan çocuklarından “Osmanlı askeri ve bürokratik düzeninde çok sayıda devşirme yer almış, askeri bürokrasi uzun bir dönem boyunca Osmanlı devletine ve İslam dinine sonradan katılmış bu kişiler tarafından yönetilmiştir.” (S:285)
Bernard Lewis köleliği (devşirmeliği) anlatırken şöyle de bir tespitte bulunarak kölelik kavramının İslam ve Hristiyan dünyada farklı algılanıp farklı uygulandığının da işaretini vermektedir. “On yedinci yüzyılda imparatorluğun karşı karşıya kaldığı sorunlar ve nedenleri hakkında yazan şair Veysi, başka şeylerin yanı sıra şundan da yakınır. ‘Ne tuhaf ki Arnavutlar ve Bosnalılar iktidarın nimetlerinden yararlanıp yüksek mevkilere gelirken, Allah’ın Peygamberinin halkına – doğuştan Müslümanları ve belki Arapları da kastediyor- değer verilmiyor.” (S:286) bu kölelik neme nem bir şey ki Bernard Lewis’in yukarıdaki paragraftaki ifadesine göre yönetici olabiliyor, anadan doğma Müslümanların yerine tercih edilebiliyor. Demek ki kölelik dediği devşirmecilik Bernard Lewis’in tarif ettiği manada kölelik değildir. Çünkü Osmanlı devşirmelere asker yaparak ülkesini ve bürokrat, vezir yaparak devlet yönetimini teslim etmiştir. Dinlerini değiştirttiği devşirmeleri samimi birer Müslüman ve Müslüman halktan saymıştır.
Bernard Lewis “Ekonomi” başlığı attığı bir makalede İslam ülkeleri ile Avrupa arasında silah, kumaş, kahve, şeker, tütün ticareti yapıldığından bahsetmiş ancak anlatım ve konuyu işleyiş bakımından daha çok kölelik ve köle ticaretini ele alarak İslam ülkelerinde ticaret sanki sadece köle ticareti üzerinden dönüyormuş, başka hiçbir alanda ticaret yapılmıyormuş gibi bir intiba uyandırmaktadır.
İslam Dünyasını ilk yüzyılda tek bir devlet ve halifelik ve halife vardı, bu yüzden de hızla yayıldığını, ancak sekizinci yüzyılda (610 yılında İslam tebliği başlamış, 622 yılında hicret edilmiş, hicretten 168 yıl sonra hicri 2. Yüzyılda İslam devleti sınırlarına ulaşmıştır. HK.) sınırlarına ulaştı ve İslam devletinin engellenemez olduğu fikri yıkılarak sınırların ötesinde de yaşayanlar var düşüncesi hâkim olmaya başladığını (S:301) söyleyen Bernard Lewis “Tüm insanlığı kapsayacak evrensel ve tek bir İslam toplumu fikir varlığını sürdürse de, bu amacın gerçekleştirilmesi mesiyanik geleceğe bırakıldı.” Gerçekte dünyada İslam milletinin birliği ve evrenselliği ilkesi üstü kapalı olarak bir kenara bırakıldı.”ğını (S:302) haklı olarak ileri sürmektedir. Burada Bernard Lewis söylemese de ifadesinden çıkarılacak sonuç ikinci yüzyıldan sonra ilerlemesi durdurulan ve daha sonra fethettiği yerler Hristiyanlar tarafından geri alınan İslam toplumuna İslam alimleri bir umut ve mücadele azmi aşılamak için Mesih ve mehdinin geleceği ve tüm insanlığı Hz. Muhammed’in şeriatı etrafında toplayacağını söyleyerek kötü gidişatı durdurmak istemişlerdir. Ancak bu inan görüldüğü kadarıyla İslam toplumunda yeni bir mücadele azmi uyandırmadığı gibi İslam toplumunu atalete sevk etmiş ve kurtuluşu Allah’ın göndereceği Mesih ve Mehdiden bekleyen bir duruma düşürmüştür. Kurtuluş için kendilerinin yapacağı mücadele hususunda çabalama tamamen terk edilmiştir. 1258 yılından sonra Moğolların Bağdat halifeliğini ortadan kaldırmasıyla da İslam’ın teorik siyasi birliği erdi (S:302). 1500 yılına gelindiğinde Türkiye, İran, Mısır gibi İslam ülkeleri vardı ancak bunlar kendilerine bu ismi vermiyordu. Bu isimleri daha çok yabancılar veriyordu (S:302). “Mısır, Türkiye ve İran’ın yöneticileri kendilerinden Mısır, Türkiye ya da İran hükümdarları olarak değil, İslam, İslam halkı ya da İslam topraklarının hükümdarı olarak söz ederlerdi.” (S:303)
1790-1792 yıllar arasında Osmanlı elçisi olarak Berlin’de bulunan Azmi Efendinin önceden kafir olarak görülen batılar hakkındaki kanaati tolumun geneli gibi değişmiş “Önceki bakış açısının aksine Avrupalılar artık korunması gereken güçlü düşmanlardır ve bu yüzden yöntemlerini öğrenmek, belki de taklit etmek gerekmektedir.” (S:311)
Bernard Lewsi genel olarak İslam Dünyasının her ne kadar bayan yöneticilere, kraliçelere alışkın olmadığını söylese de “Osmanlılar, İngiltere’deki Elizabeth’ten Avusturya’daki Marie Theresa’ya kadar tahta geçmiş bütün Avrupalı kraliçeleri çok iyi biliyorlardı. Müslüman ziyaretçiler sık sık Hristiyan toplumunda kadınların yüksek makamlara gelmesi hakkında olumsuz yorumlar yapmış olsalar da, şaşırtıcı biçimde kadın hükümdarlardan rahatsızlık duyuyor gibi görünmezler.” (S:313) diyerek kadın yönetici hakkında Osmanlıyı biraz istisna tutsa da genel için pek iyi şeyler söylemez. Ancak Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Saba Melikesi Belkıs hikayesine bütün Müslümanlar aşına idi. Ayrıca Türk kadın Hükümdar Tomris de Osmanlılar için ayrıca bir örnektir.
İslam Dünyasının yasama organına, cumhuriyet, beşerî kanuna müspet bakmadığını kanunların Allah tarafından vahiy ile konulduğuna inanıp kabul ettiklerini söyleyen Bernard Lewis “İlke olarak insanların bu yasalar hakkında yapabilecekleri tek şey yorumlamaktır. Ve bu da ehil tefsirciler tarafından yapılır. Ancak uygulamada durum ilkeden her nasılsa farklı oldu. İlahi yasanın birçok buyruğu üstü örtülü olarak ya da ustaca yeniden yorumlarla bertaraf edildi. Değişen koşullara bağlı olarak yersiz ya da yetersiz kaldığı durumlarda ilahi yasa örfi hukuk veya sadece yöneticinin arzusu doğrultusunda tamamlandı veya değiştirildi. Ancak bütün bunlar sadece uygulamada söz konusuydu, ilkesel olarak bir değişiklik olmadı. İlke olarak Allah yegâne kanun koyucu idi. Dünyevi otoriteler yorumlama, düzenleme ve uygulamadan başka bir şey yapamazlardı.” (S:324) ilahi kanunlara uymanın da zikredilmeden yorumlarla askıya alınıp beşerî kanunlar yapıldığını örfi hukuka müracaat ettiğini ifade eder.
Avrupa’da mahkeme sisteminin şikayetçi ile şikâyet edilenin halk önünde dövüşenlerden biri ölene kadar dövüşerek halledildiği için Bernard Lewis “Anlaşmazlıkların kadı tarafından usulüne göre muhakeme edilmesine alışmış uygar bir Müslümanın bu yasa ve adalet anlayışını aşağılaması çok anlaşılır bir durumdur.” (S:327) diyerek Müslümanların adalet ve yargılama usulü hususunda Haçlı seferleri sırasında, 11.yüzyılda çok ileri ve medeni olduğunu ifade etmektedir. Ancak 1826-1831 yıllarında Paris’te kalan Mısırlı Şeyh Rifâ’a göre ise “Eşitlik sadece sözlerinde ve hareketlerinde, ancak mülkiyet konusunda bir eşitlik yok.” (S:329) Dedikten sonra değişim geçirerek Fransızların yasa karşısında eşitlik ilkesinden etkilenmiş ve bu yasa karşısında eşitlik ilkesi hususun da “adaleti en yüksek derecede tesis etmiş ve uygarlık sanatında çok ileri seviyeye gelmiş olduklarının en açık kanıtıdır. Özgürlük dedikleri ve elde etmeye çalıştıkları şey aslında bizim adalet ve eşitlik dediğimiz şeylerdir ve özgürlüğün yasasının adalet önünde eşitlikle yazılacağının farkındadırlar…” (S:330) diyerek de yasama organı tarafından değişmez yasalar hazırladıkları ve bu yasaların uygulanması konusunda herkese aynı muameleyi yaptıklarını, eşit davrandıklarını da eklemiştir.
“Klasik Müslüman biliminin büyük çağı İran, Hint ve en çok da Yunan bilimsel serlerinin çevirilerinin yapılmasıyla başladı. Çeviri hareketi on birinci yüzyılda durmakla birlikte İslam biliminin gelişimi bir süre daha devam etti.” (S:331) sanki hızla giden arabada aniden frene basınca arabanın birkaç metre kayarak ileri gitmesi gibi çevri hareketleri durduğu halde çevrilmiş bilim kitaplarından elde edilen bilgilerle Müslümanların da bir şeyler ürettiğini ancak daha sonra ilerlemenin durduğunu ifade etmektedir. Bernard Lewis Osmanlıların Avrupalıların ateşli silahları ile gemilerine büyük ilgi duyduklarını, gemi inşa ve denizcilik yöntemlerini yakından takip ettiklerini hatta “Bir keresinde Venedik’ten gelen bir kadırga Türk kıyılarında karaya oturduğundan Osmanlı gemicileri kadırgayı büyük bir merakla incelemiş ve yapılış biçimini ve silahlarını kendi gemilerine uyarlamak istemişlerdi. İstanbul müftüsüne bu gibi durumlarda kafirlerin aletlerinin benzerini yapmanın caiz olup olmadığı soruldu. Müftü, kafirleri yenmek için onların silahlarını taklit etmenin caiz olduğu cevabını verdi.” (S:334-335) İstanbul müftüsüne sorulan sorunun iyi bir soru olduğunu çünkü Müslümanların yeniliğin iyi ve faydalı olduğu ortaya konuluncaya kadar kötü olarak kabul edildiğini bunu da bi’dat olarak gördüklerini söylemektedir. “Yenilik ya da sonradan ortaya çıkmış anlamına gelen bi’dat kelimesi insanlığa peygamber, sahabesi ve ilk Müslümanlar tarafından iletilmiş kutsal talimat ve geleneklerden sapma anlamında kullanılıyordu. Gelenek iyiydi ve Allah’ın insanlığa gönderdiği talimatların korunmasını sağlardı. Dolayısıyla gelenekten sapmak kötüydü. Bi’dat kelimesi Müslümanlar arasında zamanla Hristiyanlıktaki sapkınlık (heresy)kelimesiyle hemen hemen aynı anlamda kullanılır olmuştur. Bid’attın en kabul edilmez şekli kafirleri taklit etmektir. Peygambere atfedilen bir söze göre ‘Bir halkı taklit eden kişi o halktan olur.’ Müslüman alimleri Avrupa’yı taklit etmek ve dolayısıyla da kafirlere taviz vermek olarak gördükleri durumlara karşı çıkarken sık sık bu sözle ifade edilen hüküm ve ilkeyi dile getiriyorlardı.” (S:335) diyerek Bi’dat’ın kötü görüldüğünü ve sanki biliminde Avrupa’dan alınmasına bu gerekçeyle karşı çıktıklarını söyleyerek kendisi ile çelişmektedir. Çünkü yukarıda İstanbul müftüsünün fetvasını verirken taklittin caiz olduğunu örnek göstermişti. Gerçi bu iddiasında da yüzde yüz haksız değildir, haklılık tarafları da vardır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Memluklu Sultanı Tomanbay’ın daha ilke silahlarla karşı koymasının sebebi sorulduğunda “Peygamber efendimiz zamanında ok ve mızrak vardı.” dediğinin aktarılması bir anlayış farklılığını gösteri. Gerçi yavuz Sultan Selim’in de bu cevaba karşı “Düşmanınızın silahıyla silahlanın” ilahi buyruğunu bilmiyor musunuz diye cevaplaması da ilme açık ve gelişime müsait tarafın algılama biçimidir. “Osmanlı fıkıh alimleri ve konu hakkında yazmış bazı yazarlar zaman zaman ‘aynısıyla karşılık vermek’, yani kafirlere karşı onların silahlarıyla savaşmak anlamına gelen ‘mukabele bi’l-misl’ ilkesinden söz etmişlerdir.” (S:336) Görülen bu tezatlıklar aslında Bernard Lewis’in tutum olarak olumsuzlamayı daha çok tercih ettiği ve bu yöndeki bilgi ve verileri daha öne çıkardığının da ayrı bir göstergesidir.
İlahiyatçı İbrahim Maraş Hocam tarafından hakkında yapılan eleştirilere katıldığım, yazmış olduğu “Arap-İslam Bilimleri Tarihi” adlı 17. Ciltlik eserinde “İslam Bilimler Tarihi” gibi bütün islam dünyasını kapsayan genel bir ad vermediği ve özellikle Türklerin bilime yaptıkları katkıyı görmezden gelen “Arap-İslam Bilimleri Tarihi” şeklinde bir başlığı kullanıldığı için tercüme edenlerle birlikte oryantalist bir yaklaşım ve bakış açısına sahip oldukları yönde eleştirdiği Fuat Sezgin’in İslam alimlerinin ortaya koyduğu bilme katkıları Bernard Lewis’in bu olumsuz bakışlarını bir nebze olsun bertaraf etmektedir.
Bernard Lewis İslam dünyasındaki ilmin geri kalışını içtihat kapısının kapanmasına benzeterek ilim kapısının da kapatıldığını söyler. “Müslümanların inancına göre İslam’ın ilk dönemlerinde içtihat – bağımsız muhakeme- olarak bilinen bir gelenek vardı ve Müslüman alimler ve hukukçular Kur’an’ın ve hadislerin açık bir cevap göstermediği sorunları bu gelenekten hareket ederek çözebiliyorlardı. İslam teolojisi ve hukukunun büyük bir bölümü bu yolla ortaya çıkmıştı. Zaman içinde bütün sorulara bir cevap bulunmasıyla süreç sona ermiş ve İslami ifadeyle ‘içtihat kapısı kapanmıştı.’ Dolayısıyla bağımsız muhakemeye ne ihtiyaç kalmıştı, ne de bu tür muhakemelere izin vardı. Bütün cevaplar verilmiş olduğuna göre yapılacak tek şey kabul etmek ve boyun eğmekti. İslam biliminin gelişiminde de benzer bir sürecin yaşandığı düşünülebilir: Bağımsız muhakeme İslam’ın ilk dönemlerinde çok sayıda bilimsel faaliyet ve keşfin ortaya çıkmasına yol açmış ancak zaman içinde içtihat kapısı bu alanda da kapanmış ve İslam bilimi uzun bir dönem boyunca nerdeyse tamamen derleme ve tekrarlarla sınırlı kalmıştır.” (S:344) buna şunu da eklemek gerekir ki Osmanlının son dönemlerinde orijinal bir eser yazmaktansa daha çok kitap kenarlarına haşiye yoluyla açıklamalar ve derkenar metoduyla da yeni bulgular yazılarak bilim aktarılmaya çalışılmıştır.
Batılılardaki gelişmeleri yakalamak ordunun savaşlarda yenilmesini durdurmak için batılı hocaların ders verdiği, öğrencilerin en az bir yabancı dil bilmek zorunda olduğu Harbiye ve Bahriye mektepleri açılmış, açılan bazı mektepler bağnazların baskısı sonucu kapatılmış, bir müddet sonra tekrar açılarak zaman zaman da ordu içinden aksaçlı altmışlık yüzbaşıları da alarak eğitim vermiştir. Bernard Lewis “Yabancı dil bilen Müslümanların yerine getirmesi gereken çok acil bir görev vardı: Batının bilimlerini öğrenmek, Türkçe ders kitaplarını yazmak veya yabancı dillerdeki kitapları Türkçeye çevirmek ve temel bir zorunluluk olarak ihtiyaç duyduğu ancak mahrum olduğu modern teknik ve bilimsel terminolojiyi Türkçeye kazandırmak.” (S:356) şeklindeki izahı ile aslında Müslümanların ve Türklerin nelere ihtiyacı olduğunu bildiğini göstermektedir. Ancak Müslümanların inançlarından kaynaklanan zihniyetlerini değiştirmek pek mümkün olmuyordu. Zihniyet ile birlikte ilim zihniyeti de kazandırmak gerekmektedir. İlmi bilginin araştırılması ve süreklilik gibi bir metodu alışkanlık haline getirenler ancak yenileşmeyi hem de kendi kalarak yenileşmeyi başarabilir, hata başarmışlardır. İcatları başkalarından alanlar ise knowhow = Bir şeyi yapabilme bilgisi ya da icat edilmiş teknolojik bir şeyin gerisindeki kültürü de almak zorunda kalırken kendisi olmadan değişime, farklılaşmaya kapı aralamış olurlar. Çünkü, icadı yapanlar kendi dini ve kültürel ihtiyaçlarına göre icat yapmıştır.
Lale Devrinin Sultanı III. Ahmed’in Sadrazamı damat İbrahim Paşa 1716 tarihli Petrovaradin Muharebesi’nden ölünce geride muazzam bir kütüphane bırakmıştı. “Şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi içinde (muhtemelen bir kısmı Avrupa dillerinde yazılmış) felsefe, tarih, astronomi ve şiirle ilgili kitaplar bulunduğu gerekçesiyle bu kütüphanenin vakıf haline getirilmesini yasaklayan bir fetva çıkardı. Bu yüzden kitaplar Topkapı Sarayı’na gönderildi.” (S:360-361) Bernard Lewis bu olanlardan sonra Müslümanların ve Türklerin batıya bakışındaki samimiyeti sorgulamakta ve şöyle izah etmektedir. “Batıya yönelmiş olan bu ilgi gündelik amaçlarla sınırlıydı. Batı’nın kılavuzluğu, daha doğrusu bilgisine başvurmaktaki amaç -bazı siyasi meseleleri kapsıyor olsa da- temelde askeri nitelikteydi ve esas niyet imparatorluğun gücünü artırmak ve düşmanlara daha iyi karşı koymaktı.” (S:361) yani günü kurtarmayı düşünen kısmi bir ilgiden bahsediyor.
Batılı ressamların sultanların portelerini yaptığını ve saraylarda misafir edilen ressamların minyatür sanatına da katkı sağladığını söyleyen Bernard Lewis “Müslüman ressamların ilgi çekici bir özelliği de batılı erkek ve kadınların resimlerini yapmalarıdır.” (S:381) diyerek zamanla Müslüman ressamların resim haram olduğu düşüncesinden uzaklaştığını ve resim sanatını olduğu gibi Batı’dan aldıklarını ifade etmeye çalışmıştır. “Müslümanlar batı müziği dinlemeye Batı’nın sanatını benimsedikten çok daha sonra başlamışlardır.” (S:398) aslında burada Bernard Lewis’in bir sanatı batı tarzı resim ve klasik Batı müziği gibi dar bir kulvara hapsettiğini görüyoruz. Sanat estetik bakış açısının bir ürünüdür, insanın estetik anlayışını da kültür ve din belirler. Nasıl Müslümanların Batı tarzı resim ve müziğe yabancı olduğu ileri sürülebiliyorsa biz de Batı’nın Müslüman sanat dalları hat, ebru, minyatür, Çinicilik, kat’ı sanatı, ciltçilik ve tezyin vs. yabancı olduklarını ve geri kaldıklarını söyleyebiliriz. Ama Bernard Lewis meseleye “Batı müziği İslam dünyasında çok geç kabul görmüştür. Müslüman ülkelerinde, özellikle de Türkiye’den bazı yetenekli besteci ve icracılar çıkmış, bunlar Avrupa’da çok başarılı olmuş ancak kendi ülkelerinde fazla ilgi görmemişlerdir. Tıpkı bilim gibi müzik de Batı kültürünün tam kalbinden doğmuştu, dolayısıyla dışarıdan gelenlerin belki de en son ulaşabileceği bir noktadaydı.” (S:402) şeklinde bakıyordu. Müslüman dünyadaki Batı müziği hakkındaki ilk olumlu adım da 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılması sonucu mehter takımı yerine ordunun modernleştirilmesi için kurulan batı tarzı bando ile atılmıştır. (S:400)
Bernard Lewis’in anlatış tarzındaki griftlik sebebiyle Müslümanların geri mi kaldıkları, batıyı yakalayıp yakalamadıkları pek anlaşılmaz. Sanki fikrini destekleyen her cümleyi çağına, yüzyılına bakmadan hemen zikrederek bu kargaşaya sebep olmaktadır. Bunu içinde Bernard Lewis’in anlatımıyla Müslümanlar hakkında geri kalmış ve ilerlemiş, batıyı yakalamış gibi bir hüküm vermek zorlaşmaktadır.
Moda ile ilgili ilk gözlemlerde Ebu Talib’in Avrupalıların saç bakımı, sakal tıraşı, günde iki kıyafet giymek şeklinde modayı takip ettiklerinin tespitlerini yapar ve bunları lüzumsuz görür (S:412). Ancak Bernard Lewis Müslümanlarda ilk kıyafet reformunun 13.yüzyılda Moğol işgaliyle halifeliğin kaldırılması sonrasında yüksek rütbeli askerler ve emirlerin Moğol tipi giyimi tercih etmeye başladığını Müslüman gibi saçlarını kısa kesmek yerine uzun perçemler bıraktıklarını hatta bu konuda Memluk Sultanı Kalavun’un düzenleme yaptığını (S:414), ikinci kıyafet reformunun Kalavun’un oğlu Muhammet zamanında Moğolların asimile olmasının da etkisiyle Memluk sultanı Muhammet tarafından eski İslam kıyafetlerine dönülmesi (S:415) şeklinde olduğunu, üçüncü kıyafet reformunun da 1826 yılında II. Mahmut zamanında yapıldığını, II. Mahmut’un kendisi uzun ceket ve pantolon giydiğini, orduya ceket ve pantolon, bürokrasiye de redingot ve pantolon giyilmesini emrederek değiştirmişti. Daha sonra bu değişim önce Türkiye’de sonra bütün Arap ülkelerinde, daha sonra da İran’da Avrupa tarzı giyim bütün topluma yayıldı(S:414). Belki son ve en önemli kıyafet reformu da Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyet kurulurken yapılmıştır. 1803-1806 yıllarında Fransa’da kalmış olan Halet Efendinin hep olumsuz yönleri yazdığını (S:425), Paris’te bulunan Palais Royal çarşısının 1540 kadın ve 1500 erkek ile oğlancılık da dahil her türlü fuhşun yapıldığı bir yer olduğunu (S:426) Halet Efendi’den sonraki yıllarda Avrupa’yı gezen Mısırlı Şeyh Rifa’a’nın ise Avrupa’daki kadınların yaşamlarını ve Müslüman kadınlardan farklılıklarını (S:427) ortaya koyduğunu örnekleriyle anlatır.
“Arapların, Türklerin ve İranlıların elinde herhangi bir batı diliyle ilgili -el yazması veya basılı- hiçbir gramer kitabı ya da sözlük bulunmuyordu. On dokuzuncu yüzyılın ileri tarihlerine kadar Orta Doğu’da batı dilleri ile ilgili sözlük ya da gramer kitabı basmak gibi herhangi bir girişimde bulunulmadı.” (S:432) diyen Bernard Lewis, tam aksine Avrupa’nın bu hususta oryantalizm dedikleri bir araştırma alanlarının olduğunu ve “Orta Doğu üzerine araştırma yapan Batılı araştırmacıların elinde geniş bir literatür oluşmuş durumdaydı. Bu tarihe kadar Avrupa’da yetmiş Arapça, on Farsça ve on beş Türkçe gramer kitabı basılmıştı. Ayrıca on Arapça, dört Farsça ve yedi Türkçe sözlük basılmış bulunuyordu. Bu gramer kitapları ve sözlüklerin büyük bölümü söz konusu dillerdeki kaynaklara dayanarak yazılmış basit rehber ya da yardımcı kitaplar olmanın çok ötesinde özgün bilimsel çalışmalardı.” (S:432) şeklinde bilimsel ürünlerini Müslümanlardan önce ortaya koyduklarını ifade etmektedir. Müslümanlar çalışmadı ancak emperyalistler ve misyonerler boş durmamış bu hususta kendi işlerini kolaylaştıracak ve kendilerinin yararlanacağı bazı çalışmalar yapmıştır.
Bernard Lewis adı koymasa da aslında rivayet araştırıcılığı dolayısıyla Müslüman yazarların Avrupa ile ilgili günceli yakalayamadıkları beş yüz yıl gibi önceki (S:434) eserlerden aktarımlar yaptıklarını bu beş yüz içindeki değişimlerden gelişimlerden haberleri olmadığını ve dolayısıyla bahsetmediklerini ifade etmeye çalışır. Aslında Müslümanların eksiği yeni araştırma yapma eksiklikleri ve yazarların kendilerinin yaptığı Gözlem ve Deneylere değil de rivayete dayanarak yazmalarıdır. Bu da güncel olmaktan uzak bir müktesebatla hareket etmeye mecbur bıraktığı gibi her zaman anı, yeniyi ıskalamalarına sebep olmuştur.
İslam’ın yükseliş yıllarında Batı için Müslümanları araştırmanın sebebini “birinin öğrenecek diğerinin ise sunacak çok şeyi olması”na (S:438) bağlayan Bernard Lewis, Batının yükselişe başladığı zamanlarda ise Müslümanların Batıya ilgisizliğini “İslam’ın yeniliğe açık olduğu ve gelişimini sürdürdüğü dönemde kendilerine sunacak pek bir şeyi, hatta hiçbir şeyi olmayan batı Avrupa’nın kültürel açıdan kendilerinden bariz şekilde aşağı seviyede olması”na (S:439) yani Hristiyan olmalarına, İslam’ın son mükemmel din olduğuna inanmalarının “Hristiyan düşüncesini ve uygarlığını önemsenmemesine neden ol”duğu (S:439), “İslam’ın gerilemeye başladığı ve Hristiyanlığın öne geçtiği ve buna bağlı olarak ortaya yeni bir ilişki biçiminin çıktığı dönemde ise İslam kendi düşünce ve davranış biçimlerini çoktan belirlemişti ve sınırlarını her türlü dış etkiye, özellikle de Batı’daki bin yıllık düşmanından gelecek etkilere kapatmıştı.” (S:439) diyerek izah etmektedir. Batının entelektüel merakı, keşifler, Rönesans Batıdaki zihni değişimi harlarken ticaret ve ticaret alanında farklılık sebebi olduğunu, batılı tüccarların zaman içinde siyaset ve eğitim alanında etkili olduklarını ancak Müslümanların büyük tüccarlar çıkaramadığını, asker, din adamı, devlet görevlisi seçkinlerin hakimiyetine karşı koymadığı için araştırıcı bir zihniyeti elde edemediklerini zımnen ifade eder. Japonlar ile de aradaki farkın Japon dinin toplumu baskılamadığı ve Japonların Batı’ya uzak oluşu nedeniyle savaşmak zorunda kalmamalarının sağladığı üstünlükle açıklar (S:441).
Bernard Lewis kitabının adını her ne kadar “Müslümanların -Batı Hakkındaki Bilimsel Çalışmaları -Avrupa’yı Keşfi” koymuşsa da talihsiz bir isimlendirme yapmıştır. Müslümanların Batı ile ilgi pozisyonları Keşif kelimesindeki bilmeme, bilinmeyeni bulma manasında bir keşif söz konusu değildir. Müslümanlar Batılıları biliyorlardı. Bernard Lewis’’in dediği gibi Latin kaynaklarını Arapçaya tercüme ederken, ya da topraklarını genişletirken batı hakkında az çok bilgi sahibiydiler. Müslümanlar Batılılara karşı kendi dinlerinin hak ve daha üstün olduğu gerekçesiyle ilgisizdiler. Onların hiçbir şeyine tabiri yerindeyse tenezzül etmiyorlardı. Bu da Batıdaki gelişimin farkına varılmasını geciktirdi. Ta ki İslam topraklarının kaybına kadar. Hem de Endülüs ve Kudüs gibi yerlerin kaybına rağmen Osmanlı zamanında da bir ders almamışlar hala kendi din ve kültürlerini üstün görmüşlerdir.
Bernard Lewis Müslümanların Avrupa ile ilgili bilimsel çalışmalarının ülkelerinde yaşayan Yahudi, Ermeni ve Rum azınlıklar, dönmeler ve daha sonra ülkelerine göç eden Yahudiler vasıtasıyla sürdüğünü ileri sürmektedir. Kaldı ki, Bernard Lewis bu tezi ileri sürerken Müslümanlar bilimden anlamaz gibi bir hava içindedir. Bütün bunların yanında Müslüman bilim adamlarının bilim alanında yaptığı çalışmalar da yadsınamaz. Günümüzde artış göstermekle birlikte tarihten beri bilimsel casuslukların süre geldiği bilinmektedir. Ayrıca diniz İslam da Peygamberi vasıtasıyla Müslümanlara “İlim Müminin yitiğidir. Nerede bulursa alır.” ve “İlim Çin’de dahi olsa onu alın.” buyurmuştur. Müslüman bir alim Çin’den İslam dinin inanç ve amel ilimlerini almayacağına göre oradan alınacak ilimin tamamen insanlar tarafından üretilmiş din dışı ilim olduğu aşikardır.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,06 M - Bugn : 16027

ulkucudunya@ulkucudunya.com