« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

31 Eki

2011

Muhalif Bir Yalnız Adam Yahya Kemal Beyatlı

Fatih BAĞCIOĞLU 01 Ocak 1970

Yahya Kemal Beyatlı, 2 Aralık 1884'te anneannesi Adile Hanım'ın Üsküp'teki konağında doğar. Asıl adı Ahmet Agâh'tır. O doğduğunda daha on dokuz yaşında olan babası İbrahim Naci Bey, onun doğumunu eşi Nakiye Hanım'ın Kur'an-ı Kerîm'inin son sayfasına tarihi ve saatiyla kaydeder

Ahmet Agâh, çocukluğu, çevresi ve ilk eğitimi

Yahya Kemal'in annesi ve babası, hem mizaç olarak hem de hayata bakış tarzı bakımından birbirinden bir hayli farklıdır. Nakiye Hanım, "marazî bir derecede titiz ve temiz"1 ve beş vakit namazını muntazaman kılan, her gün huşu içinde Kur'ân okuyan, "beyaz başörtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilen,"2 oğluna peygamber sevgisi aşılayan dindar bir kadındır. Babası İbrahim Naci Bey ise, sert, merhametsiz ve kızdığında küfürbaz olabilen,3 ayrıca dinin "Ramazan'ından, bayramlarından, kandillerinden başka şartlarıyla pek meşgul" olmayan, "her akşam içkisini içen,"4 hayatını gönlünce yaşamak isteyen bir adamdır.

Ahmet Agâh, 1889 yılında, beş yaşında Mahalle Mektebi'ne gönderilir. Bu okula üç yıl devam eden bu zeki çocuk, duyarak öğrendiği Amme Cüzü dışında okumayı bile sökemez. Oğlunun bu durumunu gören babası İbrahim Naci Bey, "benimsemediği bu eski usul eğitime, fırsat buldukça küfredecektir. Bayramlarda, evlere tepsiyle baklava siparişi veren Gani Hoca ile, sorduğunda alfabedeki harfleri tanıyamadığını gördüğü (oğlu) Ahmet Agâh ona bu fırsatı zaten vermektedir."5

Ahmet Agâh'ın eğitiminin son derece verimsiz sürüp gittiğini gören İbrahim Naci Bey, sonunda dayanamaz, oğlunu alıp Üsküp Valisi Müşir Ahmet Paşa'nın açtırdığı, yeni öğrenim metotlarının kullanıldığı Mekteb-i Edeb'e yazdırır. Fakat bu durum, ailede bir tedirginlik ve endişe meydana getirir. Çünkü "Yahudi mahallesinde açılmış olan okulun, Müslüman ahâlî arasındaki imajı hiç de hoş değildir. Müdürlüğünü Selanik dönmelerinden Ali Galip Efendi'nin yaptığı okula şüpheyle bakılmaktadır."6

Bu yeni okulda, Ahmet Agâh ile bizzat okul müdürü Ali Galip Efendi ilgilenir ve "yeni usulle hazırlanmış bir alfabeden çocuğa harfleri şaşılacak bir hızla bir günde öğretir. Ahmet Agâh, iki ay içinde de okumayı sökmeye başlayacaktır. Baba, gelişmelerden memnundur. Çocuk da ilk kaygılarının aksine okulu sevmiştir. Bu okul değişikliği, onun için bir inkılâp olacak ve yıllar sonra bu durumu, ‘Şark'tan Avrupa'ya geçiş' şeklinde tanımlayacaktır."7

Ahmet Agâh, Mekteb-i Edeb'i 1895 yılında bitirir. Aynı yıl Üsküp İdadisi'ne kaydolur. İşte o yıl, bu küçük çocuğun aile felâketi başlar. Artık küçük Ahmet Agâh'ın mutlu çocukluk yılları bitmiş, baba, bu küçük çocuğun diliyle söyleyecek olursak "kötüleşmeye" başlamıştır. İbrahim Naci Bey, Üsküp'te, iç güveyisi olarak yaşadığı hayattan bıkmış, kendi babası ve kardeşlerinin olduğu Selanik'te bir memuriyet bularak, orada "medenî bir insan gibi" yaşamaya karar vermiştir. Fakat bu kararı uygularken eşini ve çocuklarını üzmüş, kırmış ve yıkmıştır. Bütün bu üzücü hâdiseler sonrasında Nakiye Hanım, verem olur ve yatağa düşer. Fakat aile her şeye rağmen Selanik'e göç eder.

Selanik hayatında Ahmet Agâh'ın annesi Nakiye Hanım'ın hastalığı gittikçe artmış, kendilerinden yakın ilgi beklediği eşi ve oğlunun ilgisiz tavırları, ona derin bir hayal kırıklığı yaşatmıştır. İbrahim Naci Bey, Selanik'te, kendini içki ve eğlence âlemlerine bırakmış, gönlünce yaşamayı tercih etmiş, Ahmet Agâh ise benzer bir duyarsızlıkla arzularının esiri olmuştur. Zavallı Nakiye Hanım, kendini yapayalnız hissetmiş, memleketi Üsküp'e dönmek, o Müslüman şehrinde, (Ona göre Selanik "Yahudi ve gâvurla karışık bir ağyar diyarı idi") yakınlarının arasında İslâmî bir atmosferde ölmek istemiş, bu yüzden Selanik'ten ayrılıp Üsküp'e geri gelmiştir. Bir süre sonra, İbrahim Naci Bey ve Ahmet Agâh da Üsküp'e geri döner. Ahmet Agâh, tekrar Üsküp İdadisi'ne kaydolur. Fakat çok geçmez, Nakiye Hanım 1897 Eylül'ünde ölür.

Annesinin ölümü, Ahmet Agâh'ın üzerinde, hayatı boyunca atamayacağı, vicdan azabıyla dolu derin bir tesir bırakır. Artık o, gittikçe dindarlaşır. Her akşam, annesinin ruhuna Yasin okur. Üsküp'teki Rifai Dergâhı'na ve Mevlevî tekkesi olan Sâdi Tekkesi'ne gidip gelmeye, oradaki zikirlere katılmaya, büyük bir çoşkuyla ilâhiler söylemeye başlar. Ebcet hesabını öğrenir, Sâdi Tekkesi'nin şeyhi Kadri Efendi'den Arapça ve Farsça dersleri alır. Bu arada evlerinde babasının kitaplığından faydalanır. Muallim Naci, Recaizâde Mahmut Ekrem, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdülhak Hâmit ve Mehmet Celal'in eserlerini okur. Şiire karşı ayrı bir ilgi gösterir.

Ahmet Agâh, 1900 yılında tekrar Selanik İdadisi'ne yatılı öğrenci olur. Bu yıllarda Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in eserleriyle tanışır. Servet-i Fünun dergisini okur. Gerek Üsküp'te gerek Selanik'te, 2. Abdülhamid aleyhtarı bir çevresi ve hocaları vardır.

Bu arada Ahmet Agâh'ın ilk şiiri, 10 Ekim 1901'de İstanbul'da çıkan Musavver Terakki dergisinde yayımlanır. İdadi (lise) eğitimini tamamlamak üzere, 1902 Nisan'ında on sekiz yaşında bir genç olarak İstanbul'a, Humbaracı Yaşar Bey'in konağına gönderilir. Bu bir mânâda, onu Üsküp'ten uzaklaştırma operasyonudur. Çünkü bu genç delikanlının babası ve üvey annesiyle geçimsizliği iyice artmıştır.

İlk defa İstanbul'a geliş (1902)

"Ahmet Agâh, bir sabah Selanik'ten bindiği trenle, yine bir sabah vakti İstanbul'a, Sirkeci Garı'na gelir. İstanbul'a ilk defa gelmektedir. O günkü uygulama gereği bu şehre, gümrükten girer gibi, yeni bir ülkeye ayak basar gibi, yol tezkeresini kontrol ettirerek girecektir. Polislerin kontroller sırasındaki tavrı, o gün orada bir şeyi hissetmesini sağlar; o, ‘dışarı'dan gelmiş biridir, bir taşralıdır."8

Üstelik İstanbul'a geldiği bu ilk günlerde, Rumeli şivesiyle konuşmasının, İstanbullu çocuklar tarafından alay konusu olması9 da, Ahmet Agâh'ta derin bir taşralılık kompleksinin oluşmasını hızlandırmıştır. Münevver Ayaşlı da hatıralarında, Yahya Kemal'in bu taşralılık kompleksini hayatı boyunca üzerinden atamadığını anlatır. Hattâ, Yahya Kemal'in 1902 yılında geldiği İstanbul'dan bir yıl sonra Paris'e kaçışını, bu taşralılık kompleksiyle açıklar.10

Ahmet Agâh, İstanbul'da, Malumat ve İrtika dergilerinde şiirlerini yayımlar, şiirlerinde artık Agâh Kemal adını kullanmaktadır. Bu rast gele bir tercih değildir. Ondaki Namık Kemal hayranlığının tipik bir ifadesidir.

İstanbul'a lise eğitimini tamamlamak üzere gelen Ahmet Agâh, nedense bir okula kaydını yaptırmaz. Kendini tamamen duygularına teslim eder. O günlerde Tevfik Fikret, Halit Ziya, Ahmet Şuayıp gibi Edebiyat-ı Cedîde yazarlarının eserlerini okur. Onların, ülkelerine, içinde yaşadıkları topluma ve o toplumun değerlerine yabancılaşma duygusunun tesiri altında kalır. Yine o günlerde tanıştığı, ordudan atılmış, İslâm'a, Türklüğe ve bütün millî değerlerimize düşman, Serezli Şekip Bey'in de Ahmet Agâh üzerinde önemli tesirleri olur. Bu kozmopolit adam, etrafına topladığı gençlere, "memleketi zindan, Avrupa'yı nurlu bir âlem" gibi göstermeyi başarmış azılı bir 2. Abdülhamid muhalifidir. Serezli Şekip Bey, İstanbul'da âvâre âvâre dolaşan ve üstelik tek kelime Fransızca bilmeyen Ahmet Agâh'a da, Paris'e kaçmasını telkin ve tavsiye eder. Ahmet Agâh, 1903 Temmuz'unun son günlerinde, elinde bir bavul, başında bir şapka "hür Fransa" bayrağının gölgesi altında yaşamak ve 2. Abdülhamid idaresiyle mücadele etmek üzere Paris'e kaçar. Daha on dokuz yaşındadır.

Paris yılları ve Yahya Kemal adının ortaya çıkışı (1903–1912)

Reşat Beyatlı, ağabeyi Ahmet Agâh'ın "İstanbul'dan Paris'e giderken istibdat korkusuyla, hüviyetini kaybettirmek için"11 adını Yahya Kemal olarak değiştirdiğini söyler. Yahya Kemal ise, bu konuyla ilgili "Vaktiyle, bir gazetede yazılar yazıyordum. Bir gün baş makale yazmam icap etti. Yahya Kemal diye imza attım… Bunun üzerine ismim Yahya Kemal olup çıktı."12 diye bir açıklama yapar. Paris yıllarından itibaren artık karşımızda Ahmet Agâh değil, Agâh Kemal değil, Yahya Kemal vardır.

Yahya Kemal, kısa süre içinde babasıyla haberleşmenin bir yolunu bulur. Babasını, Paris'e eğitim maksadıyla geldiğine inandırarak, her ay kendisine düzenli olarak para gönderilmesini sağlar. Bir talebe otelinin küçücük bir odasına yerleşir. Yahya Kemal önce, Paris'e üç saatlik uzaklıkta bulunan College de Meaux'ya yatılı öğrenci olup, bir yıl Fransızca öğrenir. Üsküp İdadisi'ne (lisesine) kaydolduğu 1895 yılından, Paris'e kaçtığı 1903 yılına kadar geçen sekiz yıl içinde bir türlü liseyi bitiremeyen Yahya Kemal, Paris'te 1904 yılında, "lise diploması istemeyen (iki yıllık) özel bir okula, kendisinin Ulûm-ı Siyasiye Mektebi diye Türkçeleştirdiği Ecole Libre des Sciences Politique'in Hârici Siyaset Bölümü'ne"13 kaydolur.

Yahya Kemal daha Paris'e gelir gelmez, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım, Hüseyin Siret gibi rejim muhalifi Jön Türklerle tanışır. Kısa bir süre sonra, onların haftalık toplantılarına katılır. O yıllarda Paris'te, aydınlar arasında, kilise ve din düşmanlığı iyice artmıştır. Zaten, Paris'e rejim muhalifi düşünceler, dinî ve millî değerlerden uzak pozitivist bir altyapıyla gelen gelen Yahya Kemal, Paris'in bu dine karşı havasından kuvvetle etkilenmiş, anarşist bir genç hâline gelmiştir. Üsküp'te ezan sesleriyle büyüyen genç adam, Paris'te ne hâle geldiğini, hatıralarında bakın nasıl anlatır:

"Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda International'i dinlerken, kalbim geniş bir insanlık sevgisiyle doluyordu ve gözlerim yaşarıyordu. Jaures, Pressence, Vaillant, Alman anarşist Sebastien Faure ve Malato'nun nutuklarını hararetle dinliyordum. Dinsizlik ve ihtilâlcilik heveslerim arta arta, anarşist Jen Grave'ın Temps Nouveaux gazetesinin ateşli bir kaarii ve müfrit bir tilmizi oluverdim."14

Yahya Kemal, çok geçmez Paris'te kendini bohem hayatına kaptırır. Paris'in eğlence merkezlerine alışır. Tamamen arzularına göre bir hayat yaşar. Fransa'nın Albert Sorel, Albert Vandale gibi ünlü tarihçilerinin, Emile Bourgoix gibi en ünlü milletlerarası hukuk hocalarının ders verdiği Siyasal Bilgiler Okulu'ndan gerektiği şekilde faydalanamaz. 1906 yılında Londra gezisine çıkar. Orada Abdülhak Hâmid'i ziyaret eder. Bir İngiliz ailenin yanında iki buçuk ay pansiyoner olarak kalır. 1906 sonbaharında İngiltere'den Belçika'ya, Brüksel'e geçip, Paris'e geri döner. Dersleriyle ilgilenmeye, imtihanlara girmeye çalışır. Fakat okula ciddi bir şekilde devam etmeyen Yahya Kemal, imtihanlarda başarılı olamaz.

Bu arada, öğrendiği Fransızcasıyla eski Yunan ve Lâtin şiirini inceler. Fransız edebiyatını anlamaya çalışır. Bu çalışmaları onu, eski şiirimize yöneltir. Eski şiirimize "vukuf ve ünsiyet" için, Paris'teki Şark Dilleri Mektebi'nde Arapça ve Farsçasını geliştirmeye çalışır. Divan şiirini anlama yollarını araştırır. O günlerde eski şiirimizin güzelliği konusunda anlaştıkları Ali Kemal'le tanışır, dost olur. Genç şair, daha sonra Eski Şiirin Rüzgârıyla adlı şiir kitabında toplanacak olan şiirlerinin ilk örneklerini o günlerde vermeye başlar.

Bütün bu işler arasında, Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitiremeyeceğini anlayan Yahya Kemal, 1908'de kaydını Sorbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'ne yaptırır. O günlerde Türkiye'de 2. Meşrutiyet ilân edilmiş, Paris'teki rejim muhalifi jön Türkler iktidara gelmiştir. Yahya Kemal, Paris'ten tanıştığı İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım'ın yardımıyla Paris'te burslu öğrenci olmuş, babasına olan bağımlılığı ortadan kalkmıştır.

1910 yılında İsviçre, 1911 yılında tekrar İngiltere gezisine çıkan Yahya Kemal, bu başıboş ve gönlünce hayatı yüzünden, yıllardır Avrupa'da olduğu hâlde, 1908'de kaydolduğu ikinci okulunu da bitirememiştir. 1903'te geldiği Avrupa'dan, dokuz yıl sonra, 1912'de diplomasız bir şekilde yurda dönmektedir. Beş yıl babasının, dört yıl devletin maddî imkân sağladığı genç adam, bu uzun yılların ardından çaresiz bir şekilde ülkesine, İstanbul'a dönme kararı vermiştir. O günlerde hüzün doludur. Paris'ten ayrılmak, gönlünce yaşadığı bir hayata veda etmek, ona çok zor gelmektedir. Paris hayatı onun için,

"Başka yıldızda bir hayat imiş o, His ve haz yüklü kâinat imiş o."15
mısralarıyla tasvir ettiği bir hayattır. Yahya Kemal, Paris'te yaşadığı bu dokuz yılı ve sonunda memleketine dönüşünü, bakın bir şiirinde nasıl tasvir eder:

"Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin,
Koynunda vardı, lezzeti bin türlü nimetin.
Bir gün veda edip o diyarın hayatına
Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına."16

İstanbul'a dönüş, Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı yılları (1912 – 1918)

Genç şair 1912 Mayıs'ında "emsalsiz bir bahar sabahı" gemiyle İstanbul'a gelir. Gemiden iner inmez bir araba tutar ve arabanın sahibine Divanyolu'na gitmesini söyler. Köprü'den, Bahçekapısı'ndan, Bâbıâli Caddesi'nden geçerken sanki bir rüya görüyor gibidir. O günlerde, Paris'in, bu genç adam üzerindeki tesiri o kadar büyüktür ki, Divanyolu'na giderken, arabadan bakınca "Gelip geçen halkın esvapları soluk, vücutları bücür, hâl ü şanları zibidi görünür."17 Yahya Kemal'in bu cümlesi, Tanzimat'tan beri, bu milletin büyük maddî fedakârlıklar yaparak Avrupa'ya eğitim için gönderdiği Türk aydınlarının, ülkelerine nasıl bir zihniyetle döndüklerini ve içinde yaşadıkları toplumla bağlarını nasıl yitirdiklerini göstermesi açısından son derece önemlidir.

Yahya Kemal, İstanbul'da arkadaşı Şefik Esat'ın Divanyolu'ndaki evi ve Kıbrıslı Şevket Bey'in Kandilli'deki yalısında kalır. O, bu evlerin el üstünde tutulan şeref misafiridir. İstanbul'da kısa bir sürede geniş bir çevre edinir. Yakup Kadri'den Tevfik Fikret'e, Cenap Şahabettin'den Ömer Seyfettin'e, Rıza Tevfik'ten Süleyman Nazif'e, Ruşen Eşref'ten Halit Fahri'ye, Faruk Nafiz'den Orhan Seyfi'ye, Enis Behiç'ten Şahabettin Süleyman'a, Hakkı Tahsin'den Abdülhak Şinasi'ye kadar, tanınmış ve yeni yeni tanınmakta olan birçok şair ve yazarla tanışır. Yine Paris'ten tanıdığı, İttihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden Dr. Nazım vasıtasıyla, Ziya Gökalp'le görüşür. Büyük musiki üstatlarımızdan Tanburî Cemil Bey'i tanır. Hayatının son yıllarını yaşayan (ölümü1916) bu büyük musiki üstadı, ona, Hafız Post'u, Itrî'yi, Seyyid Nuh'u, Tanburî İshak'ı, İsmail Dede'yi anlatıp benimsetecek, onun Türk musikisine bakışını bütünüyle değiştirerek, Fransız kültürünün derin bir tesiri altında kalmış bu genci, kendi kültür değerlerimize yönlendirecektir.

Sanat anlayışını, dost konaklarında, Türk ocağı salonlarında, dergi ve gazete yazıhanelerinde, etrafında onu merak ve ilgiyle dinleyenlere büyük bir zevkle anlatan bu genç adam, bu yıllarda sanat ve edebiyat toplantılarının en seçkin misafiridir. Paris'ten geldikten sonra, henüz hiçbir şiiri yayımlanmadığı hâlde, şiirleri, mısraları, dilden dile dolaşmakta, büyük bir hayranlık uyandırmaktadır. Şiirlerinin sayısı, son derece azdır. Biblos Kadınları, Sicilya Kızları, Mehlika Sultan, Nazar, Leyla, Sene 1140, Mahurdan Gazel, Bir Saki gibi çok az şiiri bilinmektedir.

Yahya Kemal, 1913 yılında Daruşşafaka'ya tarih ve edebiyat hocası olur. 1914 yılında, Medresetü'l–Vâizin'de ve Haydarpaşa İttihat Mektepleri Lisesi'nde medeniyet tarihi ve Türkçe derslerine girer. 1915 yılında, Ziya Gökalp'in teklifi ve İttihat ve Terakki üzerindeki nüfûzunu kullanarak, Darülfünun'a Medeniyet Tarihi müderrisi yani öğretim üyesi tayin edilir. Hâlbuki ne lise ne de üniversite diploması vardır.18

1913 yılından itibaren yazları Büyükada'da, kışları Şişli'de oturur. Yahya Kemal, aktif siyasetin içinde olmamakla beraber, İstanbul'a geldiğinden beri birlikte olduğu Şefik Esat, Kıbrıslı Şevket, daha sonra Büyükada'da görüştükleri Paris'ten arkadaşı Ali Kemal, Necip Şakir, Tahsin Nahit, Ahmet Refik gibi isimler, genel olarak İttihat ve Terakki Partisi'ne muhalif kişilerdir. Özellikle İstanbul'da Yahya Kemal'i basın yayın dünyasına ilk tanıtan Ali Kemal, hızlı bir İttihat ve Terakki muhalifidir.

Yahya Kemal, 1916 yılında, Ziya Gökalp'i de Büyükada'da oturmaya ikna eder. Ziya Gökalp gelince, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Celal Sahir, Necmettin Sadık, Fuat Köprülü gibi Türkçü aydınlar da Büyükada'ya toplanır. Genç şair artık, iktidar partisi İttihat ve Terakki'nin önde gelen bu isimleriyle de beraber olup, dostluklar kurar.

Yıllar, 1. Dünya Savaşı yıllarıdır, ülkede savaşın doğurduğu büyük bir yokluk, kıtlık yaşanmakta, binlerce, yüz binlerce Anadolu çocuğu, hayatının baharında, Çanakkale'den Sina çöllerine, Kafkasya'dan Galiçya'ya kadar uzanan uçsuz bucaksız coğrafyada, savrulup gitmekte, vatanını müdafaa için şehit düşmekte, elini, kolunu, ayağını, gözünü, yüzünü kaybetmekte, evine ya hiç dönmemekte veya bütün umutlarını, hayallerini kaybederek dönmektedir. Bütün Türkiye coğrafyasında bu büyük acılar yaşanırken, Büyükada'da toplanan ve kendisini aydın olarak niteleyen bir avuç insan, gününü gün etmekte, hayatın tadını ve lezzetini çıkarmaktadır. Maalesef bunların içinde, Yahya Kemal de vardır. Tuhaf bir şekilde askere alınmayan Yahya Kemal, 1. Dünya Savaşı'nın bu acı yıllarında, eğlenceli günler yaşamakta, çeşitli kadınlarla hissî yakınlıklar kurmaktadır. Meselâ, genç şair Büyükada'da kaldığı bu yıllarda, Heybeli Bahriye Mektebi'nde de tarih hocalığı yapmakta ve talebesi Nazım Hikmet'in, eşiyle arası bozuk olan annesi Celile Hanım'la, bir aşk yaşamaktadır. 1916–1919 yılları arasında üç yıl devam eden bu aşk, ancak delikanlılığa yeni adım atmış olan Nazım Hikmet'in, Yahya Kemal'i tehdidiyle biter. Nazım, genç şairin, annesinin yanına, evlerine geldiği bir gün, pardösüsünün cebine gizlice, "Hocam olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremezsiniz."19 diye bir not bırakır. Evden ayrılınca bu notu görüp okuyan Yahya Kemal, büyük bir korkuya kapılır, İstanbul'a gidip günlerce ortadan kaybolur ve Celile Hanım'la olan bütün münasebetini keser. Bu aşkın evlilikle neticelenmemesini, Yakup Kadri, Yahya Kemal'in kıskançlık kuruntularına ve sosyal mevkiini düşünerek "bu kadar dile gelmiş bir kadınla" evlenmek istemeyişine, Vâ-Nû ise, Yahya Kemal'in kendini, maddî ve mânevî bakımdan evliliğe hazır hissetmemesine bağlar.20


Dipnotlar
1. Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul, 1973, s. 4.
2. Nihad Sami Banarlı, Nihad Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal Bir Dağdan Bir Dağa, İstanbul, 1984, s. 17.
3. Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebî Hatıralarım, s. 4, 27.
4. y.a.g.e. s. 4, 33.
5. Âlim Kahraman, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul, 1998, s.16.
6. y.a.g.e. s. 16.
7. y.a.g.e. ss. 16-17.
8. y.a.g.e. s. 36.
9. A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal'in Dünyası, İstanbul, 1980, s. 89.
10. Münevver Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, İstanbul, 1973, ss. 62-67.
11. Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İstanbul, 1960, s. 47.
12. Sermet Sami Uysal, Yahya Kemal'le Sohbetler, İstanbul, 1959, s. 38.
13. Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, İstanbul, 2008, s. 371.
14. Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim,Siyasi ve Edebi Hatıralarım, s. 102.
15. Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul, 1974, s.162.
16. y.a.g.e. ss. 163-164.
17. Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, ss. 125-126.
18. Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, s. 371.
19. Taha Toros, Türk Edebiyatında Altı Renkli Portre, İstanbul, 1988, s. 128.
20. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara, 1969, ss. 172-173. Vâ-Nû, Vâlâ Nurettin, Bu Dünyadan Nazım Geçti, İstanbul, 1965.


Mütareke Günleri
30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'yla 1. Dünya Savaşı biter ve Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul eder. Sınırları tâ Arnavutluk'tan Basra Körfezi'ne, Trablusgarp'tan Yemen'e uzanan koskoca bir imparatorluk 1909'dan 1918'e kadarki dokuz yıllık İttihat ve Terakki yönetiminde parçalanır. Bursa'dan Antep'e, Urfa'dan Adana'ya, Antalya'dan İzmir'e kadar Anadolu işgal bile edilir. Türk devleti yüzyıllardan beri ilk defa, tarih sahnesinden silinmek tehlikesiyle karşı karşıya gelir. İttihat ve Terakki Partisi'nin üst kademe yöneticileri, yurt dışına kaçar. Anadolu'da ise, 23 Nisan 1920'de açılan TBMM ile Millî Mücadele başlar. Yahya Kemal, her şeyin bitti sanıldığı 1918 yılı Mütareke şartları altında büyük bir acı içindedir. Hüzün dolu ve mustariptir; fakat buna rağmen ümidini kaybetmez. "1918" başlıklı şiirinde, duygularını şöyle anlatır:

"Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık.
Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık.
Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan.
Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan,
Bizim diyar olarak kaldı tâ kıyamete dek.

Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek,
Harap olup yaşıyor tali'in azabıyla,
Vatanda düşmanı seyretmek ıstırabıyla.
Vatanda korkulu rüya içindeyiz, gerçek.
Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.
Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi,
Bu, insanoğluna bir şeyn olan Mütareke'yi."21

Millî Mücadele yılları ve sonrası
Yahya Kemal, Millî Mücadele yıllarında (1919–1922), işgal altındaki İstanbul'da kalmış, Zaman, İleri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinde ve Dergâh mecmuasında, Millî Mücadele'yi destekleyen, millî ve mânevî değerlerimizi yücelten yazılar yazmış, Darülfünûn Edebiyat Fakültesi'ndeki derslerinde de, gençlere ümit ve iman aşılamış, onları Millî Mücadele ruhu etrafında birleştirmeye çalışmıştır.

Yahya Kemal 26 Ağustos 1922'de Büyük Taarruz'un başlaması üzerine, "26 Ağustos 1922" başlıklı şu güzel şiirini yazar:

"Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın!"22

Yahya Kemal Lozan Konferan-sı'ndaki basın müşavirliği görevinden sonra, "Ey Ankara, şanlı belde/Kalpak başta, tabanca belde" diye tarif ettiği Ankara'da kalarak"23, Temmuz 1923'te ikinci devre Urfa milletvekili olur. Yahya Kemal, 1925 yılında Türkiye–Suriye Hudut Tashihi Komisyonu'nda yer alır. 1926 yılında Türkiye'nin Varşova (Polonya) orta-elçiliğine tayin edilir. 1929 yılına kadar yaklaşık üç yıl bu görevde kalan Yahya Kemal, bu deniz ve dağ ufku olmayan, üstelik havası devamlı kapalı ve yağmurlu şehirde sıkılır. İstanbul'un nefis bahar ve yazlarına, parlak güneşine tutkun olan şair için, Varşova iç karartıcı bir yerdir. Odasında gece yarılarına kadar Tanburî Cemil Bey'in plâklarını dinleyerek24 kendini avutmaya çalışır. İstanbul özlemiyle yaşar. Yahya Kemal'in bu dönemi sanatı için, son derece verimsizdir. Şair Varşova'da, tek bir şiir yazar: "Kar Mûsikîleri"

"Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu,
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da, zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mesûdum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!"25
Yahya Kemal bu şiirini, "eski bir taş plâktan dinlediği Tanburî Cemil Bey'i İstanbul'un en özlü sesi diyerek yücelttiği için, muhtemelen mûsikî inkılâbına muhalefetle suçlanabileceğini düşünerek, 1941 yılına kadar yayımlatmamıştır."26

Muhalif bir yalnız adam
Yahya Kemal 1929 yılında Varşova elçiliğinden ayrıldıktan sonra Ankara'ya gelir. Afet İnan'ın anlattığına göre, "O günlerde çiçeği burnundaki harf inkılâbı üzerinde hummalı bir şekilde çalışan Reisicumhur, kendisine bu konuda ne düşündüğünü sorunca, diplomatça cevap vermek yerine, ihtiyatsızca, 'Ama Paşam, koskoca Türk kütüphanesi ve Türk kültürü ne olacak?' diye cevap verir." 27

Yahya Kemal'in, gerek 2. Meşrutiyet devrinde28 gerekse Cumhuriyet devrinde29 iktidara muhalifliği dikkat çekicidir. O, 2. Meşrutiyet devrinde, İttihat ve Terakki muhalifleriyle düşüp kalkması, onlarla sıkı dostluklar kurması sebebiyle mimlenmişti.30 Cumhuriyet devrinde ise, harf inkılâbı, dinî inkılâplar, mûsikî inkılâbı, dil inkılâbı gibi bazı inkılâplar konusunda, devrin yönetici kadrolarından farklı düşünüyor ve bu farklı düşüncelerini telâffuz etmekten çekinmiyordu. Meselâ, o, klâsik Türk mûsikîsinin Türk radyosundan yasaklandığı, konservatuvarın klâsik Türk mûsikîsi bölümlerinin kapatıldığı, klâsik Türk mûsikîsinin, Arap ve Bizans mûsikîsinin karışımı gayr-ı millî bir mûsikî olduğu, bu yüzden de bizim Batı müziğini benimsememiz gerektiği görüşlerinin hararetle savunulduğu bir devirde, Tanburî Cemil Bey'i dinliyor, Itrî'yi 'bizim öz mûsikîmizin piri' olarak yüceltiyor, Seyyid Nuh'u, Hafız Post'u, Dede Efendi'yi 'dahice işler başaran' musikî üstatları olarak görüyor, "Eski Mûsikî" başlıklı şiirler yazıp,

"Çok insan anlayamaz, eski mûsikîmizden,
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden."
diyerek, mûsikî inkılâbına karşı açık bir tavır takınıyordu.

1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulup dil inkılâbı başladığında da, dilde özleştirmeye karşı çıkmış, kendisinden bu inkılâp için yardım istendiğinde, "Lütfen Paşa Hazretleri'ne arz ediniz, benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehmimle baş başa kalmak istiyorum. Beni affetsinler."31 diyerek, bu konudaki çalışmalara katılmak istememişti.

Yine daha Mustafa Kemal'le ilk tanışmasında Brod Otel'de verilen ziyafette (Ekim 1922), Mustafa Kemal Paşa'ya, "Aman Paşam, inkılâpları yaparken Türk milletinin Müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak lâzımdır."32 diyerek itiraz etme cesaretini göstermişti.
Ayrıca o, Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetinin yok sayıldığı, mâzi ile bağların iyice zayıfladığı bir devirde, şiirlerinde Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetini yüceltiyordu. Çünkü Yahya Kemal, kültürde 'imtidâd'a yani devamlılığa inanıyordu.33
Yahya Kemal 1929 yılında, Türkiye'nin Madrid (İspanya) elçiliğine tayin edilir. İspanya'da elçi olduğu yıllarda Gırnata, Kurtuba, hattâ kuzey Afrika'ya geçerek Tetvan ve Tanja'yı gezer. Sık sık Fransa'ya gider. Bu "uzun tatillerinin birini geçirdiği Nice'de, sürgünde yaşayan son Halife Abdülmecit Efendi'ye telefon ederek hatırını sorar."34
Yahya Kemal 10 Mart 1934'te Yozgat milletvekilliğine atanır. O günlerde İstanbul Moda'da bir ev kiralayıp, oraya yerleşir. Çok sevdiği İstanbul'u sokak sokak, cadde cadde, semt semt, adım adım dolaşır. Büyükada'yı gezer. 1934'te soyadı kanunu çıkınca, Beyatlı soyadını alır. 10 Şubat 1935'te Tekirdağ milletvekili olarak tekrar TBMM'ye girer. 1946'da İstanbul milletvekili olur. 1947'de Pakistan Büyükelçiliği'ne getirilir. 1949'da bu görevinden, yaş haddinden emekli edilir.

Yahya Kemal hayatının bu döneminde, İzmir, Bursa, Kayseri, Malatya, Adana, Mersin ve civarını ziyaret eder. Atina, Kahire, Beyrut, Şam, Zahle, Trablusşam gezilerine çıkar. 1938'den itibaren, çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımlar. Onun bu dönemi, sanatı için son derece verimlidir. Ankara'da milletvekili olarak Ankarapalas Oteli'nde, İstanbul'da ise ömrünün sonuna kadar terk etmeyeceği Park Otel'de kalır. 1943–1948 yılları arasında CHP Sanat Müşavirliği görevinde bulunur. 'İnönü'yü sevmeyişine'35 ve 'İnönü Mükâfatını almak istemeyişine' rağmen, 1949'da kendisine İnönü Özendirme Armağanı diploması verilir. Fakat ne elçilik, ne milletvekilliği, ne Paris hayatı, ne Boğaz'a nâzır oteller, ne Büyükada'nın bir rüya gibi güzellikleri, ne bunca sevgi, ilgi, şan, şöhret, ne 'dünyayı saran boşluğu hissetmemek' için sığındığı dünyevî zevkler gönlündeki derin boşluğu dolduramamıştır. Yahya Kemal "Yol Düşüncesi" adlı şiirinde, içine düştüğü bu derin boşluğu şöyle anlatır:

"Ne Akdeniz'de şafaklar, ne çölde akşamlar,
Ne görmek istediğim Nil, ne köhne Ehramlar,
Ne Bâlebek'te Lâtin devrinin harâbeleri,
Ne Biblos'un Adonis'ten kalan sihirli yeri,
Ne portakalları sarkan bu ihtişamlı diyar,
Ne gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar,
Ne Şam semasını yâlel'le dolduran şarkı,
Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhât!"36

1956–1957 yıllarında bütün şiirleri birer birer yayımlanır. Yahya Kemal'in son yıllarda yazdığı şiirlerde, millî ve İslâmî değerlerin yoğun bir şekilde işlendiği dikkat çeker. İlginçtir ki, "Koca Mustâpaşa", "Atik-Valde'den İnen Sokakta", "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" gibi millî ve dinî değerlerin yüceltildiği şiirlerini henüz tamamlamadığı yıllarda, kendisini sık sık ziyaret eden yakın dostu Prof. Dr. Cahit Tanyol, Yahya Kemal'in yatağının yanındaki küçük masada değişmez iki eser görür: Tarih-i Cevdet ve Mehmet Akif'in Safahat'ı.37

Fânî ömrün bitmesi
Yahya Kemal'in daha Madrid'de elçi iken 1932'de sağlığı ile ilgili şikâyetleri başlamış ve doktorlar diyabet teşhisi koymuştu. Kendisine perhiz yapması, her gün düzenli olarak yürümesi ve zayıflaması tavsiye edilmişti. Evli olmadığı için düzensiz bir hayat yaşayan, lokantalarda yemek yiyen şair, doktorların tavsiyelerine uymamıştı. Bu yüzden elli yaşından itibaren sağlığı giderek bozulmuş, yüksek tansiyon, diyabet, anemi, hazımsızlık ve kronik bronşit onu, her geçen gün daha çok etkilemeye başlamıştı. En son 1957'de hastalığı iyice artmış, dostlarının tavsiyesiyle Paris'e gidip tedavi olmuştu.
Paris dönüşü "yüzü fark edilir şekilde sararmış, dudakları solgun, bakışları dalgındı. Hâlsiz, yorgun, bitkin görünüyordu."38 Yaşlılık da yüreğini burkuyordu. Bir şiirinde,

"Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi"39

diyordu. Artık dünya limanından demir almak gününün geldiğini düşünüyor ve kendini 'meçhule giden bir gemi' olarak gördüğünden dolayı korkuyordu. Gerçi zaman zaman,

"Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden"40 diyerek, Âhiret'i güzel bir yer olarak düşünmeye çalışıyordu. Fakat bu son günleri nasıl geçirecekti?

Sezmişti artık, kendisi için vakit gelmiş, dönülmez akşamın ufku görünmüştü. Yetmiş dört yaşı geride bırakmış, insanoğlunun yaşamak mâcerâsını görmüş ve anlamıştı. Uzun bir sonbahar gelmiş, fâni ömür bitmiş, yaprak, çiçek ve kuş dağılmış, her şey târumâr olmuştu. Veda zamanının geldiğini hissediyordu koca şair. Kendisinin ve insanoğlunun hayat mâcerâsının sonunu, bir şiirinde, ne kadar da güzel anlatmıştı:

"Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir,
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünyanın ufku, gözlere gittikçe târ olur.
Her gün sürüklenip yaşamak, ruha bâr olur.
İnsan duyar, yerin dile gelmiş sükûtunu,
Bir başka musikiye geçiş farzeder bunu,
Teslim olunca vadesi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline."41

Nihayet 1 Kasım 1958 sabahı, içinde 'en güzel dinin tekbiri'ni duymaya çalışarak, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde Hakk'ın rahmetine kavuştu. Yastığının altında, buruşuk, küçük bir kâğıt parçası buldular. Üzerinde kurşunkalemle yazılmış son mısraları duruyordu:

"Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin,
Bir çâre yok mudur buna yâ Rabbe'l-âlemin."

Dipnotlar
21. Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, ss. 79–80.
22. Yahya Kemal Beyatlı, Eski Şiirin Rüzgârıyla, İstanbul, 1974, s. 140.
23. Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, s. 325.
24. y.a.g.e. s. 538.
25. Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, s. 46–47.
26. Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, s. 45.
27. y.a.g.e. s.299. Ayrıca bk. Afet İnan, "Atatürk ve Şair", Akşam, 19 Kasım 1961. Sermet Sami Uysal, Her Yönüyle Yahya Kemal, İstanbul, 2004, s. 106. Âlim Kahraman, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul, 2008, s. 330.
28. Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, s. 441.
29. y.a.g.e. s. 45.
30. y.a.g.e. s. 441.
31. Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, "İlmi Yenen Bir Vehim", 2. b. İstanbul, 1975, s. 97.
32. Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam, s. 43.
33. y.a.g.e. s. 45.
34. y.a.g.e. s. 300.
35. y.a.g.e. s. 223.
36. Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, s. 84.
37. Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, İstanbul, 1985, s. 94, 110.
38. Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ölümünün Yirmi Beşinci Yılında Yahya Kemal, "Son Yıllarında ve Son Hastalığında Yahya Kemal", Ankara, 1983, s. 18.
39. Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, s. 88.
40. y.a.g.e. s. 90.
41. y.a.g.e. s. 85–86.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,02 M - Bugn : 10421

ulkucudunya@ulkucudunya.com