« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 May

2022

Türk Milliyetçiliğinin Güncel Sorunları Üzerine

İkbal vurucu 01 Ocak 1970

Bir düşüncenin, ideolojinin veya fikrin yaşadığı “sorun”dan ve/ya “kriz”den bahsedebilmek için onun problemler karşısındaki “çözücü” işlevinin ne ölçüde etkin bir şekilde işlediğine bakılabilir. İdeoloji, ortaya çıkan sorunları çözücü işlevini sürdürdüğü müddetçe herhangi bir krizinden bahsedilmez. Şayet bugün Türk milliyetçiliğinin bir krizinden bahsediyorsak Türk milletinin karşı karşıya kaldığı sorunlara karşı yetersiz ve etkisiz bir konumda kalmasındandır. Bu krizin bizatihi Türk milliyetçiliği düşüncesinden mi, yoksa mensupları olarak Türk milliyetçilerinden mi kaynaklandığı noktasında akıllara bir soru gelebilir. Kanaatimizce bu hususta bir farklılık varmış gibi görünse de nihayetinde her iki unsur diyalektik bir yapı gösterdiği için farklılaştırıcı bir tasnifleme sağlıklı bir analiz aracı olmaz. Bu sebeple bu makalede Türk milliyetçiliğinin güncel sorunlarından bahsederken aynı zamanda Türk milliyetçilerine ait bir sorun alanından bahsediyoruz. Fakat Türk milliyetçiliğinin güncel sorunu ifadesinden “sorun”un tali niteliğine bir vurgu söz konusuyken birinci derece muhatap Türk milliyetçileridir. Hemen vurgulamalıyız ki, daha özelde de Ülkücü Türk milliyetçiliği bizim bu makalenin konusunu oluşturmaktadır. Yoksa Türk milliyetçiliği binlerce yıllık ontolojik varlığı ve yaklaşık yüz yıllık modern yüzüyle varoluş kaynağı olan Türk milletinin sorun alanlarının çözümünde etkin rol oynayabilecek güçtedir. Bugün milliyetçiliğin birey-toplum-devlet denklemindeki ideolojik sorunları; iletişim, dayanışma, organizasyon ve birey-ideoloji bütünleşmesini sağlayan ara mekanizmalardaki sorunlardan tezahür eden bir tartışma mevcuttur. Bu makale Türk milliyetçi(liği)lerinin temel/ genel sorunlarıyla değil, sadece somut bir görünürlük kazanan beşeri, ideolojik ve psikolojik kaynaklı sorunlarının bir kısmıyla sınırlıdır.



Milliyetçi Düşüncenin İmkânları

Türk milliyetçiliğinin güçlü kalemi, düşünür İskender Öksüz Bey, Türk Ocakları Genel Merkezi’nin web sitesinde “Türkçülük: Yüz Yıl Önce, Yüz Yıl Sonra”[i] isimli bir makale yayımladı. Çok önemli tespitlerin yer aldığı makale milliyetçi düşünce tarihinin kısa ama öz bir analizi. Milliyetçi düşüncenin geçmişle kıyaslanarak bugün çok gerilediği hatta kimilerince yok kabul edildiği görülmektedir. Öksüz hocamda benzer eleştirilerini bu yazısında dile getiriyor. Üstad diyor ki: “Milliyetçi fikir üretimi en sert şartların yaşandığı 1970’lerin çok altındadır. Galip Erdemlerin, Dündar Taşerlerin, Erol Güngörlerin, Mehmet Erözlerin, Necmettin Hacıeminoğulları’nın yerlerini dolduramadık. Olağanüstü kabiliyette gençler görüyoruz ama bunlar tek tük ve seyrek. ‘Yeni bir nesil geliyor’ diyebileceğimiz bir fikir canlılığı ve bütünlüğü yok”.

İskender Hoca tespitlerini sürdürüyor ve diyor ki: “Birinci tek parti diktatörlüğünün 1940’lı yıllarında da, 60’ların, 70’lerin şehir ve kır gerillasının ve onların medyadaki, siyasetteki militanlarının bize saldırısında, biz hep kavramları tartıştık. Evet, zulme karşı ağıt yazdık, şehitlerimizi, kaybettiğimiz büyüklerimizi andık ama önde fikirler, kavramlar, ilkeler vardı. Kalemlere bakın: Atsız Bey’den Türk Ülküsü ve Türk Tarihinde Meseleler. Mümtaz Turhan’ın Kültür Değişmeleri ve Garplılaşmanın Neresindeyiz’i. Dündar Taşer’in Mesele’si. Erol Güngör’ün kitapları, Hacıeminoğlu’nun, Eröz’ün eserleri, Galip Erdem’in fıkraları ve kitapları… Sanatta da buna paralel bir bir sayım yapılabilir. İsterseniz Arif Nihat Asya’dan başlayalım… Peki, 1980 sonrasında kaç kitap, kaç milliyetçi ilim, fikir ve sanat eseri sayabilirsiniz? Hiç yok mu? Var… Var da 80 öncesi bir fikir tufanı ise 80 sonrası yaz yağmuru gibidir. Ne yukarıdaki paragraftaki sayım tamdır, ne de 1980 sonrasında hiç yazan çizen olmadı demek doğrudur. Ama 80 öncesinin lehine, 80 sonrasının aleyhine büyük fark barizdir”.

Bu yazı vesilesiyle bizde konuya kısaca katkıda bulunalım. Önce şu sorulara cevap verilmesinin temel sorunsalımız olan “milliyetçi düşünce”nin ne olup ne olmadığı hususunu açıklığa kavuşturmamıza yardımcı olur. “Milliyetçi fikrin” göstergesi nedir? Hangi durumlarda “Milliyetçi Düşünce”den bahsedebiliriz? Mesela “Ben Türk Milliyetçisiyim” diyen birinin yazdıkları mıdır milliyetçi düşünce? MHP’li olan birinin mi? Yoksa milliyetçi olmasa da Türk kimliğinin herhangi bir unsurunun gelişimine ve ortaya çıkışına katkısı olan bir aydının eylemleri midir? Veya (Türk) milliyetçilik konusunda yazmak mıdır?

Bu konuda açıkçası bazı kanaatlerim olmasına rağmen halâ net cevaplar bulabilmiş değilim. Örneğin ben Çokluktan Birliğe Türk Kimliğinin Yeni Boyutları isimli bir kitap yazdım. Bu kitapta gerek Anayasal Vatandaşlık ve gerekse Türk dünyası ile Türk Birliği konularında milliyetçi bir perspektif geliştirmeye çabaladım. Önsözde de bunu açıkça yazdım. Şimdi bu kitapta yazdıklarım ben kendime milliyetçi dediğim için milliyetçi düşünceye bir katkı mıdır? Değil midir? Bireye, sivil topluma, demokrasiye güçlü bir vurgu yapıp devlete tali bir rol biçmem “milliyetçi düşünce” ile uyuşur mu, uyuşmaz mı, neden?
Kurumsal olarak Türk Yurdu, 2023, Türkiye Günlüğü dergileri milliyetçi düşüncenin üretildiği birer organ değil midir? Bunları Töre’den Hisar’dan farklı kılan nedir? Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Mehmet Eröz gibi düşünürlerin yerini, Durmuş Hocaoğlu, Yılmaz Özakpınar, Özcan Yeniçeri, Milay Köktürk, Nevzat Kösoğlu tutmuyor mu, niye? Emine Işınsu, Mehmet Niyazi, Sevinç Çokum, Hüzeyme Yeşim Koçak, edebiyat alanındaki milliyetçi üretim değil midir?

Yazan çizen düşünürlerimiz var olduğuna göre olaylar ve olgular karşısındaki ortak bir idrak, kavrayış, yaklaşım biçimi midir milliyetçi düşünce? Veya belli konular karşısında belirli tavırlar geliştirerek bir gelenek oluşturmak mıdır? Kısacası “milliyetçi düşünce” nedir ki, biz görünce “işte milliyetçi düşünce budur” diyelim.

Milliyetçi düşüncenin merkezi sorunsalının bilgi üreten aktörlerden ziyade bu bilginin toplumsal izdüşümünde olduğu söylenebilir. Hiçbir bilgi tarihsel, kültürel ve toplumsal bağlamından bağımsız evrensel, soyut, genel bir özellik göstermez. Bu sebeple bilme biçimleri ile siyasal-toplumsal süreçler arasında sıkı bağlar mevcuttur. Bilgi ne kadar tutarlı ve sistematik bir niteliği haiz olsa da topluma yansıması olmadığı müddetçe işlevsel değildir. Yani “dünyayı” değiştirici, dönüştürücü gücü yoktur.

“Milliyetçi düşünce sistemi” kavramı kullandığımız “milliyetçi düşünce” kavramından daha kullanışlıdır. Çünkü ifade etmek istediklerimizi daha kapsayıcı olarak tanımlamaktadır. Milliyetçi düşünce sistemi, bilme biçimlerinin daha kompleks bir yapı içerisinde anlamlandırılmasıdır. Yani ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, tarihsel boyutlarını da içine dâhil ederek bütüncül bir tasavvur yaratır. Böylece aslında tek bir soyut “bilgi”den değil, çeşitli unsurlardan müteşekkil bir bilgi söz konusu olmaktadır.

Daha da açmamız gerekirse, üretilen bilgi ancak toplumsal bir yapı-çevre ile anlam-işlev kazanmaktadır. “Epistemik Cemaat” olarak literatüre giren olgu bilimsel bilginin mutlak doğru bilme biçimi ve kesinliğini savunan ve buna “inanan” cemaatleri ile varoluşunu mümkün kılmaktadır. Bu noktadan hareketle, bilgi üreticilerinin yani entelektüel ve sanatçı gibi aktörlerin varlığının niceliği değil niteliği önem kazanır. Bilgi üretici aktör sayısı az dahi olsa bu bilgiyi alıp, işleyip, toplumsal dolanıma sokan ve işlevsel kılan veya başka bir deyişle “iktidar” yapan toplumsal yapıdır, yani cemaattir. Bu cemaatin canlılığı, etkinliği, özdüşünümsel karakteridir.

Geçmişle bugünün kıyaslanmasındaki isimler üzerinden gitmektense bilginin işlevselliği ve toplumsallığından hareket etmek daha isabetli olur. Mümtaz Turhan’ların, Erol Güngör’lerin, Arif Nihat Asya’ların varlığı ve etkililiği hitap ettikleri cemaatten kaynaklanmaktaydı. Bilgi, anlam kazandığı ve işlevselleştiği bir cemaatle “düşünce” olmaktadır. Üretilen her bir bilgi sistem içerisinde yani okuyan bir kitlenin yanında bilgi yayıcı dergiler, gazeteler, kitaplar ve ekonomik dayanışma ile işlevsel hale gelmekteydi.

Mesela sivil toplum örgütleri yazarları konferanslara çağırır, kitapları satın alır, dağıtır, basımına destek olur. Gazete ve dergiler bu yazarları konuk eder, söyleşi yapar ve eserin tanıtımına katkıda bulunur. Televizyon ve radyo programlarına davet edilerek “bilgi” toplum nezdinde yaygınlaştırılmasına yardımcı olur. Burada vurgulamak istediğim bütünsel yapı ve bu sistem içindeki “doğal” dayanışmadır.

Milliyetçilerin yani cemaatin bu düzlemde ortaya koyduğu dayanışma çeşitli olay ve olgular karşısında aynı bilişsel dünyalardan kaynaklanan ortak davranışlara sebep olur. Örnek gösterilen zaman dilimlerinde milliyetçiler devlet, millet, tarih, cumhuriyet, Osmanlı, modernlik, batılılaşma gibi olgular karşısında belki farklı vurgulara sahipti ama aynı tavır söz konusuydu. Bugün ise bu cemaatin yokluğu sadece ortak davranışlar değil aynı olay ve olgu karşısında çok farklı tutumların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Örneğin AB’ne şiddetle karşı çıkan yanında, şiddetle savunanlar veya ihtiyatlı davranarak onurlu bir girişi savunanlar görülmektedir. Bu durum aslında değer ve normlardaki farklılaşmanın bir tezahürüdür ki milliyetçi düşüncenin merkezi sorunu tam da budur.



Metafiziği Tükenen Milliyetçi Düşüncenin İmkânları


Milliyetçi düşüncenin neden bir varlık gösteremediğinin sebepleri üzerinde dururken bir cemaat/camia karakteri sergileyemememizi belirleyici bir etken olarak ileri sürdüm. Açık ve net olarak bu konudaki yargımı belirteyim. Türk Milliyetçiliği’nin veya “Ülkücülüğün” metafiziği tükenmiştir. “Ülkücülük” sadece ruhsuz harfler birleşiminden ibarettir artık. Ancak, “ülkücü”, metafiziğini yeniden yaratarak bir varlık kazanabilir.

Sık sık sorulan “Soğuk Savaş bittiği zaman MHP'nin önünde iki büyük sorun bulunmaktaydı: İlk olarak Soğuk Savaş döneminde kurgulanan tehdit komünizm, SSCB ile birlikte çökmüştü. Peki, yerine ne konulacaktı?” sualine aynı kalemler kimi zaman “Kürtlerin” kimi zaman “terörün” konulduğunu belirterek cevaplamışlardır. Bu cevaplar ve sorular aslında Türk milliyetçiliği ve MHP hakkındaki kırılmaz olumsuz önyargılar yanında yeni bir takım sorunların da habercisiydi.

Birincisi, Türk milliyetçiliği/MHP derinliğine araştırılmamış ve anlaşılamamıştır. Sorular günübirlik siyasi polemiklerin ve kaygıların neticesinde sorulmaktadır.

İkincisi, MHP üzerinden Türk Milliyetçiliği eleştirisi yürütülmektedir ki, bu sağlıklı bir analiz biçimi değildir. Çünkü MHP’nin sorunları ile Türk milliyetçiliğinin sorunları özdeşleştirilemez. Fakat MHP’deki ideolojik karakterli sorunlarda Türk milliyetçiliğinin karşılaştığı sorunların bir yansımasını görebiliriz.

Üçüncüsü, Türk milliyetçiliğinin varlık sebebini komünizmle mücadeleye bağlamak olumsuz önyargıların ve “anlama” merkezli düşünmemenin bir sonucudur. Ülkücü Türk milliyetçiliğinin öngördüğü toplum ve devlet tasarımının göz ardı edilmesi de bu sorundan kaynaklanır. Komünizmle veya kapitalizm/ küreselleşme ile mücadele “büyük ülküye” ulaşmada küçük/ ara engellerdir.

Hemen belirtelim, komünizmle mücadele sadece MHP’nin değil bugün siyasi arenada önemli rol oynayan pek çok cemaat ve bütün sağ ve muhafazakar partilerin birinci amacıydı. Bunu böyle değerlendirmek bizi daha sağlıklı çözümlemelere götürür. Ayrıca sorun sanıldığının aksine Türk milliyetçileri açısından bir ideoloji olarak komünizm değil, Türkiye’nin varoluşunun tehdit eden ve başka devletlerin silahı haline gelmiş olan yok edici/yıkıcı bir akımdı. Aynı şekilde PKK ve bölücülükle mücadele Türk milliyetçiliğinin asli amacı değildir. Daha doğrusu, Türk milletinin varlığını tehdit edecek bütün ideoloji ve gruplar, mücadele edilecekler dairesine girer.

MHP’nin soğuk savaş sonrası konumuyla ilgili yukarıdaki önerme yerine asıl sorgulanması gereken şudur: Osmanlı-Türk devleti işgal edilmiş ve bölünme sürecindeyken aynı şekilde devrim adına silahlı mücadele içine giren solun çok güçlü bir varlık gösterdiği bir dönemde Türk milliyetçiliği fikri alanda kendine sağlam bir zemin inşa etmiş ve geliştirmiştir. Bu çerçevede Kürtçülüğün veya bölücülüğün mevcut olduğu 1980’lerden bugüne bu gücünü niye devam ettiremedi? Yani sorun asla ve kat’a ülkenin içinde bulunduğu zor koşullara bağlı olarak açıklanamaz veya tek/zorunlu koşul olarak öne sürülemez. Türk milliyetçiliğinin varlık koşulu, ne dün komünizmdi ne de bugün PKK veya bölücülüktür.

Bir sorun formatında bu başlıkta konuyu ele aldığımıza göre şu tespitimizi yapalım: Bugün Ülkücü Türk milliyetçilerinin üzerinde mutabakat sağladığı bir ülküleri “yoktur” ama “olmalı”dır. Türk milliyetçiliğinin Büyük Ülküsü Türk Birliğidir. Ontolojik açıdan Türk kültürüne dayanan Türk milliyetçiliğinin üreticisi de Türk milletidir. Türk milletinin tanım alanı buna göre, Türk kültür coğrafyasıdır. Farklı coğrafyalarda ömür süren bütün Türkler bu tanıma dâhildir. Eylem ve düşüncede Türk milletinin tahayyülü Büyük Ülkü’nün dayandığı zemindir. Türk milletine mensubiyetin bireyin dünyaya ve olaylara bakış açısını etkilememesi düşünülemez. Bu sebeple Türk milliyetçiliğinde devlet ve coğrafya millete göre ikincil önemdedir. Bütüncül bir Türk kimliğinin inşası Türk milletinin bir bütün olarak tasavvurunu engelleyen unsurların tespiti ve bunun tasfiyesi için çabayı gerektirir. Bunun ön şartı da bütüncül bir Türk kimliği için Türkiye ile sınırlı Türk milleti kavrayışı yerine bütün Türk topluluklarını kapsayan bir millet tasavvurunun ikamesidir. Devletin ve coğrafyanın öncelendiği bir yaklaşımda, inşa edilmek istenen bütüncül Türk kimliği zaafa uğrar.

21. yüzyıla girerken Türk Milliyetçileri’nin fikri alanda özgün bir konumda olamayışının sebebi; özünde, ideal-ülkü yokluğu gelmektedir. Ülkülerin bir bireydeki belirgin işlevi düşünce ve davranışlarındaki yönlendirici ve biçimlendirici gücüdür. Bu güç psikolojik bir motivasyon aracıdır. Bununla birlikte Türk milliyetçiliğinin nitelik, yöntem, biçim, öncelik gibi alanlardaki çoğulculuğunun- farklılığının tek bir nehirde birleşmesi anlamına gelir. Büyük Ülkü ortaya çıktığında farklılıklar gerçek anlamda bir zenginlik olur. Modern- post modern durumun ortaya çıkardığı güncel ve temel sorunların analizinde, sorun tespitinde ve çözümünde açık, net, belirgin fikirler ortaya çıkar. Bir durum karşısında takınılacak olan tavrın olumlu ve olumsuz veçhesi konusunda rahatlıkla kendi istikametimiz tecessüm eder.

Ülkü özü itibariyle kişileri, grupları, düşünceleri ötekileştirerek kendini var kılmaz, sınırlarını çizmez. Ülkü geleceğe yönelik bir umut, kurtuluş, yeniden diriliş ve yaratılıştır. Yani olumlu bir formu vardır. Bu sebeple komünizmin veya bölücülüğün karşısındaki tavır alış ana yolun açılması sırasında karşılaşılan ara engellerdir. Bu engeller ise bize tecrübe, bilgi, ihtiyat, zenginlik katar.

Türk milliyetçiliğini suç kaynağı olarak gören 12 Eylül darbesine kadar milliyetçi düşüncenin Türk dünyası merkezli tespitleri, ileriye dönük projeksiyonları, iddiaları vardı. Dergi, gazete, kitap ve çeviriler vasıtasıyla çok güçlü bir şekilde olmasa da dile getirerek bir var oluş sergilemişlerdi. Bugün ise Türk dünyasının büyük bölümü bağımsız olmuş ve ülkümüzün ilk aşaması gerçekleşmiştir. Yani Türk milliyetçileri tarihe karşı haklı çıkmıştır. Fakat buna rağmen milliyetçiler, anlaşılması güç bir biçimde Türk dünyası konusunda bir boş vermişlik içerisindedir. Milliyetçi düşünce, Türkiye'nin iç sorunları karşısındaki konumunu, entelektüel üretimini, fikri kısırlığına bağlı olarak tepkisel bir tavır alışa çevirmiştir.

Türkiye sanayileşememiş bir ülkedir. Fiziki, fikri, egemenlik bütünlüğünü tehdit eden terörün varlığını sürdürdüğü bir ülkedir. Resmi ve gayri resmi kurum ve kuruluşlarıyla, siyasal ve akademik seçkinleriyle kutsallaştırılmış bir AB ideali ile donanmış bir ülkedir. Kozmopolit liberal, İslamcı ve sosyalist seçkinlerin siyasal elitlerle kurduğu bir hegemonya altındadır. Bütün bu olgular, Türkiye'de düşüncenin kısırlaşmasını, banal ve yıkıcı iç siyasi çekişmelerle meşgul olmayı ve zihinsel bir daralmayı da beraberinde getirmiştir. Bütün bu sözü edilen unsurlar Türk Birliği projesinin istenilen düzeyde tartışılmasını ve gündeme gelmesini engellemektedir. Bu tespitimiz elbette biraz da “düşünsel tembelliğin” meşrulaştırılması anlamına gelir.

Fakat sorunun Türk Milliyetçilerindeki ülküsüzlük olduğu hatırlanırsa daha iyi olur. Batıcı sosyalist, liberal, İslamcı aydınlar kutsallaştırılmış bir Avrupa Birliği ile malul ise, Türk milliyetçilerinin ne ile malul olduğu bilinmemektedir. Bir sağa bir sola yaftalamakta ve kendi mecrasına oturamamaktadır.

Bu ortam Türk Milliyetçilerinde, yirminci yüzyılın başındaki Türkçülerdeki gibi özgün toplumsal, kültürel, siyasi bir düşünce sisteminin kurulamamasında da belirleyici bir rol oynamıştır. Çokluktan Birliğe Türk Kimliğinin Yeni Boyutları[ii] kitabımızın girişinde belirttiğimiz gibi, “Anadolu Türkiye'si ile hududu belirlenmiş bir siyasi yapı, kültürel tahayyül, tarihsel bakış açısı ve hep savunmacı bir zihinsel zemin algı ve eylem evrenimizi inhisarına almıştır. Bu zeminde, Türk milliyetçileri, Türk Birliği gibi büyük projelerin imkânını, varlığını, hatta düşüncesini bile, söz konusu iktidar mekanizması sebebiyle sorgulayamaz olmuştur.”

Türk Birliği’nin toplumsal temeli de sivil toplumda olmakla birlikte entelektüel yaratıcılık her şeyin önünde duran bir sorundur. Tali yapılar olarak devletler arasında rekabet, çatışma, diyalog olabilir. Fakat güçlü bir entelektüel zemine dayanan Türk Birliği düşüncesi çerçevesinde Türk dünyasının çoğulcu kültürel yapısı, ortak kullanılacak dil, alfabe sorunu, ciddi bir sorun alanı olarak milli kimlik inşa etmek, farklı uluslaşmalara sebep olan aynı tözden beslenen tarihin yorumlanışı ve yeniden yazımı konusu, sömürge döneminden tevarüs eden çok etnisiteli ve kültürlü toplumsal yapısı konusunda radikal etkiler yapacak bir entelektüel çaba gerektirmektedir.

Türk Birliği ülküsünde hem devlete verilen önem ve hem de devletin işlevi sivil, bireysel ve entelektüel güç unsurlarına göre talidir. Türk Birliği sivil toplumla hayat bulur. Sivil toplumun hayat bulması ve yeşermesi ise demokrasi ile mümkündür. Bu sebeple Türk milliyetçiliği demokratik ve sivil kurumların oluşması, gelişmesi ve etkili bir unsur olabilmesi için çaba sarf etmelidir. Turan Yazgan’ın kurduğu TDAV, bir sivil toplum örgütü olarak devletin kurduğu Hoca Ahmet Yesevi ve Manas Üniversiteleri ile yarışmakta ve hatta çoğu bölgede daha etkili olduğu bilinmektedir. Fethullah Gülen’in teşviki ile işadamlarının STÖ aracılığıyla kurduğu eğitim kurumlarının başarısı da, bütün güncel tartışmaların ötesinde, sivil toplumun önemi, işlevi ve başarısı konusunda örnek çalışmalardır. Bu örnekler bir ülkünün varlığı ile açıklanabilir. Ve Türk milliyetçiliği Türk Birliği’ne güçlü bir vurgu yaparak yani, İskender Öksüz Hocanın, İbn Haldun’dan mülhem “asabiye”si, Nevzat Kösoğlu’nun “iman”ı, Ziya Gökalp’in “mefkûresi” ile özgün mecrasını oluşturabilir.



Türk Milliyetçiliği ve Fikri Zenginlik

Türk milliyetçisi aydınların bir araya geldiklerinde Türk milliyetçiliğinin sorunları konusunda üzerinde ittifak ettikleri tespitlerin başında, milliyetçi düşüncenin bittiği, gelişmediği, üretilmediği üzerinedir. Diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da temel eleştirilerin parti merkezli yani MHP’ye yönelik olduğu görülmektedir. MHP’ye yönelik eleştiri her ne kadar Türk milliyetçiliğine yöneltilmiş olarak kabul edilemeyecekse de bütün suçun bir kuruma yöneltilmesinin arka planında herhalde bir günah keçisi arayarak suçu paylaşmamak duygusu olduğu kabul edilebilir. “Eski Ülkücü” sıfatıyla medyada kendine yer bulan yazarlardan Mümtaz’er Türköne’ye bir gazeteci sormaktadır: “Siz de, Naci Bostancı, Mustafa Çalık gibi Türkçülük düşüncesi üzerinden fikriyat geliştirmiş, o hareket içinde yer almış, oradan çıkmış isimlersiniz. Hala kendinizi öyle tanımlıyorsunuz. Sizi MHP'den, MHP üst yönetimini sizden farklılaştıran şey ne oldu?” Türköne’nin verdiği cevap üzerinde düşünülmesi gereken türden: “MHP'nin fikir hareketi olma özelliğini kaybetmesi. MHP bir fikir hareketi olarak doğmuş bir parti. Sonra kat ettiği o uzun mesafeden sonra bu özelliğini kaybetti. MHP'den bir fikir duyuyor musunuz? İşte bu, durumun en önemli göstergelerinden bir tanesi.”[iii]

Görüldüğü gibi temelde Türk milliyetçiliğine göre kendini ve siyasetini belirlemiş bir siyasi kurum olarak MHP’ye bağımlı bir analiz yapılmaktadır. Milliyetçi olarak kendini konumlayan aydınların tavrının da aynı eksende eleştirileri olmakla birlikte biraz daha kendi dünyalarına bağlı sorular sormaktadırlar: “Milliyetçi düşünce artık kendini gösteremiyor…”, “Erol Güngör ile birlikte milliyetçi fikir üreten aydınlarda yok…”, “okumuyoruz, yazmıyoruz…”, vb. sorular yanında başka siyasi ve dini cemaatlere bakıp kendini kıyaslayarak “bizim niye televizyonlarımız, gazetelerimiz, dergilerimiz, yazarımız, okullarımız yok…” diye hayıflanılmaktadır.

Türköne’nin yargısı üzerine hemen akla gelen soru, bir düşünce-ideolojinin bir parti tarafından mı üretildiğidir? Oysa, bir fikri parti değil o hareketin mensupları tanımlar ve anlamlandırır. Parti başta olmak üzere sivil toplum örgütleri, kurumlar, bireyler bu nirengi noktasından hareketle kendi konumlarını belirlerler. Genel değil de özel bir örnek babında yukarıdaki alıntıyı ele alalım. Türköne, ülkücülükten ayrılışının gerekçesini MHP’nin “fikir partisi olmaktan çıkması”na bağlıyor. Oysa kendisi gibi nice “ülkücü” aydın Kürtçülükten liberalizme uzanan çizgide bir “dönüşüm” yaşamıştır. Kendi ideolojik dönüşümünün gerekçesini temellendirirken ayrıldığı hareketi suçlamak yaygın bir davranıştır. Fakat bu noktada şu soruların sorulması sorunu anlamamız açısından önemlidir: MHP’den fikir kalmadığı için ayrıldığına göre gidilen DYP, ANAP, AKP gibi partilerde MHP’nin eksik olduğu fikir var mıydı ve hangi derecedeydi? Bu partilerdeki fikri kim üretiyordu, parti başkanı mı yoksa parti seçkinleri mi? MHP’de fikir bitince yani Türk milliyetçiliği fikri kalmadığına göre dahil olunan söz konusu partilerde Türk milliyetçiliği var mıydı? Şayet varsa niye liberal olunmaktadır? Liberal olmak, MHP’nin fikir partisi olmaktan çıkmasının bir sonucu mudur? Sorular çoğaltılabilir.

Yukarıdaki düşünce ve yargılar okumuşlarımız arasındaki sabit eleştirilerdir. Türk milliyetçilerinde ideolojik bir sorun olduğu ortadadır. Fakat bunun biçiminin ve içeriğinin boyutları esas tartışma konusudur. İdeolojik bir sorunun varlığı demek toplumsal yaşantımız yanında düşünsel alanda sorunsuz ve sorusuz bir varlık gösterdiğimiz anlamına gelir. Zihinlerin karışık, dolu, sorularla meşgul olması ideolojik duruşumuzdaki yetersizliğini gösterir ki, bunların cevaplanması ise çözüme adım atmaktır. Elbette sorularımız tek kelimelik sorular olmadığı gibi cevapları da tek kelimelik değildir. Sistematik düşünme ve analiz kabiliyetinden söz ediyoruz. Ve elbette bunun kurumlaşmasından yani gelenekleşmesinden. Sosyo-politik ve kültürel yaşantımızı kuşatan sorunlara bulunan yanıtların ve bu sorunları kavrayış biçiminin farklılaşması oranında da ideolojik-fikri zenginlik söz konusudur. Bu farklılık bir olgunun farklı veçhelerinin çeşitli boyutlarda görülmesi, tanımlanması ve anlamlandırılması demektir.

Bu farklı kavrayış ve yorumlayışların kendi aralarındaki tartışma da ilerleme ve mükemmele ulaşma sürecinde bir zorunluluktur. Varlığımızın ve değerler hiyerarşimizin tepe noktasını oluşturan unsurların tartışma dışı bırakılması, başka bir deyişle üzerinde ortak bir değer olarak mutabakat sağlanması bütün milliyetçi yaklaşımlardaki farklılıkların bir zenginlik tasavvuru ortaya çıkmasını sağlar. Bununla birlikte birbirini tahkir eden, dışlayan, ötekileştiren bir tutumunda önüne geçilmiş olur. Gökalp’ten Tekin Alp’e, Remzi Oğuz Arık’tan Nihal Atsız’a, Necip Fazıldan Erol Güngör’e her biri Türk milliyetçiliğinin farklı boyutlarına vurgu yaparak düşünce zenginliğini ve gelişimini sağlamıştır.

MHP başta olmak üzere sivil toplum örgütleri, kurumlar, gruplar ve bireyler ise bu akıllardan bir ortak akıl yaratır ve sorunlara yanıt üretir.


Türk Milliyetçileri ve Hassasiyetlerdeki Öncelikler


Bir Sorun Tespiti


Türk milliyetçiliği siyasi alandaki değişken gücüne göre simetrik olmayan derecede güçlü bir toplumsal etki alanına sahiptir. Bu etki farklı boyutlarda tezahür edebilme imkânına da maliktir. Etki ve güç arasındaki orantısızlık Türk milliyetçiliğinin tarihsel derinlikte anlamını bulan harekete geçirici meta-fizik güç kaynaklarına bağlıdır. Bu gücün harekete geçişi için belirli bir zaman ve mekân şartı söz konusu değildir. Zorunluluk milliyetçiliğin bizatihi kendisini yaratan “millet” denen sosyolojik olgunun varoluşu noktasında kendiliğinden doğan davranış örüntüleridir.

Sözünü ettiğimiz kendiliğinden davranış biçimleri modern kitle iletişim araçları vasıtası ve diğer farklı “algı yönetimi” teknikleri ile manipülasyona uğratılarak tepkinin kaynağı yönlendirilebilmektedir. Bazen bir takım kavramlar ve ifadeler duygusal nitelikli anlık tepkilere neden olabilmektedir. “Bölünme” bugün Türk milliyetçilerini kendiliğinden harekete geçirebilme kapasitesine sahip kavramlardan biridir.

“Bölünme” olgusu Türk milletinin tarihinden kaynaklanan en önemli hassasiyet noktasını oluşturmaktadır. Çünkü dünyaya yön veren bir İmparatorluk bakiyesi üzerine Türkiye Devleti kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu son iki yüzyılında sürekli bölünmeler yaşamıştır. Yirminci yüzyılın başları ise bir Türk trajedisinin yaşandığı zaman dilimidir. Bir imparatorluk çökerken milyonlarca Müslüman Türk sadece “Türk” kimliğinden dolayı katledilmiş milyonlarcası vatanlarından sürülmüş veya terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bu olgunun toplumsal psikoloji üzerinde derin etkisi olmadığını düşünmek mümkün değildir. Son olarak Birinci Dünya Savaşı ile ülkenin her karışı Avrupa devletlerinin işgaline uğramıştır. Büyük acılar yaşanmıştır. Bu acılar kültürel kod olarak nesillere aktarılmıştır. Böyle bir bölünme tarihine sahip bir toplumdaki önemli hassasiyetlerin bu noktalarda tezahür etmesi de “normal” görülmelidir. Böyle bir tarihi arka plana dayanan toplumsal hafızada “bölünme” olgusunun sert karşılığı vardır.

“Bölünme” algısı bu süreçte üzerinde pek fazla düşünülmeyen bir husustur. Hangi olayların, hareketlerin, siyasi yaklaşımların ve düşüncelerin bölünme algısını harekete geçirdiği ise söz konusu “hassasiyet” açısından belirsizlik taşımaktadır. Örneğin terör, PKK gibi sözlerin duyulması bölünme ile eş anlamlı veya birbirini ortaya çıkaran anlamlar örüntüsü haline gelmişken “eşit yurttaşlık”, “demokratik açılım”, “anayasal vatandaşlık” gibi kavramlar bir milliyetçinin zihninde aynı algıyı yaratamamaktadır. Bu durum hassasiyetlerin kavramsal ve söze bağımlı bir düzeyde kendini inşa ettiği gerçeğini de bize gösterir. Bölünmenin tek bir noktadan gelmesi halinde, yani PKK’dan, tehlike olarak algılanışı Türk milliyetçilerinin entelektüel ilgi alanlarının zayıflığını göstermesi açısından da önem taşımaktadır. Biz, bölücü saldırının stratejisini ve o stratejinin terminolojisini anlamadığımız için saldırıya yeterli reaksiyonu gösteremiyoruz. Kamuoyunu da bu cephede aydınlatamıyoruz.


Hazmettirme Stratejisi: Farkında Olmadan Bölücü Olmak

Türkiye’nin bölünme dinamikleri zamanın ruhuna uygun olarak farklı kavramlar, düşünceler, yaklaşımlar, siyasi hareketler ile farklı bir form haline gelmiştir. Türk Milliyetçileri zamanın ruhuna uygun bir dil geliştirememişlerdir. “Bölünme” olgusu farklı yöntemlerle ve yumuşak bir strateji yani sürece yayılarak gerçekleştirilmektedir. Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “hazmettire hazmettire” yönteminin uygulandığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Milliyetçi hassasiyetler ise, bu süreçte harekete geçmemektedir. Çünkü tehlike “olumlu algı” yaratan kavram ve söylemlerle perdelenmektedir. Eşit yurttaşlık, ideolojisiz anayasa, kimlikler karşısında eşit devlet, anayasal vatandaşlık bugün içinde bulunduğumuz zaman diliminde bölücü düşünce ve eylemleri perdeleyen kavramlardır. Bu kavramların pozitif bir anlamlar dünyasına göndermede bulunduğuna dikkat edilmelidir. Oysa içerikleri Türk milliyetçiliği açısından ciddi tehlikeler içermekle birlikte varoluşuna bir meydan okumadır.

Türk milliyetçileri en hassas oldukları bölünme konusunda günümüzün en etkili silahlarını tanımamaktadırlar. Tanımamakla kalmamakta farkında olmadan destek dahi olabilmektedirler. Modern devlet kuramını, çok-kültürcülüğü, yurttaşlık kurumunu, modern millet olgusunu, etnisiteyi, insan haklarını ve bu kavramlar setinin işlerlik kazandığı düşünce dünyasına yabancıdır ve tanımamakta da ısrarcıdır.


Neler yapılabilir?

-Türk milliyetçiliğinin duygusal ideolojik düzlemden rasyonel bir temele oturtulması anlık tepkilere olan bağımlılığını azaltabilir.

- Türk Milliyetçiliği eşittir ülke bütünlüğü gibi özdeşleşmeler yanlış olmasa da eksiktir. Milliyetçilik milleti var kılan bütün değerlerle bağlantılıdır ve denge sağlıklı bir şekilde kurulmalıdır.

-Tarihe aşırı bağımlılığın ortaya çıkardığı irrasyonel zihniyet biçimi zihni rasyonelleştirici sosyoloji ve felsefe gibi düşünce biçimleriyle normalleştirilebilir.

-Toplumsal yeniden inşa gibi hedefler bilinçli bir biçimde gündeme getirilerek mevcut potansiyel yönlendirilebilir. Bireyler bilinçli ülkü sahibi olmalıdır.

-Yeni zamanların kavramlar setine, sorun algılayışı ve tanımlayışına, önceliklerine aşina olunmalı ve “millet”in karşı karşıya olduğu tehlikeler hakkında haberdar olunmalıdır.

- Türk milliyetçilerindeki bu hassasiyet kendileri için ciddi bir “zafiyet” olduğu gibi bir “imkân alanı”dır. Düşünümsellik/ refleksivite Türk milliyetçilerinin düşünce dünyasında önemli bir yer tutmalıdır. Düşünümsellik öznenin kendi hakkında, kendi üzerinde düşünmesidir. Kendisini bir nesne gibi ele alıp bakmaktır.

- Türk milliyetçileri kendi iddialarını sık sık süregiden gerçeklikle sınayıp revize etmelidir. “Dünyayı değiştirmeyen düşünce” düşünce değildir.



Türk Milliyetçilerinin Devlet Algısı Sorunu


21. yüzyılda Türk milliyetçiliğinin yeniden düşünsel inşasında, radikal veya “yeniden kurucu” bir sorgulama-eleştiri zorunlu hale gelmiştir. Yeniden Kurucu bir inşa ise, adı üstünde geçmişle ciddi bir hesaplaşma ile ancak mümkündür. Bu sorgulamanın şiddetli bir direnç ile karşılaşacağı ortadadır. Çünkü mevcut yapıdan memnun olan, bir biçimde faydalanan, hesaplaşmaktan ürken, değişime ayak uyduramayan, entelektüel açıdan yetersiz kişi veya gruplar olacaktır.


Türk milliyetçiliğinin yeniden bir varlık kazanabilmesi için “vazgeçilmezlerinin” eleştirel bir süzgeçten geçirilmesi-sorgulanması gerekmektedir. Elbette milliyetçiliğin kutsallarının sorgulanması öncelikle milliyetçilerin eleştirisi üzerine kurulur. Buna bağlı olarak milliyetçilerin devlet algısının sorgulanması öncelikli konuların başında gelir. Çünkü devlet algısı Türk milliyetçilerinin kurum, değer ve varlık unsurları hakkındaki algılarını beslemekte ve biçimlendirmektedir.


Üstad Durmuş Hocaoğlu’nun tespitiyle “Türk Milliyetçiliği, Devlet karşısında eleştirel bir vazıyet alamamış; en fazla değer verilen bir varlık olmasına rağmen Devlet hakkında hiçbir ciddî fikir üretememiş ve bu da onu, sâdece Millet'in mevcûdiyetinin en üstün te'mînâtı ve binnetîce, her ne bahasına olursa varlığının savunulması bir nâmus borcu olan, bir varlık olarak yeryüzündeki tüm beşerî varlıkların tartışılmaz derecede en üstünü bulunan Devlet'in hükmî şahsiyetini ve fizikî varlığını değil, ama onunla birlikte her zaman için tartışmaya açık ve hattâ tartışılması zarûri olan Yönetim Tarzları'nın, diğer adıyla Sistem'in de -zaman zaman aksi iddia edilse dahi- müdâfaasını üstlenmek ve onunla eklemlenmek gibi tasvîb edilmesi mümkün olmayan bir konuma dahi gelebilmiştir. Ve yine, Devlet'in, savunulurken aynı zamanda eleştirilebileceği dikkate alınmamış; bu da bir yandan Devlet eleştirmenliğinin milliyetçilerin elinden çıkmasına ve yanlış istikametlere çekilmesine de sebebiyet vermiş olduğu gibi diğer yandan da Devlet'in mükemmelleştirilmesinde mutlaka sâhip bulunması gereken rollerinin çok tahdîd edilmesine yol açmıştır”.[iv]

Devlet olgusu insanlık tarihi ile eş zamanlıdır. Çünkü devlet “kaos”un karşıtıdır. Yani “düzen” demektir. İnsan topluluklarının örgütlenerek yarattıkları somut bir varlıktır. Hocaoğlu’nun ifadesi ile “Devlet, öncelikle, toplumsal düzen idesinin somutlaşmış şeklidir. İnsan, “Toplum”dan, Toplum ise "düzen"den ayrı ve bağımsız olarak var-olamaz; Toplum ancak bir "düzen" kavramı altında bir anlam ifade edebilir. İşte, "düzen"in en seçkinleşmiş şekli, "devlet" olarak adlandırılan sistemdir”.[v]


Milliyetçilerin devlet algısının kaynağının ortaya çıkarılması ise, sorgulamanın ilk aşamasını teşkil eder. Genel olarak bu algı tarihsel süreçten beslenen açken doyuran, çıplakken giydiren “kutsal devlet” algısıdır. Her zaman ve mekânda dillerdeki dua olan “Allah devletimize zeval vermesin” bu bilişsel dünyanın tezahürüdür. Fakat modern devletin (somut olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin) Türk milliyetçilerinin algısındaki süreklilikte bu hafızadan beslenir. Sorguyu-eleştiriyi engelleyen de bu “yanlış bilinç”tir. Çünkü bu devlet geçmişteki devlet ile ne meşruiyet kaynakları ne de işlevi ile benzerdir. Modern Türkiye devleti 1944’den itibaren Türk milliyetçiliğini dışlamış ve olumsuzlamıştır. Bu tespitimizde bir yanlış anlamayı önlemek için vurgulamalıyız ki Türkiye devletinin Marksist, liberal, kozmopolit İslamcılardaki gibi “düşmanlık” ekseninde değerlendirilmesi söz konusu değildir. Asıl vurgumuz, Türklerin kolektif hafızasındaki müspet devlet algısının işlev ve form olarak değişmiş olan modern devlette de sürekliliğini korumakta oluşudur.


Milliyetçilerin devlet algısı kadim tarih boyunca biçimlenmiştir. “Kut” destekli meşruiyet sağlandığı ölçüde devlet kutsaldır. En büyük değerdir. Dokunulmazdır. Devlet “namus” ile eş değerdir. Ya vardır ya yoktur. Millet, devletle vardır ve kadimdir. Meşruiyet kaynaklarının değiştiği modern devlet karşısında da bu tavır devam edegelmiştir. İşte sorgulanması gereken bu süreklilikteki meşruiyet sorunudur. Geleneksel algıda devlet işlevini yerine getirmeyince “Kut”un kaybolduğuna hükmedilir; devletin meşruiyet dayanağı sorgulanır ve isyana sebep teşkil ederdi. Modern devlette meşruiyetin kaynağı değişmiş ama geleneksel devletteki meşruiyeti sorgulayan kolektif zihniyet biçimi kaybolmuştur. Sorgulayıcı zihniyet kaybolurken devleti putlaştıran algı ise varlığını sürdürmüştür. Geçeklik ile algı arasındaki uçurum temel sorunsaldır. Meşruiyetin sorgulama mekanizması modern devlette işlememektedir.


Türk milliyetçilerinin “devlet” karşısındaki eleştirel tavrının temel ilkesi Hocaoğlu’nun belirttiği gibi “Devlet eleştirmesinin asli gayesi, tahrip etmek değil mükemmelleştirmek, ‘eleştirirken savunmak’ olmalıdır”. Burada bir başka sorunla karşılaşmaktayız. Türk milletinin “devlet algısı” merkezli temel sorunu niye Türk milliyetçileri merkezli olarak ele alınmaktadır?



Parti Üzerinden “Fikri” Tartışma Yürütmek

Milliyetçiliğin kuramı ve pratiği ile ilgili çalışmalarda dünya genelinde kayda değer bir artış var. Bütün küreselleşme ve post-modern yaklaşımların olumsuzlamasına rağmen milliyetçiliğin üzerindeki bu ilgi Türkiye’de milliyetçi çevrelerin dikkatini çekemediği de bir o kadar kayda değer. Ve bir başka tespitimizi de burada belirtelim; Türk milliyetçiliği karşıtı kişi ve gruplar, bu konuda yazma, tartışma ve çeviri yapmada milliyetçilerden fersah fersah öndedir. Özellikle milliyetçilik kuramları ile ilgili çevirilerin tamamına yakını sosyalist, liberal ve kozmopolit İslamcılar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bir çelişki gibi görünen bu durum aslında Türk milliyetçilerinin entelektüel kapasitelerinin seviyesinin de bir göstergesi olarak değerlendirilebilinir. Mensubu olduğu düşüncenin kuramsal ve pratik alanda dünyada nasıl bir gelişme içinde olduğunun merak ve takip edilmemesi başlı başına bir zafiyet unsurudur.

Buna mukabil Türk milliyetçilerinin, milliyetçiliğin sorunlarını parti eleştirisine indirgemeleri, geçmişi özlemle yad etmeleri ile sınırlamaları milliyetçi düşüncenin kuramsal ve pratik sorun alanlarının düzeyi hakkında bir fikir vermektedir. Türk milliyetçiliğinin güncel sorunları derken fikrin sorunlarıyla birlikte Türk milliyetçisi aktörlerin ve Türk milliyetçiliği üzerinden kamuoyu önünde tartışma yürütenleri kastediyorum. Bu tartışmaların iki boyutu var; birincisi, Türk milliyetçisi aydınların kendi içindeki güncel siyasi, kültürel, ekonomik eksenli tartışmaları. İkincisi de dışarıdan yani liberal, sosyalist, Kozmopolit İslamcıların çeşitli çıkar motivasyonuna bağlı olarak gerçekleştirdikleri eleştirilerdir.

Bu bölümde tartışmanın öncelikle ele alacağımız yönü, Türk milliyetçilerinin kendi içlerinde derinden ilerleyen bir sorgulama, tartışma, çeşitli siyasi ve toplumsal nitelikli olaylar karşısındaki konumunu içeren bir dizi sorun alanıdır. Yapılacak olan tartışmaların; sorunların tespiti ve sorunların farkında olmak gibi bir işlevi olduğu söylenebilir.

Türk milliyetçiliğinin güncel sorunlarına değinmeden önce mutlaka bir hususun vurgulanması gerekir; “Türk milliyetçisiyim” diyen ve toplumsal-politik tabakanın bütün katmanlarında yer alan bireylerin sorumluluk algılayışındaki görecelik temel sorun alanıdır. Mesleğine, statüsüne, yaşına, yer aldığı ekonomik etkinliğine göre bir “durumdan vazife çıkarma” diye formüle edebileceğimiz ve özünde Türk milliyetçiliğinin psikolojik motivasyon yani harekete geçirici motor görevi görmemesi ciddi bir sorundur. Ve bu da kısaca “ahlaki” bir duruşun göstergesidir. İdeal-Ülkü gibi bir gelecek tasavvurunun yokluğu da bu milliyetçi düşünce ve davranış biçiminin teşekkülünde önemli bir rol oynar.

Bu ahlaki davranışın veya milliyetçi bir ahlaki-toplumsal davranış diyebileceğimiz tavır kendini günübirlik siyasi tartışmaların ve eleştirilerin sığlığında bütün netliğiyle tecessüm ettirmektedir. Tartışmaların ağırlıklı olarak parti merkezli ve ülkücülük üzerinden yürütülmesi sorunun günübirlik politika ve tavırlara bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar alt düzeyde bir tartışma biçimidir ve uzun vadede Türk milliyetçiliği için ne gibi bir getirisi olacağı üzerinde çeşitli görüşler sarf edilebilir. Fakat buradaki asıl sorun alt ve üst düzey tartışmaların birbirini tamamlaması gerektiği ve bir fikrin inşasının, sadece partiden ibaret olmadığını, ama dahil, belirtmek gerekir.

Özelikle Türk Milliyetçileri’nin modern toplumun vazgeçilmezi olan sivil toplum örgütleri ve kitle iletişim araçları gibi hegemonya kurucu mekanizmalar üzerinde ne ölçüde bir hâkimiyet sahibi olduğu veya başka bir biçimde sorarsak daha doğrusu bunların önemini kavrayıp kavramadığı konusunda ciddi sorunlar vardır. Bir baskı mekanizması olarak sivil toplum örgütleri değil de yerel dayanışma merkezleri olarak ortaya çıkan algılayış kurumlar üzerindeki zafiyetin ve etkisizliğin bir göstergesidir. Bu sebeple milliyetçiliğin bütün sorununu sadece parti üzerinde yoğunlaştırmak tartışmaların niteliği konusunda da bize bir fikir vermektedir.

MHP’nin eleştirilerin merkezinde yer alması Türk milliyetçiliğine kuramsal boyutta veya fiili konumuna bir katkı sağlar mı diye sorabiliriz. Fakat Türkiye’ye özgü bir durum olarak MHP’nin Türk Milliyetçiliği ile özdeşleşmesi bize bu soruyu sormamıza sebep olmaktadır. MHP ve Türk Milliyetçiliği özdeşleşmesinin fayda-zarar muhasebesi ayrıca yapılabilir, yapılmalıdır. Fakat halihazırdaki gerçeklik böyle bir özdeşleşme kurgusu üzerine kurulmuştur. Ve biz de somut sorun alanı içerisinde bu olguyu görmek zorundayız. Bu noktada ele alacağımız veriler günübirlik politik gelişmeler doğrultusundaki sorunlar üzerinedir.

Çeşitli olay ve gelişmeler karşısında ki “hareketsizlik” ve tavırsızlık suçlamalarının yer aldığı bir durumda ele aldığımız soru ve eleştiriler de dikkate alınmalıdır. “MHP’nin kaç Doğu Türkistan, kaç Kerkük mitingi var?”, “Bahçeli solcularla hükümet kurdu…”, “Öcalan’ı asmadı…”, “hep kâğıttan okumakta…”, “Çin devlet başkanına madalya taktı…” vb. eleştiriler yanında, “O adam orada durdukça asla oy vermem”, “Türkeş’in çizgisinden çıktı, CHP’nin peşine takıldı.”, “Türkeş böyle miydi? Bahçeli darbecilere sahip çıkıyor, referandumda darbecilerin yargılanmasına hayır dedi.”, [vi]vs. Türk milliyetçilerinin en güncel soruları ve sorunlarıdır! Soru sormanın sorgulayan ve hala zinde bir zihniyetin ürünü olduğunu hatırlatarak aynı zindeliğin “harekete” geçme noktasında bir motivasyona yol açmamasını da ayrıca sorgulamak gerekmektedir. “Bizim ülkücülüğümüz Türk milletine bu gün lazım, bu gün !” diyenlere yöneltilecek “bugün ülkücülük için ne yaptın?” sorusu ise genellikle havada kalmaktadır. Bizimde asıl olarak sorgulamamız gereken bu tavırsızlık karşısındaki tenkide rağmen sergilenen tavırsızlıktır. Temelde büyütülmüş “küçük alınganlıklar” veya “hareketsizlik” için bahaneler olduğu görülmektedir.

Dile getirilen bu eleştirilerin önemli bölümü, Türk milliyetçiliğinin ne özü ne de içeriği ile ilgilidir. Doğrudan parti politikaları üzerindeki şahsi hoşnutsuzlukla bağlantılıdır. Fakat Türk milliyetçisi olarak bir beklentisinin olması, hoşnut ve hoşnutsuz olması “sorumluluk duygusu” açısından önemlidir. Burada esas olarak benim üzerinde durduğum konu kuramsal ve bunun bir yansıması olarak kurumsal işlevi yönünden bu eleştirileri ele almak. Milliyetçiliğin topluma etkisi ve işlevi konusunda partinin yanında özellikle sivil toplum örgütleri, kitle iletişim araçları, sanat merkezleri ile bir bütündür.

Bütün siyasi ve felsefi hareketlerin en temel karakteristiği üretilen düşüncenin topluma yayılmasında ve geliştirilmesinde başat rol oynayan STÖ, KİA, iktisadi kurumlar, gönüllüler vs. gibi araçlara ve aktörlere sahip olmasıdır. Türk milliyetçilerinin düşünce alanında güçlü olduğunu söylediğimiz dönemde çıkan dergi, gazete ve kitapları nicelik ve nitelik açısından bugün yapılacak bir kıyaslama geçmiş dönemin lehinedir. Fakat şu husus göz önünde bulundurulmalıdır. Milliyetçi düşüncenin güçlü olduğu söylenen dönemde etkin bir taleplerin olduğu da bir gerçektir. Yani, sivil toplum örgütleri vardı, gönüllü üyelerinin etkin ve yoğun bir şekilde çalıştıkları, dayanışma sergiledikleri. Kitle iletişim araçları vardı, Tercüman gibi Türkiye’nin en çok okunan gazetesi ve Töre gibi mektep olmuş dergilerimiz. Sanat camiamız güçlüydü bugün asamesi okunmayan çizgi, karikatür, roman, hikâye alanında. Bugün Türk Edebiyatı dergisi hala çıkıyor Türk milliyetçileri okuyup destekliyor mu? Emine Işınsu halâ roman yazıyor fakat kaç Türk milliyetçisi okumakta daha doğrusu Işınsu’nun halâ yazdığından haberdar? 2023 Dergisi, Türk Yurdu, Türkiye Günlüğünü kim biliyor? Yeniçağ, Ortadoğu, Günboyu gazeteleri niye yüzbinler satmıyor?

Kısacası Türk milliyetçiliği hareketinde parti cüzler içerisinde bir cüzdür. Bütünü temsil etmez. MHP veya Bahçeli fikir üretsin, sanat yapsın, miting yapsın, gazete, dergi çıkarıp televizyon-radyo açsın, STÖ gibi miting düzenlesin, etkinlikler yapıp sokağa hakim olup baskı oluştursun! Bu durum karşısında sana, bana, size, bize ne gerek var? Bu mantıktan hareket edersek her şeyi MHP yapacağına göre elbette tek suçludur da. Doğru soru “Parti bizim için ne yaptı?” değil “Biz parti için ne yaptık?” veya “Türk Milliyetçiliği için?” olmalıdır.



Türk Milliyetçiliği ve Sivil Toplum Örgütleri

Türk milliyetçilerinin (post) modern durumdan kaynaklanan siyasi, kültürel, toplumsal sorunlar karşısında özgün bir konumda bulunamayışının sebeplerinin başında, geçerli ve etkili örgütsel yapılanmadan ve bunları işlevselleştirecek, etkili hale getirecek zihniyetten yoksunluğu gelmektedir. Sivil toplum örgütleri kurmak, geliştirmek, etkili hale getirmek ve varlığını sürdürmek Türk milliyetçilerinin tam anlamıyla başarabildiği bir etkinlik alanı değildir. Oysa toplumsal boyutta tezahür eden ve siyasal yapıya olan etkisi ile öne çıkan kurumların başında sivil toplum örgütleri (STÖ) gelmektedir. Demokrasinin yetkin bir biçimde işlemesi ve katılımcı demokrasinin göstergesi STÖ ile mümkündür.

Milliyetçi düşüncenin toplumsal ve siyasal pratiği noktasında tahlil edilmeyen sorun alanlarının başında MHP’nin STÖ ile girdiği ilişki biçimi yer almaktadır. MHP teşkilatlarının STÖ ile olan ilişkilerini belirleyen unsur nedir? Sadakat-liyakat ölçüsündeki dengesizlik burada da söz konusu mudur? MHP ile STÖ arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Bu başlık altında da genel hatlarıyla STÖ-MHP ilişkisine değinelim.

Siyaset, yönetmek anlamına gelir. Ülkeyi, devleti, milleti yönetmek. Parti ise modern bir olgudur. Modern bir olgu olması sebebiyle parti, günümüzde, yönetmenin tek değil ama birincil önemde aracıdır. Çok genel biçimde demokrasi de halkın yönetimi anlamına gelir. Partiler aracılığıyla bu sağlanmakla birlikte yönetime katılımın çeşitli yolları vardır. Yönetime katılım bizatihi siyasetin içine girmek yanında çeşitli toplumsal gruplar ve örgütlerin aracılığıyla, başka bir deyişle, iktidar üzerinde oluşturdukları baskıyla gerçekleşmektedir.

STÖ modern siyasette yönetime katılımın yani demokratik sürecin vazgeçilmez aktörü haline gelmiştir. STÖ gönüllü bireylerin etkin bir biçimde kurdukları örgütün amacına uygun, meşru yöntemlere dayalı olarak yürüttükleri bir gruplaşma ve kurumlaşmadır. Siyaset kurumunu etkileme veya başka bir deyişle bir baskı yaratarak oluşturmak gibi işlevi vardır. Kültürel, ekonomik, ideolojik nitelikli örgütler yanında yerel dayanışma, çevreyi-tabiatı ve nesli tükenmekte olan canlıları koruma gibi çok çeşitli amaçlarda sivil toplum örgütleri kurulabilmektedir.

Milliyetçi vasfıyla öne çıkan örgütler biçimsel olarak STÖ olarak anılsalar da son kertede sınırlı bir ölçüde söz konusu işlev ve tanıma uygundur. Hem örgütsel ve kurumsal hem de söylem ve yöntem bazında ciddi sorunları vardır. Bu sorunlar aslında Türkiye’de sadece milliyetçi STÖ’nin değil aynı zamanda diğerlerinin de temel sorunlarındandır. Örgütlü Türk milliyetçilerinin sorunlarını iki noktada değerlendirebiliriz: Birincisi, Türk milliyetçilerinin STÖ ile olan ilişkilerindeki zayıflık. Başka bir deyişle, bu alanlardaki yapılanmaları maalesef büyük ölçüde modern bir baskı aracı olarak ve demokrasinin işlerlik kazanması amacı güden niteliğinden uzaktır.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,89 M - Bugn : 21788

ulkucudunya@ulkucudunya.com