« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Mar

2016

AK PARTİ'Yİ VE CEMAATLERİ BİTİRME OPERASYONU MU?

SEDAT LAÇİNER 01 Ocak 1970

Ünlü sosyalist lider Vladimir Ilyich Leninder ki “emperyalizm bir öküzden iki deri çıkarmayı başarır”. (Imperialism, the Highest Stage of Capitalism)

Türkiye gibi kapalı toplumlarda olayları incelerken olağanın dışına çıkmak gerekir. Çünkü devlet ve toplum iyi örgütlenemediğinden, medeniyeti sabit tutacak sütunlar zayıf kaldığından, o toplumları manipüle etmek pek bir kolaydır. Her grubun, her hareketin bir nasır noktası vardır. Nasırına bastığınız aklını, fikrini, çıkar ve değerini unutup nasırına basanın boğazına basar.

Türkiye gibi toplumlarda kavramlar oturmamıştır, kelimeler herkes için aynı tanımı ifade etmez... Bir Çin atasözü der ki, “bir toplumu yıkmak istersen, onun kelimelerini, kavramlarını birbiriyle yer değiştir, anlaşamaz hale gelsinler”. İşte, Türkiye de böyledir. Bugün düşman olanlar, kısa sürede dost olabilirler, dostlarsa yarın düşman… Bu nedenle perde gerisinde, toplumun bu huyunu bilen, nasırlarını keşfetmiş olan hep kukla oynatıcılar olmuştur...

Bu gerçeğin farkında olarak, Türkiye iç gelişmelerini okurken hep olmayacağı düşünmek gerekir... Bunu söylerken kendinizi masallara, komplo teorilerine kaptırın demiyorum. Sadece size sunulanı reddedin ve gerçeği en başından araştırın, anlamaya çalışın.

SÜRPRİZ CEMAAT - AK PARTİ İTTİFAKI

Gülen Cemaati ile AK Parti arasındaki ilişkileri de böyle okumak gerekiyor. Daha 17 Aralık ortaya çıktığında, hatta bundan çok daha önce “parti ile cemaat birbiriyle vuruşturulacak, birileri oyunu iyi kurmuşlar” demiştim. Bugün de aynı kanaatteyim, hatta bu oyunun tüm detayları ortaya çıktı bile. Elbette görmesini bilene.

Fethullah Gülen hareketi (diğer adıyla Hizmet) ile Erbakan’ın Milli Görüş hareketi birbirlerinden hiç hazzetmediler. Her ikisi de İslami hareketler arasında sayılsa da,Gülen’i izleyenler Erbakan’ın partisine oy dahi vermediler. Aslında ayrılık çok daha gerilere kadar gidiyordu. Gülen hareketinin veya genel olarak bilinen ismiyle Cemaat’in köklerini aldığı Nur hareketi de Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’yle hiçbir zaman yakın olmadı. Nur hareketinin takipçileri ağırlıklı olarak Süleyman Demirel’e ve Turgut Özal’a destek verdiler.

Hizmet olarak da bilinen Cemaat ile Erbakan çizgisi arasındaki ayrım 28 Şubat ve sonrasında zirve noktasına ulaştı.

Erbakancılar, Gülen’in açıklamalarını yerden yere vurdular, Gülen grubu ise o dönemde Erbakan’a oy vermek bir yana solun lideri Ecevit’e yaklaştı.

Ancak 2002’den sonra herşey bir anda değişti. Erbakan’dan bölünen AK Parti ile Gülen Cemaat’i birbirine inanılmayacak bir hızda yaklaştı.

Elbette AK Parti de, Gülen Cemaati de iradesi olan iki ayrı aktördür ve böyle bir tercihte bulunabilirler.

Ama neden 2002’de?

Neden geçmişte mümkün olmayan 2002’de mümkün oluyor?

2002-2011 arasında Parti-Cemaat ikilisi “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sivilleşmesi” hedefleri doğrultusunda sıkı bir koalisyon kurdular. Ancak ikisi de birbirine tam olarak güvenemedi. Dediğim gibi, ikisi de geçmişte neyse oydu, ama onları bir araya getiren şartlar vardı.

OP dönemde Cemaat’in hırsı ve istekliliği Ordu’nun ve Ulusalcı-sol muhalefetin şekillendirilmesinde koç-başı görevini gördü. Ama koç-başını tutan Cemaat’in kendisi değildi. AK Parti o koç-başını tutuyorum sandıysa da, gerçek aktör o da değildi.

İkilinin koalisyonu sayesinde Türkiye bir yerlere geldi, ancak daha fazlasına gerek kalmamış olmalı ki 2011 sonrasında ikilinin birlikteliği zoraki bir evliliğe dönüşmeye başladı ve 2012’den sonra yokuş aşağı giden ilişkiler 2013’de tamamen koptu.

Yapılması gereken bu dönemin iyi bir muhasebesini çıkarmaktır ve Parti-Cemaat birlikteliğinin üçüncü taraflara yararına odaklanmaktır.

Nasıl iki yan yana gelmez, 2002-2013 arasında sıkı bir koalisyon içine sokulduysa, 2013’den sonra bu ortaklık bir anda paramparça edildi. Daha önce de söylediğim gibi, Cemaat ile Parti’yi yakınlaştırmak nasıl birilerinin işine geldiyse, ikisini birbirine düşman etmek de öyle birilerinin işine geldi.

Yani Cemaat – AK Parti kavgasını normal bir süreç olarak görmedim, yapay olarak bu kavganın hazırlandığını ve bu kavga üzerinden birilerinin fena halde dayak yiyeceğini, belki de bitirileceğini söylüyorum.

Lenin’in sözüne dönecek olur isek, emperyalizm bir öküzden iki deri çıkarmayı başarıyor. Cemaat’i AK Parti’nin eline koç başı olarak veren birileri, bu kez ikisini birbirine karşı çarpıştırdı ve bu kez AK Parti, Cemaat’e karşı koç-başı oluverdi. Yani sadece aktörlerin yerleri değiştirilerek o ona, bu şuna vuruşturularak hedeflere ulaşılıyor...

Ancak mesele bu kadar basit değil. Sadece Cemaat’i bitirmekle uğraştığını düşünen Parti aslında daha geniş bir kitleye, tüm cemaatlere karşı bir koç-başına çevrilmiş durumda.

"CEMAATLERİN KÖKÜNÜ KAZIMAK"

Bu sürecin kodlarını Doğu Perinçek’in son dönemde verdiği demeçlerinde rahatlıkla görebiliyoruz.

Perinçek diyor ki, “Erdoğan bizim çizgimize geldi”, "cemaatlerin kökünü kazıyoruz".

Perinçek açıkça diyor ki, yargıda, poliste, devlette vs. eski dönemin adamları görevden alındı, yerine Perinçek’in beğendiği adamlar getirildi…

Yani devlette ciddi bir tasfiye yapıldı ve tasfiye edilenlerin yerine Perinçek-çizgisine yakın isimlerin yerleştirilmesi sağlandı…

Perinçek’in bu sözlerinin somut halini, bizzat Hükümet ve Saray tarafından yapılan atamalarda da görebiliyoruz…

Perinçek, en son Nokta Dergisi’nden Armağan Çağlayan'a konuştu ve Cumhuriyet tarihinde görülmedik şekilde cemaatlerin kökünün AK Parti hükümeti eliyle kazındığını ilan etti. Şöyle diyor Perinçek:

"AKP iktidarı döneminde cemaatlere karşı Türkiye tarihinin görmediği operasyonlar yapılıyor."

Perinçek’e göre cemaatleri bitirme kampanyasının uygulayıcısı AK Parti idi, ama planlayıcısı ve yönlendiricisi Perinçek ve ekibiydi.

Perinçek bu demecinde kendisinin devlet üzerinde Başbakan Davutoğlu’ndan bile daha etkili olduğunu iddia ediyor.

Hatırlanacaktır, 10 Mart 2014'te serbest kaldığı zaman Perinçek'in, "Dervişler, müritler, cemaatlerin kökünü kazıyacağız. Kınından çıkmış bir kılıç gibiyiz"demişti. 2014 Mart'ından sonra o kılıçın epey bir yol aldığını görebiliyoruz.

Sadece Perinçek değil, parti çevrelerinde de tüm cemaatlerin bitirileceği, en azından etkisiz hale getirileceği çeşitli defalar itiraf edilmişti. Örneğin Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, Gülen cemaatinin gücüne erişen her cemaatin aynı sonla karşılaşacağını, hiçbir cemaate böyle bir gücün verilmeyeceğini söyledi. Aynı şekilde Hükümete yakın Sabah gazetesinin istihbarat şefi Abdurrahman Şimşek, bir televizyon kanalında yaptığı konuşmada, “Süleymancı, Menzilci, Nakşi, İsmailağa ve İskenderpaşa cemaati aklınıza gelecek en ufak cemaate izin verilmeyecek” dedi.

KAMPANYA YENİ DEĞİL

Taraf gazetesi tüm delilleriyle ortaya koydu, aslında cemaatleri bitirme kampanyası yeni değil. Hazırlıkları 2002 yılından bu yana, hatta evvelinden beri yapılmaktaydı. Başka bir deyişle, konu Genelkurmay eski Başkanı Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat bin yıl sürecek” sözleri çerçevesinde değerlendirilebilir.

Taraf gazetesinden Mehmet Baransu'nun 28 Kasım 2013 tarihli haberine göre Milli Güvenlik Kurulu 2004 yılının Haziran ayında cemaatleri, özellikle de Gülen cemaatini konuştu. MGK'nın Ağustos ayındaki toplantısında ise 15 ayrı karar alındı ve uygulamayı takip edecek kurumlar belirlendi. Kararda alınacak önlemler arasında cemaat okullarının takip edilmesi, öğrenci evlerinin kapatılması, bağış yapanların Maliye Bakanlığı'nın takibine alınması da vardı.

2010 yılına kadar MGK ve diğer kurumlarda, laikliği korumak adı altında yapılan dini gruplara karşı çalışmaları bir ölçüde anlayabiliyordum ve Hükümet’in bunlara sessizliğini, hatta bu çalışmaları onaylamasını kendini korumak için aldığı bir önlem olarak görüyordum. Öyle ya iktidarda olmalarına rağmen muktedir olmadıkları yaygın bir algıydı. Ancak 2010 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü tüm illere bir emir yolladı ve bölgelerindeki dini grup ve cemaatlerin üyelerinin tespitini istedi. Açıkçası bu talep 28 Şubat döneminden bile daha güçlü ve açık bir talepti. Benim bu süreci okumamda bu ve benzeri taleplerin büyük etkisi oldu.

O yıllarda AK Parti içinde Ergenekoncuların olduğu, ‘derin devletin partinin içinde olduğu’ iddiaları kamuoyuna sızmaya başlamıştı. Ancak bu iddialar hala çok sınırlıydı.

Diyebiliriz ki 2010’dan sonra devlette cemaatleri tespit etme, fişleme ve devlette kadrolaşmalarını engelleme çalışmaları daha görünür bir hal aldı. Burada sorun şuydu, kendisini AK parti ile neredeyse özdeşleştirmiş, AK Parti’yi öz kardeşi gibi gören, dini dayanışma üzerinden meseleye bakan cemaatler nasıl etkisizleştirilecek ve bu durum Parti tabanına nasıl izah edilecek?

CEMAATLERİN KISIRLAŞTIRILMASI MI?

Cemaatlerin etkisizleştirilmesinde meşrulaştırıcı kavram “hepsini parti çatısı altında birleştirmek, ayrılığa-gayrılığa bir son vermek” oldu.

Yani Parti, “ben size yeterim, ayrı bir hareket oluşturmanıza gerek yok” diyordu. Bunu derken onların seremonik anlamda kendi renklerini korumalarına müsaade ediliyor, ancak siyasi konularda AK Parti çizgisi dışına çıkmaları bir anlamda yasaklanıyordu.

Hükümeti eleştiren "fitne çıkarmış" oluyor ve dışlanıyordu.

Bu 'sopa politikası'nı dengeleyen ise cemaatlere ve diğer dini gruplara sağlanan imtiyaz ve kolaylıklardı. Belediyelerin sağladığı ücretsiz arsalar; cami, külliye, okul vs. ruhsatları; yüklü miktarda bağışlar, cemaat medya kuruluşlarına reklam ve diğer imkânlar sinirleri yatıştırıyor ve iktidar ile cemaatler arasında kuvvetli bir bağ kurulmaya çalışılıyordu.

Sanılanın aksine cemaatleri parti çatısı altında toplamak sadece Erdoğan'ın görüşü değildir. Bu konuda partinin önde gelen isimleri çoktan ikna edilmiştir. Partinin cemaatlere bakışını dönemin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Bursa'da yaptığı bir konuşmada tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde özetlemiştir:

"11 yıl önce neyin çilesini çekiyorduk, 11 yıldan beri neyin mutluluğunu yaşıyoruz. Bu hükümet varsa, o cemaat de, o cemaatler de var olacaktır. Bu hükümet olmazsa, o cemaat de bütün cemaatler de yok olacaktır... Her şeyin garantisi biziz. O cemaatler beni çok iyi bilir. Ben onları çok iyi biliyorum. Bursa'dan bu cümleme dikkat etsinler; Biz varsak, siz de varsınız. Biz yoksak siz de yoksunuz."

AK Parti, birlik ve beraberlik adına tüm cemaatleri kendi çatısı altında birleştirmeye çalışır görünürken, bunun arkasındaki asıl neden, iktidarı paylaşmak istememesiydi. Başka bir deyişle, geçmişte devlete muhalif olan cemaatler devletin ve toplumun 'islamcı bir parti tarafından ele geçirilmesiyle birlikte bu kez o partiye muhalefet potansiyelini içinde taşıyordu. Bu noktada bazı partililer, "devleti ve toplumu zaten biz yönetiyoruz. Devlet de, toplum da zaten İslamileşti. Artık cemaatlere gerek yok" demeye başladılar. Yani partinin bazı isimlerine göre cemaatler artık gereksiz ve hatta tehlikeliydi.

İşte bu damar birileri tarafından keşfedildi ve oraya oynandı. Burada bahsedilen 'birileri'nin derin devlet olduğunu söyleyen de var, bazı dış güçler olduğunu söyleyen de...

AK Parti'nin cemaatlere şüpheyle baktığı, iktidarına potansiyel tehdit oluşturmaya başladıkalrını düşündüğü bir gerçek. Devletin içinde cemaatleri büyük bir tehlike olarak gören ve onları parçalamaya çalışan güçlü bir istek olduğu da biliniyor. Buna ek olarak Türkiye'yi içeriden kontrol etmede cemaatleri önemli bir alan olarak gören dış güçlerin olması da anlaşılabilir bir durum. Ancak tüm bunlara ek olarak zor durumda kalmış, adeta ölümcül tehlikelerle karşı karşıya kalmış bir hükümetin geçmiş dönemde çatıştığı güçlerle uzlaştığı iddiaları da yabana atılır türden değil. Buna göre hükümet kendisini kuratarabilmek için Ergenkoncu, Balyozcu vs. gruplar ile bir anlaşamya avrdı. Bu çerçevede 'darbeci' denilen kişiler serbest bıralırken, geçmişte onlara karşı önemli bir rol üstlenmiş olan cemaatçiler 'darbeci ve terörist' ilan edildiler. Perinçek, bu anlaşmayı açık açık itiraf ediyor, hatta bu anlaşma nedeniyle hayatının en mutlu günlerini yaşadığını söylüyor.

Gazeteci-yazar Cafer Solgun, bu durumu şöyle özetliyor:

"Şimdi bunları Doğu Perinçek diyor diye 'sallıyor' diyemeyiz ya da hafife alamayız. Söylediğinde çok ciddi bir haklılık payı olduğu kanaatindeyim. AKP bir devlet partisi haline geldi. Devletin görünür olmayan efendileriyle uzlaşan bir parti haline geldi. İktidarda kalmak uğruna Ergenekoncu zihniyetle uğraşan bir parti haline geldi. Dolayısıyla Doğu Perinçek’in dediği gibi, Doğu Perinçek ve onun mantalitesine sahip olanlarla aynı zeminde siyaset yapan bir parti haline geldi... Şu anda AKP eliyle yürütülen operasyonun tamamlanmasıyla beraber, AKP belki de devletin gerçek yüzüyle karşı karşıya kalacaktır. Bu ihtimal bugünden görülmesi gereken bir ihtimaldir ama bunu AKP’ye anlatmak çok kolay görünmüyor çünkü 'biz devletiz' diyorlar."

CEMAATLER ÇATLIYOR

İktidarın cemaatleri ödülle, olmazsa baskıyla kendi çizgisine çekme çabası cemaatlerde iki tür tepkiyle karşılandı: Bir grup "kimseye biat etmeyelim, bu bir tuzaktır, siyasete girmeyelim" dedi, diğer grup ise "bu bir fırsattır, iktidarda dindar insanlar var, bunlardan bize zarar gelmez, her görüşlerine katılmasak da eleştirmeyelim, cemaatimizi güçlendirmeye, arsa, bina, kadro vs. almaya bakalım" dedi. Başka bir deyişle, cemaatler içten bir bölünme yaşadılar. Bu bölünme cemaatlerin çoğunda belirgin değil gibi görünse de hemen hemen her cemaatte bu tür kırılmalar yaşandı. Sürecin taze olduğunu düşünecek olur isek gelecekte bu kırılmaların yer yer çökmelere, iç çekişmelere ve belki de kavgalara neden olması muhtemel.

Bu gerilimin en çok hissedildiği yerlerden biri İsmailağa Cemaati. İsmailağa belki de kitlesi üzerinde etkisi çok güçlü olduğundan veya Cüppeli Ahmet Hoca'nın duruşundan dolayı medyatik görünürlüğündne dolayı uzun süredir birilerinin hedefinde olan bir cemaatti. 1990'lı ve 2000'li yıllar boyunca görünmez bir ilin cemaati bölmeye, küçültmeye çalıştığı hep iddia edildi. Ancak bu sefer ki gerilim daha ciddi ve başka... Bu kez cemaat, Hükümet ile karşı karşı gelmeyi göze alanlar ile hükümete biat edilmesi gerekenler arasında bir gerilim yaşıyor. Hükümet, kendisine uyulması konusunda ısrarcı, Hükümet yanlıları da siyasi eleştirilerin bu dönemde dile getirilmesini çok yanlış buluyorlar. Nitekim bu ayrılık İsmailağa Cemaati'nin Beykoz'da inşaatı devam eden bazı binalarının yıkımı ile son buldu. Böylece AK Parti döneminde belki de ilk kez olarak bir cemaatin dini yapıları dozerle yıkılmış oldu. Cüppeli Ahmet Hoca durumu çözmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ziyaret etti. Ancak ziyaret sonrasında basına yansıyan fotoğrafta yüzler gülmüyordu. Diğer taraftan cemaatin Hükümete eleştirel bakan cenahı, yaşananlardan korkmuş değil daha çok kızmış görünüyor.

Cemaatin sesi sayılan Marifet Derneği'nin Yönetim Kurulu Üyesi Şefik Kocaman, külliyenin inşaatına Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin dualarıyla başladıklarını ve yıkım kararına kendisinin çok üzüldüğünü söylüyor ve yıkım kararının gerekçesini Hükümetle düştükleri fikir ayrılıklarına, siyaset karşısında dik durmalarına bağlıyor:

"Burada maruz kaldığımız muamele bugüne kadarki duruşumuzdan kaynaklanıyor. Biz Cumhurbaşkanı'nın, 'Sunnilik diye bir dinim yoktur' söylemini eleştirdik. Kabul etmedik. İran ikinci vatanımızdır söylemini kabul etmedik. Bütün işaretler de Cumhurbaşkanı'nı gösteriyor. Kendi arkadaşının binaları İstanbul'un siluetini bozuyor fakat dokunulmuş değil. Doğru bildiğimizi söylediğimiz için cezalandırılıyoruz... Marifet Derneği olarak vatan, millet bazı mevzuları dile getirdik. Özelikle Güneydoğu meselesini, çözüm sürecini, Süleyman Şah türbesinin taşınmasını ve Anadolu'nun bin senelik eksenin kaydırıldığını söyledik. Süleyman Şah vatan toprağıdır bunu taşımak uygun değildir dedik. Ankara'yı versen İstanbul'u isteyecek bir terör örgütüyle masaya oturulmaz dedik. Biz bunları hem şifai olarak muhatap olduğumuz devlet yetkilerine aktardık. Hem de dergi ve sosyal medyadan söyledik... Şia, Vahabi gibi akımların cirit attığını ve bunun Anadolu'nun kendi anlayışı olan ehli sünnetin horlandığını, ikinci sınıf muameleye tabii tutulduğunu dile getirdik. Bu bağlamda birçok tehditler de aldık. Susun böyle konuşmayın dediler. Biz din adamı olarak hak bildiğimizi söylüyoruz. Bu bize Allah'ın verdiği vazifedir. Burada maruz kaldığımız muamele bugüne kadarki duruşumuzdan kaynaklanıyor... Seçimler olana kadar böyle bir sorunumuz yoktu. Maalesef siyaset çok temiz bir müessese değil... Bir takım kimselere paralel deniyor, bizim suçumuz da biraz fazla dik olmak. "

İktidar ile muhalif kalmak arasında zor bir seçim yapmak zorunda kalan ve bu nedenle ikiye bölünen Süleymancılar da bahsettiğimiz gerilimi hala yaşayan cemaatlerden. Cemaatin büyük çoğunluğu Süleyman Hilmi Tunahan`ın torunuAhmet Arif Denizolgun'un safında yer alıyor. Ancak diğer kardeş Mehmet Beyazıt Denizolgun Hükümet'e yakın duruşuyla cemaati bölmüş durumda. Ancak cemaatte iktidarı eleştiren kişiler dahi bu görüşlerini açık açık beyan etmekte zorlanıyor, doğrudan hedef tahtasında olmak istemiyor. Ancak cemaatteki bölünme nedeniyle ağırlıklı olarak iktidar partisi suçlanıyor.

17 Aralık'tan sonra Hükümet'e en büyük desteği veren cemaatlerin başında hiç şüphesiz Adıyaman Menzil Cemaati geliyor. Cemaat AK Parti döneminde birçok bakanlık ve kurumda kadrolaştı, iş dünyasında da güçlendi. Son dönemde iktidara katıksız bir destek de verdi. Ancak Menzil, bu tavrıyla bile şüphe çekti, bazılarını endişeye sevketti. Nevzat Çiçek(*), Menzil'in parti çevrelerinde 'yeni paralel' olarak bile suçlandığını belirtiyor. Ayrıca iktidarın iç ve dış politikadaki bazı politikalarını cemaatte kimi kişilerin tasvip etmediği ve ciddi bir gerilimin büyüdüğü de iddialar arasında. Cemaatin çok fazla güçlendiğine inanılan bazı bakanlaıklardan tasfiye edildiği veya zayıflatıldığı da iddialar arasında.

Nur talebelerindne Yeni Asya grubu da hedef alınan gruplardan biri oldu. Hareket içinde birdenbire rakipler ortaya çıktı, hareketin sempatizanları arasında ikilik çıkarılmaya, onların dyeişiyle 'fitne' çıkarılmaya başlandı. Grup içerisindeki değerlendirmelere göre Yeni Asya'yı birileri ele geçirmek istedi, bunun için de fitne çıkardılar. Aynı yaklaşıma göre, Yeni Asya'nın iktidara biat etmemesi hedef seçilmesinin en önemli nedeni.

Yeni Asyacılar, bu meseleyi sadece AK Parti - Yeni Asya sorunu olarak görmüyorlar, onlara göre emsele develtin, yani devlet içerisindeki derin mahfillerin cemaatleri ele geçirmesi meselesi, siyaset ise bu doğrultuda kullanılan sadece bir araç.

Yeni Asya Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz'e göre cemaatlere baskı ve bölme çabaları yeni değil. Güleçyüz, verdiği bir röportajda bu çabayı şöyle anlatıyor:

"Nur cemaatlerinin içindeki o ihtilaflarda özellikle işi kızıştıran, tahrik eden ve provokatif birtakım tavırlarla, söylemlerle ihtilafların yaşanmasını tetikleyen, o ihtilaflara taraf olan insanları âdeta geri dönülemez şekilde, bir daha yüz yüze bakamayacağı boyutlara taşıyan o süreçlerde bu tarz yapı elemanlarının etkili olduğu kanaatim var benim. Yoksa Risale-i Nur’dan uhuvvet, müspet hareket, güzel ahlak dersini almış olan insanların bu tarz davranışlara girmesi mümkün değil. Fikir ihtilafı olabilir. Siyasi konularda da farklı düşünceler olabilir zaman zaman. Ama hiçbir zaman bütün bu kardeşlik hukukunu berhava edecek bir davranış içerisinde olması beklenemez nur talebesinin. Ama maalesef özellikle bu tarz maksatlı sızmış olan, o yapının elemanları diyebileceğimiz kişiler, özellikle temayüz etmiş, abi konumundaki insanların etrafını kuşatarak ihtilafları körüklediler."

Güleçyüz, uzun süredir cemaatlerin içinde devletin 'uyuyann ajanları'nın olduğunu, bu ajanların cemaat önderlerini zaman zaman birbirine düşürebildiğini söylüyor:

"2004 Ağustos’undaki MGK gündemine gelen ve o zamanki kurul üyelerinin tamamının imzaladığı belgenin detaylarına bakıldığında bugün yapılmakta olan birçok şeyin o belgede yer aldığı görülüyor. Yani mesele dershaneler diye başladı, ondan sonra cemaatle irtibatlı bütün kurumların tasfiyesi gibi bir noktaya taşındı. Yani bu bir devlet operasyonu. Zaten Erdoğan defaatle söylüyor, ‘Bu bir MGK kararıdır’ diye... Hani 12 Eylül’de başka bir siyasi akım için deniyordu ya, ‘biz içerdeyiz ama fikirlerimiz iktidarda’ diye. Şu anda yapılanlar da tamamen Perinçek ideolojisinin uygulanması biçiminde karşımıza çıkıyor. Perinçek içeriden çıkarken ilk lafı cemaat ve tarikatların kökünü kazıyacağız, oldu... Daha sonraki beyanlarında da sözü anayasayla korunan devrim kanunlarından tekke ve zaviyeler kanununa getirerek, ‘Bu kanun yürürlükte olduğu müddetçe cemaat ve tarikatların bu memlekette var olması mümkün değildir. Dolayısıyla hepsinin kökü kazınacaktır’ diye hedefinin tüm cemaat ve tarikatlar olduğunu defaatle söyledi. Gidişat da zaten öyle bir tablo gösteriyor. Yani diğer cemaatler henüz farkında değiller ama maalesef böyle bir anlayış şu anda iş başında."

Güleçyüz, cemaatleri ortadan kaldırmak için bir kurulun varlığından da söz ediyor.Güleçyüz'e göre iktidardakiler, devletin ve toplumun İslamlaştığını, dolayısıyla cemaatlere ihtiyaç kalmadığını düşünüyorlar veya buna ikna edilmiş durumdalar.

Bu süreçte, kendilerine çizilen yol haritasını beğenmeyen cemaatler günah keçisi ilan edildiler, dışlandılar, hatta cezalandırıldılar. Bunlardan biri de Furkan Vakfı ve çevresi. Furkan hareketi, Gülen Cemaatini 30 yılı aşkın bir süredir oldukça sert bir şekilde eleştiren bir cemaat. Bu cemaatin yakın zamana kadar AK Parti’ye karşı öyle sert bir eleştirisi de yoktu. Ancak 2010 sonrasında “herkes partiye biat edecek, onun dışına çıkmayacak” çağrısına Furkan hareketi de uymadı ve bedellerini ödeyerek de olsa bağımsız kalmayı tercih etti.

Bu cemaatin hocaefendisi olan Alparslan Kuytul, 8 Aralık 2014 tarihli bir konuşmasında diyor ki;

“Hukuk içerisindeki en basit faaliyetlerimiz dahi engellendi, isteklerimiz reddedildi. Bize darbe vuruyorsunuz, çünkü şakşakçılık yapmıyoruz. AKP’ye oy toplamıyoruz. İmkanlar AKP’yi destekleyenlere veriliyor. Paralel dedikleri bahanesiyle diğer cemaatleri engelliyorlar. Tutturmuşlar bir paralel paralel. Siz paranoyak mı oldunuz? Psikolojiniz mi bozuldu? Tüm cemaatlerden şüphe eder oldular… Duyduğum kadarıyla Süleymancıların 25 inşaatını mühürlemişler. Tek parti dönemine mi gidiyoruz? Sizinle beraber değildik, ama düşman da değildir. Bizi sizi kardeşimiz biliyorduk, siz yanlış yaptınız. Neymiş, tekid etmişiz. Bundan sonra daha çok ederiz.”

Yine Kuytul, bir başka konuşmasında AK Parti üzerinden birilerinin cemaatleri bitireceğini, sonra da dönüp, AK Parti’yi bitireceğini, oyunun içinde başka oyunların olduğunu söylüyor:

“O cemaate (Gülen cemaati) verdikleri tüm makam ve mevkileri alıp eski Ergenekonculara verdiler. O Ergenekoncular ise ‘tüm cemaatleri bitireceğiz’ diyor… Aslında tarikat ve cemaatlerin çoğu bitik. Bu hükümetin eliyle cemaatleri vuracaklar, sonra sıra AKP’ye gelecek., AKP’yi de vuracaklar. Tüm cemaatleri AKP’nin çatısı altına topluyorlar. Hepsi toplanınca, bu çatıyı çökertecekler ve hepsi altında kalacak. Ancak o çatı altına girmeyenler hariç. Maalesef (camaat ve tarikatların) % 90-95’i o çatının altına girmiş durumdalar. Bunlar esas görevlerini AKP’ye bıraktılar, faaliyetlerini adeta askıya aldılar. İhale peşindeler, nerelere adam yerleştiririz peşindeler, nereden hangi arsa peşindeler…”

Sayın Kuytul’un analizine ve tespitlerine önemli oranda katılıyorum. Buna ek olarak, AK Parti-Gülen Cemaati arasındaki savaşın cemaatleri bitirmede özel bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Şöyle ki;

1. İlk olarak, Cemaat-Parti kavgası sayesinde Parti devlet bürokrasisi içerisinde yalnız bırakılmış oldu,

2. İkinci olarak, cemaatler içerisinde en geniş tabana sahip olan ve devlet içinde en dinamik sayılan cemaat devre dışı bırakılmış oldu,

3. Son olarak, diğer cemaatlere ibret niteliğinde bir örnek oluşturuldu, ‘paralel olmak’ diye bir suç meydana getirildi ve Gülen Cemaati’nin muhalefetine benzer çıkışlar yapan her cemaati ve grubu yok etmek için etkili bir araç elde edilmiş oldu.

Bu sürecin sonunda tüm cemaatler yok edilecek mi, bilemiyorum. Fethullah Gülenörneğinde Cemaat’e birazcık sempatisi olanlar bile kendisini hapislerde buluyor. Başörtülü ev hanımlarından doktorlara, esnaflardan öğrencilere kadar kafasını kaldıran tutuklanıyor. Dolayısıyla benzeri uygulamalar muhalefet etmeleri halinde diğer cemaatlere de reva görülebilir. Ancak aslında buna gerek de yok. Cemaatlerin kısırlaştırılması, yani doğurganlıklarının ve dinamizmlerinin ellerinden alınması, devletin kanatları altında bir merasim-hareketine dönüştürülmeleri yeterli. Üstelik bu, tarihimizde yeni de değil.

Osmanlı’da bu uygulamayı sıklıkla görüyoruz. Cemaatler ve tarikatlar, Saray’a başkaldırmadıkları sürece, ona itiraz etmedikleri müddetçe destekleniyorlar, arsa, bina ve diğer ödüllerle dünyalığa boğuluyorlar. Ancak İslam böyle bir din değil. İslam dini yata odasından çarşıya; avlanmadan savaşa kadar her konuda söyleyecek sözü olan bir din. Üstelik İslam dini hemen her konuda müminleri aktif tavır almaya cesaretlendiriyor.

İslam’ın dinamik karakterine karşın İslam devletlerinin dini hareketleri tek-tipleştirmesi, onları devletin çizgisinde tutmaya zorlaması belki de İslam’ı donduran, dinamizmini yok eden asıl nedendir.

İslam tarihinin en büyük âlimlerinden Ebu Hanife (699-767) örneğini hatırlarsak tablo daha da netleşecektir. Ebu Hanife, Emevî ve Abbâsî halifelerinin yönetim anlayışını onaylamamış, siyasi eleştiriler getirmiş, bunun sonucunda her iki halife tarafından işkenceden geçirtilmiş, en nihayet işkenceler sonucunda hayatını kaybetmiştir.

Aslına bakarsanız hem Emeviler, hem de Abbasiler, Ebu Hanife ile uzlaşma yolunu aramışlar ve siyasi eleştirilerini bir yana bırakıp Bağdat’a kadı olmasını teklif etmişlerdir.

Başka bir deyişle, Ebu Hanife ve çevresindekiler devletin çizgisine getirilmek istenmiş, bunu kabul etmyeince ise bu farklı ses fiziken ortadan kaldırılmış, yani çok seslilik tehlike olarak görülmüştür.

Bu tarihten sonra da halkı Müslüman devletler alimlerine ve dini hareketlere benzeri şekilde davranmışlardır. Tarikatlar ve cemaatler siyasi görüş beyan etmedikleri sürece özgür kalmışlar, belli alanlara girmeleri adeta yasaklanmıştır. Bu ise dini grupları bir yandan sembolik merasim gruplarına çevirmiştir, diğer yandan dinamizmlerini ellerinden alarak içten içe yozlaşmalarına, çürümelerine yol açmıştır.

CEMAATLER BİTERSE, DEMOKRASİ Mİ GELİR?

Bugüne dönecek olursak, ulusalcı ve sol bazı çevreler cemaatlerin bir şekilde bitirilmesi gerektiğini düşünüyorlar ve yaşananları büyük bir fırsat olarak görüyorlar. Oysa ki yaşananlardan demokrasi veya serbesti adına başka bir sonuç ummak hayalcilik olur. Yaşananlar tipik bir devletin halkı kendisine benzetmesi ve zapturapt altına almasıdır, daha fazlası değil.

Hatta resme biraz daha geniş bakabilirsek, kanaatimce cemaatlerin ve dini grupların gelişmesi, Müslüman coğrafyanın kendisini geliştirmesi ve her anlamda kalkındırması için kilit bir önemdedir. Yani ben cemaatlerin siyasete ve hayatın diğer alanlarına ilgi duymasını laikliğin veya cumhuriyetin altını oymak olarak görmüyorum. Tam tersine, eğer bu insanların dini İslam ise çözüm de dini kurumların ıslahından ve gelişmesinden geçecektir. Eğer Türkiye cemaatleri çağa uygun hale getirme ve modern sistem ve kurumlar içinde uyumlu şekilde yaşatma (accommodation) işlemini başarıyla tamamlayabilirse İslam ülkeleri çağlar öncesindeki dinamizmini tekrar yakalayabilirler. Ve hatta bu süreç serbestîci (liberal) ve bir arada yaşamı temin edecek (co-existence) bir siyasi sistemle de sonuçlanabilir.

Bu bağlamda cemaatler toplumun diri taraflarından biridir, yani sivil toplumdur. Sivil toplumun devlet eliyle bitirilmesi ise aslında toplumsal dinamiklerin tıkanması, toplumun canlı kısmının sona erdirilmesidir.

SORUNUN KİŞİSEL KISMI

Yazılarımda kendimden bahsetmek pek adetim değildir, ancak yukarıda bahsettiğim süreçte kurbanlardan biri de ben olduğum için değinmek zorundayım.

Ne yazık ki eleştirilere tahammülsüzlük öyle bir noktaya geldi ki en küçük eleştiri bile düşmanca algılanıyor, hatta suç sayılıyor. Oysa ki bugüne kadarki tüm eleştirilerim kişisel beklentilerden uzak ve ülkemin menfaatlerini gözeterek yapılmıştır.

Ayrıca bugüne kadar AK Parti’nin doğrularını en güçlü destekleyenlerden biri olduğumu da hatırlatmak isterim. Ancak bahsettiğim süreç devreye girince, Parti en temel melekelerini bile kaybetmeye ve dost ile düşmanı ayırmakta zorlanmaya başladı...

Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın dahi bu süzgeçte linç edilmeye çalışıldığını gözönünde tutarsak; Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmenine 'paralel', Beyazıt Öztürk'e 'terörist' dendiği bir ortamda benim gibi bağımsız isimlerin kavgada yumruk yemeleri de normaldi.

2011 yılından itibaren Parti’ye dönük eleştirilerimi nezaket ve etik kuralları içinde ifade ettim. Bu uyarılarımın pek çoğu gerçek çıktı ve Türkiye bu nedenle büyük bedeller ödedi, hala da ödemeye devam ediyor. Buna rağmen beklentisiz ve iyi niyetli uyarılarım birileri tarafından düşmanca yansıtılmaya devam edildi. Bunun sonucu olarak ağır bedeller ödedim:

Bir merkezden ismim karalanmaya, etiketlenmeye, yaftalanmaya çalışıldı. Yaftalamada herşeyi denediler, ancak atılan çamurlar üzerimde durmadı, insanların ezici bir çoğunluğu benim samimiyetime ve biliminsanı duruşuma inandılar.

En son geldiğimiz noktada bana ‘paralelci’ diyecek kadar ileri gittiler. Bunlara gülüp geçiyorum, ancak ülkenin pekçok kurumunun ‘paralel’ suçlamalarıyla ‘paralelize edilmiş olması’, yani felç edilmesi işleri daha da zorlaştırıyor... Toplumun geneli bu yaftalamalara inanmasa da inananların size verdiği zarar yetiyor. Yıllar içinde emek ve fedakarlıkla inşa ettiğiniz duruşunuza bir gecede çamurlar atılıyor, etiketler yapıştırılıyor. Bundan elbette zarar görüyorsunuz.

Bugüne kadar hiçbir cemaat veya dini gruba üye/taraftar olmadım. Bunun en önemli nedeni asi ve uyumsuz karakterim. Yanlış gördüğümü beklentisiz ve doğrudan söylüyor olmam başıma heryerde iş açtığı gibi bu tür oluşumlarda yer almamı da imkansızlaştırıyor. Bu demek değil ki bu gruplardan arkadaşlarım yok, elbette var. Ayrıca bahsi geçen grupların doğru yaptıklarını alkışlamak, yanlışlarını tenkid etmek yönlerim de var…

Dediğim gibi, bahsettiğim süreci sadece gözlemci olarak değil, onun kurbanlarından biri olarak da yaşadım ve yaşıyorum. Hatta diyebilirim ki, bu yazıdan sonra yine gözaltına alınırsam, hapsedilirsem veya başka yaptırımlar ile karşılaşırsam biliniz ki süreç tam yol ilerliyor ve Türkiye buzdağına doğru yol alıyor demektir.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,24 M - Bugn : 29612

ulkucudunya@ulkucudunya.com