« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

16 Eyl

2013

MUSA ANTER SUİKASTI

M. Metin KAPLAN 01 Ocak 1970

 20 Eylül 1992, Diyarbakır Hamit Yıldırım Büyük Otel’in kapısından girdi. Sakin görünmeye çalışıyordu, ama oldukça tedirgindi… İnsan psikolojisinden anlayan dikkatli biri, bunu, rahatlıkla fark edebilirdi... Resepsiyona yaklaştı. Görevliye, kendisine olan güveni göstermek istercesine lüzumundan yüksek bir sesle “İyi akşamlar” dedi.
“İyi akşamlar. Hoş geldiniz. Sizin için ne yapabilirim?”
“Ben, Musa Anter’le görüşmek istiyorum.”
“Odasında olup olmadığını bilmiyorum. Odasında ise kim diyeyim?”
“Ben…” Az kalsın Hamit Yıldırım diyecekti bunu fark etti, hızla kendini toparladı. Kod adını söyledi. “Dıjwar… Dıjwar deyin.”
“Siz şöyle buyurun. İstirahat edin, ben odasında mı diye bakayım.”
Hamit Yıldırım yürüdü, isteksizce lobiye geçti. Bir koltuğa ilişti. Böyle lüks ortamlara alışık değildi, o dağların adamıydı… Gözü resepsiyon görevlisinde beklemeye başladı.
Görevli telefon almacını kaldırdı. Hızla numaraları tuşladı. Bekledi. “Alo” dedi, yaşlı ve yorgun bir ses.
“Alo. Efendim bir adam geldi, sizinle görüşmek istiyor.”
“Kim miş?”
“Adı Dıjwar’mış, efendim.”
Musa Anter hafızasını yokladı, böyle bir ismi hatırlayamadı. Kuşkulandı... Hayatı tehlike altındaydı. Uzun zamandan beri tehditler alıyordu. Sırf bu yüzden yani bir zarar görmesinler diye ailesini; eşi Hale Hanımı, oğulları Anter ve Dicle ile kızı Rahşan’ı 23 yıl evvel İsveç’e göndermişti… Gerçi son telefon görüşmelerinde evden çıkmamasını söyleyen kızı Rahşan’a, “Ömrüm hapiste geçti. Şimdi de evimde hapis olayım, onu söylüyorsun. Benim kaybedecek bir şeyim yok, bir canım var, gelip alabilirlerse alsınlar” demişti... Fakat gene de can kıymetliydi; yirmi gün önce Dragos’taki evine gelen birkaç kişi, “Bizi Mehdi Zana gönderdi” diyerek, kendisini gafil avlamak isteyince, kapıyı açmamış. Adamlar kapıyı zorlamışlar. Açamayınca hayatı kurtulmuştu… Musa Anter işte o gün ‘üzerinin kırmızı kalemle çizildiğini’ anlamıştı.
“Tanıyamadım, sav gitsin” dedi ve ekledi “Bu saatte babam gelse, nafile... Kimseyle görüşmem. Yok deyin.”
“Peki, efendim.”
Resepsiyon görevlisi, ‘Bakar mısınız’ der gibi Hamit Yıldırım’a baktı. Hamit Yıldırım mesajı aldı. Kalktı, yürüdü. Resepsiyona yaklaştı. Bu defa o, ‘Ne var, ne oldu?’ der gibi baktı.
“Musa Anter odasında yok” dedi görevli, “Henüz gelmemiş olabilir, bir mesajınız varsa alayım.”
Hamit Yıldırm söylenene inanmadı… Musa Anter odasında değilse, görevli kiminle konuşmuştu? Ama bunu, belli etmedi. Anlamamış gibi yaptı. “Bir mesajım yok. Ben daha sonra yine gelirim. İyi akşamlar” diyerek, Otel’den ayrıldı.
Hamit Yıldırım, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin en büyük aşiretlerinden olan Jirki aşiretine mensuptu. Jirki aşireti Hakkari, Şırnak-Beytüşşebap ve Van’da mukîm ve fakat kolları Suriye’ye, Irak’a, İran’a kadar uzanan bir aşiretti. Ve PKK ile mücadelesinde devletin yanında yer almış olan ilk aşiretti... Mücadeleye, daha 1985 yılında, devlete geçici köy korucuları vererek katılmıştı. Aşiret’in eli silâh tutan hemen hemen bütün mensupları köy korucusuydu… Hamit Yıldırım müstesna… O PKK’ya katılmış ve dağa çıkmış. Birçok eylemde rol aldıktan sonra Cemil Işık’la birlikte PKK’dan ayrılmış. Ve itirafçı olmuştu!
Hamit Yıldırım bir saat kadar sonra tekrar Büyük Otel’e geldi. Resepsiyon görevlisi kendisini tanıdı ve daha o ‘Musa Anter geldi mi’ diye sormadan, “Musa Anter henüz gelmedi” dedi, hafifçe gülümseyerek.
Hamit Yıldırım aldığı cevaba hiç şaşırmadı. Zaten Musa Anter’in Otel’de olduğunu biliyordu. Demek ki Musa Anter kendisi ile görüşmek istemiyordu. Ama o bu kez hazırlıklı gelmişti. “O halde” dedi, “Bir not bıraksam, kendisine iletir misiniz?”
“Elbette iletirim. Bu, bizim görevimiz.”
Hamit Yıldırım, resepsiyon görevlisine ağzı kapalı zarf teslim etti. “İyi akşamlar” diyerek, Otel’den ayrıldı.
Hamit Yıldırım Otel’in kapısından çıkar çıkmaz, görevli bir komi çağırdı. Mektubu verdi, “Musa Anter’e geldi. Hemen götür” dedi… Komi asansörle kata çıktı, mektubu Musa Anter’e ulaştırdı.
Musa Anter, kurucularından olduğu HEP (Halkın Emek Partisi)’in aynı tarihlerde Ankara’da yapılan II. Olağanüstü Kongresi’ne katılmak yerine, Diyarbakır Belediye Başkanı’nın davetini kabul ederek, Diyarbakır Belediyesi I. Kültür ve Sanat Festivali’ne katılmayı tercih etmiş. O sebeple 16 Eylül günü Diyarbakır’a gelmişti… Aslında HEP İl Başkanı Avukat Hüseyin Turhallı’nın evinde misafir olacaktı, fakat Hüseyin Turhallı Kongre için Ankara’ya gittiği için Otel’de kalmaya mecbur olmuştu... Ancak burada mühim bir incelik vardı, Musa Anter, Diyarbakır’a gittiği için HEP Kongresi’ne katılamamış değildi, HEP Kongresi’ne katılmak zorunda kalmamak için Diyarbakır’a gitmişti... Çünkü Musa Anter Abdullah Öcalan’a da PKK’ye de küskün, kırgın ve hatta kızgındı!
Nasıl olmasın ki PKK, daha bir ay önce kendisinden vergi adı altında 22 milyon lira haraç istemişti. İstenen miktar çok büyüktü. Ve herkes bilmekteydi ki Musa Anter’in bu kadar parası da bu parayı ödeyecek gücü ve imkânı da yoktu. Bunu, durumu şikâyet eder gibi dertli dertli anlatırken, Ümit Fırat’a şöyle ifade etmişti: “Malî durumumu bilmiyorlar mı? Ben bu parayı nereden bulacağım? Benden ne istiyorlar?” Üstelik bu, ilk kez oluyor da değildi… PKK, 1989 yılında da 2 milyon lira istemiş ve Musa Anter sırf bu yüzden; belâdan uzak durmak için yurdunu, köyünü terk ederek, İstanbul’a yerleşmeğe mecbur kalmıştı.
Musa Anter kominin teslim ettiği zarfa üstün körü baktı. Üzerinde hiçbir isim ya da işaret yoktu. Meraklanacak yaşı çoktan geçmişti, ama gene de az da olsa meraklandı. Mektubu kim ve neden göndermişti? Kendisinden ne isteniyordu? Zarfı kenarını yırtarak açtı. Bir sayfayı bile tam olarak doldurmayan bir mektup çıktı. Musa Anter kolçaklı tek kişilik koltuğa oturdu, yazılanları okumaya başladı.
“Apê Musa;”
“Duyduk ki Parti, hangi nedenle olursa olsun Örgüt’ten ayrılanlara, köy korucularına ve hatta pişmanlık yasasından yararlananlara af ilân etmiş.”
“Biz, Parti’den ayrılmış ancak pişman olmuş, Mardin kökenli bir grup eski gerillayız: Alaattin Kanat, Faysal Kurt, ben vd… Biz bu aftan yararlanıp, Parti ile barışarak, yeniden Örgüt saflarına katılmak istiyoruz. Fakat bunu, nasıl yapacağımızı bilemiyoruz.”
“Ancak biliyoruz ki sizin gibi biri aracı olursa bu barışma sağlanabilir. Çünkü Parti sizi kırmaz... Kabul ederseniz, Örgüt’le barıştırmak için bizimle Örgüt arasında elçilik yapmanızı rica ediyoruz… Bizi, Örgüt’le barıştırır mısınız?”
“Teklifimizi eğer kabul ederseniz, Dıjwar yarın akşam sizi almak için Otel’e gelecek, onunla gelirsiniz… Oturur, bu konuyu görüşür ve barış işi ile Örgüt’e nasıl dönebileceğimizi birlikte plânlarız.”
“Selâm eder, ellerinizden öperim.”
“Hogir, Cemil Işık”
Musa Anter mektubu okumayı bitirir bitirmez, gayri ihtiyari olarak “Hadi ya… Kelin ilâcı olsa başına sürer” dedi, “Parti’yle beni kim barıştıracak? Benim derdim başımdan aşkın, bir de bu işle uğraşamam.” Mektubu ve zarfı koltuğun üzerine attı.
Yürüdü. Kapıyı açıp, tuvalete girdi. Klozetin kapağını, sonra da oturağı kaldırdı. Çişini yaptı. Sifonu çekti. Şelaleden şarıl şarıl akan sulara bir süre amaçsızca baktı. Oturağı indirdi, klozet kapağını kapattı. Lavaboda ellerini iyice sabunladı. Avuç avuç su çarparak, yüzünü yıkadı. Ellerini ve yüzünü havluyla kuruladı. Seyrek ve bembeyaz saçlarını rastgele taradı. Tuvaletten çıkıp, odaya döndü.
Canı sıkılmıştı. Bıraktığı yerden mektubu ve zarfı aldı. Mektubu zarfa sokuşturdu. Zarfı hırsla kapattı. Hıncını zarftan çıkarmak ister gibiydi… ‘Musa Amca’ kendisinden yardım isteyen birilerine, hayatında belki de ilk defa ‘Hayır’ diyecekti. Bu, zoruna gidiyordu. Oysa barış sağlamak, Musa Anter’in misyonuydu… O, Kürtler arasındaki çatışmalarda hakemlik yapar; tarafları barıştırır, kan davalarını sona erdirirdi. Hayatı boyunca öyle çok kişi ve/veya aşiret barıştırmıştı ki saymaya kalksa imkânı yok bitiremezdi. Üstelik Alaattin Kanat’ı, Faysal Kurt’u ve Cemil Işık’ı Mardin’den de tanıyordu. Hele Cemil Işık’ı tâ çocukluğundan buyana tanıyor ve seviyordu… Doğruya doğru Örgüt’ten ayrılmasına da üzülmüştü… Ancak bunu, yapamazdı… Kendisine tahakkuk ettirilen ‘vergi’sini ödemediği ve ödeyemediği için Parti aracılığını kabul etmezdi... Bu kez… Olmayacaktı… Olamayacaktı… Yapmayacaktı… Yapamayacaktı.
Birden beyninde bir şimşek çaktı! Neden olmasın? Niye yapmasın? Üstelik bu, belki kendi derdine de devâ olurdu! Kendisinden talep edilen arabuluculuğu yapar da PKK ile itirafçıları barıştırmayı başarabilirse o zaman belki Parti de ödül olarak kendisine kesilen ‘vergi’yi kaldırırdı… Bunun, üzerinde düşünmeye değerdi… Konunun üzerinde enine boyuna düşündü… Olabilirdi... Hiç olmazsa denemeye değerdi… Çünkü bu, her iki tarafın da menfaatineydi; hem Cemil Işık, Alaattin Kanat ve Faysal Kurt’un hem de kendisinin problemine çare olacaktı… Kararını verdi, Cemil Işık’ın teklifini kabul edecek ve PKK ile barışmaları için aracılık yapacaktı!
Kararı verince, can sıkıntısı geçti. Birden rahatladı. Yatağını açtı. Huzur içinde yattı. Tam uykuya dalacaktı ki aklına gelen sualle âdeta yerinden sıçradı. ‘Cemil Işık Kuzey Irak’ta değil miydi? Diyarbakır’a ne zaman geldi?’ Apê Musa, Cemil Işık’ın Türkiye’ye geldiğini bilmiyordu. Bu, kafasına takılmıştı… Bir türlü uyku tutmadı; sağa, sola döndü olmadı.
Cemil Işık Muş’ta doğmuş. İşçi olarak Almanya’ya gitmiş. Almanya’da PKK’ya katılmış. Hogir kod adıyla Bekaa’da eğitim almış. Örgüt tarafından Şırnak bölgesinin örgütlenmesiyle görevlendirilmişti. Abdullah Öcalan 25-30 Ekim 1986 tarihleri arasında Lübnan'daki Helve Kamp’ında yapılan 3. Kongre’de Merkez Komite üyelerinden Duran Kalkan başta olmak üzere Kesire Öcalan, Selahattin Çelik, Ali Çetiner, İsmet Doğru, Abdullah Ekinci ve Ali Ömürcan’ı tasfiye edince… Halil Kaya, Şah İsmail Al, Şemdin Sakık, Nizamettin Taş, Halil Ataç, Haydar Altun, Şahin Baliç, Şehmus Yiğit, Müslüm Durgun ve Cihangir Hazır ile birlikte Merkez Komite Üyesi yapılmış. Hatta 1989 yılında Şırnak kırsalındaki Taxtêreş alanında yapılan Konferans’ta ‘pratiği’ başarılı bulunarak ödüllendirilmişti. Ancak Taxtêreş Konferansı’nda ödüllendirilen ‘pratiği’ daha sonra, ‘PKK’nin halk ve eylem anlayışına ters, kontravari pratik’ denilerek Öcalan tarafından reddedilip hainlike suçlanınca, ‘tasfiye edilme’ korkusuyla, Örgüt’ten kaçmış. Kuzey Irak’ta Zaho’ya yerleşmiş ve burada evlenmişti.
Bir Merkez Komite Üyesi PKK’dan kaçar da bundan Ahmet Cem Ersever’in haberi olmaz mı? Bu, mümkün mü? Elbette mümkün değil!
Nitekim Habur Gümrük Kapısı’ndan bir görevli, Silopi'deki JİTEM Timi’yle temasa geçti ve PKK'den kaçan Hogir/Cemil Işık’ın, eşi Jiyan’ın ve yanlarında olan Hamit'in yerini söyledi. A. Cem Ersever, bunun üzerine Silopi'ye geldi, yanına Aziz Turan’ı (Abdülkadir Aygan), Ali Ozansoy’u ve bir Başçavuş’u alarak Kuzey Irak’a geçti... Cemil Işık ve diğerleri Zaho'ya yakın bir kulübede kalıyorlardı… Kendisiyle orada görüşüldü... 'Örgüt’ten ayrılmışsın, can güvenliğin yok. Buradakiler önünde sonunda seni Örgüt’e satar' denilerek gözü korkutuldu. Türkiye’ye dönmesi istendi. Ve bazı vaadlerde bulunuldu: ‘Eğer tüm bildiklerini anlatırsan işkence yapılmayacak, tutuklanmayacaksın ve hatta istersen Almanya'ya kardeşlerinin yanına gönderileceksin...’ dendi. Cemil Işık ilk başta mütereddit idi, fakat Ali Ozansoy tarafından ikna edildi: Ali Ozansoy teorik olarak Cemil Işık’tan daha bilinçliydi. İkna kabiliyeti de vardı. Cemil Işık’a dedi ki “Bak biz de eski PKK’liyiz, ama kimse bize bir şey yapmıyor. Rahatımız da çok iyidir.” Cemil Işık, bu şekilde ikna edildi ve Diyarbakır'a getirildi... Diyarbakır JİTEM’de ifadesi alındıktan sonra Elazığ’a gönderildi… Cemil Işık’ın hanımı Jiyan ile Hamit Zaho’dan daha sonra getirildiler… İfadeleri alınıp, bunlar da Elazığ’a gönderildiler.
Ertesi gün; 20 Eylül 1992 Pazar günü Musa Anter için tedirgin bir bekleyiş içinde geçti. Parti kendisinin arabuluculuk teklifine sıcak bakmayabilirdi. O vakit hem kendisi hem de Örgüt’e dönmek isteyen eski gerillalar sıkıntıya düşerlerdi. Ancak beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. O da öyle yaptı: dışarıdaki birkaç ufak tefek işini hallettikten sonra Otel’e döndü ve Dıjwar’ı beklemeye durdu… Akşamüstü birkaç dostu ziyaretine geldiler. Misafirleriyle ikinci kattaki lobide hoşsohbet halindeyken saat 19.00 gibi yeğeni Orhan Miroğlu geldi. Konukları izin isteyip kalktılar.
Musa Anter iki yeğeni Orhan ve Salih Miroğlu ile baş başa kaldı.
“Musa Amca” dedi, Orhan Miroğlu “Babamın selâmı var, müsaitsen akşam bize yemeğe davet etti.”
“Olur… Elbet gelirim” dedi, Musa Anter “Ama yarım saat kadar bir işim var, ancak onu hallettikten sonra gelebilirim.”
“Hayırdır, nedir?”
“Hayr hayr… Parti af çıkardı ya tanıdığım bazı eski gerilla, bundan faydalanmak istiyorlar. Benden, Parti ile aralarında arabuluculuk yapmamı istediler. Onlarla görüşeceğim… Çok sürmez herhalde, sonra babanı fazla bekletmeden, size gideriz.”
“Olur… Hatta istersen, ben de seninle gelebilirim... De kim bunlar?”
“İyi olur, beraber gidelim” dedi, Musa Anter ve Orhan Miroğlu’nun sualini cevaplandırdı. “Cemil Işık, Alaattin Kanat, Faysal Kurt falan işte.”
Orhan Miroğlu’nun davet konusu karara bağlanmıştı. Toplantıdan sonra yemeğe birlikte gideceklerdi. O halde Salih Miroğlu’nun beklemesine lüzum kalmamıştı. Musa Anter, Salih Miroğlu’na döndü: “Oğlum sen git, boşuna bekleme” dedi ve ekledi “Nasılsa biz Orhan’la beraber geliriz.”
“Olur, Amca. Öyle ise ben gideyim.”
Salih Miroğlu gitti.
Çok geçmeden komi geldi, Musa Anter’e; “Amca, seninle görüşmek isteyen biri geldi” dedi.
“Kimdir?”
“Adını Dıjwar dedi.”
Musa Anter, dün gece mektubu getiren kişiyi hemen hatırladı. “Gönder, gelsin” dedi, sonra karar değiştirdi. “Yok yok… Dur, ben geliyorum.”
Kalktı, misafirini asansörün kapısı önünde karşıladı… Gelen şahıs 25-30 yaşlarında 1,65-1,70 cm boylarında, zayıf yapılı, esmer tenli ve kısa düz saçlı birisiydi. Üstünde kot pantolon ve ipek-naylon karışımı açık renkli bir gömlek vardı… “Hoş geldin, heval” dedi Kürtçe, elini uzattı. “Hoş bulduk, Apê Musa” diye, Kürtçe cevapladı konuk ve hemen ekledi. “Beni Hogir kod Cemil Işık gönderdi. Benim adım Dıjwar kod Hamit Yıldırım. Cemil Işık’ın mektubunu dün gece ben getirmiştim.”
“Bildim.”
“Hazırsan, gidelim mi? Bizi bekliyorlar.”
“Yok. Önce odaya çıkalım. Üstümü değiştireyim. Sonra çıkarız.”
“Olur.”
Musa Anter ile Hamit Yıldırım, yukarı çıktılar. Musa Anter üstünü değiştirdi… Aşağı indiler.
Musa Anter, Hamit Yıldırım ve Orhan Miroğlu hep birlikte Otel’den çıktılar... Musa Anter “Orhan” dedi, “Seyrantepe’ye gideceğiz, nasıl gideceğiz?”
Arabaları yoktu, bir ticarî taksi buldular. Arabaya önce Musa Anter bindi, ardından Hamit Yıldırım, etrafını kolaçan ettikten sonra, Musa Anter’in yanına geçti. Orhan Miroğlu öne şoförün yanına oturdu. Yola çıkarlarken etraf iyice karanlıktı. Hamit Yıldırm ise endişeliydi, Orhan Miroğlu hiç hesapta yoktu. O, Musa Anter’in yalnız gelmesini bekliyordu.
Araç, Seyrantepe’ye doğru yola çıktı. Bir süre sonra Otogar’ı geçti ve Ergani yoluna çıktı. Etrafta ev mev kalmamıştı… Orhan Miroğlu arkaya döndü ve Hamit Yıldırım’a, “Buradan sonra ev yok, bizi nereye götürüyorsun?” dedi.
Hamit Yıldırım, “Bu Silvan yolu değil mi?” dedi… Orhan Miroğlu “Yok” dedi, “Eğer Silvan yoluna gideceğiz deseydin, seni oraya götürürdüm… Burası, Ergani yolu...” Hamit Yıldırım, “Biz yanlış gelmişiz” dedi, “Biz Silvan yolundan gideceğiz.”
Ergani yolundan döndüler. Musa Anter, kızgınca Hamit Yıldırm’a döndü ve Kürtçe “Sen Diyarbakır'ı bilmiyor musun?” diye sordu, “Gideceğin adresin yolunu bilmiyor musun? Bilmiyorsan, neden bizi dolaştırıyorsun?” Hamit Yıldırım düzgün bir Kürtçe ile “Yok. Ben Diyarbakır'da yaşamıyorum” dedi, “Köyden yeni geldim.” Musa Anter, “Nerelisin?” diye sordu, Hamit Yıldırım “Erganiliyim” diye cevap verdi.
Hamit Yıldırım yaptığı yanlıştan ötürü tedirgindi, adresi bir türlü bulamıyordu... Sonra Seyrantepe semtindeki Peşmerge Konutları ve TEK İşletme Müdürlüğü’nün karşısından Cumhuriyet Mahallesi’ne girdiler. Şoförü 36. Sokak’a yönlendirdi. Musa Anter sinirlenmişti, Orhan Miroğlu’na “Dev ji wi keri berde. Were em vegerin” (Bırak bu eşeği geri dönelim, daha gideceği yeri bilmiyor) dediyse de yola devam ettiler… 36. Sokak’ın başında arabadan indiler. Taksiyi gönderdiler.
Hamit Yıldırım yolda rastladığı birine bir şeyler sordu. Başka bir sokağa doğru yürüdü. Musa Anter iyice sinirlendi. Orhan Miroğlu’na, “Geri dönelim” dedi. Tam dönüyorlardı ki Hamit Yıldırım geldi ve “Adresi buldum” dedi… Gösterdiği tahminen iki yüz metre kadar bir sokaktı. Loş bir ışık aydınlatıyordu sokağı ve her iki tarafında tek katlı gecekondular vardı. Perdeleri çekikti, ama ışıkları yanıyordu.
Hep birlikte sokağa girdiler. Orhan Miroğlu, “Burada mı gideceğimiz ev?” diye sordu, Hamit Yıldırım’a. “Evet.”
Hamit Yıldırım önden hızlı hızlı yürüdü… Musa Anter ile Orhan Miroğlu arkada kaldılar… Araları 15-20 metre kadar açılmış… Karanlıkta rahat yürümesini sağlamak için Orhan Miroğlu, Musa Anter"in koluna girmişti… Hamit Yıldırm’ın ardından sokağın içine doğru yürüyorlardı.
Hamit Yıldırım aniden döndü. Tabancasını hızla çekti, kurdu ve Musa Anter’e doğrultup peşpeşe ateş etmeye başladı. Musa Anter başına, göğsüne ve ayağına isabet eden kurşunlarla olduğu yere yığıldı, kaldı… İlk şaşkınlığı üzerinden atan Orhan Miroğlu can havliyle geri döndü, kaçmaya başladı. Birkaç adım atmıştı ki kurşunlara hedef oldu. Bacağından ve sol elinden yaralandı. Gücü kesildi. Olduğu yere yüz üstü düştü... Biraz sonra kaçmak için doğruldu. O arada yanından geçen Hamit Yıldırım bir kurşun da sırtına sıktı. Orhan Miroğlu tekrar yüz üstü düştü, kaldı. Hamit Yıldırım’sa geldiği yöne doğru kaçtı, gitti.

Musa Anter ağır yaralıydı. Başına gelen bir mahalle sakinine; “Beni hastaneye kavuşturun!” dedi, Kürtçe… Bunlar, son sözleri oldu, daha fazla direnemedi; 10-15 dakika sonra aldığı yaralardan ötürü can verdi.
***
Musa Anter, (d. 1920, Nusaybin – ö. 20 Eylül 1992) Kürt yazar ve şairdir.
Mardin'e bağlı Nusaybin’in Eskimağara (Zivingé) köyünde doğdu. İlkokulu Mardin, orta ve liseyi Adana'da okudu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Türkiye’nin ilk kadın muhtarı olan annesi Fesla Hanım’a göre doğum tarihi 1917’ydi. 1944’te Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun kızı Ayşe Hale ile evlendi. Bu evlilikten 1945’te büyük oğlu Anter, 1948’de kızı Rahşan, 1950’de de küçük oğlu Dicle dünyaya geldi.
İlk gözaltına alınışı, öğrencilik yıllarında Dersim İsyanı sırasında oldu. Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım'a sövdüğü için 45 gün gözaltında tutuldu. Ancak Anter Ağa'nın oğlu olduğu için Atatürk tarafından affedildi.
1959 yılında 49'lar ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları davalarında yargılandı. 27 Mayıs darbesi yapıldığında gene gözaltındaydı. 1970’lerde Devrimci Doğu Kültür Ocakları'na katılımı nedeniyle ve 12 Eylül’de de Kürtçülük propagandası yapmaktan tutuklandı. Hayatı boyunca toplam 11,5 yıl hapis yattı. Halkın Emek Partisi'nin kurucu üyesiydi. Merkezi İstanbul'da olan Kürt Enstitüsü'nün başkanlığını yapmıştı.
20 Eylül 1992’de öldürüldü.
Dicle Kaynağı, Şark Postası, İleri Yurt, Barış Dünyası, Deng, Yeni Ülke, Welat, Rewşen, Tewlo ve son olarak Özgür Gündem isimli gazetelerle dergilerde yazılar yazmıştı.
Eserleri
Hatıralarım I ve II
Kımıl
Vakainame
Birina reş (Kara Yara)
***
Aslında her şey Yeşil kod Mahmut Yıldırım, 19 Eylül 1992 Cumartesi günü Hogir kod Cemil Işık ve Dıjwar kod Hamit Yıldırım ile Saraykapı’daki Diyarbakır JİTEM Grup Komutanlığı'na geldiğinde başlamıştı… O gün, JİTEM Grup Komutanı Cahit Aydın bir görev için Batman’a gittiğinden, Grup Komutanlığına JİTEM Tim Komutanı Savaş Gevrekçi vekâlet ediyordu.
Mahmut Yıldırım, Cemil Işık’la birlikte Elazığ’da bir plân yapmış ve Diyarbakır’a Musa Anter’i öldürmek üzere gelmişti. Plân son derece basitti: Musa Anter, Cemil Işık tarafından kandırılarak belli bir yere çekilecek ve Cemil Işık tarafından öldürülecekti... Diyarbakır’da ekibe Aziz Turan dâhil edilerek, derhal harekete geçildi.
Yeşil, Dijwar’a “Apê Musa'yı bize getir” dedi… Musa Anter, Hogir'in Parti’den ayrılmasına üzülüyor ve yeniden Parti’ye dönmesini istiyordu… Musa Anter’in bu zaafından istifade edilecekti… Dijwar, ‘Hogir seninle görüşmek istiyor, bir evde bekliyor, seni yanına götüreceğim’ diyerek, Musa Anter’i alıp getirmek için Otel’e gitti. Ancak Musa Anter görüşmeyi dahi kabul etmedi… Otel’e ikinci gidişinde Dijwar, Musa Anter’e Hogir’in mektubunu götürdü ve bıraktı…
İkinci gün, yani 20 Eylül 1992 Pazar günü tüm ekip Yeşil’in Land Rover cipi ile yola çıktılar. Yeşil, Hogir ile Aziz Turan’ı, köprüyü geçtikten sonra Silvan yolunun çıkışındaki yamaca bıraktı. Hogir de bir kalaşnikof, Aziz Turan’da ise beylik tabancası vardı ve görevi, bir terslik olması durumunda JİTEM kimliğini kullanarak Hogir’i korumak ve/veya kurtarmaktı… Yeşil kendisi biraz daha yukarıya çıktı, tepeye konuşlandı... Telsizi de her zamanki gibi yanındaydı.
Dijwar tekrar Otel’e, Musa Anter’i almaya gitti... Bir taksiye bindirecek ve Hogir’le Aziz Turan’ın bulunduğu yere getirecek... Hogir de orada infaz edecekti.
Sessizce beklemeye başladılar… Aradan epey bir zaman geçti… Ne gelen oldu, ne giden… “Bu işte, bir iş var” dedi Hogir, Aziz Turan’a. “Biz Yeşil'in yanına gidelim. Polis bizi burada yakalarsa, çok kötü olur.” Aziz Turan’ın da aklı yattı, bu teklife... Birlikte kestirmeden yürüdüler, Yeşil'in yanına gittiler… Üçü birlikte beklemeye devam ettiler… Biraz sonra ortalığı siren sesleri kapladı… Yeşil, telsizi polis kanalına almıştı… Dinledi ve “Aha” dedi, “Bir şeyler olmuş, bir olay olmuş; ama nasıl olduğu, ne olduğu tam belli değil.”
Daha fazla beklemek riskliydi, hep birlikte Land Rover’e bindiler ve hızla Saraykapı’ya, JİTEM Merkezi’ne gittiler… Telsizin başında olan Ali Ozansoy, “Tamam” dedi, “Dijwar, Apê Musa'yı vurmuş, olayı yapmış.”
Çok geçmedi Dijwar da geldi. “Tamam, vurdum!” dedi. Hogir, “Niye yanımıza getirmedin? Bu iş niye yolda oldu?” diye sorunca da; “Şüphelendiler, taksiye bindik, yanında yeğeni vardı” diye cevap verdi. “Seyrantepe'ye geldik, işte ben dedim ki, şurada şu falan dedim, onlar durmadan nerede diyorlar, baktım şüpheleniyorlar artık fazla gitmeyecek, ikisini de indirdim! Tabancayı da kaçarken çöp tenekesine attım.”
***
Fransa Cumhurbaşkanı’nın, Kürtlerle sıkı ilişkisi bilinen eşi Daniella Mitterrand’ın Kuzey Irak topraklarında kurulan Kürt Hükümeti’ne başlattığı insanî yardım sırasında büyük bir skandal yaşanmıştı: Bayan Mitterand’ın 5 Temmuz 1992 tarihindeki Kuzey Irak gezisinden sonra Türkiye üzerinden başlatılan yardım seferlerinde Kuzey Irak’ın Erbil kentine gitmekte olan Fransız Hava Kuvvetleri’ne ait C-160 tipi ağır nakliye uçağı, yakıt ikmali için 15 Temmuz 1992 günü Diyarbakır 2. Hava Taktik Komutanlığı’na bağlı havaalanına inmiş. Bu sırada görevliler uçaktaki balyaların bazılarında arama yapmışlar. Balyaların birinde askerî malzeme bulunması üzerine balyaların tümü aranmış ve 70 tane Schicbel 19/2 mayın tarama kiti, 250 tane el metalprobları, 19 tane Beethoven Mh, 19 patlatıcı manyeto, 127 tane koruyucu çelik yelek, 4 tane 8x30 ölçüsünde dürbün ve 4 tane de prizmatik pusula bulunmuştu.
Fransa’nın adının karıştığı bu yardım skandalı, Kürt halkına insanî yardım adı altında askerî yardım yapıldığını gösteren üçüncü olaydı: İlk olay, 1992’nin Ocak ayında ortaya çıkmış. Gazeteci-Yazar Muammer Yaşar Bostancı, ABD tarafından insanî yardım malzemesi adıyla, Türkiye üzerinden, PKK’ya yardım yapıldığını belirlemişti; ikinci olay da 1992’nin Mayıs ayı ortalarında Habur Sınır Kapısı’nda denetim yapılan Alman TIR’larında ortaya çıkmıştı. Alman Hükümeti’nin, resmî evraklarda sağlık malzemesi bulunduğunu ileri sürdüğü TIR’larda yapılan denetimlerde yine ağır ve çok amaçlı silâhlardan oluşan askerî malzemeler bulunmuş. Silâh ve mühimmatla birlikte füze rampaları ortaya çıkarılmış. Hatta bu rampalardan birinin yine aynı yolla Kuzey Irak topraklarına girdiği tespit edilmiş, alınan istihbaratlarla bu rampanın PKK’nın elinde olduğu belirlenmişti.
Bu kadarı Türkiye için bile fazlaydı, emperyalizme bunun asla kabul edilemeyeceği kesin bir dille anlatılmalıydı. Ama nasıl? Çünkü bunlar, her defasında ‘zeytinyağı gibi üste çıkmayı’ başarıyorlardı. Nitekim yetkililer Türkiye’nin tepkisini dile getirdiklerinde, ABD tarafı tınmamış. Almanya ise Türkiye’ye silâh ambargosu uygulayarak cevap vermişti. Fransa da mutlaka bir yolunu bulur ve Türkiye’nin koyduğu diplomatik tepkiyi geçersiz kılardı. Öyle ise diplomatik değil, daha değişik bir tepki konmalıydı! (Gerçi Fransa ne tepki konursa konsun yolundan dönmüyor, yapacağını yapıyordu... Nitekim 6 Temmuz 1992 günü Danielle Mitterand’ı taşıyan araç Kuzey Irak’ın Süleymaniye kenti yakınlarından geçtiği sırada bir otomobile yerleştirilen bomba patlatılmış. Patlamada, Bayan Mitterand ve Fransa İnsanî İşler Bakanı Bernard Kouchner yara almadan kurtulmuş, ama 3’ü Kürt koruma görevlisi 4 kişi ölmüş, 20 kişi de yaralanmıştı da Fransa yine de bildiğini okumaya devam etmişti.)
Öyle bir tepki ki bu en çok Fransa’ya, ama biraz da Almanya’ya, ABD’ye ve Dünya’ya Türkiye’nin bu konuda ne denli hassas ve ciddi olduğunu göstermeli. ‘Elinizi uzatırsanız, kolunuzu kırarız!’ demeliydi. Bu mesaj, Musa Anter öldürülerek verilecekti! Buna karar verildi, zira Musa Anter, Daniella Mitterrand’ın sevgilisi Fransa Kürt Enstitüsü Başkanı Nezan Kendal’ın hem can dostu ve hem de Kürt Enstitüsü’nden mesai arkadaşıydı. Üstelik Musa Anter, Türkiye ziyareti esnasında Daniella Mitterrand’ın elini öpüp, başına koymuş. Mitterrand kendisinden çok yaşlı olan birinin elini öpmesine şaşırınca, Musa Anter bunu şöyle açıklamıştı: “Siz Kürtlerin annesisiniz! Biz Kürtler annemize karşı çok saygılıyızdır. Elinizi, annemiz olduğunuz için öptüm!” Üstüne üstlük Musa Anter’in Yahudi akrabaları başta İsveç, İsviçre, Almanya, Fransa ve Amerika olmak üzere Dünya’da etkili ve yetkili mevkilerde bulunuyorlardı... Musa Anter bu mesajı iletmek için en uygun kişiydi!

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,81 M - Bugn : 12384

ulkucudunya@ulkucudunya.com