« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

10 Tem

2012

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Hikâyeleri Üzerine Genel Bir Değerlendirme

Ömer ÇAKIR 01 Ocak 1970

ÖZ
Türk edebiyatında daha çok tarihî romanları ile bilinen Mustafa Necati
Sepetçioğlu aynı zamanda bir hikâye yazarıdır. Zira, Sepetçioğlu’nun
ilk kalem tecrübeleri hikâye vadisinde olmuştur. O, her ne kadar 1970’li
yıllardan sonra daha çok roman yazsa da Sepetçioğlu’nun edebî haya-
tının ilk safhasında hikâyenin önemli bir yeri vardır. Sepetçioğlu’nun
iki adet hikâye kitabı bulunmaktadır. Bazı hikâyeleri de çeşitli dergi ve
gazete sayfalarında kalmıştır. Tebliğimizde söz konusu hikâyeler; tema,
öykü unsurları, anlatım teknikleri açısından incelenmiştir. Bunun ya-
nında bir giriş mahiyetinde yazarın hikâye, hikâyeci ve hikâyecilerimiz
hakkındaki düşüncelerine de kısaca yer verilmiştir.
Giriş
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatında
daha çok tarihî romanları ile yer edinmiş olmakla beraber bu türün
dışında; hikâye, tiyatro, makale ve deneme gibi türlerde de eserler
vermiş velut yazarlardan biridir. Yazarın eser verdiği söz konusu edebî türler
içinde hikâyenin diğerlerine göre ayrı bir yerinin olduğu kanaatindeyiz. Zira,
Sepetçioğlu edebiyat dünyasına ilk adımlarını hikâyeler neşrederek atmıştır.
Öyle ki, yazarın kitap halinde yayımlanan ilk eseri de bir hikâye kitabıdır. Öte
yandan, Sepetçioğlu’nun ilk makalelerine bakıldığında da Türk hikâyeciliği
ve hikâyecileri üzerine kafa yorduğu anlaşılmaktadır. Yazar, her ne kadar
daha sonraları hikâyeden romana doğru bir yöneliş gösterse de onun edebî
hayatında hikâyenin ayrı bir yeri olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, Mustafa
Necati Sepetçioğlu denildiğinde onun hikâyeleri üzerinde de durmak gere-
kir ki bu tebliğin hazırlanış gerekçesi budur. Aksi halde “Ölümünün Birinci
Yılında Mustafa Necati Sepetçioğlu” adlı bu sempozyumda, yazarın “fikrî ve
edebî yönü” üzerinde dururken onun hikâyelerinden de söz etmemek her-
halde bir eksiklik olurdu. İşte, tebliğimizde kitaplarına girmiş veya girmemiş
hikâyelerinden hareketle, yazarın hikâyeleri üzerine; tema, öykü unsurları
ve anlatım teknikleri açısından genel bir değerlendirme yapılacak; ayrıca
bir giriş mahiyetinde Sepetçioğlu’nun hikâye yazmaya başlaması, hikâye,
hikâyeci ve hikâyecilerimiz hakkındaki düşünceleri ile ilgili de kısa bazı bil-
giler verilmeye çalışılacaktır.
1. Sepetçioğlu’nun Hikâye Yazmaya Başlaması, Hikâye, Hikâyeci ve
Hikâyecilerimiz Hakkındaki Düşünceleri
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun edebiyata ilgisi ortaokul yıllarında başlar.
Kendisinin verdiği bilgiye göre ilk yazı denemeleri şiir ve hikâye türündedir.
Ortaokuldan sonra Tokat Lisesi’ne devam eden Sepetçioğlu ilk hikâyelerini
ve “Zile’den Fıkralar” başlıklı küçük fıkralarını Sivas’ta yayımlanan Hakikat
Gazetesi’nde neşreder. Tokat’ta başladığı lise eğitimini İstanbul’da Haydar
Paşa Lisesi’nde tamamlayacak olan Sepetçioğlu, liseden sonra 1950 yılın-
da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’ne kaydolur
(Ersöz 1989: 12). Aslında babası, oğlunun liseden sonra Siyasal Bilgiler
okumasını arzu eder; fakat Mustafa Necati İstanbul Üniversitesi Türkoloji
Bölümü’nü tercih edecektir (Ersöz 1989: 12). Nedeni ise orada “hikâye ve
roman yazmayı öğreneyim” (Karabay 2006: 41) diyedir. Ancak bir süre sonra
fakültenin söz konusu bölümünde “bunların öğretilmediği” (Karabay 2006:
41) kanaatine varacaktır. Bununla beraber Sepetçioğlu, bu bölümde Ahmet
Hamdi Tanpınar, Ahmet Caferoğlu, Reşit Ahmet Bey gibi isimlerden ders
alma şansına sahip olur. Sınıf arkadaşları arasında Mertol Tulum, Kemal
Eraslan gibi sonraki yıllarda Türkoloji’nin önde gelen isimlerinden olacak
olan arkadaşları vardır (Karabay 2006: 41).
Sepetçioğlu, Türkoloji bölümünde hikâye ve roman yazmanın öğretilme-
diğini anlayıp bir bakıma hayal kırıklığına uğrar; ki yazarın bu bölümü yedi
yılda bitirmiş olmasında bu hayal kırıklığının payı olsa gerektir. Ancak söz
konusu bölümde okumuş olması onun hem edebî hem de ailevî hayatı ba-
kımından son derece önemlidir.
Öncelikle, Sepetçioğlu’nun asıl yazarlık hayatı Türkoloji bölümünde okur-
ken başlar. Zira, Sepetçioğlu 1950’li yıllardan itibaren matbuat âleminde
hikâyeleri ile kendini gösterir. Bu bağlamda Milliyet gazetesinde (1950),
-Ergene Pars takma adıyla- bir hikâye neşreder. Ertesi yıl Seçilmiş Hikâyeler
Dergisi’nde bir hikâyesi çıkar. Ardından, Peyami Safa’nın teşvik ve yardımı ile
Türk Düşüncesi dergisinde hikâye neşreder (Çalık 1993: 17). Sepetçioğlu bu
hususta bir hatırasını şöyle anlatır: “Rahmetli Safa’dan Türk düşüncesinde
yayımladığı bir hikâyeme karşılık 15 TL aldım. Rahmetlinin utana sıkıla “Az,
kusura bakma, inşallah çoğunu alırsın” deyişindeki efendi utanışını daima
hatırlarım” (Ersöz 1989: 12).
Diğer yandan yine fakülte yıllarında sınıf arkadaşı Muazzam Gürşen
Hanım’la 1954’te evlenmesi ile Sepetçioğlu, Türk Ocağı çevresi ile de tanışır.
Sepetçioğlu yıllar sonra bunun önemini şöyle açıklar: “Benim bu günümü bu
evliliğe borçluyum. Karım Türk Ocağı üyesiydi. Ben de üye oldum. Hamdul-
lah Suphi Tanrıöver ile çok uzun yıllar yakınlığım böyle başladı. Fakültede
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Ocağı’nda Abdülhak Şinasi Hisar ile yakın te-
masım oldu” (Ersöz 1989: 12). Türk Ocakları’na üye olması Sepetçioğlu’nun
edebî ve kültürel muhitinin genişlemesinde büyük rol oynayacaktır. O se-
beple daha üniversite öğrencisi iken devrin önemli gazete ve dergilerinden
olan; Türk Sanatı, Büyük Doğu, İstanbul, Türk Yurdu gibi yayın organlarında
çeşitli yazıları ve hikâyeleri neşredilir.
İşte, Sepetçioğlu’nun bu yıllarda neşredilen eserlerine baktığımızda kur-
maca yazılar yanında; hikâye, hikâyeci, Türk hikâyeciliği ve hikâyecileri gibi
konularda makaleler kaleme aldığı görülmektedir. Bu bağlamda onun Türk
Sanatı dergisinde birkaç sayı devam eden “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”
(Sepetçioğlu 1954e: 6-7, 1954f: 10-11; 1954g: 4-5; 1954ğ: 16-17) başlıklı yazı-
sı ile yine aynı dergide yayımlanan “Sait Faik’de Haricî Âlem, Eşya ve Renk-
ler” (Sepetçioğlu 1954c: 5) başlıklı makalesi zikredilebilir.
“Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri” adlı makale serisinin ilkinde, “Hikâye ne
bir açık mektuptur ne de bir ideolojinin vasıtası. Hikâye insandır. İnsanın,
sanat adamının dilince tefsiridir” (Sepetçioğlu 1954e: 6) diyerek hikâyeden
ne anladığına ilişkin bir açıklama getiren Sepetçioğlu, hikâyeci için de şöy-
le der: “Hikâyeci bir mürşid, bir kalkındırma veya ihtilal adamı veyahut da
bir belediye çavuşu değil bir sanat adamı”dır (Sepetçioğlu 1954e: 7). Yazar,
bir hikâyecide olması gerektiğine inandığı şu özelliği ise özellikle vurgular:
“Kültürünü insanlardan alan hikâyeci her şeyden evvel kendi memleketinin
adamlarını yakından bilmek zorundadır. Onlarla haşır neşir olmalı, onla-
rın içine karışmalı, onlar gibi duyup onlar gibi düşünmelidir” (Sepetçioğ-
lu 1954e: 6). Sepetçioğlu, onlardan kastını aynı makaledeki şu cümlelerle
açar:
“Hikâyecilerimizin ekserisi Anadolu deyip duruyorlar. Anadolu’nun
süfli ve acınacak taraflarını yazıyorlar. Ama hiç birisi Anadolu ne?
Anadolu’da yaşayan insan nasıl? Kim? Bilmiyorlar. Anadolu’nun her
şeye rağmen, inandığı için mesut, büyük şeyler düşünmeyen insanını
istismar ediyorlar. Çizdikleri, belirttikleri insanların hiç birisi Anadolu
insanı değildir.” (Sepetçioğlu 1954e: 7).
İşte denilebilir ki, Mustafa Necati Sepetçioğlu bu yanlışı düzeltmek, bir
Anadolu insanı (Tokat, Zileli) olarak yine Anadolu insanını anlatmak üzere
hikâye yazmaya başlamıştır. Zira, onun hikâyelerine genel olarak bakıldı-
ğında Anadolu insanını günün ideolojisini anlatmada bir araç olarak kul-
lanmaya yeltenmeden onun dünyasını olduğu gibi yansıtma düşüncesi ile
karşılaşırız. Yazar, bu doğrultuda 1950’li yıllardan itibaren birçok hikâye ka-
leme almıştır. Bunlara sayısal açıdan baktığımızda altmışın üzerinde oldu-
ğu anlaşılmaktadır. Tarihsel olarak ise bunların –1982’de Türk Edebiyatı’nda
yayımlanan “Kördöğüşü”nü dışarıda tutarsak– tamamının 1950-1972 yılları
arasında; İstanbul, Türk Yurdu, Türk Sanatı, Türk Düşüncesi, Türk Dili gibi dergi-
ler ile Büyük Doğu ve Tercüman gazetelerinde yayımlandığı görülmektedir.
Sepetçioğlu bu hikâyelerin bir kısmını kitaplaştırmış, bir kısmı da yayın-
landıkları gazete veya derginin sayfalarında kalmıştır. Yazarın ilki Abdürrez-
zak Efendi, ikincisi de Menevşeler Ölmemeli adlı yayımlanmış iki adet hikâye
kitabı bulunmaktadır. Bazı internet sitelerinde (www.biyografi.net/kisiayrin-
ti.asp?kisiid=565 - 54k -, 20 Mayıs 2007) yazarın hikâye kitapları arasında
Bir Büyülü Dünya Ki adlı eseri de kaydedilmektedir ki bizim kanaatimizce
bu yanlıştır. Zira söz konusu eser, Sepetçioğlu’nun dedesinden ve babaan-
nesinden dinledikleri veya değişik şehirlerimizden derlediği Türk-İslam ef-
sanelerinden oluşur. Zaten kitabın 1967 yılında basıldığında adı Türk-İslam
Efsaneleri’dir (1967). Yazar, kitabı 1990 yılında tekrar neşrederken kendisinin
de “Önsöz”de belirttiği üzere muhtevasında çok büyük değişiklik yapma-
makla beraber adını Bir Büyülü Dünya Ki şeklinde değiştirmiştir (Sepetçioğlu
1990: 8).
Öte yandan, bazı araştırmalarda (Çalık 1993: 74) “Bayram Sabahları” (Ne-
cati 1953b: 7) da yazarın hikâyeleri arasında zikredilmekle beraber bizce bu
eser de hikâye olmayıp Sepetçioğlu’nun çocukluğunda yaşadığı bayram
günlerine duyduğu özlemi anlatan ve deneme türüne dahil edilebilecek bir
yazıdır. Hikâyelerin hemen hepsi M. Necati Sepetçioğlu imzası ile yayım-
lanmışken bir sayfanın ancak yarısını kaplayan ve hikâyelere göre çok daha
kısa olan bu yazının sadece M. Necati şeklinde bir imza ile neşri de dikkati
çekmektedir.
2. Sepetçioğlu’nun Kitap Olarak Yayımlanmış Hikâyeleri
2.1. Abdürrezzak Efendi
Abdürrezzak Efendi (Sepetçioğlu, 1955b), Sepetçioğlu’nun yayımlanmış ilk
hikâye kitabıdır. Yazar kendisi ile yapılan bir röportajda bu kitabı karşısında
duyduğu heyecanı şöyle anlatır:
“Abdürrezzak Efendi, 1956 yılında yayınlandığında 24 yaşlarında idim.
Artık heyecan çağımın geride kaldığı bir yaştır bu. Lâkin yine de heye-
canlandım. İnsanı ısıtan bir heyecan idi, hatırlıyorum. Fakat korkuya
da benziyordu. Kitap iyi karşılandı, hatta çok iyi. O günlerde henüz pek
kesin bir sağ-sol yoktu ve galiba sol beni pek ürkütmek istemiyordu.
Herkes iyi yazdı. Fakat ben hikâyede kalmayacaktım, biliyorum. Ama-
cım iyi bir roman yazarı olmaktı. Bir başlangıç olarak benim için iyi idi.
Kitabım satıldı da. Adımın iyi kötü yaygınlaşmasını da sağladı. Hâlâ
severim Abdürrezzak Efendimi” (Ersöz 1989: 12).
Kitapta daha önce bir kısmı bazı dergilerde (Türk Sanatı, Türk Yurdu, İstan-
bul ) yayımlanmış olan dokuz hikâye bulunmaktadır. Bu hikâyeler şunlar-
dır: “Dönüş”, “Elleri Çamurdu”, Bayramda Gelen Mektup”, “Filiz”, “Ali Süha
Bey’in Şapkası”, “Merdiven’in Birinci Basamağı”, Siyah Topraklar”, “Kriz” ve
“Z’den Sonra”.
“Sonbahar Sabahında İki Kuruş” adlı hikâye ise, “yakında çıkacak olan
Abdürrezzak Efendi adlı hikâye kitabından alınmıştır” notu ile Türk sanatı
(Sepetçioğlu 1955a: 17-18) dergisinde yayımlanmış olmasına rağmen Ab-
dürrezzak Efendiye bu hikâye alınmamıştır.
Sepetçioğlu, son ikisi hariç söz konusu hikâyelerde Abdürrezzak Efendi ve
ailesinin şahsında toprakla uğraşan Anadolu insanını, hikâyelerdeki ifadey-
le “toprak adamı”nı anlatır. O sebeple okuyucu her bir hikâyede bu insanın
farklı bir cephesini tanır. Dolayısıyla kitap tek tek hikâye şeklinde okuna-
bileceği gibi bir bütün halinde de –bir roman gibi– okunabilir. Yazarın bu
kitabını şu sözlerle babasına ithaf etmiş olması da anlamlıdır: “Bu kitabı,
doğduğum toprakların çilekeş toprak adamlarına ve o toprakların en sadık
dostu babam Abdurrahman Sepetçioğlu’na ithaf ediyorum.”
Kitaptaki hikâyelerden “Dönüşte”, büyük şehre giden Anadolu insanının
memleket hasretine dayanamayıp topraklarına geri “dönüş”ünü, “Elleri
Çamurdu”da toprakla haşır neşir olmasını, “Siyah Topraklar” ile “Filiz”de
toprak ve ağaç, “Bayramda Gelen Mektup”ta aile, Ali Süha Beyin Şapkası’nda
da hayvan sevgisini okumak mümkündür.
Sepetçioğlu’nun bütün amacı Anadolu’yu ve Anadolu insanını anlatmak-
tır. O, hikâyecinin bunu nasıl yapması gerektiğini ressam benzetmesi ile
şöyle açıklar: “O bir ressam gibi tek bir kişi üzerinde çalışacak ve cemiyete
bu tek kişiden gidecektir” (Sepetçioğlu, 1954e: 6). Bu düşüncesinden hare-
ketle ilk hikâyelerindeki o “tek kişi”nin “Abdürrezzak Efendi” olduğu söylene-
bilir. Abdurrezzak Efendi, yayımlandığında kitapla ilgili değerlendirmelere
baktığımızda Sepetçioğlu’nun Anadolu insanının anlatmadaki başarısına
vurgu yapılmıştır. Suat Uzer, imzalı bir yazıda şöyle denilmektedir:
“Abdürrezzak Efendi’de gözlem esaslı rol oynuyor, Anadolu’yu, Anado-
lu insanını, birçok sevdiği iki varlığı bütün yönleriyle tanıyor. O insan-
lara dışarıdan bakmıyor, onların kaderini kendi kaderiyle birleştiriyor,
onlarla beraber onlar gibi düşünüyor. Tıpkı bir toprak adamı gibi…
Bu sebeple de Abdürrezzak Efendideki hikâyelerde tek yönlü insanlar
yok. Asıl toprak adamının toprağa bağlı kaderini, bütün ruh çalkantı-
ları ve çatışmalarını çırılçıplak ortaya koymaya çalışıyor. Bu M. Neca-
ti Sepetçioğlu’nun kuvvetli olmasını sağlayan ve şahsiyetini veren en
sağlam tarafıdır ve kendisini günümüzün diğer hikâyecilerinden kuv-
vetle ayıran taraf da gene budur” (Uzer 19956: 11).
Kitapta ilk bölümden sonra “Ve Sen” adı verilen ikinci bir bölüm başlar.
Kitabının tamamını babasına ithaf etmekle beraber yazarın bu bölümü karı-
sı “M.Gürşen Sepetçioğlu’na” ithaf ettiği görülmektedir.1 Ayrıca söz konusu
bölümün başına Kur’an-ı Kerim’e izâfeten şu cümle epigraf olarak yazılmıştır:
“Sen olmasaydın ben, yeryüzü... ve gökyüzünü ve insanları yaratmazdır” (Se-
petçioğlu 1955b: 62).2
Bu bölümün ilk hikâyesi olan “Kriz”de evlenmeyi bekleyen iki gencin bu
süreçte yaşadıkları psikolojik bir “kriz” hali kahramanların sayıklamaları şek-
linde anlatılırken “Z’den Sonra”da ise ölümden sonra geri dönüşün olama-
yacağı alfabenin son harfi ile sembolik bir surette anlatılır.
1 Sepetçioğlu “Bir İnsanla Konuşmak” adlı hikâyesini de “M. N.Gürşen’e” ithaf etmiştir. Bkz. Türk
Sanatı, Sayı:25, Temmuz 1954, s. 12-13.
2 Yapt›ğ›m›z araşt›rmaya göre Kur’an-› Kerim’de bu meâlde bir âyet yoktur. Ancak, “levlake lev-
lak vema halektül eflâk” (habibim sen olmasayd›n âlemleri yaratmazd›m) şeklinde kutsî hadis
olduğu ifade edilen bir söz vard›r. Öte yandan, bu sözün kutsî hadis veya hadis olmay›p baz›
âyetlerin ›ş›ğ›nda âlimlerin Hz. Peygamber’in büyüklüğünü anlat›rken söylediği söz olduğu da
belirtilmektedir (www.sakaryarehberim.com/forum/showthread.php?t=4702 - 50k -, 29 Ağus-
tos 2007). Konu ile ilgili Türkiye Cumhuriyeti Diyanet ‹şleri Başkanl›ğ›’na 29.08.2007 tarih ve
29082007134802 kay›t nolu, Dini Sorular Komisyonu’na sorduğumuz soruya gönderilen cevap
ise k›sa ve nettir: “Uydurmad›r, böyle bir âyet ve hadis yoktur”.
2.2. Menevşeler Ölmemeli
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun ikinci hikâye kitabı olan Menevşeler Ölme-
meli, 1972 yılında yayımlanmıştır. İçinde yirmi sekiz adet hikâye bulunmak-
tadır. Bu hikâyelerden bazıları daha önce Türk Dili, Türk Yurdu, Su ile Türk
Edebiyatı gibi çeşitli dergilerde 1958-1972 arası neşredilmiştir. Kitap, adını
daha önce Türk Edebiyatı dergisinde (Ocak 1972, Nu.1) yayımlanan “Menev-
şeler Ölmemeli” adlı hikâyeden alır. İlk kitapla bu kitap karşılaştırıldığında
Sepetçioğlu’nun hikâye kurgusunu oluşturmada, dil ve anlatımda kendini
geliştirdiği, hikâyelerin anlatım tekniğinde çeşitlenme olduğu, mesaj kay-
gısının varlığını sürdürmekle birlikte edebîlik göz ardı edilmeden verilmeye
çalışıldığı anlaşılmaktadır. Menevşeler Ölmemeli’de Abdürrezzak Efendi’nin özel-
likle de ilk bölümündeki kuru anlatımdan bir hayli uzaklaşılmıştır. Menevşeler
Ölmemeli de iki bölümden oluşur. İlk bölümde yirmi iki, ikinci bölümde altı
hikâye bulunmaktadır. Bunlardan ilk bölümdeki hikâyelerin adları şöyledir:
“Suçlu”, “Aldatış”, “Soba Boruları”, “Afiştekiler”, “Tohum ve Topal Karınca”,
“Yok Oluş”, “Halil’in Ölümü”, “Bir Otelde Üç Kişi”, “Birdenbire”, “Deniz Fene-
ri”, “Afula İstasyonu”, “Çamlar Hür Yaşar”, “Tanrılar Arasında”, “Mavi Göm-
lekli Adam”, “Su Borusu”, “Oyuncak”, “Üç Kişiye Bir Şemsiye”, “Pencerenin
Bu Yanı”, “Diktatör”, “Bir Yerlerde Bir Adam”, “Yenibahçeli Nedim Efendi”,
“Menevşeler Ölmemeli”.
Söz konusu hikâyelerden “Tohum ve Topal Karınca” daha önce; “Kavga”
(Sepetçioğlu 1958b: 121-125) ve “Tohum” (Sepetçioğlu 1956f: 380-384) adla-
rıyla iki farklı hikâye olarak yayımlanmış; ancak kitaba alınırken birleştirilip
tek hikâye haline getirilmiştir. Bazı hikâyelerde de kitaba alınırken isim de-
ğişikliği yapılmıştır. Mesela, “Tanrılar Kaybolunca” adlı hikâyenin adı kitaba
alınırken “Deniz Feneri” şeklinde değiştirilmiştir.
İkinci bölümü oluşturan hikâyeler de şunlardır: “Hıdır”, “Yaşar”, “Abu”,
“Hacı”, “Reşo (Reşido)”, “Ökkâş”.
Birinci bölümdekiler tamamen kurmaca metinler iken ikinci bölümü oluş-
turan hikâyeler yazarın güney illerimizin dertli çocukları ile yapmış olduğu
röportajların ürünüdür. Muhteva açısından baktığımızda Abdürrezzak Efendi’de
daha çok toprak adamının hayat parçaları anlatılırken Menevşeler Ölmemeli’de
ise şehirde yaşayan kimisi memur veya işçi olan insanların hayatından ke-
sitler okuruz. Buradan hareketle Abdürrezzak Efendi’yi yazarın çocukluk ve
ilk gençlik yılların dair gözlemlerinin ürünü sayarsak Menevşeler Ölmemeli’de
anlatılanlar daha çok üniversiteden mezun olduktan sonraki memuriyet ve
iş hayatındaki gözlemlerinin izlerini taşıdığı söylenebilir. Hacim açısından
baktığımızda ise hikâyelerin biri hariç (Yenibahçeli Nedim Efendi) diğerleri
küçük hikâye nevindendir.
3. Kitaplaşmamış Hikâyeler
Hem başka çalışmalardan (Çalık 1993: 74-75) elde ettiğimiz bilgi hem de bi-
zim yaptığımız araştırmalarımız çerçevesinde tespit edebildiğimiz kadarıyla
Sepetçioğlu’nun kitaplarına girmemiş olan hikâyelerinin sayısı yirmi adet
olup adları ve yayımlandıkları yerler şöyledir:
“Tahta Kurusu”, Büyük Doğu, Nu.104, 29 Ağustos 1952, s. 4.
“Ay, Bulut ve İnsan”, Türk Sanatı, Nu.6, 15 Mart 1953, s. 11-12.
“Fındıklı”, Türk Sanatı, Nu.11, 1 Haziran 1953, s. 12-13.
“Yağmurda”, Türk Sanatı, Nu.13, Temmuz 1953, s. 12-13.
“Vapurda Bir Adam Vardı”, İstanbul, Nu.2, Aralık 1953, s. 34-36.
“Uçan Daire”, Türk Sanatı, Nu.20, Şubat 1954, s.13-14.
“Pijama Çakmak ve İnsanlar”, Türk Sanatı, Nu.22, Nisan 1954, s.12-13.
“Sinegog ve Çarşaf”, Türk Düşüncesi, C.2, Nu.8, 1 Temmuz 1954, s. 129-131.
“Bir İnsanla Konuşmak”, Türk Sanatı, Nu.25, Temmuz 1954, s. 12-13.(Bu
hikâye M.N. Gürşen’e ithaf edilmiştir.)
“Karaağaçlar Altında”, İstanbul, Nu.11, Eylül 1954, s. 41-42.
“Sonbahar Sabahında İki Kuruş”, Türk Sanatı, Temmuz-Ağustos 1955,
Nu.37-38, s. 17-18.(Bu hikâye, “M.N. Sepetçioğlu’nun yayınlarımız arasında
çıkacak olan “Abdürrezzak Efendi adlı hikâye kitabından” notu ile yayımlanmış
olsa da söz konusu kitapta olmadığı anlaşılmaktadır.)
“Gemidekiler”, İstanbul, Nu.4, Nisan 1956, s. 29-33.
“Ölü Suratlı Toprak”, Türk Sanatı, Nu. 46, Nisan 1956, s. 12-13.
“İstasyonda”, Türk Sanatı, Nu.48, Ağustos 1956, s. 12.
“Erguvan Bahçesi”, İstanbul, Nu.10-11, Ekim-Kasım 1956, s. 31-36.
“Asliye Ceza Hakimi Naim Bey”, Türk Dili, C.VII, Nu.82, 1 Temmuz 1958,
517-520.
“Eşekle İnsan Arasındaki Dünya”, Türk Yurdu, Nu.278, Kasım 1959, s. 51-
52.
“Paşa Kızı”, Türk Yurdu, Nu.293, Şubat 1961, s. 41-42.
“Ceviz Ağacı”, Su Dergisi, Nu.39, Mayıs 1964, s. 20-22.
“Kördöğüşü”, Türk Edebiyatı, Nu.103, Mayıs 1982, s. 26-28.
Bu hikâyelerin büyük bir kısmı Sepetçioğlu’nun üniversite öğrencisi iken
yazdıkları, bazıları da daha sonraki yıllarda kaleme aldıklarından oluşur.
Hikâyede ön planda olan kahramanın öğrenci oluşu dikkat çeker. Muhte-
valarına bakıldığında “Tahtakurusu”, “Vapurda Bir Adam Vardı”, “Fındıklı”,
“Yağmurda”, “Ay, Bulut ve İnsan”, “Karaağaçlar Altında”, “Paşa Kızı” gibi
hikâyelerde aşk temasının işlendiği görülür. Bu noktada Sepetçioğlu’nun
aşk temasını işlediği hikâyelerin çoğunu kitaplarına almaması dikkat çeki-
cidir.
Diğer hikâyelerden “Uçan Daire”de değişik yaş ve dinin mensubu bir insan
grubunun gökte gördüğü bir cismin uçan daire mi, yıldız mı yoksa başka
bir şey mi yönündeki tartışmaları anlatılır (Sepetçioğlu 1954a: 13-14). “Pi-
jama, Çakmak ve İnsanlar”, konusunu öğrenci yurtlarındaki hırsızlık olayla-
rından alır (Sepetçioğlu 1954b: 12-13). “Sonbahar Sabahında İki Kuruş” adlı
hikâyede, evli ve bir de çocuğu olan üniversitede edebiyat bölümü öğrenci-
sinin geçim sıkıntısı ve İstanbul’da yaşamanın zorluğu (Sepetçioğlu 1955a:
17-18), “Sinagog ve Çarşaf”ta bir sinagogun karşısında oturan hayat kadını
anlatılır (Sepetçioğlu 1954h: 129-131). “Bir İnsanla Konuşmak” ise büyükşe-
hirde insanın kendini yalnız hissedişi ve gerçek bir dostla konuşma arzusu-
nun ifadesidir (Sepetçioğlu 1954d: 12-13).
4. Sepetçioğlu’nun Hikâyelerinde İşlediği Temalar
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun tespit edebildiğimiz hikâyelerini tema ba-
kımından incelediğimizde genel olarak şöyle bir tasnif yapılabilir:
4.1. Toprak Adamının ve Tabiat Sevgisinin Anlatıldığı Hikâyeler
Yukarıda ifade edildiği üzere Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun bütün çaba-
sı Anadolu insanını bir ideoloji malzemesi yapmadan realist bir anlayışla
anlatmaktır. Bu bağlamda yazar, hikâyelerinde önceleri toprak adamının
hayatına ayna tutarken, ikinci kitabında şehirde yaşayan insanımızın hayat
mücadelesini aksettirir. Bunun yanında güneyin dertli çocukları bize bu mü-
cadelenin çocuk bedenlerindeki ağırlığını gösterir.
Anadolu’da köy veya küçük kasabalarda yaşayan, toprakla meşgul olan in-
sanların bir bakıma ortak adıdır Abdürrezzak Efendi. Bu anlamda Abdürrezzak
ismi bile boşuna seçilmemiş olsa gerektir. Zira, bir Arapça isim olan Abdür-
rezzak, Rezzak’ın yani rızık verenin Allah’ın kulu demektir. Bu insan geçimini
topraktan temin eder. Memleketini, toprağını, bağını bahçesini çok sever.
Abdürrezzak Efendi gibi çocuğunu okutmak için büyük şehre (İstanbul’a) git-
se, orada mutlu olsa bile asıl mutluluğu köyüne veya kasabasına “Dönüş”te
bulur. Büyük şehre göre, memleketinde belki “Elleri Çamur(lu)du(r)”; fakat
daha mutludur. “Bayramda Gelen Mektup”ta olduğu gibi toprak adamının
aile bağları kuvvetlidir. Ceviz Ağacı (Sepetçioğlu 1964: 20-22) ve “Filiz” (Bir
ağacın “Filiz”inin kurumaması için gösterdiği çaba anlatılır) ondaki ağaç/ta-
biat sevgisinin, “Ali Suha Beyin (daha yeni alınmış) Şapkası”na konulan kedi-
lerden de hayvan sevgisinin büyüklüğünü okuruz. Kısaca, “Kara Topraklar”a
bağlı olan Anadolu insanı sevgi doludur, madden ve manen huzurludur.
Öyle ki, Sepetçioğlu’nun kitaplarına girmemiş hikâyelerinden birinde şeh-
rin karmaşasından bunalmış olan kahramanın bir insanla konuşmak istedi-
ğinde Abdürrezzak Efendiyi araması dikkati çeker (Sepetçioğlu 1954d: 13).
Benzer şekilde “Erguvan Bahçesi” adlı hikâyede oğlunun arkadaşları olan,
şehirde işini kaybetmiş, işsiz, mutsuz bir aileyi Abdürrezzak Efendi memle-
ketindeki erguvan bahçeli evine davet eder (Sepetçioğlu 1956e: 31-33).
Toprak adamının huzurunu kaçıran en önemli unsur yağmurun yağma-
masıdır. Zira, şayet uzun zaman yağmur yağmazsa “Ölü Suratlı Toprak” adlı
hikâyede anlatıldığı gibi toprak adeta ölü suratı gibi bembeyaz olur. Bu du-
rumda toprak adamının yani hikâyedeki ismiyle Abdürrezzak Efendinin ya-
pabileceği iki şey vardır. Birincisi yağmur yağması için Allah’a dua etmek.
İkincisi de var olan suyun eşit ve adil bir şekilde paylaşımı için mücadele
vermek. Velev ki bu haksızlığı yapan kasabanın belediye azası olsa dahi Ab-
dürrezzak Efendi toprağın hakkını arayacak ve reisin makamına çıkarak şöyle
diyecektir: “Azaysa efendi, sırasını beklesin. Azaysa efendi elin suyunu, sıra-
sını çalmasın. Onlar insan değil mi?” (Sepetçioğlu 1956a: 13).
Toprak adamının ve toprak sevgisinin anlatımı Sepetioğlu’nun hikâye-
lerinde ayrı bir yer tutar; çünkü öncelikle hikâye kahramanları gibi
Sepetçioğlu’nda da genel anlamda toprağa karşı büyük bir saygı ve muhab-
bet vardır. Sepetçioğlu, “Ölüm, Toprak ve Dolayısıyla” adlı yazısında bu du-
rumu yadırgayanlara şöyle seslenir:
“Toprağı bilmeyenlere, anlamayanlara, anlamamak için inad edenle-
re ve toprak deyince müstehzi bir sırıtışla hayvanca gülenlere bir gün,
Edirnekapı’da bir ölüyü gömerken başında bulunmalarını tavsiye ede-
ceğim. Toprağın nasıl açıldığını, nasıl o sert ve kaya parçalarını yumu-
şatıp erittiğini ve nasıl sıcak bir şefkatle terk ettiğimiz insanı kollarına
incitmeden aldığını görmek, öyle sanıyorum birçok şeylere değecektir.
Biz, dün gittiğimiz yerden bir kişi noksan döndük. Siz gittiğiniz yer-
den belki kendinizi kazanmış olarak döneceksiniz. Genç neslin Türk
hikâyecileri, şairleri, romancıları! Biraz da Edirnekapı’ya buyurun. Oto-
büsler Balıkpazarının önünden kalkar” (Sepetçioğlu 1956c: 4).
4.2. Hayat Mücadelesi ve Geçim Derdinin Anlatıldığı Hikâyeler
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde işlediği temel meselelerden biri de insanımı-
zın hayat mücadelesi ve geçim derdidir. Abdürrrezzak Efendi’de kendisi ile ba-
rışık, tabiat sevgisi ile dolu maddî ve manevî açıdan huzurlu bir insan port-
resi çizen Sepetçioğlu’nun, şehirde yaşayan insanların hayat manzaralarını
anlattığı hikâyelerinde ise karamsar bir tablo ile karşılaşırız. Öyle ki, şehirde
yüksek apartmanlar arasında âdeta hapsolmuş olan çamlar bile mutsuzdur.
“Çamlar Hür Yaşar” adlı hikâyede iki çam ağacı, bir gece sessizce şöyle konu-
şurlar: “Biri: “Ben dayanamayacağım artık” dedi; “Çevremiz duvar… duvar…
hep duvar. Sanki altım üstüm de duvar oldu sanıyorum…”
“Haklısın…” dedi öteki sadece, içini çekti. “Ama ne yapabiliriz?” (Sepet-
çioğlu 1972: 95). (…) “Hiç…” dedi ilk konuşan. “Kaçmak?. –ve bu kelime-
yi tekrarladı birkaç kere– Biz de kaçabiliriz. Bir yerde hürriyet vardır elbet.
“Yaşamak!”…” Bir daha konuşmadılar” (Sepetçioğlu 1972: 96). Hikâyenin
sonunda öğreniyoruz ki, bir yere kaçamayan iki çam ağacı güneşi köklerine,
suyu da yapraklarına göndermeyerek adeta intihar ederler; çünkü çamlar
ancak ve ancak hür yaşarlar.
Hikâyelerde anlatıldığına göre, sadece şehirdeki çamlar değil insanlar da
mutsuzdur; fakat mutluymuş gibi davranırlar. Bunun yanında aile bağların-
da ciddî çözülmeler baş göstermeye başlamıştır. Bütün bunların en önemli
sebebi ise, ekonomik sıkıntılar yani geçim derdidir. Bu tür hikâyelerin bazıla-
rında bizzat yaşanmışlık izlenimi bulmak mümkündür. Zira, Sepetçioğlu’nun
Türkoloji bölümünde evli bir öğrenci olduğu günlerde yayımlanan “Sonba-
har Sabahında İki Kuruş” adlı hikâyesinde, elinde Fuzûlî Divanı, Rübab-ı Şi-
keste, Cevdet Paşa Tarihi olduğu halde evden çıkan kahramanın karısı dönüşte
şeker getirmesini ister. Oysa adamın cebinde bunu alacak parası yoktur. Dı-
şarıda kendi kendine şöyle söylenir:
“…Akşama şeker de getir!” Tuu Allah belanı versin herif. Cebinde iki
kuruşun var. İki kuruş! Sarı, beş para etmez iki kuruş. “Akşama şeker de
getir!” Kolay. Demesi kolay karı. Senin cebinde de iki kuruş olsa! Sen de
erkek olsan bir saatçik. Ha! Olsan bir saatçik erkek. Cebinde iki kuru-
şun olsa. İki tane sarı kuruşun. Ve dışarıda nemli, nemrud bir sonbahar
sabahı olsa.” (Sepetçioğlu 1955a: 17).
“Suçlu” adlı hikâyede devlet dairesinde çalışan küçük bir memur aldığı
maaşla geçinemediği için bunalıma girer, psikolojik dengesi bozulur:
“İçtiği cigara, cigaraların en ucuzuydu. Konuştuğu kişiler ya Başbakan
ya Başkomutandı. Aldığı aylık beş yüz liranın üstünde değildi. Görün-
mez telefonlarla konuşuyordu. Beş çocuğu vardı; üçü yetişmiş kızdı.
Saat beş olup da çalıştığı daireden çıkar çıkmaz külüstür bir arabada
dolmuş yapıyor; beş on kuruş daha kazanmağa çalışıyordu. Bazı akşam-
lar, gece yarılarına kadar da çalıştığı olurmuş. O gecelerin sabahında,
daireye gözleri, yüzü ve alnı daha yorgun, sırtı daha eğrilmiş gelirdi;
çalışmasında da aksaklık olmazdı olmasına ama Başbakanla ve Başko-
mutanla, başka günlere göre, daha sık –ve sert– konuşurdu.” (Sepetçi-
oğlu 1972 : 10).
Öğle yemeğini işyerinde arkadaşları ile birlikte yemeyi kabul etmeyen söz
konusu memur her seferinde dışarıya çıkmayı tercih eder. Bahane olarak da
işyerinde yapılan yemeklerin evde eşinin yaptıkları kadar lezzetli olmayışını
gösterir. Oysa o, dışarı çıkıp öğle yemeğini bir simitle geçiştirmektedir. Bir
gün şef tarafından takip edilip bu durum ortaya çıkınca işe bir daha gelmez;
çünkü imkan-imkansızlık çatışmasında kendini “suçlu” olarak görür.
“Aldatış”, adlı hikâyede de yine geçim derdine bağlı sıkıntılar anlatılır. Ai-
lenin reisi genç adam bir müessesede çalışmakla beraber evde bir türlü gelir
gider dengesi kurulamaz; çünkü maaş azdır. O sebeple genç adam ek iş (yar-
dımcı öğretmenlik) arayışına girer. Bu arada karı koca arasında tartışmalar
yaşanır ve geçimsizlik baş gösterir. Nihayet kadın, annesi ile birlikte evden
ayrılır ve babasının yanına Bandırma’ya gider. O gün evliliğin ve eşinin öne-
mini fark eden genç adamla ilgili olarak hikâyede şu cümleleri okuruz:
“… Ve yine o anda, hürriyetin bir şeye bağlı olmakla başladığı, bağsız bir
hürriyetin hiçbir zamanı güzel ve çekici olmadığı fikri kafasında yer etti. Biri-
si olmalıydı. Hürriyet, işte o birisi ile vardı; güzeldi. Onsuz hürriyet, bir ceza-
evinin dört duvarı arasında can çekişiyordu” (Sepetçioğlu 1972: 23). Bu nok-
tada şunu belirtmek gerekir ki, hikâyede aile reisinin üniversite son sınıfta
okuyan ve tez hazırlamakta olan bir öğrenci olduğu bilgisinden hareketle bu
hikâyenin de Sepetçioğlu’nun hayatı ile –bizzat yaşanmışlık bağlamında–
bir ilgisinden söz edilebilir.
Şehirde hayat kolay olmamakla beraber Anadolu insanı için büyükşehirler
özellikle de taşı toprağı altın denilen İstanbul bir iş kapısıdır. O sebeple
1950’li yıllardan itibaren Anadolu’dan İstanbul’a doğru göçler başlar. Ana-
dolu insanı iş için İstanbul’a gelir; fakat İstanbul’un Anadolu’ya bakan bir
yabancılığı vardır. Öyle ki, Sepetçioğlu bunu “Üç Kişiye Bir Şemsiye” adlı
hikâyesinin üç yerinde özellikle vurgular. Hikâyede İstanbul’a iş için gelen
ve fakat ceplerinde yeterli paraları olmadığı için yağmurlu bir kış gününde
ancak bir şemsiye alabilen üç kişinin tek şemsiye altına sığınışı anlatılır. Söz
konusu hikâye şöyle son bulur: “... üç kişi –paltosuz üç kişi– yağmurun altın-
da, yağmura doğru gidiyordu. Dik başları, bir şemsiyenin altında birleşmişti
ve ayakları ıslak, kaygan yola güçlü ve güvenli basıyordu. Akşam, yılın son
akşamıydı…” (Sepetçioğlu, 1972: 132).
M. Necati Sepetçioğlu’nun bazı hikâyelerinde ele alındığı üzere, Anadolu
insanının çalışmak için büyük şehirlere gidişi ile geride bazı sıkıntılar da
baş gösterir. Zira geride kalan, elinde parası, silahı yani gücü olan kimi ken-
dini bilmezler bunu şehevî emelleri doğrultusunda kullanmaya çalışır. Ya-
zar, “Tanrılar Arasında” adlı hikâyede bu sosyal yarayı ele alır. Sepetçioğlu,
hikâyenin daha ilk cümlesinde –konunun hassasiyetine binaen olsa gerek–
gerçek adres vermekten kaçınırcasına yazdıklarının fiktif oluşunu özellikle
vurgulamak ister gibi anlatıcıya şöyle dedirtir:
“Derler ki bu olay Trabzon İlinin Araklı İlçesinde geçti.. Yalan! (…) O
zaman! Yani bütün İlçeyi korkunç bir kuraklığın ve açlığın kasıp kavur-
duğu yıllarda. Bütün erkekler büyük şehirlere gitmişti. Çalışacaklardı.
Bir avuç ekmeğin yarısını yeyip yarısını memlekette kalanlara gön-
dereceklerdi. Gidenlerin çoğu vaat ettiklerini gönderemedi. Benimse
anbarlarım mısır doluydu. Silme. Kadınlar ve çocuklar açtı. Onların
Tanrıları ve erkekleri acizdi. Bense Tanrıydım. Tanrının kendisi. Taban-
calarım, sürülerim, mısırlarım vardı. Başka bir Tanrı aradım o zaman.
Daha doğrusu Tanrı bana geldi. Bazen pırıl pırıl bir avuç saç, bazen yaz
gecelerinden de serin bir çift göz, bazen dipdiri bir çift göğüs olarak.
Bunlar memlekete ekmek göndermek için büyük şehirlere giden aptal-
ların memlekete bıraktıklarıydı. Bana geliyorlardı. Saç olarak, göz ola-
rak, göğüs olarak bana geliyorlardı. Çünkü bende mısır vardı. Ve benim
Tanrılarımın mideleri boştu.” (Sepetçioğlu 1972: 97, 99-100).
Elinde silahı ve parası olduğu için kendini çok güçlü hisseden zengin,
emellerine her zaman kavuşamaz. İş için gittiği büyük şehirden kaza sonucu
kocasının cenazesi gelen iffetli bir kadına ahlaksız teklifte bulunan adam şu
cevabı alır:
“Senden korkmuyorum” dedi gayet sakin “senin silahlarından da. Kork-
tuğum başka benim”.(…) “Tanrıdan” dedi. “Tanrı benim” diye bağırdım.
Silahları göstererek ilave ettim. “Tanrı bunlardı.” Katılırcasına güldü.
Odayı dolduran alevler gülüyordu sanki. “Sen ve bütün bunlar birer
oyuncaksınız.. ben gerçek Tanrıdan korkuyorum. Hepimizin Tanrısın-
dan.” (Sepetçioğlu 1972: 103).
Sepetçioğlu’nun bu hikâyenin sonunda ahlaksız adamı bir depremle yerin
dibine batırarak ölüme mahkum edişi dikkat çeker: “Bir gece yarısı, büyük
bir yer sarsıntısı, ilçenin derme çatma evleriyle birlikte onun oturduğu evi
de altüst etti. Yalnız yetmişlik kaynanası kurtuldu. Üç çocuğu ile birlikte o
öldü” (Sepetçioğlu 1972: 104).
Mustafa Necati Sepetçioğlu, yukarıda bahsedilen hikâyelerinde olduğu
gibi bir yandan Anadolu insanının ekonomik problemlere bağlı sorunlarını
işlerken diğer yandan da kimi hikâyelerinde bu sorunlara çözümler teklif
eder. “Yenibahçeli Nedim Efendi” adlı hikâye bu bakımdan önemlidir. Yeni-
bahçeli Nedim Efendi kültürlü ve yeniliklere açık bir “şehirli”yi temsil eder.
Bu yönüyle toprağını seven, çalışkan bir “toprak adamı” olan Abdürrezzak
Efendinin şehirdeki karşılığı gibidir. Hikâyede Yenibahçeli Nedim Efendi
onu tanıyan ve fakat farklı yerlerde yaşayan üç kişinin aracılığı ile anlatı-
lır. Bunlardan biri İmam-Hatip Okulunu bitirmiş Erzincan’da imam, ikincisi
Muğla’da köy öğretmeni, üçüncüsü de Nedim Efendinin çocukluk arkada-
şıdır. Köy öğretmeninin anlattığına göre Nedim Efendi bir gün köye gelir;
orada örnek bir elma fidanlığı yapar. Ayrıca eğitim amaçlı kullanmaları şar-
tıyla köy heyetine önemli miktarda para bırakır ki bu bize köyde ekonomik ve
eğitim alanında çalışmaların yapılması gerektiğine işaret eder gibidir.
“… birkaç gün sonra bana geldi. “Öğretmen Efendi” dedi. (…) Bana
İstanbul’da Arap Nedim derler, sen görünüşüme bakma. Ben korkak,
çok kere pısırık daha doğrusu beğenilecek adam değilim. Ama bu yalnız
beni ilgilendirir. Şimdi beni iyi dinle. Benim elimde 3000 altunum var.
Bunu köy heyetine vereceğim. Bu parayla, fidanlığın üst yanına, yeni
bir okul yapın.(…) bu biiir!.. Fidanlığın alt yanına da bir cami yapılsın
istiyorum. Muhtarın tarladan bir dönüm satın alırsanız yeter de artar
bile. Fidanlık, okul ile camiyi birbirine bağlar bu ikii.. Sesi, güven do-
luydu. Okuldan ve camiden başka bir de yıkılan köprünün yerine daha
iyi ve sağlamının yapılmasını istiyordu. Para yetmezse fidanlığı satabi-
lecektik.” (Sepetçioğlu 1972: 170-1971).
Sepetçioğlu’nun köy imamına yazdırdığı cümleler ise, Anadolu insanının
inanç dünyası ile ilgili düşünce ve tekliflerini yansıtsa gerektir: Yenibahçeli
Nedim Efendi;
“… bir gün bana, İmam-Hatip Okuluna girmemi söyledi. Ben karar ve-
rirsem, gerisini düşünmeyecektim. Nedim Ağabeye bırakacaktım. “Bu
memleket dinle kalkınabilir” diye başladı. “Bizim dinimiz harsımızdır.
Alacağımızı bunun üzerine kurmalısın. Kök değişmemeli. Fakat alaca-
ğın şeyle –bunu sen bulacaksın– kök; kumaşla yama gibi kaba ve eyreti
durmamalı. Yamayı kumaşa yapıştırmayacaksın, öreceksin. Bunun için
görevini sindirmiş, kendisinden bu millet ne istiyor onu anlamış 400
öğretmen ve 400 imam yeter. Evet 800 kişi, yalnız sekiz yüz. Otuz yıl
sonra bu millet başka bir millet olacaktır.” (Sepetçioğlu 1972: 164).
Hikâyede çocukluk arkadaşı tarafından Nedim Efendinin üzerinde durulan
yönü ise, onun insanlara yardım eden yardımsever biri olmasıdır. Sepet-
çioğlu, bu konuya özel bir önem veriyor olmalı ki, başka bir hikâyesinde
insanımızdaki bencillik ve nemelazımcılık düşüncesini eleştirir. Öyle ki, bu
durum “Su Borusu” adlı hikâyede anlatıldığı üzere aynı mahallede yaşayan
birbirlerini çok iyi tanıyan insanlar arasında dahi görülmektedir. Zira, söz
konusu hikâyede mahalleden birinin kamyonu sokaktan geçen su borusu-
nun patlamasına sebep olur. Kocası çalışmak için başka yere gitmiş bir ka-
dın borunun tamiri için komşuların kapısını çalar. Ancak herkes git “beledi-
yeye şikayet et” şeklinde görüş beyan ederler. Oysa kadının kocası akşama
memleketine dönecektir. Evde acil suya ihtiyaç vardır. Sorunun çözümü için
mahalleden kimsenin kılı kıpırdamadığı gibi kadının çözüm için komşuların
kapısını çalması bile yanlış yorumlanır. Komşulardan biri “Allah kahretsin
senin gibi karıyı. Mart kedisi, dama çık dama!..” der (Sepetçioğlu 1972: 114).
Nihayet kadın, kazmayı küreği alıp patlak su borusunu kendisi tamir eder.
Hayat mücadelesi, geçim derdi veya karın doyurma telaşı sadece insanlar
arasında yoktur. Zira benzer bir çaba hayvanlar aleminde de vardır. Çalışma
denilince hemen akla karınca gelir. Sepetçioğlu, “Tohum ve Topal Karınca”
adlı hikâyesinde bir tohumu yuvasına taşımaya çalışan topal bir karıncanın
yorulmak bilmeyen çabasını anlatır. Tohum toprağa tutunma, filizlenme ka-
rınca ise onu yuvasına götürme çabasındadır.
4.3. Aşk Hikâyeleri
M.Necati Sepetçioğlu’nun sosyal meselelere açılan ve mesaj kaygısı olan
yukarıdaki hikâyelerinin dışında daha ziyade bireysel karakterli sevgi ve aşk
temalarını işlediği hikâyeleri de vardır. Bu çerçevede; “Tahtakurusu”, “Va-
purda Bir Adam Vardı”, “Fındıklı”, “Yağmurda”, “Ay, Bulut ve İnsan”, “Karaa-
ğaçlar Altında”, “Paşa Kızı” gibi hikâyeler zikredilebilir.
“Tahtakurusu”nda (Sepetçioğlu 1952: 4) bir gencin Jülide adlı sevgilisinden
ayrılışından sonraki yalnızlığı anlatılır. “Karaağaçlar Altında” adlı hikâyede
önce bir ruh uyuşması ve sevişmesi ile başlayıp tensel bir zevke doğru giden
bir aşk ve bu sırada teredddüt ve kıskançlıkların dile getirilişini okuruz (Se-
petçioğlu 1954ı: 41-42). “Vapurda Bir Adam Vardı” adlı hikâyede ise Muallim
muavini olan bir genç, sevgilisinden “Cuma günü saat beşte her zamanki…”
(Sepetçioğlu 1953e: 34) yerde buluşmak üzere şeklinde bir mektup alır. An-
cak o vakitte lisede dersi olan genç adam işinden olmayı göze alarak sev-
gilisi ile buluşmaya gider. Aşk, işe galip gelmiştir. “Paşa Kızı”nda ise ille de
bir paşa kızı ile evlenmek isteyen bir avukatın umutsuz aşk öyküsü anlatılır.
Nişandan bir ay sonra nikah masasına oturan avukat, törenden sonra “şimdi
gelirim” diye dışarı çıkar ve bir daha geri dönmez. Hikâyenin sonunda avuka-
tın hâlâ bir paşa kızı aradığını öğreniriz (Sepetçioğlu 1961: 42).
“Kriz” ise daha farklı bir özelliğe sahiptir. Bu hikâyede sevdiği gencin ken-
disini terk ettiğinin söylenmesi üzerine bir genç kız kriz geçirip yatağa düşer.
Bu sırada sürekli sayıklar ve şeytanla mücadele eder, ışığı yani Allah’ı hisse-
derek rahatlar. Hikâyenin sonunda ise masallara benzer şekilde delikanlı ge-
lir ve genç kız hayata döner. Söz konusu hikâyenin son cümleleri şöyledir:
“… Kim dedi seni sevmediğimi? Bak yüzüğün parmağımda.” Sağ elinin
dördüncü parmağını gösteriyordu. Kız güldü. Kendi eline baktı. Dör-
düncü parmağında ayva sarısı bir halka ışıldıyordu. Öptü. “Ya” dedi.
“ben, terk ettiğini söylediler” Korkaktı. Yüzü mahzundu. “Kim” dedi
oğlan da kendine güvenen bir sesle “Halt etmişler. Ben seni terk ede-
mem. Hem düğünümüz olacak bizim.” Kız sevindi. Güldü. Çıkık elmacık
kemiklerinden öptü. “Ne zaman” dedi. “Ne zaman evleneceğiz?” (Sepet-
çioğlu 1955b: 71).
4.4. Evlilik ve Ayrılık Hikâyeleri
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde mühim bir yere sahip olan konulardan biri
de evliliktir. Ancak evlilik genelde mutsuz bir atmosferde sürer, kriz çıkar
ve çoğu zaman da kadının evi terk edişi, ayrılışı ile karşılaşırız. Bu noktada
mutlu bir evliliği olan Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde evliliklerin çeşitli se-
beplerle çoğu kez bir ayrılığa dönüşmesi dikkat çeker. Bunu Sepetçioğlu’nun
aile konusundaki hassasiyetinin bir yansıması olarak değerlendirmek müm-
kündür. Bu noktada benzer bir tutumun Halit Halit Ziya’da da var olduğu-
nu söylemek yanlış olmaz (Çakır 2006: 579-580). Bu vadide kaleme alınmış
hikâyelerde evin erkeği, kadının yokluğuna bir türlü tahammül edemez; ade-
ta sinir krizleri geçirir ve psikolojik bunalıma girer.
Ayrılıklarda kadın genelde evi terk eden figürdür. Birçok hikâyede ayrılık
kadının evi terk edişi ve geride bıraktığı hüzün bağlamında ele alınır. Her
nedense bunu en fazla hisseden evdeki eşyalar, özellikle de kadının günlük
hayatta elini değdiği nesneler olur. “Aldatış”taki şu cümlelerde olduğu gibi
nesneler şahit oldukları adaletsizlik karşısında dile gelir hesap sorarlar:
“Cam gibi, sert, çatlak bir ses suratına bir şamar acısıyla indi. “Ben bar-
dağım” diyordu. “Sen istesen de istemesen de ben bardağım. Camdan
yapıldım, yani camım. İçimde kum var kum! Beni yapan ustanın eli ke-
sildi.” Sesler devam etti: “Ben çayım.. Ben zeytin çekirdeği.. Ben ekmek
kırıntısı!” Dışarıya çıksa bütün bir masanın ayaklanmış olarak karşısına
çıkacağını sezdi. “Beni biraz önce bir kadın tuttu.” Bardağın, onun içti-
ği çay bardağının sesi hepsini bastırıyordu. Ve biraz daha suçlandırıcı
konuşuyordu. “Kadını üzmenin, beni tutan elleri titretmenin hesabını
verecek misin?” (Sepetçioğlu 1972: 15).
Aynı şekilde “Yok Oluş” adlı hikâyede de bir ayrılığın ardından en fazla
üzülen geride kalan eşyalar ve nesneler olur. Hikâyeden alıntı ile söyleyecek
olursak;
“… Yastığın yorganın ve çarşafın üstüne bir terkedilmişlik, bir unutul-
ma acısı çöktü.”(…) En çok üzülen yastık oldu.(…) Yastığa hiçbir şey
anlatamazdı. Henüz onun; yastığı, yorganı ve yatağı terk ederek mah-
zun bırakanın hayalini yitirmemişti gerçi.(…) Yarısı dışarıda hafif pen-
be ruj, kapağı açık pudra kutusu, dişlerinde birkaç tel saç bulunan tarak
ve fırça gittikçe zayıflayan hayali şimdilik muhafaza edebiliyordu.” (Se-
petçioğlu 1972: 50-51). “Yatak odasının kapkara bir boya gibi katılaşan
havasında yastık, yorgan, yatak ve tuvalet masasının üstündeki öteki
eşya gibi ayna da gözlerini açmaktan, soluk almaktan korktu. Bulundu-
ğu yerde, hiçbir şey yokmuş gibi, ayna değilmiş gibi karanlığın içinde
katılaştı.” (Sepetçioğlu 1972 : 52).
Hüzün dolu bu atmosferden evdeki her şey etkilenir. Öyle ki havada dola-
şan sinek bile kendini sağa sola çarpar sağ kanadı incinir.
“… sağ kanadı sızlayınca dengesini yitirdi ve düştü.
Düştüğü yer yemek masasıydı. Sinek bu masayı tanıyordu. Ve daha bu
sabah, masanın iç açan muntazamlığı sinirlerini bozmuştu. O kadı-
nın eli değdi diye, masanın, üstündeki kırmızı kadife desenli örtünün,
karanfil ve geometrik motifli çini sürahinin ve bardağın haz içinde bir
kıvranışları pırıl pırıl bir gülüşleri vardı ki sinek bunları görmemek için
çöp tenekesine kapağı zor atmıştı” (…) “O olsaydı o! Onun eli. Şimdiye
kadar çoktan gelmiş olacaktı. Sürahi onun elleriyle dolacaktı. Fakat o
gelmemişti.” (Sepetçioğlu 1972: 54-55).
Evin hanımının gelmeyişine üzülen bir başka nesne de duvardaki saattir;
çünkü saat onun her akşam dokuzda eve gelişine ve kendisine dokunuşuna
alışmıştır.
“Dokuzda gelirdi. Kapıdan girer girmez saati eline alır; boşalan zenbe-
reğini kurar, biraz haylaz olduğu, onun narin temasından biraz şımardı-
ğı için ileri giden yelkovanını geri alırdı. Saat, bu temasın uzamasını is-
terdi. Onun için, zembereği kurulurken mahsus durur, kurma işi bitince
hemen çalışmazdı. O ellerin kendisini sağa sola sallamasını isterdi. Ve
bu işin birkaç defa tekrarlanması için mümkün olan her şeyi yapardı.”
(Sepetçioğlu 1972 : 56).
Nihayet saat kadının gelmeyişine daha fazla dayanamaz ve bir “yok olma,
bir hiçliğe gömülme pahasına” bir son tik tak ile durur. Bu duruş kadının
geri gelmemesinden doğan evdeki hayatın durmasını veya bitişini de temsil
eder gibidir. O evi adeta bir ölüm sessizliği kaplar.
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde birbirini seven insanların ayrılışının bir
ölüm bağlamında işlenişi dikkat çeker. “Halil’in Ölümü” adlı hikâyede her
akşam şehrin tepesinden güneşin batışını seyreden mutlu bir çiftin ayrılışı
anlatılır. Ayrılığın sebebi kadının erkeğin varlığına inanamamasıdır: “Kadın
birdenbire dönmüştü geldiği yana doğru. “Sana güvenemiyorum. Varlığın?
Varlığına inanamadım. Sensiz kaldığım zaman, benim için sen yoksun; şim-
diden… yarına da olmıyacaksın nasıl olsa” ve onu öylece bırakıp gitmişti”
(Sepetçioğlu 1972: 60). Öte yandan ayrılığa engel olabilecek bir çocukları
vardır; fakat Halil de ölmüştür.
“Menevşeler Ölmemeli” adlı hikâyede de güvensizlik ve beraberinde ge-
len ayrılık ölümü çağrıştırır. Eşine “inanmadığı, güvenmediği için kendisiyle
birlikte gelmeyen kadın” (Sepetçioğlu 1972: 177) memlekette kalır. Hikâyede
“delikanlı sayılabilcek bir yaşta” (Sepetçioğlu 1972: 173) olarak tanıtılan
adam ise şehre gelmiştir. Bir gün bir çiçekçinin ısrarına dayanamayarak bir
demet menevşe alır; fakat aradan birkaç dakika geçmeden menevşeler elin-
de solmaya başlar. Bu durumdan korkan adam menevşeleri tekrar çiçekçiye
verir. Bunun üzerine menevşeler hemen tekrar canlanır. Adam bu duruma
şaşırır. Hikâyede sevgiyi sembolize eden menevşeler eşinden ayrı olanın
elinde birdenbire kururken, karısı ile mutlu bir evlilik sürdüren çiçekçinin
elinde hemen canlanır. Ayrılık, mutsuzluk, menevşelerin yani sevginin ölü-
müne sebep olur. Sepetçioğlu, hikâyenin adını “Menevşeler Ölmemeli” diye
koyması boşuna olmasa gerektir.
“Bir Otelde Üç Kişi” adlı hikâyede de kahramanlardan biri beş yıldır evli
olduğu eşinden ayrıdır. Diğeri de sevdiği kadına cesaretini toplayıp da bir
türlü evlenme teklifinde bulunamaz. Bunu arkadaşına şöyle anlatır: “Fakat
neden içimdekileri ona söyliyemiyorum. Akşamları yatınca, belki bir saat iki
saat düşünüyorum. Şöyle şöyle söyleyim, deyim diyorum. Yanına varınca
tıkanıyorum. Söyliyemiyorum” (Sepetçioğlu 1972: 70).
“Birdenbire” adlı hikâye de yine bir “ayrılık” teması üzerine kuruludur.
“Aldatış”ta olduğu gibi burada da hikâye kahramanı sevdiğinden ayrı ka-
lınca onun kıymetini anlar. Öyle ki, sokakta onu tanıyan biri ile karşılaşmak
bile kahramanımıza büyük bir mutluluk verir. Sokaktaki ışıklar onun gözüne
başka türlü görünür:
“Yalnızlığımı o istedi. Belki de haklıydı; ben yaşarım sandım, dayanı-
rım, sonuna vardırırım sandım. Hiç değilse denerim, diyordum. Bece-
remedim” (….) Beceremedim diye mırıldandı kendi kendine. Zamanı
hesaba katmamışım. Sandım ki onsuz zaman da yoktur. Oysa zaman,
asıl onun olmadığı yerde başlıyormuş. Seni görünce her şeyin birden-
bire değişmesi bundandı. Işıkların başka türlü yanması, camların başka
türlü, daha canlı donanması bundandı. Onu tanıyan biriydin sen.” (Se-
petçioğlu 1972: 76).
Bu hikâyelerin dışında ayrılık temasının işlendiği eserlere “Deniz Feneri”
ile “Afula İstasyonu” da ilave edilebilir. Ancak “Deniz Feneri”nin bir farkı var-
dır. O da bu hikâyede, yirmi yıldır ayrı olan iki insanın deniz kenarında bir
gazinoda buluşup konuştuktan sonra eski hayatlarına kaldıkları yerden de-
vam etmeye karar vermeleri anlatılır. Dolayısıyla, “Deniz Feneri” yirmi yıllık
bir ayrılıktan sonra kavuşma ile son bulur. Buluşmanın ilerleyen saatlerinde
doğan ay mutlu bir tebessüm gibidir:
“Kadın, bir düş içinde konuşuyormuş gibi “Ay doğuyor” dedi, “gecikti
ama; yine de güzel doğuyor.”
Erkek de baktı; karanlıkların ve denizin kalın bir sessizlik içinde parça-
landığını duyuyordu sanki. Ay, bu parçalanışın içinde mutlu bir tebes-
süm gibiydi. Kadın, öteki elini de erkeğe uzattı. Fenerin ışığı, kadının
yüzünden bir daha geçerken, yüzündeki yirmi yıllık çizgileri de alıp gö-
türmüştü.” (Sepetçioğlu 1972: 85).
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde karı-koca ayrılıklarında erkek kadına göre
daha fazla etkilenir. Mesela, “Mavi Gömlekli Adam”da evin beyi karısı
Gürşen’in yokluğuna dayanamayıp sinirlenir ve bu sinirle çaydanlığı evin
penceresinden dışarı fırlatır. Bu sırada “Aldatış” adlı hikâyesinde olduğu
gibi evdeki eşyaların kadından yana konuşması dikkat çeker:
“Çaydanlığın üstündeki küçük çiçekli demlik (…) sırıtıp alay etti: “Bak-
ma bana öyle. Senin ellerin kaba. Bana o beklediğin el dokunmalı” mı
demek istedi yoksa? (…) Demlik, camı kırıp, yağmurun ve toprağın ka-
rıştığı bir yerde parçalanırken “Demedim mi?” diye bağırdı. “Senin elle-
rin kaba; senin ellerin kırar beni, parçalar demedim mi?” (Sepetçioğlu
1972 : 107).
Aslında evin hanımı akşam eve biraz geç geleceğini daha önce söylemiş-
tir. Ancak erkek çok sevdiği eşinden kısa süreli dahi olsa ayrılığa dayanamaz,
kendini kimsesiz hisseder: “Ben” dedi adam da suçlu suçlu “çaydanlığı kırdım.
Sen gelmeyince.. yalnızdım. Kimsesizim sandım” (Sepetçioğlu 1972: 110).
Bu noktada hikâyede kadın kahramanın adının Gürşen olması bu hikâyenin
Sepetçioğlu’nun hayatından izler taşıyıp taşımadığını düşünmemize sebep
olmaktadır. Zira, Sepetçioğlu’nun eşinin adı Muazzam Gürşen’dir.
4.5. Ölüm Temasının İşlendiği Bir Hikâye
“Z’den Sonra” adlı hikâyede ölüm teması işlenir. İnsan hayatının başı ve
sonunun alfabenin ilk ve son harfleri olan A ile Z’ye benzetildiği hikâyede
ölümden sonra yani Z’den tekrar başa dönülemeyeceği vurgulanır. Bu,
hikâyenin ilk cümlelerinde şöyle ifade edilir: “Z’den sona harf var mıdır? O
halde? Yeniden başlamak? Yani A’ya dönmek? Bir insan için A’ya dönmek…
Hayır dönülemez” (Sepetçioğlu 1955b: 72). Hikâyede bir taksinin çarpma-
sı sebebiyle 36 saattir komada olan 85 yaşındaki bir kadının acı çekmesi
ve ölümle pençeleşmesi konu edilir. Bu sırada yazar, insanın ölümü bağla-
mında “sebep”, “müsebbib”, “vasıta” gibi kelâmî konulara yelken açar. Söz
konusu hikâyede Sepetçioğlu, kadının ölümünde vasıta olan taksiyi şöyle
konuşturur:
“Ben bir taksiyim. Z bitince şöförü değil beni yakalarlar. Vasıta mahkum
olur mu? Ömer efendi (Ya Hafız)ı alınca anlarsa? Benim bir vasıta oldu-
ğumu, asıl şöförün nerede ve kim olduğunu bilmediğimi anla- tamam
Ömer efendiye. “Ama Ömer efendi dinle beni. Faraza yoldan karşıya
geçeksin. Meselâ canım şeyden.. Postahanenin önünden geliyorsun,
karşıya geçip Valde Camiinde Cuma namazı kılacaksın. Birinci yolu geç-
tin. İkincisinin tam ortasındasın. Birden bir taksi, nasıl oldu kimse bile-
mez, –hatta numarası 0521– birden bir can kurtaran hızıyle sana Allah
göstermesin- çarptı. Ve sen öldün. Seni öldüren taksidir Ömer Efendi.
Şöför mü? Hayır. Şöför olamaz. Siz, vasıtayı mahkum edemediğiniz için
şöförü yakalıyorsunuz. Ben bir taksiyim. Şöförünü bilmeyen bir taksi.
Zaten hiçbir taksi şöförünü bilmez. Bir kadına çarptım. Valde Camiinin
önünde değil de evde. Çünkü o Cuma namazına gitmiyordu. Siz şöförü
bulun Ömer Efendi şöförü” (Sepetçioğlu 1955b: 76).
Netice itibariyle yazarın bu konudaki düşünceleri hikâyenin sonuna doğru
şu cümlelerde ifade edilir: “Dünyanın hiçbir dilinde, dünya dillerinin hiçbir
lûgatinde Z den sonra bir harf yoktur. Z’den sonra hiçbir harf gelmeğe cesa-
ret edemez” (Sepetçioğlu 1955b: 79).
4.6. Mistik Hikâyeler
Sepetçioğlu’nun “Gemidekiler” adlı hikâyesi; dinî, tasavvufî, felsefî veya
mistik özellikler taşıması yönüyle farklı özelliği olan bir hikâyedir. Hikâyenin
başında Mevlana’nın Mesnevî’sinden alındığı belirtilen şu sözler epigraf
olarak kullanılmıştır: “İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgar estiren bakalım
onu ne yana sürecek?”
Zaman zaman bir ülkedeki veya dünyadaki tüm insanlığın aynı gemide
olduğu ve dolayısıyla aynı kaderi paylaştığı, olumlu veya olumsuz bir geliş-
meden herkesin etkileneceği yönünde düşüncelerin beyan edildiğine şahit
oluruz. İnsanlar farklı dil, din ve ırka sahip olsalar da dünyada aynı geminin
içinde “rüzgarı estiren” ne yana dilerse o istikamete doğru gitmektedirler.
Sepetçioğlu’nun hikâyesinde gemi benzetmesi asıl olmakla beraber tram-
vay ve taksi yolculuğu da vardır. Yolcular; değişik dil, din ve ırka mensuptur.
Yolcular bazen birbirleri ile tartışır bazen de kavga ederler. Kimisi “Arap-
lara ölüm” diye bağırır. Liz adlı kadının kimya mühendisi ve Yahudi olan
kocası “Almanya’da Yahudilere ölüm” diye bağırıldığında “Biz o zaman da
bir gemideydik. Kaptanımız sarhoştu. Ve gemiyi ikinci kaptan idare ediyor-
du” (Sepetçioğlu 1956d: 31) der. Oysa geminin, tramvayın veya taksinin ya-
pacağı bir kazadan herkes zarar görecektir. Bu noktada şoför veya kaptan
önemlidir. Hikâyedeki ifadeyle “.. Ve birinci kaptan sarhoş. Birinci kaptan
sarhoşken.. bu gemiyi kimse durduramaz” (Sepetçioğlu 1956d: 29). Zira yine
hikâyede ifade edildiği üzere “gemi aklın ve düşüncenin ötesinde” (Sepetçi-
oğlu 1956d: 30) gitmektedir.
Asıl önemli olan ise insanın içindeki gemidir. Hikâyedeki şu cümleler bu
açıdan dikkat çekicidir: “içindeki gemiyi durdurmalıydı. İçindeki gemi düşün-
cesiz, mesafeler, zaman ve kilometreden habersiz –ve kendi arzusuna tabi
olarak– gitmemeliydi” (Sepetçioğlu 1956d: 29). Acaba içimizde “kendi arzu-
suna tabi olarak” gitmemesi gereken gemi “nefs” mi? diye düşünülebilir.
“Eşekle İnsan Arasındaki Dünya”da da yazar, varlık-yokluk düşüncesi bağ-
lamında dünyanın insan, hayvan ve bitki karşısındaki büyüklüğünü ele alır.
Hikâyenin sonunda cinsel isteğinin peşinde koşan eşeğin gözlerinde dünya
daralır ve “küçücük bir nokta gibi” olur. İnsan ise “önüne geçtim yaşlı adam,
beni bağışlayacak mısın?” sorusunun cevabını almaya çalışır (Sepetçioğlu
1959: 51-52).
Sepetçioğlu’nun söz konusu hikâyelerinden başka belli bir grup içine ala-
mayacağımız önemli iki hikâyesinden de bahsetmek gerekir. Bunlardan
biri Alemsaro Diktatörü Tranchi Ekuyamo Don Seleme’nin hayatından bir
günlük kesitin anlatıldığı “Diktatör” ile hürriyet temasının işlendiği “Çamlar
Hür Yaşar” isimli hikâyelerdir. Alemsaro diktatörü güçlü ve fakat yalnız ve
mutsuzdur. Bir akşam devrimden önce yüzbaşı iken gittiği bir meyhaneye
gider. Eski günleri özlemiştir. Meyhanede eski yüzbaşı olmaya çalışır. Ancak
meyhanedeki kadın ona diktatörlüğünü hatırlatır. Eskiden parası şimdi ise
huzuru yoktur, yalnızdır. Diktatörlerin gücünün elinden gitmesinden korktu-
ğunun yanında hikâyede bu tür kişilerin gelecek nesillerde de diktatör olma
isteği uyandırdığı vurgulanır. Diktatör bir gün kendisine tezahürat yapan
kalabalığın arasında 6-7 yaşlarında bir çocuğu yanına çağırır ve şöyle der:
“Yanına çağırdı. Sen ne olmak istersin küçük? Dedi; büyüyünce?.. Çocuk he-
men cevap verdi; yutkunmadan, teklemeden, bir çırpıda ve yunup arınmış
bir sesle: “Senin gibi olacağım Tranchi” dedi; büyüyünce…” (Sepetçioğlu
1972: 140-141).
5. Öykü Unsurları Açısından Hikâyeler
Öykü unsurları yani olay/olay örgüsü, anlatıcı, bakış açısı, mekan, zaman,
şahıs kadrosu gibi unsurlar açısından Sepetçioğlu’nun hikâyelerini ince-
lediğimizde ana hatlarıyla şunları söylenebilir. Ancak burada bir parantez
açarak Ali İhsan Kolcu’nun Öykü Sanatı adlı kitabından alıntı ile söyleyecek
olursak;
“Olay bir hikâye içinde olup biten her şeyin genel adıdır. Bu tanım olay
hikâyesi dediğimiz Maupassanat tarzı öykü için geçerlidir. Çehov tarzı
durum öykülerinde olayın yerini herhangi bir ‘insanî durum’ alır. Fakat
durum diye nitelenen şey de bir ya da birkaç olayın silinmiş, metne
yedirilmiş veya soyutlanmış varlığı her zaman hissedilir. Kısaca bir öy-
küde olay bütünüyle ortadan kaldırılamaz. Olayın öncesi sonrası oldu-
ğu gibi ‘durum’u durum kılan bir olayın öncesi ve sonrası da vardır.”
(Kolcu 2005: 20).
Bu açıdan baktığımızda, Sepetçioğlu’nun hikâyeleri olaydan ziyade duru-
ma bağlı vaka kuruluşuna sahiptir. Her ne kadar çoğu zaman isimler zik-
redilmese de şahıslar ön planda olup onların tasvir ve tahliline ağırlık ve-
rilir. Kahramanların ruh tahlilleri yapılır. Çoğu küçük hikâye oldukları için
genelde tek düğüm bulunur. Ancak, hikâyeyi sürükleme ve okurun merakı
açısından bunlar fazla ehemmiyetli değildir. Bu yüzden vaka kuruluşunda
harekete dayalı bir özellik pek yoktur.
Öte yandan, olay hikâyesi diyebileceğimiz hikâyeler de vardır. Mesela,
“Tohum ve Topal Karınca”, “Bir Otelde Üç Kişi”, “Tanrılar Arasında” bu bağ-
lamda zikredilebilir.
“Tanrılar Arasında” da anlatılan olayın Trabzon’un Araklı ilçesinde geçtiği,
hikâyenin başında şöyle ifade edilir: “Derler ki bu olay Trabzon İlinin Araklı
İlçesinde geçti..” (Sepetçioğlu 1972: 97).
Anlatıcı umumiyetle yazardır. Bunun yanında yazarın çok az da olsa sözünü
yer yer bir resme (Afiştekiler), nesneye (Aldatış), ağaca (Çamlar Hür Yaşar)
veya çiçeğe (Kördöğüşü) teslim ettiği de olur.
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde bakış açısı çoğunlukla tanrısal bakış açısıdır.
Ancak bazı hikâyelerde anlatıcı figürüne sınırlı bakma izni verdiği de olur.
Bu figürler insanlar, bitkiler veya nesneler olabilir. “Yenibahçeli Mehmed
Efendi” adlı hikâyede olaylar, kahramanlardan birinin müşahedesi çerçeve-
sinde anlatılırken, “Çamlar Hür Yaşar”da olan biteni iki çam ağacının göre-
bildikleri kadarıyla öğreniriz.
Hikâyelerin mekanı, Abdürrezzak Efendi’nin anlatıldığı hikâyelerde kasaba
ki, bu kuvvetle muhtemel Tokat’ın Zile ilçesidir. Ancak az sayıda da olsa
Anadolu’nun değişik yerlerinde; Trabzon’un Araklı ilçesinde (Tanrılar Ara-
sında), güney illerimizde (Güneyin Dertli Çocukları) de geçer. Hikâyelerin
çoğunda ise geniş mekan şehir olup o da İstanbul’dur. İstanbul’un çeşitli
semt ve mahallelerinin yanında (Z’den Sonra, Aldatış, Bulut ve İnsan, Son-
bahar Sabahında İki Kuruş, Üç Kişiye Bir Şemsiye) isim verilmeden herhan-
gi bir şehrin mahalle (Sinagog ve Çarşaf), cadde ve sokakları (Suçlu, Uçan
Daire), kaldırımlar; yaşanan ev (Halil’in Ölümü, Yok Oluş), oturulan mey-
hane (Paşa Kızı) veya gazino köşesi (Deniz Feneri), kahvehane (Yağmurda),
bahçe(Karaağaçlar Altında, Tohum ve Topal Karınca); kalınan otel odası (Bir
Otelde Üç Kişi), öğrenci yurdu (Pijama Çakmak ve İnsanlar), hastane (Kördö-
ğüşü) de hikâyelerin yaşandığı mekanlar olur. Hemen hepsinde kahraman-
ların ruh dünyasını etkilemesi bakımından mekan-insan ilişkisi önemlidir.
Kahramanların mutsuz olduklarında dar mekan içinde bulunmaları dikkati
çeker.
Olayların zamanına gelince hikâyelere göre değişir. Bir (Vapurda Bir Adam
Vardı ) veya birkaç saatten birkaç yıla (Aldatış adlı hikâye iki yıl içinde ger-
çekleşir, Paşa Kızı, yirmi yılı kapsar) kadar uzanır. Bu çerçevede zaman geri-
ye dönüşlerle genişletilir. Ancak çoğu hikâyelerde zaman kısa olup bir gün
(Mavi Gömlekli Adam, Kördöğüşü ) veya günün belli vakitleri ile sınırlıdır.
Sabah (Tohum ve Topal Karınca, Sonbahar Sabahında İki Kuruş), öğle vak-
ti (Afula İstasyonu), akşam (Ay, Bulut ve İnsan, Birdenbire, Deniz Feneri,
Üç Kişiye Bir Şemsiye) gibi. Bunun yanında bir gece (Halil’in Ölümü, Bir
Otel’de Üç Kişi) içinde gerçekleşenler de vardır. Öte yandan, hikâyelerin bir
kısmında da kesin bir zaman verilmeksizin yağmurlu bir gün (Yağmurda)
veya bir kış günü (Menevşeler Ölmemeli) ile karşılaşırız. Kimi hikâyelerde
ise kronolojik bir zamandan bahsedilmez (Gemidekiler, Kriz, ). Dolayısıyla
bunlardan Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde zamanın kısa olduğu, böylece ya-
zarın kahramanların veya bir insanî durumun tasvir ve tahliline daha fazla
imkan bulduğu söylenebilir; çünkü dar zaman bunun için daha elverişlidir.
Sepetçioğlu’nun hikâyelerindeki şahıs kadrosuna ise birkaç açıdan bakmak
yararlı olacaktır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Sepetçioğlu’nun bir
iki hikâyesinin dışında kahramanları hep yerlidir, Anadolu’nun köy, kasaba
veya şehirlerinde yaşayan bizim insanımızdır. Sadece “Uçan Daire” ve “Ge-
midekiler” (Arap, Yahudi, İngiliz, Alman) adlı hikâyelerde başka milletlerden
insanlara yer verilir. Bir de “Diktatör adlı hikâyesinde Alemsaro Dikdatörü
Tranchi Ekuyamo Don Seleme diye hangi milletten olduğu belirtilmemiş
olan bir diktatör anlatılır.
Sosyal tabaka açısından ise hikâyelerde; toprak adamı, köylü (Abdürrez-
zak Efendi, Bir Otelde Üç Kişi, ), memur (Suçlu, Aldatış, Bir Otelde Üç Kişi,
Yenibahçeli Nedim Efendi), öğrenci (Pijama Çakmak ve İnsanlar, ) ile kar-
şılaşırız.
Mesleki bakımdan: Çiftçi ( Elleri Çamurdu, Filiz, Siyah Topraklar), hakim,
avukat, öğretmen, emekli asker, tüccar, milletvekili (Paşa Kızı) gibi figürler
bulunur. Bununla beraber mesleği belirtilmemiş olanlar da vardır.
Yaş açısından da; çocuklar, gençler, orta yaşlılar ve ihtiyarlar şeklinde
tasnif edebileceğimiz hemen her yaş grubundan insan bulunmakla beraber
hikâyelerde daha çok gençler ve orta yaşta insanların varlığı dikkat çeker.
Cinsiyet yönüyle ise çoğu hikâyede kadın ve erkek kahramana rastlamak
mümkündür. Ancak bir kaç hikâyenin kahramanlarının tamamı erkektir. Me-
sela olayların bir erkek yurdunda cereyan ettiği “Pijama Çakmak ve İnsanlar”
bu türdendir.
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde şahısların çoğunun ismi belirtilmemiştir.
Hikâye figürleri; delikanlı, kasketli adam, gümrükçü (Bir Otel’de Üç Kişi),
çocuk, ihtiyar bir adam, arabacı (Uçan Daire), gözlüklü adam, topal hade-
me (Sinagog ve Çarşaf,) genç adam/delikanlı ve genç kadın/kız (Vapurda Bir
Adam Vardı, Karaağaçlar Altında,) veya sadece genç adam/delikanlı, adam
(Aldatış, Afiştekiler, Tanrılar Arasında, Kriz, Sonbahar Sabahında İki Kuruş )
ve kadın (Aldatış, Afiştekiler, Deniz Feneri, Afula İstasyonu, Su Borusu, Me-
nevşeler Ölmemeli, Z’den Sonra, Fındıklı, Sinagog ve Çarşaf) şeklinde zikre-
dilir. Hiçbir şey söylenmeden “O” zamiri ile yetinilen hikâyeler (Suçlu, Yok
Oluş, Birdenbire) de vardır. Bununla beraber az sayıda hikâyede ise kahra-
manların isimlerinin belirtildiği görülür. Bu çerçevede; “Tahtakurusu”, “Soba
Boruları”, “Mavi Gömlekli Adam”, “Yenibahçeli Nedim Efendi”, “Kördöğüşü”
ve “Asliye Ceza Hakimi Naim Bey” örnek verilebilir. Sadece “Erguvan Bah-
çesi” adlı hikâyede isimler baş harfin yazılması ile sınırlı tutulmuştur. Onda
da kadın kahraman için “G.”, erkek için de “N.” kısaltması dikkat çeker. Bu
noktada Sepetçioğlu’nun hanımının isminin baş harfinin G(ürşen) olduğu
ile N’nin de N(ecatinin) ilk harfi olduğunu hatırla(t)makta yarar vardır.
Öte yandan, “Bir öyküde şahıs kadrosunu oluşturan unsurlar insan olabi-
leceği gibi başka varlık, nesne kavram da olabilir” (Kolcu 2005: 26). O bakım-
dan Sepetçioğlu bazı hikâyelerinin figürlerini hayvanlar ve ağaçlar (Tohum
ve Topal Karınca) veya sadece ağaçlar (Çamlar Hür Yaşar) ya da nesneler-
den (Afiştekiler, Deniz Feneri) oluşturur. Kimi zaman da insanların yanında
hikâye figürü olarak çiçekler (Kördöğüşü) bulunur. “Yok Oluş” adlı hikâyenin
figürlerinden bazıları; yastık, yorgan, yatak, tuvalet masası; ruj, pudra kutu-
su, tarak, fırça, havda uçan sinek ve odadaki saattir.
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde eşyanın önemli bir anlamı vardır. Onlar
sıradan bir meta değildir. Kimi zaman eşyalar insanın yaşantısına ışık tu-
tar. Onun yaptıkları ile ilgili şahitlik yapar. Örneğin, “Aldatış” adlı hikâyede
eşine iyi davranmayan, onunla tartışan bir adamın eşine karşı tutumunda
mutfakta bulunan eşyalar suçsuz olan evin hanımından yana olurlar ve şöy-
le şahitlik yaparlar:
“Ben bardağım” diyordu. “Sen istesen de istemesen de ben bardağım.
Camdan yapıldım, yani camım. Çimde kum var kum! Beni yapan usta-
nın eli kesildi.” Sesler devam etti: “Ben çayım.. Ben zeytin çekirdeği..
Ben ekmek kırıntısı!” Dışarıya çıksa bütün bir masanın ayaklanmış ola-
rak karşısına çıkacağınız sezdi. “Beni biraz önce bir kadın tuttu.” Barda-
ğın, onun içtiği çay bardağının sesi hepsini bastırıyordu. Ve biraz daha
suçlandırıcı konuşuyordu. “Kadını üzmenin, beni tutan elleri titretme-
nin hesabını verecek misin?” (Sepetçioğlu 1972 : 15).
6. Anlatım Teknikleri
Öykü sanatında çeşitli anlatım teknikleri kullanılabilir. Bunların belli başlı-
ları şöyle sıralanabilir: Bilinç Akışı tekniği, Diyalog tekniği, İç diyalog tekniği,
Monolog/İç monolog tekniği, Mektup tekniği, Geriye dönüş tekniği, Leitmo-
tiv tekniği, Montaj tekniği, Açıklama/Yorumlama tekniği, Tasvir tekniği, İn-
san tasviri/portre tekniği (Kolcu 2005: 34-74).
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde bu anlatım tekniklerinden; diyalog (Bir
Otelde Üç Kişi, Menevşeler Ölmemeli, Karaağaçlar Altında, Paşa Kızı, Güne-
yin Dertli Çocukları), İç Diyalog ( Tahtakurusu), geriye dönüş (Deniz Feneri,
Afula İstasyonu, Aldatış), tasvir tekniği (Tohum ve Topal Karınca, Su Borusu,
Kördöğüşü, Vapurda Bir Adam Vardı, Fındıklı, Yağmurda, Ay, Bulut ve İnsan,
Uçan Dair vs.) ve insan tasviri/portre tekniğinin kullanıldığı görülmektedir.
Bir iki hikâyesinde de yer yer bilinç akımının kullanılmaya çalışıldığı söyle-
nebilir.
Örneğin, “Halil’in Ölümü” adlı hikâyede sevdiği kadından ayrılan adam bu
üzüntü ile bir yerlere gider ve içer. Gece evine döner. Sabah kahvaltı ederken
çay bardağının içindeki kırmızı çay onda bilinç akışına sebep olur:
“… bardağın, kırmızılığın, çay suyunun üstünde bütün bunlara lezzet
veren o kadının parmakları da yoktu. Buna rağmen bardak içindekilerle
birden büyümüş, zamanı emip susturmuştu. Küçük bir kenti getirmişti
odaya; küçük bir çocuğu getirmişti. Sonra bir kitapevini. O küçük çocuk,
o kitabevine girmişti. Kitabevinde bir adam ve bir başka çocuk daha
vardı. O başka çocuk mavi gözlüydü. Mavi bakıyordu. Mavi gülümsü-
yordu; adı Halil’di.
O mavilik büyümüştü. Kitabevini, adamı ve Halil’i bir sisin içinde bir
büyük şehre göçürdü; o büyük şehir, şimdi içinde bulunduğu şehirdi.
Zamanın dikensi ve dev gibi büyüdüğü, kadının bırakıp gittiği, içki içip
zamanı ve öksüzlüğü öldürmek istediği şehirdi.
Her şeyi olduğu gibi bırakıp dışarıya çıktı. Zamanı, bir bardak çayın
içinde bıraktı. Öksüzlüğü de gece de geceden önceki gün batışı da bir
bardak çayda kalmıştı” (Sepetçioğlu 1972: 60-61).
Söz konusu teknikler içinde başarı ile tatbik edilenin bir olay veya duru-
mun tasvir edildiği tasvir tekniği ile özellikle de insan tasviri veya portre
tekniği olduğu söylenebilir. O sebeple bu konuyu örneklerle biraz açmak
faydalı olacaktır.
Bu tür anlatım tekniğinde insan tasviri yani kelimelerle bir insanın port-
resinin çizimi yapılır. Asıl anlatılacak olanlar çizilen resmin üzerine vurulan
fırça darbeleri ile yansıtılır. Sepetçioğlu’nun hikâyelerine bu açıdan baktığı-
mızda Abdürrezzak Efendi’nin ilk bölümündeki hikâyelerde daha çok tasvir tek-
niği kullanılmıştır. Ağırlıklı olarak Abdürrezzak Efendi anlatıldığı için insan
tasviri tekniği ön plândadır. Bunun dışında; “Suçlu”da bir devlet memuru,
“Afiştekiler”de bir kadın diğeri erkek tahta tabelaya yapıştırılmış iki fotoğraf,
“Bir Otelde Üç Kişi”de farklı sebeplerle şehre gelmiş ve aynı otel odasını
paylaşan üç kişi, “Diktatör”de Alemsaro Diktatörü Tranchi Ekuyamo Seleme
adlı bir diktatör, “Yenibahçeli Nedim Efendi”de yaptığı işlerle insanlara yol
gösteren örnek bir Türk insanının portresi ile “Hıdır”, “Yaşar”, “Abu”, “Hacı”,
“Reşo(Reşido)”, “Ökkâş” adlı hikâyelerde de güneyin dertli çocukları tasvir
edilir. Dolayısıyla yazarın hikâyelerinde kullandığı anlatım teknikleri için-
de tasvir tekniğinin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Aslında bu durum
Sepetçioğlu’nun hikâyeci için söylediği “O bir ressam gibi tek bir kişi üze-
rinde çalışacak ve cemiyete bu tek kişiden gidecektir” (Sepetçioğlu 1954e: 6)
anlayışı ile örtüşmektedir.
Sepetçioğlu’nun insan tasviri hikâyelerinde ayrıntılı anlatım dikkat çe-
ker. Yazar, kahramanın dış görünüşünü tasvir ederken onun ruhî portresine
dair de ipuçları verir. Bu bağlamda maddî sıkıntı çeken ve bu yüzden psi-
kolojik dengesini kaybetmiş bir memurun hayatının anlatıldığı “Suçlu” adlı
hikâyeden şu satırları örnek gösterebiliriz:
“… Gözleri iyice karaydı; karalık göz aklarında incecik –ama gerçekten
güzel incecik– bir aklıkla devam ediyordu. Kaşları, gözlerinden daha
karaydı; üstelik de kalın. Göz oyuklarına, sanki, bildiğimiz gözler de-
ğil de kapkara kalın kaşların büsbütün koyulaştırdığı bir acı, –hüzün
diyemiyeceğim– bir korku yerleşmişti. Ancak çok dikkatli bakılırsa acı-
nın ve korkunun ikisi ortasında –acı ile korku arasında oynayan– bir
ne yapacağını bilmezlik, kararsızlığı aşmış –belki– bir çaresizlik görmek
mümkün olurdu.
Kapkara kalın kaşlarla, bunlardan daha kara ve kalın saçların arasında
yarım el genişliğindeki alnı kara-sarıydı. Sanki kaşlar, saçlardan ayrıl-
mak istemiyordu; sanki alın, istemeye istemeye gelip bu yere otur-
muştu. Sipsivri, kuru yüzü de öyle. Derin iki çizgi, elmacık kemiklerinin
çıkıklığını daha çok belirtiyordu. Yüzünün sipsivriliği ve kuruluğu bu
iki derin çizgiyle çıkık elmacık kemiklerinden ileri geliyor olmalıydı. Bil-
diğimiz dudakları? Hiç birimizinkine benzemiyordu. Bildiğimiz dudak-
ların iki uçları etsiz ortaları etlidir ya, bununkiler öyle değil de iki uçları
etli, ortaları etsizdi; ortalarından incecik yapışmış, yanlarda taşmış bir
çift dudak… Küsmüştü belki birçok şeye; önündeki yazı makinesine,
masaya, kağıtlara ve içinde bulunduğu odanın havasına küsmüştü.
Hatta çevresine! Nerde bulunuyorsa bulunduğu yere küsmüştü.
Boyu kısaydı; sırtı eğri. Kambur değildi; ama sırtındaki eğrilik onu kam-
bur gibi gösteriyordu…” (Sepetçioğlu 1972: 8).
Sepetçioğlu’nun tasvirdeki başarısı hikâyelerin ilk kez yayınlandıkları za-
manlarda da münekkitlerin dikkatini çekmiştir. Bunlardan birinde şöyle de-
nilmektedir:
“Sepetçioğlu, tasvir gücü üstün olan bir yazarımız. Hele kişilerin gövde
yapılarını, yüz çizgilerini, gözlerini bir anlatışı var ki, hayran olmamak
mümkün değil. Hemen hemen her hikâyesinde keskin projektörünü
Anadolu insanının ılık, yumuşak, anlamlı gözlerine çeviriyor. Gözlem
gücü, bu gözleri anlattığı zaman daha belirgin bir nitelik kazanıyor”
(Şevket 1972: 60-61).
Son olarak, Sepetçioğlu’nun hikâyelerine uzunluk kısalık açısından baktı-
ğımızda ise hikâyelerin hemen hemen tamamının kısa hikâye mahiyetinde
olduğu görülmektedir. Zira, içlerinden sadece “Yenibahçeli Nedim Efendi”
adlı hikâye diğerlerinden farklı olup sayfa sayısı bakımından çok daha uzun-
dur. “Gemidekiler” adlı hikâye ise diğer kısa hikâyelere nispeten biraz daha
hacimlidir. Dolayısıyla bir hikâyeci olarak Sepetçioğlu’nun tercihinin kısa
hikâyeden yana olduğu sonucuna varılabilir.
Sonuç
Mustafa Necati Sepetçioğlu, edebî hayatının ilk safhasında bir hikâyeci ola-
rak karşımıza çıkar. Ancak onun “ben hikâyede kalmayacaktım, biliyorum.
Amacım iyi bir roman yazarı olmaktı” şeklinde de ifade ettiği üzere asıl he-
defi roman yazmaktır. O sebeple Sepetçioğlu, 1970’li yıllardan sonra hikâye
yazmayı bırakır ve asıl amacına yönelir. Dolayısıyla yazdığı hikâyeler, onun
romancı olma yolunda kalemini geliştirmeye yarayacaktır. Sepetçioğlu’nun
başta hikâye vadisinde ürün vermesinde devrin hikâyecilerine yönelttiği,
tebliğimizin başında naklettiğimiz eleştirilerin etkili olduğu söylenebilir. O
sebeple yazarın hikâye yazmadaki amacının –biraz da tepkisel olarak– Ana-
dolu insanın “her şeye rağmen inandığı için mesut, büyük şeyler düşün-
meyen insanını istismar etmeden” anlatmak olduğu anlaşılmaktadır. Yazar,
bu çerçevede önce toprak adamının toprağa bağlı hayatına, daha sonra da
şehirdeki insana ayna tutar. Onun hikâyelerindeki en büyük başarı insanı-
mıza ve çevresine kuvvetli bir gözlemle bakması ve gördüklerini ayrıntılı bir
şekilde tasvir etmesidir. Tasvirlerinde insanın sadece dış görünüşü ile kal-
madığı onun iç dünyasına, psikolojisine de inmeye çalıştığı görülür. Belki
hikâyelerinde konu zenginliği yoktur; ancak şahıs kadrosu bakımından geniş
bir yelpazeye açılma çabası vardır. Zaten konuya çok da fazla önem verme-
diği alelade şeylerin dahi hikâyesini yazmasından bellidir. Mekân ve insan
ile nesne-insan ilişkisi Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde önemsediği husus-
lardan biridir. Bu bağlamda yazarın Saik Faik’ten etkilendiği söylenebilir.
Sepetçioğlu’nun hikâyelerinde farklı anlatım tekniklerini deneme çaba-
sı gözden kaçmaz. Hikâyelerde canlı bir Türkçe ve akıcı bir anlatım vardır.
Hikâyelerin hemen hemen tamamı kısa hikâye vadisinde kaleme alınmıştır.
Bununla beraber hikâye türü onun romana geçişinde bir basamak olacak
ve Sepetçioğlu asıl yazarlığını romanda özellikle de tarihî roman türünde
gösterecektir.

Kaynaklar
Artun, T. (1956), “Abdürrezzak Efendi”, İstanbul, Nu.4, s. 37-38.
Çakır, Ömer(2006), “Servet-i Fünûn Hikâyesi”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, C.7, Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay.
Çalık, Ethem (1993), Mustafa Necati Sepetçioğlu Hayatı Sanatı ve Eserleri (Basılmamış dok-
tora tezi), Erzurum.
Ersöz, Ahmet(1989), “Mustafa Necati Sepetçioğlu ile…”, Zaman Gazetesi, 29 Ekim, s.
10,12.
Karabay, Muhsin(2006), “Mustafa Necati Sepetçioğlu ile Yayımlanmamış Bir Görüş-
me”, Türk Edebiyatı, Nu.394, s. 40-45.
Kolcu, Ali İhsan(2005), Öykü Sanatı, Ankara: Salkımsöğüt Yay.
Necati, M. (1953b), “Bayram Sabahları”, Türk Sanatı, Nu.7, s.7.
Sepetçioğlu, M. Necati (1952), “Tahta Kurusu”, Büyük Doğu, Nu.104, s. 4.
Sepetçioğlu, M. Necati (1953a), “Ay, Bulut ve İnsan”, Türk Sanatı, Nu.6, s. 11-12.
Sepetçioğlu, M. Necati (1953c), “Fındıklı”, Türk Sanatı, Nu.11, s. 12-13.
Sepetçioğlu, M. Necati (1953d), “Yağmurda”, Türk Sanatı, Nu.13, s. 12-13.
Sepetçioğlu, M. Necati (1953e), “Vapurda Bir Adam Vardı”, İstanbul, Nu.2, s. 34-36.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954a), “Uçan Daire”, Türk Sanatı, Nu.20, s.13-14.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954b), “Pijama Çakmak ve İnsanlar”, Türk Sanatı, Nu.22, s.12-
13.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954c), “Sait Faik’de Haricî Âlem, Eşya ve Renkler”, Türk Sanatı,
C.2, Nu.24, s. 5.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954d), “Bir İnsanla Konuşmak”, Türk Sanatı, Nu.25, s. 12-13.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954e), “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”, Türk Sanatı, Nu.26.,
s. 6-7.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954f), “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”, Türk Sanatı, Nu.27,
s. 10-11.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954g), “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”, Türk Sanatı, Nu.28,
s. 4-5.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954ğ), “Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri”, Türk Sanatı, Nu.29,
s. 16-17.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954h), “Sinegog ve Çarşaf”, Türk Düşüncesi, C.2, Nu.8, s. 129-
131.
Sepetçioğlu, M. Necati (1954ı), “Karaağaçlar Altında”, İstanbul, Nu.11, s. 41-42.
Sepetçioğlu, M. Necati (1955a), “Sonbahar Sabahında İki Kuruş”, Türk Sanatı, Nu.37-
38, s. 17-18.
Sepetçioğlu, M. Necati (1955b), Abdürrezzak Efendi, Ankara: Türk Sanatı Yay.
Sepetçioğlu, M. Necati (1956a), “Ölü Suratlı Toprak”, Türk Sanatı, Nu. 46,s. 12-13.
Sepetçioğlu, M. Necati (1956b), “Ölüm, Toprak ve Dolayısıyla”, Türk Sanatı, Nu.48,
s. 4.
Sepetçioğlu, M. Necati (1956c), “İstasyonda”, Türk Sanatı, Nu.48, s. 12.
Sepetçioğlu, M. Necati (1956d), “Gemidekiler”, İstanbul, Nu.4, s. 29-33.
Sepetçioğlu, M. Necati (1956e), “Erguvan Bahçesi”, İstanbul, Nu.10-11, s. 31-36.
Sepetçioğlu, M. Necati (1956f), “Tohum”, Türk Yurdu, Nu.262, s. 380-384.
Sepetçioğlu, M. Necati (1958a), “Asliye Ceza Hâkimi Naim Bey”, Türk Dili, Nu. 82, s.
517-520.
Sepetçioğlu, M. Necati (1958b), “Kavga”, Türk Dili, C.VII, Nu.86, s. 121-125.
Sepetçioğlu, M. Necati (1959), “Eşekle İnsan Arasındaki Dünya”, Türk Yurdu, Nu.278,
s. 51-52.
Sepetçioğlu, M. Necati (1960), “Tanrılar Kaybolunca”, Türk Yurdu, Nu.289.
Sepetçioğlu, M. Necati (1961), “Paşa Kızı”, Türk Yurdu, Nu.293, s. 41-42.
Sepetçioğlu, M. Necati (1964), “Ceviz Ağacı”, Su Dergisi, Nu.39, s. 20-22.
Sepetçioğlu, M. Necati (1982), “Kördöğüşü”, Türk Edebiyatı, Nu.103, s. 26-28.
Sepetçioğlu, M. Necati (1990), Bir Büyülü Dünya Ki, İstanbul: Arkan Yay.
Sepetçioğlu, M. Necati, (1972), Menevşeler Ölmemeli, İstanbul: Toker Yay.
Şevket, Mahmut (1972), “Menevşeler Ölmemeli”, Fikir ve Sanatta Hareket, C.7, Nu.80,
s.59-62.
Uzer, Suat (1956), “Yaz Yağmuru-Abdürrezzak Efendi”, Türk Sanatı, C.3, Nu.46, s. 10-11.
www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=565 - 54k -, 20 Mayıs 2007.
www.sakaryarehberim.com/forum/showthread.php?t=4702 - 50k -, 29 Ağustos 2007.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,95 M - Bugn : 8962

ulkucudunya@ulkucudunya.com