« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Haz

2012

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

01 Ocak 1970

(ö. 1194/1780) Ma'rifetnâme adlı eseriyle tanınan âlim, sûfî ve şair.
2 Muharrem 1115'te (18 Mayıs 1703) Erzurum'un Hasankale ilçesinde doğdu. Babası Derviş Osman Efendi, aralıklarla otuzyıl kadar süren iyi bir eğitim görmüş¬tü. Annesi, Hasankale'nin ileri gelenlerinden Dede Mah-mud'un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım'dır. İb-râhim Hakkı'nın "Hakîrullah" diye andığı ve "hilm ü haya madeni" olarak tanıttığı babası bazı maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrahim Hakkı'nm doğumuyla bir ferahlık hissetmekle birlikte sıkıntısı devam etmişti. 1119'da (1707) Erzurum'a yerleşen Osman Efendi burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla ta¬nışmış ve 1122'de (1710) hac niyetiyle yo¬la çıkmışken Siirt'eyaklaşık 7 Km. uzaklık¬ta bulunan Tillo'ya (bugünkü Aydınlı) uğ¬ramış, yörenin tanınmış mürşidlerinden ismail Fakîrullah'a intisap ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur.
Babasının isteği üzerine dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından Tillo'ya götü¬rülen İbrahim Hakkı babasıyla karşılaştı¬ğında şeyhi İsmail Fakîrullah'ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir sev¬gi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder. Bundan sonra İsmâii Fakîrullah'ın babası için yaptırdığı, günü¬müze kadar ayakta kalan hücrede yaşamaya başlamış, ismail FaKîruliah'ın ilim ve irfanından is¬tifade etmesi yanında Ma'rifetnâme'de-ki ifadesiyle "peder-i azîzi kendi¬sini hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim öğ¬retip lutufla terbiye kılmıştır". İbrahim Hakkı'nin ilk tasavvuf zevkini babasından aldığı anlaşılmaktadır.
On yedi yaşında iken babasını kaybeden İbrahim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek ama-cıyla aynı yıl Erzurum'a dönerek büyük amcası Molla Muhammed'in evine yerieş-ti. Burada, Özellikle Arapça ve Farsça konusunda Kendisinden faydalandığı söyle¬nen Erzurum müftüsü şair Hazık Meh-med Efendi dışında kimlerden ders oku¬duğu hususunda bilgi bulunmamakta¬dır. Ma'nfelnâme'üekl bir beyitten bu ikinci tahsil döneminin sekiz yıl kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. ibrahim Hakkı, öğrenimini tamamladık¬tan sonra İsmail Fakîrullah'ı ziyaret etmek üzere 1141'de (1728-29) TiIIo'ya gitti, ba¬basının hücresine yerleşerek tasavvufî ha¬yata yöneldi. Şeyhine hizmet edip onun feyzinden istifade etmeyi sürdürdü. 1147'-de (1734) İsmail Fakîrullah'ın vefatı üze¬rine Erzurum'a döndü. Daha önce baba¬sının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efen¬di Camii'ne imam oldu. Bu arada ilk evlili¬ğini yaptı. 1150'de (1738) hacca gitti. Dö¬nüşte Ömer Hayyâm. Ferîdüddin Attâr. Sa'dî-i Şîrâzî, Nİzâmî-i Arûzî gibi şairlerin şiirlerini topladığı, ayrıca kendisinin de iki manzumesinin yer aldığı Lübbü'l-kütüb adlı geniş hacimli bir eser hazırladı.
1160 (1747) yılında İstanbul'a giden İbrahim Hakkı, şeyhi Fakîrullah'ın Sultan I. Mahmud nezdindeki saygınlığından fay¬dalanarak padişahla görüşüp ilgi ve tak¬dirini kazandı, saray kütüphanesinde ça¬lışmasına izin verildi. Özellikle yeni astro¬nomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalış¬malarıyla başladığı söylenebilir. İbrahim Hakkı İstanbul'da iken kendisine müder¬rislik payesi verildi ve ders okutması şar¬tıyla Erzurum'daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi'nin zâviyedârlığı tevcih edil¬di. Erzurum'a döndükten sonra Habib Efendi Camii'ndeki imamlık görevini sür¬düren İbrahim Hakkı, bir müddet sonra aynı zamanda iyi bir musikişinas olan oğ¬lu İsmail Fehim'in tahsilini tamamlaması üzerine bu görevi ona bırakarak ilmî faali¬yetlere daha fazla zaman ayırabilmek için günlerinin çoğunu Hasankale'de geçirmeye başladı.
İbrahim Hakkı 1168'de (1755) resmî bir hizmet için İstanbul'a çağırılan Erzurum gümrükçüsü Mehmed Sun'ullah ile birlik¬te ikinci defa İstanbul'a gitti. O, ilkinden daha uzun sürdüğü anlaşılan bu ikinci zi¬yaret sırasında da kütüphane çalışmala¬rı yapmış olmalıdır. Nitekim Ma'riielnâ-me'yi İstanbul dönüşünden kısa bir süre sonra tamamlaması [41] onun bu eserle ilgili olarak İs¬tanbul'da yoğun bir hazırlık çalışması yap¬tığı kanaatini vermektedir. İbrahim Hakkı, Hasankale'ye dönünce bir yandan Ma'riietnâme'nin telifiyle meşgul olurken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye başladı. Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi'nin zâ¬viyedârlığı III. Mustafa tarafından 1173 (1760) yılında yenilendi. İbrahim Hakkı, tekkenin oldukça kısıtlı olan gelirini oğul¬lan ile amcasının oğlu Yûsuf Nedim ara¬sında paylaştırdı. Bu arada önemli eserle¬rinden İrfâniyye'y tamamladı.
1177'de (1763) üçüncü defa Tillo'ya giden İbrahim Hakkı, İsmail Fakîrullah'ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen Tillo'ya yerleşmesini sağlamak üzere onu kız kardeşleriyle evlendirdiler. Bu sırada İnsâniyye adlı eserinin telifini tamamla¬yan İbrahim Hakkı, 11 77 Şevvalinde (Ni¬san 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci defa hacca gitti ve dönüşte yine Tillo'da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada geniş ha¬cimli eserlerinden Mecmûatü'l-meânî'-yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum'a git¬ti. 1181'de (1768) Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm'e Şam'dan yazdığı mek¬tupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bİldİriyoF, kendisin-den bazı kitaplarını temin edip gönder¬mesini rica ediyordu. Yolculuğun ardından Erzurum'a döndü. Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmail Fehim ile birlikte tekrar Tillo'ya giderek buraya yerleşti. 1189'da(1775) altı ay ka¬dar süren ağır bir hastalığa yakalandı. Ha-sankale'deki öğrencilerinden Derviş Halil kendisini ziyarete gelmiş, ancak İbrahim Hakkı onun ölçüsüz davranışlarından ra-hatsız olmuştu. Bir süre Tillo'da kalan Ha¬lil hocasının yeni yazdığı bazı eserleri de okumuştu. Daha sonra Erzurum'a dönün¬ce hocasının bir sır kitabını okuduğu yo¬lunda sözler sarfederek güya onun itiba¬rını arttırmak istemiş, ancak bu açıklama herkeste bir merak uyandırmıştı. Muhte¬melen bu haberin, kendisi hakkında ba¬tı nî fikirler taşıdığı yolunda dedikodula¬rın çıkmasına yol açacağından kaygılanan İbrahim Hakkı, Sünnî akideye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul olmayı bıraktığı mesajını veren Urvetü'î-İsîâm ve Hey'e-tü'1-İslâm adlı iki eser yazarak değişik kişilere gönderme gereğini duydu. Erzu¬rum'daki Yûsuf Nesîm'e de Urvetü'1-İs-lâm ile birlikte gizli işaretli bir mektup göndererek "Avnikli kezzâb" diye andığı Halil'in anlattıklarına inanmamalarını ve onun söylediklerinin iftira olduğunu bil¬dirdi.
Bu arada şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta ölümü İbrahim Hakkı'yı derin¬den etkiledi. Onun vefatından sonra yaz¬dığı bir mektupta teessürünü duygulu ifadelerle anlatmaktadır. Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu Hamza Ganiyyullah'ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrahim Hakkı 19 Ce maziyel âh ir 1194 (22 Haziran 1780) tarihinde vefat etti. Ölümünden iki yıl ön¬ce yazdığı vasiyetnamesinde şeyhinin kub¬besi altına defnedilmemesini. oraya şey¬hin evlâtlarının gömülmesi gerektiğini be¬lirtmesine rağmen bunu bir fedakârlık olarak telakki eden İsmail Fakîrullah'ın oğlu Mustafa Fânî'nin isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi. Bizzat İbrahim Hakkı tarafından yaptırı¬lan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli türbe yaklaşık 40 mz olup sekizgen bir kaide üzerine oturtulmuştur. Günümüz¬de bir ziyaret mahalli olan türbede her yıl 18 Mayıs-22 Haziran tarihleri arasında çeşitli faaliyetler yapılmaktadır.
İbrahim Hakkı'nın iyi bir tahsil gördü¬ğü eserlerinden anlaşılmaktadır. "Bu za¬manda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en ha¬yırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar ol¬duğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır şeklin¬deki sözleri, onun düzenli öğrenim yanın¬da kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. Geniş ta-savvuf bilgisi, konuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özel¬likle eğitimde Arapça'nın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bö¬lümünü nisbeten sade bir Türkçe ile yaz¬ması İbrahim Hakkı'nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonomet¬ri, felsefe, psikoloji, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir.
İbrahim Hakkı, ilmî ve tasavvufî biriki¬mini maddî menfaat temini için kullan¬mamıştır. İstanbul'da iken kendisine tev¬cih edilen Abdurrahman Gazi Dede zâvi-yedâriığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalış¬mış, kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde yaşamıştır. Oğullarından birine it¬haf ettiği sanılan îrfâniyye adlı eserinin sonunda yer alan, "Tekkelerde eğlenme-yip ilim meclisine gelesin; herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir ferdi hakir görme-yesin ve kimseden hiçbir nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın; tez-yîn-i zahiri koyup gökçek ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin şeklindeki nasihatleri onun ilme. güzel ahlâka ve insana verdiği değer yanında kanaatkar ve tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı ne kadar önemsediğini de gös¬termektedir.
Yeni astronominin verilerinden söz ederken hiçbir ilmî gelişmenin Allah'ın evreni yaratıp yönettiği gerçeğine aykırı olamayacağını belirten İbrahim Hakkı, bütün gelişmelerin bu inanç çerçevesin¬de yorumlanması gerektiğini sık sık vur¬gular. Ona göre din bakımından önemli olan, âlemin Allah tarafından yaratıldığı¬nın kabul edilmiş olmasıdır; bunun öte¬sinde yaratılışın ve oluşun keyfiyetine dair ortaya konan teorileri ve ilmî tesbitleri benimsemenin bir sakıncası yoktur. Ma'-rifetnâme'de Ebû Hanîfe'den "ser-mezhebimiz" diye söz eden İbrahim Hakkı'nın Nakşı veya Kadiri olduğu söylen¬mektedir. Bursalı Mehmed Tâhir'e göre İse Üveysî'dir. Mesih İbrahimhakkıoğlu dedesinin Nakşî olmadığını savunursa da Marifetnâme'de başka hiçbir tarikata yer vermezken "velîlerin en seçkinlerinin tercih ettiği ta¬rikat" olarak nitelediği Nakşibendiyye'ye geniş yer ayırması bu tarika¬ta mensup olduğu kanaatini güçlendir¬mektedir.
İbrahim Hakkı'nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. Ma'rifetnâme'öe marifet, fe¬na, beka, muhabbet ve aşk, velayet, ke¬ramet, tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, şükür, rızâ, seyrü sülük, sâlik, mürşid, ne¬fis ve nefis mertebeleri gibi tasavvufun hemen bütün konularına yer vermiştir. Dünyanın anlamı, makbul olan ve olma¬yan dünya kalbin mâ¬nası, mahiyeti, mârifetullahla ilgisi gibi konulara ilişkin görüş ve açıklamaları önemli ölçüde Gazzâlî'nin İh-yo'ü 'uJûmi'd-din'indeki fikirleriyle pa¬ralellik arzeder. İbrahim Hakkı, fizik âle¬min kavranmasında akıl ve duyu tecrü¬belerinin önemini kabul etmekle birlikte dinî ve tasavvufî konularda aşkı felsefe¬den üstün tutar; hatta, "Katında fülse değmez felsefînin aklı vicdanı" mısraında görüldüğü gibi genel te¬lakkiye uyarak felsefe ve filozof kavram¬larından olumsuz bir tavırla söz ettiği de olur. Bu sebeple diğer mutasavvıflar gibi İbrahim Hakkı da ilham yoluyla elde edil¬miş biigiyi kitabî bilgiden üstün tutar. Bu arada, vahdet-i vücûdun bir bilgi konusu sanılmasının iî-hâd ve zındıklığa kadar varan tehlikeler içerdiği uyarısında bulunur. Çünkü vah¬det-i vücûd bilgi konusu değil şühûd ko¬nusudur; şühûd ise mücahede ile varılabilen bir haldir. İbrahim Hakkı, evliyâ-yı kiramın yazdığı bütün kitapların şeriatla uyuştuğunu, özellikle Muhyiddin İbnü'I-Arabî'nin kitaplarının "usul ve fürûa mu-tâbik" olduğunu, fakat okuyucunun anla¬ma kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu belirtme ihtiyacı duyar.
Klasik felsefe ve tasavvuf düşüncesin¬deki, insanı küçük âlem kabul eden anla¬yışa İbrahim Hakkı da büyük önem verir. Bütün mutasavvıflar gibi onun için de ha¬yatın en yüksek gayesi marifet, marifetin en yüce derecesi mârifetullahtır. Mârife-tullahın anahtarı kendini bilmek, kendini bilmenin anahtarı da âlemi bilmektir. Al¬lah bütün âlemi insanın buyruğuna ver¬miş, insanın bedenini de ruhuna itaat et¬tirmiştir ki insan kendi bedenine, organ¬larının oluşumuna, güçlerinin tertibine bakarak aşağı ve yukarı âlemde bunun benzerlerini bulup aynı düzenin orada da sürdüğünü görsün; özellikle kendi ruhu¬nun bedenini yönetmesi gibi Allah'ın da evren üzerinde tasarrufta bulunup onu yönettiğini anlasın, buradan hareketle Allah'ın fiillerine ve sıfatlarına vâkıf olarak sevgisini ve kulluğunu O'na yöneltsin ve böylece irfan ehline katılsın. İbrahim Hakkı bu gayelere ulaşmak için sahih bir itikad ve düzenli ibadete ihtiyaç bulunduğunu önemle be¬lirtmiştir. Ona göre ebedî kurtuluşu ka¬zanmanın tek şartı Kitap ve Sünnefle amel etmektir. Allah dostlarının hallerine ve kemallerine ulaşmanın yolu onların yo¬lunu izlemekten geçer. Her türlü ferdî ve içtimaî problemi aşmanın Kur'an'a uy¬makla mümkün olduğuna işaret eden ve bununla ilgili âyet ve hadisleri sıralayan İbrahim Hakkı aynı şe¬kilde Hz. Peygamber'e uyup onun yolun¬dan gitmenin gerekliliğine dair âyet ve hadisleri kaydettikten sonra, "Huda rab-bim nebim hakka Muhammed'dir resû-lullah / Hem İslâm dînidir dînim kitâbım-dır kelâmullah" beytiyle başlayan 116 be-yitlik manzumesinde Ehl-i sünnet akaidi¬ni özetlemiştir. Ma'¬rifetnâme'de büyük ölçüde Gazzâlî'nin /hyâ'ü cuJûmi'd-dîn'inden istifade ile ya¬zıldığı anlaşılan, ayrıca Gazzâlî'den sonra¬ki dönemlerde ortaya çıkmış gayri Sünnî tasavvuf akımlarına da yer veren bir bö¬lümde tasavvuf ehlini on iki fırkaya ayırarak sa¬dece birinin kurtuluş fırkası kabul edildi¬ğini, bunların da, "Kur'ân-ı Kerîm ve ha-dîs-i şerif dinimize ve dünyamıza kâfidir ve şeriat bize vâfidir" diyen fırka olduğunu ifade etmektedir.
İbrahim Hakkı irfanın dört aslı kabul et¬tiği tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, rızâ konularına büyük önem vermiştir. Özel¬likle "Tefvîznâme" adını verdiği, "Hak ser¬leri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Arif anı seyr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler" mısralanyla başla¬yan manzumesi çok meşhurdur.
İbrahim Hakkı, Allah'ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçeve¬de âyetlerden de faydalanarak bazı koz¬molojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hadis olduğuna selim aklın kesin bir bur¬hanla şehâdette bulunduğunu, irfan eh¬linin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zahir ve bâtın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşa¬hede ettiğini söylemiştir. Aynı yerde hukemâya nisbetle de olsa, "Mümkün değildir ki bir mevcut ma'dum ola: belki mevcut hemîşe mevcut ve ma'¬dum hemîşe ma'dumdur" diyen İbrahim Hakkı mevcudun ancak bir mertebeden bir mertebeye, bir halden bir hale İntikal edip değişime uğrayabileceğini ifade et¬miş, ardından avamın bu değişimi seyre¬derken ma'dumun mevcut veya mevcu¬dun ma'dum olduğunu zannettiği görü¬şünü ileri sürmüştür. Bu açıklama Lavoi-sier'nin, "Var olan yok olmaz, yok olan da var olmaz" şeklindeki sakınım yasasından başka bir şey değildir.
Cevher, araz, hal, mahal, madde, su¬ret, mevzu, cism-i tabîî, nefs-i insâniyye, nefs-i felekiyye gibi felsefî terimleri Meş-şâî gelenek çerçevesinde açıklayan İbra¬him Hakkı'nın, tedbir ve tasarrufu ile ci¬simlere etkide bulunmayan akıl (kozmolo¬jik akıl) için "lisân-ı ehl-i şer" ile melektir" demesi de Fârâbî'den beri gelen felsefî anlayışın bir devamıdır. Yine Fârâbî'nin başlattığı sudur teorisini de ehl-i hikmete nisbet ederek anlaşılır bir üslûpla tanıtmaktadır. Şu farkla ki. "Vâ-hidden vâhid sudur edegelmiştir" demek¬le birlikte belki bir ihtiyat tedbiri olarak varlığın doğuş(zuhûr) düze-ninde küllî aklın Allah tarafın¬dan icat ve mevcut edildiğini söylemiş, ancak burada bir yoktan yaratmadan söz etmemiştir. İbrahim Hakkı, zuhurun so¬nundaki onuncu aklın akl-ı fa"âl yanında akl-ı feyyaz, vâhibü's-suver ve tabîat-ı mutlaka diye adlandırıldığını ifade eder. Ma'rifetnâme'nin, geleneksel astrono¬mi hakkında bilgi verdiği bölümünde ise. "Allah kendi nurundan bir latif ve azîm cevher var edip ondan bütün kâinatı vü¬cuda getirdiğini tedriç ve tertip ile izhar etmiştir ve ona cevher-i evvel ve nûr-i Muhammedi ve levh-i mahfuz ve akl-ı kül ve akl-ı izafî tesmiye olunur" demektedir. İnsana ait akıl nefse has bir gelişme su¬recinin son noktasıdır. Nefis mürekkep cisme büyüme, duyu ve hareket yanında düşünme kabiliyeti de kazandıran düze¬ye ulaşırsa bu nefse sahip olan varlık in¬san adını alır. İnsan varlığın özü. her mev¬cudun özeti, cihan ağacının meyvesi, dev¬ranın son noktasıdır. Bu¬radaki "devran"dan maksat, İslâm dün¬yasında Câbir b. Hayyân'dan beri daha çok tasavvufta ve tasavvuf etkisindeki felse¬fede ilgi toplayan yükseliş ve iniş süre¬cidir. İbrahim Hakkı, "HakTeâlâ'nın tesi¬riyle" dört unsurdan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana uzanan gelişim (istihale) sürecini özetlerken insanı bu sürecin gaye nokta¬sına yerleştirmektedir. Bu teoride her bir varlık basamağından diğerine geçilirken birer ara varlık da gösterilmekte olup hay¬vanla insan arasındaki varlığın maymun olduğu belirtilir. "Zira kılları ve kuyruğu dışında cümle âzası ... insana benzer" İhvân-ı Safa. İbn Miskeveyh gibi ilk İslâm düşünürlerinden başlayıp Kmalizâde Ali Efendi, Muhyî-yi Gülşenî gibi Osmanlı âlimlerine kadar gelen bu teorinin, İbrahim Hakkı'dan yarım asır ka¬dar sonra Lamarck ve Darvvin tarafından ortaya atılan evrim teorisiyle aynı olup olmadığı tartışılmaktadır. İbrahim Hak-kı'da en güzel ifadesini bulan İslâm dün¬yasındaki evrim anlayışı, Darvvinizm'in ak¬sine yalnızca biyolojik bir evrim değil mad¬de ve ruh bütünlüğü içinde bütün ontik gerçekliği kapsayan bir gelişmedir; ayrıca burada gelişim Darvvinizm'deki doğal se-leksiyon yerine ilâhî iradeye bağlanmıştır.
İbrahim Hakkı Ma'rifetnâme'öe tabi¬at bilimlerine çok geniş yer vermiştir. Fit¬neye sebep olmamak düşüncesiyle yeni astronomiye ve diğer ilimlere dair bilgi verilmeden önce eski astronomiye uygun geleneksel yaratılış senaryosunu tanıtma gereği duyulmuştur. Onun yeni astrono¬mideki kaynağı, İstanbul ziyaretleri sıra¬sında tanıma ve inceleme fırsatı bulduğu Kâtib Çelebi'ye ait Cihannümâ adlı eser¬dir. Fakat mutaassıp ulemâdan tepki gör¬me endişesi taşıdığı için yeni astronomi konularına ve bu arada yerin yuvarlaklı¬ğını kanıtlamaya girişirken bu görüşün şeriata aykırı olabileceği tereddüdünü ortadan kaldırmak amacıyla Gazzâlî'nin Osmanlı ulemâsı nezdindeki saygınlığın¬dan yararlanma yoluna gitmiştir. İbrahim Hakkı, bu hususta oldukça tedbirli davranarak Tehâfütü felâsife'nin giriş kıs¬mındaki konuyla ilgili bir pasajı aynen Türkçe'ye çevirdiğini ifade eder. Gazzâlî burada, ay ve güneş tutulması olaylarını örnek gösterip bunların astronomi bili¬mine göre nasıl vuku bulduğunu açıkla¬dıktan sonra bu gibi ilmî konularda filo-zoflarla tartışmaya kalkışmanın dinî bir zaruret olmadığını, ilmî sonuçlarla çatı¬şır gibi görünen hadisler bulunduğu tak¬dirde kesin sonuçlara karşı direnmekten-se bu hadislerin te'vilinin "ehven" olduğu¬nu ifade eder. İbrahim Hakkı'nın, belki de buradan aldığı cesaretle arzın yapısını ve tabakalarını ilmî yöntemlere göre anla¬tırken, İbn Abbas'tan nakledilen öküz ve balık kıssasının sahih olduğu tesbit edil¬diği takdirde bunun öküz burcu ve baiık burcu olarak yorumlanması gerektiğini belirttikten sonra Hz. Peygamberin, "Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz" hadisini hatırlatarak umûr-i dîniyyeden olmayan şeylerin din âlimlerinden sorul¬maması gerektiğini söylemek suretiyle dinî ilimlerle pozitif bilim¬lerin metotlarının ayrı olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.
Gazzâlî'nin. din bakımından Önemli ola¬nın âlemin yapısı ve nasıl işlediği değil ya¬ratıcının fiiliyle vücuda geldiği görüşü İb¬rahim Hakkı için yol gösterici bir Önem taşıyordu. Nitekim kendisi de, "Pes âlem ne hey'ette olursa olsun ve ne cihetle ha¬reket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî'... haz-retlerinin kemâl-i kudret ve azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu na¬zar-! ibretle kesb-i kemâldir diyerek dinle bilim arasında doğru bir ilişki kurmanın yolunu göstermiştir. Aynı şekilde onun o dönemlerde ortaya çıkan, gittikçe daha çok taraftar toplamaya başladığını belirttiği yeni astrono¬mi fikrine dayalı bilgiler vermeden önce bu konularda ilmî bir kanaate varmanın dinle bir ilgisi olmadığı uyarısında bulun¬ması anlamlıdır. Çünkü din açısından mü¬him olan. âlemin Allah tarafından yaratıl¬mış olduğu inancının benimsenmesidir.
Esas İtibariyle Copernicus astronomi¬sini yansıtan bu bilgilere yeni aklî deliller ekleyen İbrahim Hakkı sistem hakkında¬ki bilgileri basite indirgeyerek anlatmaya çalışmıştır. Buna karşılık kelâmcılara dayanarak müneccimlerle tabiatçı filozofların yüce ya¬ratıcının bilgisinden mahrum oldukları¬nı, bütün olup bitenleri yıldızlara ve ta¬biata bağlayarak sapıklığa düştüklerini söyler. İbrahim Hakkı bu arada derinleri de eleştirmiştir.
Onun. dünyayı çevreleyen hava tabaka¬sının çeşitli katlarında cereyan eden kli¬matolojik değişmelerin güneş ısısının yer¬den yansımasından ileri geldiği ve bu yan¬sımaya en yakın olan bölgelerde havanın daha sıcak olacağı, yükseklere çıkıldıkça sıcaklığın düşeceği gibi tesbitleriyle bu¬günkü bilim seviyesine yaklaştığı kabul edilmektedir. Yıldırım ve gök gürültüsü¬nün mahiyeti, ışık dalgalarıyla ses dalga¬larının yayı [ışındaki zaman farkı, gök ku¬şağı, ay hâlesi, sis, kırağı, çişe ve bulut¬ların oluşumu, hava hareketleri gibi me¬teorolojik olayları, İbn Sînâ'nın eş-Şifâ3 adlı eserinden de yararlanmakla birlikte çoğun¬lukla kendi gözlemlerine dayanarak oldukça isabetli bir şekilde kaydetmiştir. İbrahim Hakkı, dünyanın yuvarlak olduğuna dair yeni deliller ortaya koyarken dünyanın güneşin etrafında ve kendi çevresinde dönüşünü, gece ve gündüzün meydana gelişini de ilmî olarak anlatmakta bu arada Macellan'ın dünyayı dolaşması ve Kristof Ko-lomb'un Amerika kıtasını keşfi hakkında malumat vermektedir.
İbrahim Hakkı, insanın anatomisi ve fizyoloji siyle ilgili hemen her konuda dö¬nemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgi¬ler vermektedir. Meselâ on iki kaburganın yönleri ve fonksiyonel özellikleri, bel ke¬miği ve bunun bölümleri, bilek ve el ke¬miklerinin görevleri gibi konulara dair açıklamalar bugünkü bilgilerle paralellik arzetmektedir. Bu bilgileri esas itibariyle İbn Sînâ'dan alan İbrahim Hakkı, ayrıntı¬da kendi gözlemlerine dayalı birçok yeni¬lik ortaya koymuştur. Psikolojide büyük ölçüde İbn Sînâcı geleneği tekrar eden İbrahim Hak¬kı'nın Ma'rifetnâme'de kişinin saç, göz, kulak, el. baş gibi organlarından ve dış görünüşünden hareketle onun ahlâk ve karakter yapısı hakkında sonuç çıkarma yollarını gösteren bilgilerden oluşan kıya¬fet ilmi (physiognomy) konusuna ayırdığı bölüm İslâm ilimler tarihin¬de bu alanda yapılmış çalışmalar içinde özel bir yere sahiptir. İnsanın ahlâk yapısına temel oluşturan güçleri de geleneksel Meşşâî anlayışı çer¬çevesinde gazap gücü, şehvet gücü ve nefs-i natıka olarak gösterir. Bunların ifrat ve tefritle¬rinden erdemsizlikler itidal derecelerinden erdemler (ahlâk-ı hamîde) meydana gelir. İbrahim Hakkı, nefs-i natıkayı İsrâ sûresinde (1 7/85) emr-i rabbânî olarak gösterilen rûh-ı in¬sanî olarak da adlandırır ve buna gönül dendiğini belirtir. Felsefî gelenekteKi meş¬hur Eflâtuncu iradî ölüme atıfta buluna¬rak İradesiyle nefsini Öldüren kişinin gö¬nül yüzünden benlik perdesi kalkıp ken¬dini ve rabbinî bilme mertebesine ulaşa¬cağını, gönlünün huzur ve sevinç aydınlı¬ğı ile dolacağını, nereden geldiğini ve ne¬reye gideceğini bilip ölmeden önce ebedî hayatı kazanmış olacağını ifade eder. Ay¬rıca felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarının vazgeçilmez konularından olan ölümün anlamı, mahiyeti, ölüm korkusunun se¬bepleri gibi konulan âyet. hadis ve tasav-vufî görüşlerle daha da zenginleştirerek işlemeye çalışmıştır.
1163'te (1750) yazdığı tecvid risalesi¬nin girişinde yer alan, "Erzurum şehrin¬de şöhret bulup nef i âm olsun için Türk¬çe söylemişiz" şeklindeki ifadesinde dönemin eğitim ve öğretim anlayışına gizli bir tenkit sezil¬mektedir. 1165 (1752) yılında kaleme aldığı Tertîbü'I-ulûm başlıklı ilk Türkçe manzum eserinde de aynı amaçla yeni bir ders programı önerisinde bulunmuş¬tur. Programda geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu. İbrahim Hakkı, daha sonra kaleme aldığı Ma'riietnâme'de bu alan-iarm her birine büyük değer verecek ve çok geniş yer ayıracaktır. 1168'de (1755) tertip ettiği divanında da yir¬mi beş beyitlik bir "Tertîbü'I-ulûm" bölü¬mü bulunmaktadır. 1166'da (1753) hazır¬ladığı rûznâmesi. zamanına göre takvim tekniği hususunda oldukça ilginç yenilik¬ler taşımaktadır. Ancak bu yenilikçi tavrına rağmen Öğrencinin hocasına ka¬yıtsız teslimiyetini öngören otoriter ve dogmatik eğitim anlayışını aşamamıştır. İbrahim Hakkı, geleneksel eğitim ilkeleri arasında daha çok hocanın öğrencisine şefkatli ve anlayışlı davranması, öğrenci¬nin de hocasına karşı edepli ve saygılı ol¬masıyla ilgili olanları sıralar. Gazzâlî gibi kendisi de öğrencinin sorgulamaya kal¬kışmadan hocasının bilgisine mutlak ola¬rak güvenmesini öğütler.
Eserlerinin bir kısmını manzum olarak kaleme alan İbrahim Hakkı genellikle Hak¬kı, bazan da Fakîrî mahlasını kullanmış. Türkçe'den başka Arap ve Fars dillerinde de manzumeler yazmış, kaside, gazel, musannef, rubâîve kıtalarında ilmî, dinî-tasavvufî fikirlerini ustalıkla dile getir¬miştir. Mesnevi tarzında kaleme aldığı manzumelerde daha ziyade didaktik bir amaç güden İbrahim Hakkı'nm divanın-daki şiirler tamamen tasavvuf neşvesiyle yazılmıştır. Ma'rifetnâme başta olmak üzere hemen bütün mensur eserlerinde yer alan manzumeler konunun okuyucu tarafından daha fazla ilgi görmesine yar¬dımcı bir niteiik taşır. Bu tür şiirleri ya ko¬nunun özeti mahiyetinde veya Örneklen-dirmeler şeklinde kullanmış, yer yer baş¬ka şairlerin manzumelerini de iktibas et¬miştir. İbrahim Hakkı'nın şiiri eğitici, öğ¬retici ve irşad edici bir araç olarak kullan¬ma gayreti, ilim adamı ve mürşid kimli¬ğinin şair kimliğinden önde bulunmasına yol açmış, dolayısıyla bazı manzumeleri şiir tekniği bakımından kusurlu bulun¬muştur. Sanat değeri daha yüksek olan gazellerindeki zengin hayal ve çağrışım¬lar bile ona usta bir şair kimliği kazandır¬maya yetmemiş, sadece kendisine geniş kültürünü ve ilmî birikimini nazımla an¬latan başarılı bir nasihatçı görüntüsü ver¬miştir.
Eserleri.
İbrahim Hakkı'nın çoğu Türk¬çe olan eserlerinin sayısı hakkında deği¬şik rakamlar verilmiştir. Meselâ Bağdatlı İsmail Paşa otuz iki eser adı sıralamış Bursalı Mehmed Tâhir bu sayıyı otuz dokuza çıkarmıştır. Kendisi ça¬lışmalarından söz ederken çoğunu büyük kitaplarının içine aldığı küçük risalelerini müstakil eser olarak saymamıştır. îlâhî-nâme'nin sonuna eklediği bir notta onu "ana eser", beşi de "evlât eser" olmak üze¬re on beş kitabını dili ve telif tarihleriyle birlikte kaydetmiştir. İnsâniyye adlı ese¬rinde de Tillo'ya yerleştikten sonra kaleme aldığı on eserden 'en beğen¬diği beşinin adını sıralamaktadır.
1. Di¬van. 1168 (1755) yılında oğlu İsmail Fe-hîm için tertip edilmiştir.1263'te (1847) basılan eserde kasidelerin ardından dinî-tasav-vufî mahiyette 366 gazelden oluşan "İlâ-hînâme" başlıklı bölüm yer almaktadır. Divandaki birçok manzume, başta Mo'-rifetnâme olmak üzere müellifin daha sonra yazılan çeşitli kitaplarında cîa geç¬mektedir. Müfredat Rubâiyyât", "Vâ-sılnâme", "Pendnârne", "Şükürnâme" gibi bölümlere ayrılan eserin. Numan Küiekçi ile Turgut Karabey tarafından klasik tarz¬da mürettep bir divan haline getirilerek tenkitli neşri yapılmıştır. Divan¬da Arapça ve Farsça şiirler dahil 500 ka¬dar manzume yer almaktadır.
2. Matifetnâme. 1170'te (1757) tamamlanan eser İbrahim Hakkı'nın ismini ölümsüz¬leştiren en önemli çalışmasıdır. Dinî ve din dışı ilimlere dair ansiklopedik bir eser olan Ma'rifetnâme müellifin iimî ve fikrî kişi¬liğini, yetişmişliğini, din ve ilim anlayışını yansıtması yanında dönemin skolastik zihniyetinden kurtulma çabasını yansıtan nâdir örneklerden biri olması bakımından da özel bir değer taşımaktadır. Pek çok yazması bulunan Ma'rifetname'nin birçok baskısı ya-pılmış ayrıca Turgut U!usoy ve FarukMeyan (İstanbul 1980] tarafından sadeleştirilmiştir.
3.Mecmû-atü'l-irfâniyye. Tam adı Mecmûalü'I-vahdâniyye iî ma'riieti'n-rıefsi'r-rabbâniyye olan eseri müellifin kısaca İrfâ-niyye diye andığı da görülmektedir. Bu sebeple Bağdatlı İsmail Paşa ve Bursalı Mehmed Tâhir, Mecmûatü'l-vahdâniy-ye ile İrfâniyye'y iki ayrı eser olarak kay-detmişlerdir. İbrahim Hakkı'nın torunla¬rından Celalettin Toprak da eser sayısını elli dörde çıkardığı listede aynı hatayı tek¬rarlamıştır. Müellifin 1174'te (1761) derlediğini be¬lirttiği eserin bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve daha uzun bölümü Türkçe ya¬zılmış olup dört yazma nüshası bilinmek¬tedir. Kitapta hadis olduğu rivayet edilen, "Kendini bilen Allah'ı da bilir" sözünün tasav-vufî açıklaması yapılmış, bu arada âyet ve hadislerle müslüman düşünür ve âlimle¬rin konuyla ilgili fikirlerine de yer verilmiş¬tir.
4. İnsâniyye. Tam adı Mecmûatü'l-insâniyye lî ma'rifetî']-vahdâniyye olan bu geniş hacimli eseri müellif yüz kırk kitaptan üç lisan üzerine topladığını söyler. Bu kaynaklardan seçilen parçaların daha çok tasavvuf ve eğitim ağırlıklı olduğu görülmektedir. Eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde kayıtlıdır.
5. Mecmûatü'l-meânî. Müellif bu eserini 1178'de (1765) üç lisan üzerine nazmettiğini be-lirtmektedir. Kitapta dinî ve tasavvufî şiirler yanında astronomiyle ilgili cep tahtasının kulla¬nımı hakkında Türkçe bir bölüm, Kur'an tecvidine dair yine Türkçe bilgiler, Arapça, Farsça ve Türkçe küçük bir sözlükle "Ka-vâid-i Fürsiyye" başlıklı diğer bir bölüm bulunmaktadır.
6. Meşûriku'1-yûh. Müellifin 1185 (1771) yılında, kendisine ait olanlarla birlikte bazı eserlerden der¬lediği tasavvuf başta olmak üzere çeşitli konulara dair Farsça, Türkçe ve az sayı¬da Arapça manzumeden oluşan bir antolojidir.
7. Seîînetü'r-rûh min vâridâtil-fütûh. 1187'de (1773) mü¬ellifin diğer bazı eserlerindeki Türkçe. Farsça ve Arapça şiirlerin kırk bölüm (vâ-ridât) halinde derlenmesiyle meydana gel¬miştir.
8. Kenzü'l-fütûh. 1188'de(l774) düzenlenen eser tasavvu¬fî ve didaktik mahiyetteki 1021 beyitten oluşmaktadır.[108] Bazı şiirler Arapça'dan Farsça'ya ve Türkçe'ye çevril¬miştir. Müellif, eserin sonunda dua ma¬hiyetindeki iki manzumede eser hakkın¬da bilgi vermektedir.
9. Defînetü'r-rûh. 1189'da (1775) derlenen eserde müelli¬fin Mecmûatü'l-ineânî'smden seçilmiş Arapça, Farsça ve Türkçe 400 beytin ya¬nında daha önce yazdığı Cilâü'l-kulûb ve İnsân-ı Kâmil başlıklı risâleleriyle üç mektubu bir araya getirilmiştir. Mesih İbrahimhakkıoğlu eserin bir nüshasının kendisinde bulunduğunu belirtmektedir.
10. Rûhu'ş-şürûh. 1189'da (1775) hazırlan¬mış olup müellifin divanında yer alan "İlâ-hînâme"den seçilmiş manzumelerden oluşmaktadır.
11. Urve-tü'1-İslâm. İbrahim Hakkı. Ma'rifet-ndme'den istifade ile 1191'de (1777) hazırladığını bildirdiği, ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış eserini oğlu Muhammed Şâkir İçin kaleme aldığını ifade etmekte¬dir. Kitap Kur'an'ın büyüklüğü, tecvid ku¬ralları, sünnete uyma, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamberin İsimleri ve hilyesi. itikad, İslâm'ın şartlan, namazın şartları gibi ko¬nuların işlendiği on beş bölümden oluş¬maktadır.
12. Hey'elü'1-İs-lâm. Urvetü'î-İslâm ile aynı tarihte ya¬zılan eserin önsözünde müellif, filozofla¬rın astronomiyle ilgili eserlerini okuma¬nın inancı bozacağını söyleyerek bunları terkettiğini belirtmektedir. Mesih İbrahimhakkıoğlu, eserin 180 say¬fa hacmindeki bir nüshasının kendisinde bulunduğunu bildirmektedir.
13. Tuhfetü'l-kirâm. İbrahim Hak-kı'nin Ttllo'ya gittikten sonra kaleme al¬dığını belirttiği "evlât eserler" serisinin ilkidir. Müellifin Mecmûatü 7-mednf den Arapça ve Fars¬ça olarak aldığını ifade ettiği eser hakkında 1180'de (1766) yazıldığı dışında bilgi yoktur.
14. Nuhbetü'l-kelâm. 1182'de (1768) Mecmûalü'l-meânî ve Ma'rifet-nâme'den yapılan alıntılarla oluşturuldu¬ğu müellifi tarafından bildirilen bu eser de halen elde bulunmamaktadır.
15. Ül-îeiü'1-enâm. Yine müellifin 1189'da (1775) Ma'rifetnâme'öen alıntı yaparak düzen¬lediğini belirttiği eser günümüze ulaşmamıştır.
Müellifin listesinde görülmemekle bir¬likte Lübbü'l-kütüb, onun Farsça şiirler¬den seçtiği 144 beyitlik iki manzumesi¬nin de yer aldığı antoloji türü bir kitaptır. Mesih İbrahimhakkıoğlu, yedi cilt olduğu söylenen eserin iki cildinin kendisinde bulunduğunu söylemekte Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi için beş cildinin satın alındığı kaydedilmekte¬dir. İbrahim Hakkı'nın Tertîbü'1-ulûm başlığını taşıyan Türkçe manzum bir ese¬ri daha vardır. Dört beş varaktan ibaret olan risale [117] çeşitli öğretim kademele¬rinde okunması gereken derslere ve öğretim kurallarına ilişkin muhtevası dola¬yısıyla önemli kabul edilmektedir.
İbrahim Hakkı'nın oğullarına, hanımla¬rına, dost ve yakınlarına yazdığı mektup¬ların büyük bir kısmı halen torunlarının elinde olup bunların çoğunu Mesih İbra¬himhakkıoğlu Erzurumlu İbrahim Hakkı adlı eseri içinde yayımlamıştır.[118] İsmet Binark ve Nejat Sefercioğiu tara¬fından İbrahim Hakkı'ya nisbet edilen eserlerin listesiyle, hakkında yapılan ya¬yınlan ihtiva eden bir eser yayımlanmış¬tır.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,81 M - Bugn : 12979

ulkucudunya@ulkucudunya.com