« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

02 Oca

2012

SÜLEYMAN NAZİF'İN FIRÂK-I IRAK ADLI ESERİ

NURULLAH ÇETİN 01 Ocak 1970

Servet-i Fünûn dönemi sanatçıları içinde değerlendirilen Süleyman
Nazif (1869-1927), Türk edebiyatının hem şiir hem de nesir ustaların-
dandır.
O, eserlerinde Osmanlı Devletinin bölünüp parçalanması döne-
minin sancılarını "feryat" larıyla dile getirmeye çalışmıştır.
Süleyman Nazif, özellikle Namık Kemal'den gelen bir etkilenmeyle
haykıran bir hitabet üslûbuna sahiptir. Kendi kişisel duygu ve düşün-
celerinden çok; sosyal meseleleri ele almıştır. Ferdî şiirleri fazla değildir.
Biz bu yazımızda Süleyman Nazif'in Fırâk-ı Irak1 adlı, nazım-
nesir karışımı bir eserinden söz edecek ve Lâtin harflerine aktarılmış
biçimini vereceğiz.
Bu eserde sekiz şiir, bir hikâye, bir nesir, bir de manzum-mensur
yazı bulunmaktadır.
Kitapta yer alan nazım ve nesir yazıları "Kübalılar" adlı şiir
dışta bırakılırsa, bütünüyle Osmanlı Devletinin bir parçası olan
Irak'ın ayrılması ya da bizden zorla koparılması üzerine kaleme
alınmıştır.
Süleyman Nazif için vatan, Osmanlı sınırlarındaki bütün toprak-
dır. O, vatanını annesinden çok daha fazla sevdiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla bir karış bile olsa vatan toprağının elden gitmesi, onu
feryatlara boğar.
Fırâk-ı /râ/c'taki yazıların bazı bölümleri İhsan Erzi2, Şevket
Beysanoğlu3, gibi yazarlar, Kenan Akyüz4 ve Orhan Okay5 gibi bazı
bilim adamları tarafından yeni harflere aktarılmıştır.
1 Süleyman Nazif, Fırâk-ı Irak, Mahrautbey Matbaası, İstanbul 1336/ 1918.
2 Süleyman Nazif, Malta Geceleri, Fırâk-ı Irak ve Galiçya, Hazırlayan: İhsan Erzi, Tercü-
man 1001 Temel Eser, İstanbul 1979.
3 Şevket Beysanoğlu, Süleyman Nazif, İş Matbaacılık ve Ticaret, Ankara 1970.
4 Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İnkılâp Kitabevi, istanbul 1986.
5 Orhan Okay, "XX. Yüzyılın Başından Cumhuriyet'e Yeni Türk Şiiri (1900-1923)",
Türk Dili, Sayı: 481-482, Ocak-Şubat 1992.
ihsan Erzi, çalışmasında şiirleri, yeni harflere aktarıltmş Ve sade-
leştirilmiş biçimleriyle verirken; nesir kısımlarını da yalnızca sade-
leştirerek vermiştir.
İhsan Erzi, şiirleri yeni harflere aktarırken bazı kelime ve tam-
lamaları yanlış okumuştur. Bunlardan bir kısmını örnek olarak veriyoruz:
"Dicle ve Ben" adlı şiirin 4. bendinin 3. mısramdaki "ömr-i nâzı"
(s. 42) tamlaması "ömr-i zelil", 9. bendin 1. mısraı "Geçme bi his.. Bu
kimsesiz kavmin" (s. 42) yerine "Geçme bî-his. . Bu kimsesiz kavmin",
aynı bendin 4. mısraı da "Yüz sürerken cidâr ismetine" (s. 42) yerine
"Yüz sürerken cidâr-ı ismetine" şeklinde olacaktır.
Bu şiirin 10. bendinin 3. mısraının ilk kelimesi "Bulunur" (s. 41)
yerine "Yolunur", 12. bendinin 3. mısraının ilk kelimesi "Bu" (s. 41)
yerine "Bunu", 13. bendinin 2. mısraının son kelimesi "karıştı" (s. 41)
yerine "kardeşti", aynı bendin 3. mısraının son kısmı "sel-i belâ" (s.
41) yerine "seyl-i belâ", 14. bendinin 1. mısraının son kelimesi "man-
sabm" (s. 41) yerine "munsabbın", 2. mısraının son kısmı "ensab ettin"
(s. 41) yerine "insibab ettin", 15. bendinin 4. mısraının son kelimesi
"muğberim" (s. 41) yerine "muğberrim" biçimi gelecektir.
Diğer taraftan "Yâr-ı Nâim" adlı şiirin 1. bendinin 4. mısraının
son kelimesi "hâlâ" (s. 45) yerine "daha", 3. bendinin 1. mısraının son
kısmı "matem-i firkat" (s. 46) yerine "mâtemî firkat", 5. bendinin 3.
mısraının son kısmı "değer bir ölüş" (s. 46) yerine "diğer bir ölüş", 6.
bendinin 2. mısraının ilk kısmı "Daha şiddetli" (s. 46) yerine "Daha
dehşetli" biçiminde olacaktır.
"Fuzûlî-i Bağdâdî'den Nef'î-i Erzurumî'ye" adlı nazım-nesir
karışım: yazısındaki manzumenin 2. bendinin 3. mısraının ilk kısmı
"Ben ölürken" (s. 50) yerine "Ben olurken" şeklinde olacaktır.
, Aynı yazıdaki nesirden sonra gelen başlıksız manzumenin 3.
bendinin 2. mısraının son kısmı "mümzile-I Kuran" (s. 53) yerine
"münzil-i Kur'an" biçiminde olacaktır.
"Yine O Mehcûreye" adlı manzumenin 2. beytinin 1. mısraınm
son kısmı da "eşk-i vah ile" (s. 57) değil, "eşk ü âh ile" olacaktır.
Şevket Beysanoğlu'nun çalışmasında da bazı yanlış okumalar
bulunmaktadır.
Örneğin "Fuzûlî-i Bağdâdî'den Nef'î-i Erzurûmîye" adlı manzumenin
2. bendinin 4. mısraının ilk kısmı "Ben ölürken" (s. 179) diye okunmuş.
Doğrusu "Ben olurken" olacaktır. Aynı manzumenin son bendinin
3. mısraı da "Bir muazzam hatîredir dağlar" (s. 180) değil, "Bir muaz-
zam hazîredir dağlar" şeklinde okunmalıdır.
Gene aynı bölümdeki nesir kısmında da "eşkiya elinde parça-
lanırken" (s. 181) ifadesi, "eşkıya elinde paralanırken", "ve onu lütfen"
(s. 182) ifadesi "ve onu lutf ve", "asım ise" (s. 182) ifadesi "âsim ise",
"bükt-ü azim ile" (s. 182) ifadesi "beht-i azîm ile", "revan tarzında"
(s. 182) ifadesi "revan tavrında" ve "âb-ı ezelîsine" (s. 182) ifadesi de
"eb-i ezelîsine" şeklinde okunacaktır.
Biz bu çalışmamızda Süleyman Nazif'in Fırâk-ı Irak adlı eserini
bütünüyle yeni harflere aktarmaya çalıştık.
ANNEME
Kabrini on senede ancak iki defa ziyâret edebildim. Hissizliğe ve
vefasızlığa pek benzeyen bu günâhı unutturmak ve affettirmek için
şimdi sana öyle bir mezâr inşâ ediyorum ki vatan muhabbeti fezâil-i
beşeriyyeden ma'dûd oldukça ve vicdanların barîm-i samîminden yük-
selen enînler insâniyyetin kalbinde câ-yı kabûl ve câ-yı tahassüs bul-
dukça tavâf olunacak. ..
ttirâf ederim ki ben bu dertlerimi kâğıt üstüne döktüğüm günler
seni değil senden daha büyük.. kıskanmayacağını ve memnûn olacağını
bildiğim için söylüyorum anne!. . Senden daha muazzez vâlide olan
vatanımı düşünüyordum. Ye münhasıran onu düşündüm. Sen göz-
lerimin menâbi-i sirişkiyle kalemimin midâd-ı feryâdı kuruduktan
sonra hâtırıma gelebildin.
On sene evvel cismini Büyükada'nm mâtemimle istihzâ edecek
derecede şûh ve şâik olan- topraklarına gömmüştüm. Bugün de rûhunu
mukadderâtma bu sahîfeler ağlayan-diyâr-ı târmârın kumlarına defn
ediyorum. Sen, dünyâ yüzündeki bî-kesliklerini o çöllerde daha az
hissedersin. O çöller ki en yüksek bir ufk-ı temâşâsı olan Mardin kasa-
basındaki mezârmdan babam da ihtimâl ki bu dakikada benim gibi
nevha-nisâr oluyor.
Âh anne!....
Keşki ben yalnız senin öksüzün olsaydım... ve yalnız senin ök-
süzün olarak, kırk sene evvel ölseydim de böyle yetîm-i vatan ve yetîm-i
târîh kalmasaydım!...
Nişantaşı
Senden çok bedbaht oğlun
EYVÂH!...
Revân-ı pâk-j Muhammed semâda giryândır,
Muhalledâtmı islâm'ın ettiler tahrif:
îmâm-ı A'zam'ın âfâk-ı ictihâdında
Eder mücâdele nâkûs ile ezân-ı şerif!..
15 Mayıs 1917
HÜSEYN-Î MAZLÜMA
Ser-i mübârekin ey kurre-i dü çeşm-i Resûl,
Şehâdetinde senin ten cüdâ olup gitti;
Bugün de, tâli-i İslâm'a bak ki, meşhedini
Verüp adûya yetîm-i vatan cüdâ etti.
16 Mayıs 1917
DİCLE YE BEN
Mâvi göklerle câ-be-câ öpüşen
Mütefekkir duruşlu kubbelerin
Zîr-i sakfında titreyen ervâh
Ra'şedâr-ı semûmudur kederin.
Bir musibettir ehl-i İslâma,
—Bir musibet ki hâriku'l-âde-
Yaşıyorken de..cân verirken de
Ağlarım ser-nüvişt-i Bağdâda.
Çehresinden uçan yetîmiyyet
Ufkuna olmamış mı hüzn-âver?.
Yine bilmem güzel midir o kadar?. .
O mükevkeb, o muhteşem geceler!..
Ey Irak'ın melîke-i nâzı,
Kalacaksak cihânda biz sensiz,
Yeryüzünde değil bu ömr-i zelîl,
Ahir ette cin ânı istemeyiz!..
O senin ufk-ı târmârmda
Hıçkıran rûhumuzdur ey Bağdâd.
Aynı âğûş içinde birlikte
Geçen a'sârı etmek ister yâd:
Yed-i ihmâlimizde dörtyüz yıl
Kanadın, gizli bir ceriha gibi.
Bilmedik biz senin de kıymetini:
Derd-i millimizin budur sebebi!..
Düşmanın zîr-i pâ-yı kahrında
Çırpmırken o belde-i hulefâ,
Söyle ey Dicle, ey mübârek nehr,
Şûh u lâkayd akar mısın hâlâ?
Geçme lâkayd önünden ey Dicle,
Hürmet et mâtem-i muazzamına,*
O tegâfiilden incinir belki
Münkesir kalb-i girye-bârı yine!..
Geçme bî-his.. bu kimsesiz kavmin
İnkılâb et sirişk-i hasretine
Cânibeyninde yükselen şehrin
Yüz sürerken cidâr-ı ismetine
ı
De ki: -Ey mefhar-ı semâ-yı Irak,
Yine islâm ilinde mâtem var,
Yolunur deste deste, her yerde
Kara bahtın gibi siyâh saçlar;
De ki: —Sahrâlarında ey Bağdâd,
Sürülerle gezerse ceylanlar,
Beride mâteminle girye-nisâr,
Nice ceylan bakışlı gözler var!..
Dicle, Bağdâd'a ninniler söyle,
O senin tıfl-ı şîr-hârındır,
Bunu târihe sor, unuttunsa;
Ebedî dâr-ı iftiharındır.
Aynı ufk-ı vatanda doğduk biz,
Beşiğim menbacmla kardeşti...
-Oralardan da geçti seyl-i belâ,
O da bilmem ne hâldedir şimdi?..-
Bir iken menba'mla munsabbm,
Başka girdâba insibâb ettin;
Bu vefâsızlığınla kalbimizi
Münfail, muztarib, harâb ettin!..
* Aslı "muazzezine" idi. Fakat ben kâfiyedeki zaafı nazar-ı dikkate almayarak "muaz-
zamına" dedim.
Yatağında yabancı yokken hîç
—Her düşündükçe sızlıyor ciğerim-
Verdin ağyâra en güzel yerini,
Sana ey Dicle, şimdi muğberrim!..
Bilirim, sus, bizim de cürmümüzü!..
Belki senden daha günehkârız,
Onu ihmâl edip de dörtyüz yıl,
Şimdi bir başka müştekâ ararız.
Yatıyor çöllerinde yüz bin genç...
-Hepsi Bağdâd'a oldular kurbân-
Onların hûn-ı hârrı olmaz mı?
Cân yakan bir vesîle-i ğufrân!..
Nişantaşı, 6 Mart 1917
YÂR-I NAîM
Ne o çehrende ân be ân kararan ?..
Beni korkuttu gördüğün rü'yâ!..
O karanlık, ölümlü uykundan,
Söyle Bağdâd, uyanmadın mı daha?..
Ufk ağarmış, güneş doğar, belki
Yine her yer şükûfe-zâra döner;
Bu huzûzât içinde akşamki
Elem-i müştail de belki söner!..
Ben eminim, bu mâtemî firkat
Geçecektir.. Yine (Behişt-âbâd)
Olacaksın... eminim., âh fakat!..
Yar ü ağyâr önünde ey Bağdâd.
Hasm-ı âmâle, düşmen-i hisse
Çiğnetüb durma hurmalıklarını,
Adelâtın takallüs eylemese,
Duymasam gizli hıçkırıklarını.
Seni ölmüş.. ve büsbütün ölmüş
Sanarak münkesir, harâb olurum;
Bizi de öldürür diğer bir ölüş,
Yani senden müebbeden mahrûm
Yaşamak en fecî ölümlerden
Daha dehşetli bir musibet olur...
istemem ben ilâh-ı ekberden
Böyle bir ömr-i kâhir u makhûr!..
(Ben eminim!..) demiştim, âh fakat!..
Bazan aylar geçer de hep mahmûm,
Kalırım bir tarafta bî-tâkat. .
Seni gördükçe böyle korkuyorum!.
(Uyanırsın!..) dedim, fakat heyhât!..
Ka'rı mahşer kadar derin uyku,
Çırpınır çehresinde zıll-ı memât,
Sanki hemşîre-i eceldir bu!..
Yine gördüm bu şeb Süleymân'ı,
-Vardı mâtem nişânı tâcında,
Titriyordu erîke-i şânı
Vatanın pîş-i ihtilâcında-
Dedim:
-Ey fâtih-i güzîn-i Irâk,
-Ey Fuzûlî kasîde-sâzı olan!..-
Geçecek mi bu devr-i cevr-i firak?..
Yoksa, sen söyle, ey büyük Sultân.
Ebedî mi bu hâl-i hevl-engîz,
Bu tezelzül, bu ye's ü izmihlâl ?..
Muhtecib âr içinde mâzîmiz,
Muhtefî korkusundan istikbâl!...
6 Mart 1917
DlYÂR-I FUZÛLÎ
Kârbân-ı râh-ı tecridiz hatar havfın çeküp
Gâh Mecnûn gâh ben devrile nevbet bekleriz.
Fuzûlî-i Bağdâdî
Bugün, Fuzûlî, mesâîb-penâh olan türben,
Gumûm içinde, eminim- ki ağkyor bizsiz;
O bî-nevâ-yı firâkız ki mesken ü medfen
Vatan da olsa garibiz.. yetîm-i târihiz!..
Görüşmedimse de aslâ mezâr-ı zarınla,
Revân-ı pâkini gördüm, gezerdi her yerde;
Evet Fuzûlî, senin rûh-ı nâlekârınla
Zamân zamân dolaşırdım o öksüz illerde!. .
Seninle ben dolaşırken görür ve ağlardım
O münkesir vatanın haşrolan sefaletini;
Sükût ederdi ölürken de öyle anlardım
Ki havf-ı âr ile gizlerdi her mezelletini.
Mehâsininde nümâyân melâl-i hüsranı,
Gelindi sanki, o bir girye-zâr-ı hicrânda;
Cihâna ömr akıdırken zavallı pistânı
Kanar dururdu mülevves dehân-ı küfrânda!. .
18 Nisan 1917
FUZÛLÎ-İ BAĞDÂDÎ'DEN NEF'Î-İ ERZURÛMÎ'YE
Bir tezelzüldü sanki bir mahşer,
Sordum eflâke hâif ü mağmûm,
-Erzurum'un sukûtudur!..
dediler.
Ebediyyette bî-huzûr oldum.
O âvân-ı ğumûm u hayrette
Seni andım, düşündüm, ağlayarak,
Ben olurken bu gamla nâlende,
Titriyordu sesimde kalb-i Irâk.
Kahraman Erzurum'un evlâdı,
Canlı bir kal'asıydı İslâm'ın;
Kalacaktır müebbeden yâdı,
Safha-i hâtırında eyyâmın.
Kadın, erkek, çoluk,' çocuk ne kadar
Hak yolanda şehidi var burada:
Bir muazzam hakiredir dağlar,
Kaldı bir ordu her harâb ovada!. .
Nef'î ey benim rûhumdan mütevellid necîb oğlum!..
Ben şimdi seninle biraz lıasbihâl etmek isterim. Evvelâ, senin
buraya... bu ebedîler âlemine nasıl geldiğini hikâye edeyim:
Kur'aıı'a îmân eden şâirler, Hassân bin Sâbit'in etrâfına toplan-
mışlar, herkes kendi lisâniyle Salâhüddîn-i Eyyûbi'ye, Mahmûd-ı
Gaznevî'ye, Yavuz Sultan Selim'e kasideler inşâd ediyordu. Ka'b bin
Züheyr birden bire titredi.
J j J l
iU»» lUll
kasidesini huzûr-ı nebevide okurken görülen heyecânı yine uyanmışıı.
Dedi ki:
— Öbür dünyâda üstünde demgüzâr olduğum yıldız, ben buraya
geldikten sonra kendi güneşinin etrâfmda bin defadan ziyâde devr etti.
Bununla berâber, tertîl-i Kur'ân eden şâirlerden hangisine fevkalâde
bir hâl olursa ben burada litrer, sarsılır, muztarib ve muazzeb olurum.
Peygamberimin bana perde-i şerîfesini ihsân ederken tebşir ettiği niam-ı
ebediyyeyi hâlâ görmedim.
Ka'b bin Züheyr'e Hassân bin Sâbit cevâb verdi.
Ben de senin gibiyim aziz kardeşim, dedi. Sülâle-i maneviyye-
mizden yeryüzünde bir ferd kalıncaya ve o ferd son mısrâını söyleyin-
ceye kadar biz huzûr-ı sermedıden nasîb-i mevûdu alamayacağız.
Hassân bin Sâbit'e teveccühle Ka'b bin Züheyr sözünde devâm
etti.
— Fakat bu seferki lıâleti hiç bir zamân hissetmedim dedi. Şâir-i
tâib Ebû Tayyibi'l-Mütenebbî eşkıyâ elinde paralanırken bile, ben
bu kadar sarsılmamıştım. Âfâk-ı fenâdan atılan sihâm-ı hâdisâtın bu
dakikada acabâ hangisine hedef oluyoruz?..
O sırada sen birdenbire göründün ey Nef'î!. . Lerzâıî u nâlân, iki
elin kanlı başını havaya doğru tutmuş, dergâh-ı izzeti arıyordun.
Acem şâirleri Enverî ile Örfî,
Âh!... O... Bizim Osmanlı cemiyyetine hediyye ettiğimiz büyük
şâir Nef'î... Osmanlı pâdişâhlarının menâkıb-ı gazavâtını terennüm
eden mısrâları yeryüzünden aksederken biz rûhlar, raksân olurduk,
dediler.
Ebedîlere büyük bir keder müstevli oldu.
Bu sükûnetserâ-yı lem-yezele
Kan u efgân içinde geldin sen;
Havf u hiddetle, gayz u haşyetle
Müştekiydin Murâd-ı Râbi'den.
Doğrulup bârgâh-ı Mevlâ'ya,
dedin:
— Ey Rabb-i adi ü Rabb-i ibâd,
Sana geldim garib ü bî-vâye
Beni koydu bu hâle kahr-ı Murâd!..
Sana geldim şehîd ü âvâre;
Söyle ey Rabb-i münzili'l-Kur'ân,
Söyle sen, yazdığım kasidelere
Yakışır mıydı böyle bir ihsân?...
Bu sözlerin âlem-i ervâhda bir gulgule, bir feryâd koparttı ey
Nef'î!.. Kur'
an'a îmân eden her şâir senin gibi ve seninle berâber,
Murâd-ı Râbi'den senin hûn-ı masûmunu davâ ediyordu.
Burada gece yok, gündüz yok. Aradan ne kadar zâman geçti
bilmem. Seni bârgâh-ı Mevlâya müteveccih, duâ eder bir hâlde gördüm.
Biz duâyı yalnız fânilerden beklerken senin bu hâlin hepimizi i'câb
ediyordu. Sözlerini dikkatle... cân ve îmân kulağıyla dinledim. Sen,
vecd ve istiğrâk içinde, kendinden geçmiş,
— İlâhî!.. Murâd-ı Râbi'den râzı ol. Ve onu lûtf ve kereminle
irzâ et, diyordun. Benim kanım ona bin kerre helâl olsun, o, eğer beni
öldürmekle âsim ise, işte nâme-i a'mâlim, o günâhı benim hesâbıma kayd
et. Ben eğer bi-gayr-ı hakkın idâm edilmiş olmakla sevâba girmişsem,
bu sevâbı sen onun defter-i a'mâline geçir yâ Rabbi!..
Beni affet... O yalancı dünyânın kendi gibi yalancı teessürlerine
kapılarak, bir »âmân ondan sana şikâyet etmiştim. Günâh ve cürmümü
affet ilâhî!..
Sen böyle söylüyordun Nefî!. Hâlindeki bu tahavyüle ben beht-i
azîm ile hayret ettim. O dakikadaki şevk ve şükrânmm sebebini sen,
yine kendi tavsifinle,
Hem döner, hem eşkini eyler safâsından revân
Tavrında ebedîlere anlatırken diyordun ki:
— Sultân Murâd-ı Râbi. O benim büyük pâdişâhım. Bağdâd'ı
nihâyet istirdâd etti. Bakınız işte imâm-ı Azam'm türbesini tavaf ile
İslâm'a nusret diliyor. Şeyhülislâm şâir Yahyâ Efendi de pâdişâhın
arkasında, huşû-ı tazîm ile el bağlamış, gözlerinden mübârek çehresiyle
ak sakalına Katif'in incilerinden daha güzel yaşlar dökülüyor. Bakınız,
işte Dicle, işte Fırât!.. Irâk'm bu iki dîde-i hayâtı da şimdi şevk ile,
şükrân ile ağkyor. Yetim Irâk, yetim Bağdâd, eb-i ezelîsine kavuştu.
Kâşki bin canım daha olaydı da pâdişâhımın cellâdı elinde ve tahtı
önünde revân olaydı!... O vakit ben buraya şâkî değil, şâkir, lerzân
değil, raksân gelirdim!...
Âh ey Nef'î.. Bu hutben hepimizi vecde getirdi. Ve her tarafdan
bir ğulğule-i şükrân, bir velvele-i duâ yükseldi. Beklediğimiz kıyâmet
başka bir sûrette ve başka hâlette kopmuştu. Kurân'a îmân eden şâir-
ler, Hassân bin Sâbit'i imâm ederek, bârgâh-ı alâya yüz tuttular, ve
duâlarına va'd-ı kabûl alıncaya kadar Sultân Mu.râd-ı Râbi için A^ah'-
tan göz yaşlarıyla af ve ğufrân niyâz ettiler.
Şimdi ey şâir!. . sen de, ben de-senin ve benim gibi bir çok ehl-i
îmân da- yetîmiz.. yetîm-i dâr, yetîm-i diyâr, yetim-i târihiz. Benim
Bağdâdım da senin Erzurumun gibi a'dâ-yı dîn elinde inliyor.
Dicle'ye bak: dalgalarından,
Revân-ı pâk-i Muhammed semâde giryândır
Muhalledâtını islâm'ın ettiler tahrif
İmâm-ı Azam'ın âfâk-ı ictihâdında
Eder mücâdele nâkûs ile ezân-ı şerîf!..
nevhaları buralara kadar aks-endâz!..
ÂLLÂHU EKBER!..
Fırât'ı dinle: Mevcelerinden.
Ser-i mübârekin ey kurre-i dü çeşm-i resûl,
Şehâdetinde senin ten cüdâ olup gitti;
Bugün de -tâli-i İslâma bak ki -meşhedini
Verip adûya yetîm-i vatan cüdâ etti!..
I
nâleleri buralarda bile velvele-sâz!..
ALLÂHU EKBER!...
Ey Nef'î, ey benim rûhumdan mütevellid oğlum!. Biz şimdi her ikimiz,
hem tâli u hem-derdiz.
Seninle berâber, gel, Sultân Murâd-ı Râbi'in huzûr-ı mübârekine
yüzler sürelim. O hamiyyetli pâdişâh bize hem delil olsun. Hem şâfi.
Halîfe-i bi'l-hakk îslâmın livâ-yı hâkimiyyeti senin Erzurumunla
benim Bağdâdımm burçları üstünde gâlibiyyetle temevvüc edeceği
güne kadar bize terettüb eden vazife ağlamak ve yalvarmaktır, biz bu
vazifeyi ifâ ederken secdelerimizle Arş-ı a'lâ titresin!...
Zi'l-Kade 1335
BASRA'YA BİR NİYÂZ
Asırlarca seni pâmâl-i ihmâl ettik ey Basra,
-Azâb-ı yâdı her gün çırpınır vicdân-ı ümmette-
Bizı dın-i mübîne hürmeten affmla tevbîh et,
Sen ey Islâm-ı bî-ârâmın ilk şehri olan belde!...
25 Mayıs 1917
Küfe ile Basra şehirleri İslâmm ilk eser-i imârıdır.
YİNE O MEHCÛREYE
Tehyîc eder mi, söyle, perîşân hayâlini,
Her mâh ufuklarında doğarken hilâli nev?. .
Necm ü hilâli yâd ederek eşk ü âh ile
Ummânların kenârına düşmüş garibi sev.
25 Mayıs 1917
MUHİBB-1 EDÎBlM AHMET RÂSİM BEY'E
Siz bugün yazı yazanlarımızın büyük biraderi, ağabeyisiniz. Balkan
harbinde şehîd olan oğlunuzun size döktürdüğü göz yaşlarını bile
devlet ve millete imtinân olmamak için ketmettiniz. Yalnız bir kerre,
sokakta gördüğünüz hasta neferin hangi alaya mensûb olduğunu
öğrendiğiniz zamân (âh bizimkinin alayı!..) telehhüfü zabt edilemeyen
kısa bir hıçkırık gibi kaleminizden çıkmıştı. (Şehidin Babası) ünvâniyle
yazdığım şu hikâyeyi nâm-ı üstâdânenize ithâf etmeme lütfen müsâade
buyurunuz. Sizi o babalardan ve en değerlilerinden biri olmak haysi-
yetiyle bâ-kemâl-i ihtirâm selâmlarım aziz arkadaşım ve birâderim.
S.N.
ŞEHÎDÎN BABASI
Meclis-i mâliye azâlığından mütekâid pederi otuz beş sene evvel
vefât etmişti. O zamân kendisi yirmi bir yaşında, Mekteb-i Mülkiyye-i
ŞâhânenİD son sınıf imtihânlarını ihzâr ile meşgûl idi. Babasının İrti-
hâlinden iki ay sonra aliyyü'l- a'lâ, derecede şehâdetnâme ve ğâlibâ
altı yüz kuruş maâş ile bir nezârete memûr oldu.
Babası ona Cerrâhpaşa'da denize nâzır, güzel bir hâne ile Emin-
önün'de üç dükkan ve Galata'da küçük bir hâne mîrâs bırakmıştı.
Şu bir kaç parça mülkün irâdı, o zamânlar temîn-i refâh etmeye kâfî
idi. Bununla berâber taşralarda çalışmak isteyerek, bir kaç seve sonra,
bulunduğu kalemi terk ile, bir vilâyetin maiyyet-i memuriyyetini
istidâ etti. Emeli Anadoluyu, anavatanı dolaşarak hem hizmet etmek,
hem memuriyyet maaşından tasarruf edeceği para ile adaların birinde
bir köşk yaptırarak, ömrünün son senelerini zarif bir bahçe ile zengin
bir kütüphâne ortasında geçirmekti.
Dünyâda yalnız bir validesi ve efrâd-ı âile nâmına da kendisini
büyütmüş olan bir dadısı vardı ki vâlidesinin cihâz halayığı iken eski-
dikçe dostu, hemdemi, hemderdi olmuştu.
O, küçük âilesini müstashiben mahall-i memûriyyetine azimete
hâzırlanırken, mahallesinde, genç memûru birkaç gün düşündüren
küçük bir hâdise oldu: Evlerine muttasıl ahşâb hâneye yeni bir âile
nakl etmişti. Genç bir kızm ara sıra pürüzsüz, titrek bir sadâ ile okuduğu,
Nihânsm dîdeden ey mest-i nâzım,
Bana sensiz cihânda cân ne lâzım!..
Benim sensin felekte sâyesâzım,
Bana sensiz cihânda cân ne lâzım!..
mısrâlarıyla başlayan bir şarkıyı kendi hânesinİD cünhasından teessür
ve istiğrak ile dinlerdi. O zamânı idrâk edenler, bu şarkıyı mutlakâ
tahattur ederler. Her yerde hemen her gün okunur, bestesi de güftesi
gibi merğûb bir neşîde idi.
O, yüzünü görmediği kıza muhrik sesinin delâletiyle kendi yâdında
tersim ettiği bir çehre, meselâ iri ve baygm elâ gözler, uzun kirpikler,
bey âz ve az tonbul bir yüz, bir kısmı alnının üstüne dökülmüş kumral
ve gür saçlar iâre eder ve okuduğu şarkıyı dinier, dinlerdi.
Bu ancak bir kaç gün devâm edebildi. Şu bî-günâh hâdise istisnâ
olunursa hayâtının sahâif-i güzârişine hîç bir mâcerâ-yı muâşakamn
satr-ı tazîbi karışmamıştır.
Eşyâsının lüzûmlu aksâmını ve iki sandıkı dolduran kitâplarım
alarak vâlidesiyle dadısını ve bir de on beş senedenberi hizmetlerinde
bulunan Kengirili aşçı kadını bi'l-istishâb, bir perşembe günü Akdeniz
tarikiyle semt-i maksûda revân oldu. Bindiği vapur, kendi hâneleri
hizâsından geçerken, bir rub' asırlık hayâtımn en canh hâtıraları kar-
makarışık sûrette hayâlinden güzerân oluyordu. Bu sırada, pürüzsüz,
mühtezz bir sadâ kulağına,
Nihânsın dîdeden ey mest-i nâzım!..
Mısrâını fısıldar gibi oldu. Bu tahattur onu pek ziyâde mütehassis
etmişti. Gözlerinde yaşarmak istidâdını hissederek kamarasına çekildi.
Ve bir daha onu düşünmek istemedi. Mahall-i memûriyetine vâsıl
oldukları zâmân şarkıyı da hânende-i nâ-mer'îyi de hemen büsbütün
unutmuştu.
O, taşra hayâtının fikre tenbellik ve uyuşukluk veren itiyâdâtına
kapılmayarak bir parça merdümgirîzâne yaşadı.
İstanbul'un matbûâtıyla pek iyi vâkıf olduğu Fransızcanm enâfis-i
âsârını ihtimâm ile takîp ediyordu. O kadar ki sekiz sene iftirâktan sonra
ilk defa olarak sıla-i rahm için İstanbul'a geldiği zamân arkadaşları
terakkiyât-ı fikriyyesini biraz hayret, biraz da hicâb ile takdir etmişlerdi.
Ulûm-ı müsbetenin telakk'yâtından başka hiç bir şeye ehemmiyet
vermeyen ve itimâd etmeyen o metin zekânın irs ve itiyâd sâikasıyla
bazı ebâtîle karşı zaafı hissolunurdu. Meselâ senenin bazı aylarım,
ayların bazı günlerini meşûm telakki eder, çift sayıların tek adedlerden
ziyâde bereketli olduğuna inanmak ister, her ayın ilk defa olarak gör-
düğü hilâli akabinde ilk nazarının taalluk edeceği çehreden yümn ve
nahs gelebileceğine kâil ve hele rüyâya adetâ mutekid idi. Bu hâliyle
çok defalar kendisi de istihzâ etmiş ve,
— Ne yapayım?.. Elimde değil ki!.. Bunlar benim asâbımın
akideleridir, demişti.
Muvakkat tahkîkât memûriyyetleri, kâimmakâmlıklar, muta-
sarrıflıklarla Anadolu'yu, Araplar, Kürtlerle meskûn vilâyetleri tâm
yirmi sekiz sene dolaştı. Miyâh-ı câriyenin menâzır-ı hayâtından mahrûm
ve ağaçsız çöl kasabaları, boğazlara, uçurumlara, ormanlara gömülmüş
dağ beldeleri, havâsı ceyyid veya sıtmalı gûnâ gûn yeler, işte yirmi
beş yaşından elli üç yaşına kadar geçen seneleri bel' eden mekâbir-i
ahyâ. O bunların îcâb ettiği kasveti azm ve irâdesinin kuvvetiyle
yenmişti. Ömrünün son demlerini tesliye ve terfih edecek köşk, İstanbul
adalarının birinde melâz-ı hayâtı olacak yuva, ona teşcî-i hayâliyle
muhitinin her dem izâcında iâre-i kuvvet ederdi. Yirmi sekiz sene zar-
fında yalnız döıt kerre İstanbul'a mezûnen gelerek bu uzun müddetin
ancak sekiz ayını maskat-ı re'sinde geçirebilmişti.
İffet ve istikâmet husûsunda mutaassıb, âdetâ titizdi. Ve isrâfı
sevmediği gibi hissetten de müteneffir idi. On altıncı sene-i istihdâmında
mutasarrıflığı ihrâz ettikten sonra maâşının nısfıyla İstanbul'daki
vâridâtmın tamâmını muntazaman tasarruf etti. Üç bin küsûr kuruş
maâş ile bi'l-istidâ tekâüd edildiği zamân beş bini mukaddemki me-
muriyetler maâşının tasarruf edilen miktarından olmak üzere, on iki
bin kusûr lira bankada parası mevcûd idi. Bu meblağ, o zamân her emel-i
masûmu tatmine bâliğan mâ-beleğa kifâyet ederdi.
Taşraya çıktıktan bir sene sonra bulunduğu vilâyel defterdârının
kerimesiyle teehhül etti. Kendisi gibi İstanbullu, gayet güzel itinâ
ile terbiye ve talîm edilmiş bir hanım; ki aralarında ancak sekiz yaş
kadar bir fark vardı. Evlendiler ve seviştiler. Teehhüllerinden iki sene
sonra, çöl ortasına düşmüş bir kazâ merkezinin kızgın güneş altında
sağlam güzel bir erkek çocukları dünyâya geldiyse de zavallı genç kadın,
valideliğin nimet ve zevkini dört gün kadar idrâk ederek hummâ-yı
nifâsîden vaz-ı hamlin onuncu günü terk-i hayât etti!.. Bu darbe yeni
peder olan zevci fenâ hâlde sarsmıştı, oğluna karşı vâlidelik vezâifinden
hisseyâb o'uyor, kendi vâlidesiyle dadısının nevzâda bezi ettikleri
ihtimâma o da iştirâk ediyordu. Şefkat-i übüvveti bir kat daha teşdîd
eden bu fazla ve mecbûrî iştigâl ve takayyüd, onu evlâdına diğer baba-
lardan ziyâde rabt etmişti. Çocuk büyüdükçe bu merbûtiyyet tezâyüd
etti seneler hep böyle geçmiş; tekâüdünü istihsâl ile Kınalı Ada'da,
daha evvel inşâ ettirmiş olduğa köşke yerleştiği zaman, yirmi beş
yaşındaki oğlu babasının münevver, zeki, azimkâr bir müsteşârı, bir
mahremi, en yakın arkadaşı olmuştu.
Doktora imtihanlarını vermiş, o sene mekteb-i hukûktan neşet
edecekti, Harb-i umûmîye âit seferberlik ilân olundu. Ve genç hukûk
şinâs da arkadaşlarıyla berâber davet olundukları silâh altına şitâb etti.
Ben onu bu sırada Kınalı Adasını tezyin eden her türlü esbâb-ı
refâhı muhtevi köşkündeki zarîf bahçesiyle zengin kütüphânesinin
arasında biraz münzeviyâne ve fevkalâde kibârâne ömür geçirirken
tanıdım. Ve az zamân içinde mütekâbilen seviştik, İstanbul'a nâdiren
gelir ve her geldikçe beni behemehâl arardı.
Oğlunun askerliğini mütevekkil bir tebessümle telakki etti. Hukuk
şinâs iyi bir nefer ve iki üç aylık bir talîmden sonra mükemmel bir
asker olmuştu. İhtiyat zâbitliğiyle Irâk cephesine memûr ettiler. Oradan
babasına yazdığı mektûplar pek harâretli, dîn aşkı, vatan muhabbetiyle
malî idi. Biraz sonra haber aldık ki Şuaybe önünde sağ memesinin
üstünden bir mitralyöz kurşunuyla yaralanmış ve tedâvî için Bağdâd'a
kadar getirmişler.
Bağdâd askerî hastahânesinde elli gün yattıktan sonra üç ay tebdîl-i
havâ ile İstanbul'a geldi, ne kadar değişnr'ş: Ne kadar sararmış ve ne
kadar zayıflamıştı!..
Ziyâretlerine gittim. Babası oğlunu tekrâr gördüğü için memnûn,
fakat cisminin muvâcehe-i harâbîsinde endîşenâk ve miiteelim idi.
Tebdîl-i hevâ müddeti bitmiş mi idi bilmem, Ğaliçya seferi için müretteb
fırkalardan birine memûr etmişler. Baba, oğul hîç bir kelime-i şikâyet
teâtî etmeksizin, bir kaç damla gözyaşıyla ıslanan bûseler arasında
ayrıldılar.
Galiçya'dan ikişer hafta fâsıla ve kırk gün teehhurla üç mektûb
geldi.
Bu kağıtlar bir buçuk sene evvelki tüvânâ, cedelcû zâbitin harâretli
hitâbelerini değil, asâbı gevşemiş, meftûr bir adamın yorgun hasbihâl-
lerini muhtevi idi. Son mektûbunda babasına diyordu ki:
Bu gece rüyâmda ceddinizi gördüm. Ne kadar sevimli bir adamdı!
...Beni yüzümden, gözümden öperek hâlimi ve sizi sordu. Velâdetiniz-
den çok evvel vefât etmiş, fizi bilmiyormuş. Bana da "ne vakit yanıma
geleceksin oğlum?.." dedi. Bu suâl keşki fevkalâde bir hâle işâret,
bir beşâret olsa!.
Zavallı peder!.. Bu rüyâyı hüsn-i tabîr ediyor.
— Ölü görmek hayırdır. Davet de daha pek çok zamân dünyada
kalacağına işâret!. .
Diyordu.. O bu mektûpla âdetâ müteselli olmak istemişti. Fakat
aradan haftalar, aylar geçiyor. Oğlundan haber gelmiyordu. Bu halecânlı
günlerin birinde ziyâretine gitmiştim. Artık evvelki kadar okuyamıyor
ve bahçesinin gûnâ gûn çiçekleriyle eskisi gibi uğraşmaktan âciz, açıkta
tahta veya hasır kanepeler üstünde sâatlerce dalgın, uyuşuk oturu-
yordu. Fikrini bir müddet başka şeylerle işgâl etmek istedim. Nelerden
mahzûz olacağını biliyordum. Sohbetimiz onu bulunduğu hâlden yavaş
yavaş ayırarak cânlandırmak istidâdını gösterir bir tarz aldığı zamân
demir parmaklıkla bahçeyi sokaktan aynan duvarın ötesinden ve kar-
şıki kaldmmdaıı, bir bacağı kesilmiş ceketinin üstünde kırmızı ve beyâz
renkli şeridi uzaktan bile fark olunan, genç, iri, yakışıklı bir zâbit
iki koltuk değneğine dayanmış aheste âheste geçiyordu. Bunu görür
görmez ne söylediğini unuttu. Ve birden bire sarararak dudakları tit-
remeye başladı.
— Aman yâ Rabbi!.. Benimki de böyle mi gelecek?..
dedi.
İkimiz de susmuş, ikimiz de ne söyleyeceğimizi şaşırmıştık. Aradan
beş, on dakika geçti. Sükûtu yine kendisi ihlâl ile,
— Âh gelsin de nasıl gelirse gelsin!., dedi. Onu ben gelir gelmez
evlendireceğim. Şu bahçenin ortasında, çemenlerin üstünde çenber-
lerini çevirerek koşacak torunlarım bana her şeyi unuttururlar. Koşsun-
lar, oynaşınlar, yahu?' çiçeklerimi koparmasmlar, çünkü bunları da
uzun emeklerle yetiştirdim.
Bu sözleri söyledikten sonra birkaç dakika sükût etti. Ben o gün
gelmiş olduğuma nâdim, muztarib düşünüyordum. Birden bire acı ac*
gülmeye başladı. Çehresinde o zamâna kadar hiç görmediğim bir hâl
gözlerinde vahşî bir şule vardı; ne yalan söyleyim!.. Korktum, ve
kaçmak istedim.
Habersiz geçen haftalar peder kalbinin endîşelerini dakikadan daki-
kaya arttırıyordu. Günün birinde bahçe kapısının çıngırağını ihtirâz
ile çalan bir posta müvezzi'i, hizmetçi kıza sağ köşesi damgalı resmî
bir zarf uzattı. Ve makbûzunu sonra gelip alacağını söyleyerek tecrübe-
dîde memûr, âdeta firâr edercesine uzaklaştı.
Gelen tahrîrât, harbiye nezâretinden idi. Mahdûmunun düşmandan
bir siper "istirdâd ederken, bölüğünün başında şehîd olduğu haber veri-
liyor, peder-i muhterem de hem taziye, hem kemikleri Galiçya'mn
topraklarına karışmış olan ecdâdın ervâhmı kahramanca ölümüyle
müftehir eden böyle bir oğul yetiştiımiş olduğundan dolayı tebrîk
ediliyordu.
Hem taziye, hem tebrik olunan peder, bu satırları ilk okuyuşta
hiç bir şey anlayamadı. Bir kaç kerre daha okudu. Hayır!.. Uyuşmuş
ve donmuş dimağı bu satırlara sokulmuş muammâyı bir türlü hallede-
miyordu. Ufk-ı idrâkini kaplayan sehâb-ı iblıâm henüz büsbütün
dağılmadan odasına çıkarak oğlundan son gelen mektûbu yazıhâne-
sinin orta gözünden çıkardı. Ve dikkatle okumaya koyuldu. Fakat
şimdi gelen resmî kağıdın muhteviyâtıyla oğlunun rüyası arasında sarîh
bir tenâkuz var. Mâdem ki ceddi oğluna görünmüş ve davet etmiş,
o behemehâl hânesine sâlimen avdet etmeli idi.
Ölü görmek hayra işaret, davet de dünyâda kalmaya beşâret!
.. Mektûbu da, tahrîrâtı da bir masanın üstüce ataıak, câbecâ kitâp
dolapları mevzû geniş yazıhânesinde ve eli arkasında ağır adımlarla
dolaşmaya başladı. Güneş İstanbul'un ufkundan gurûb etmiş, karşıdaki
Anadolu sâhili kararmaya yüz tutmuştu. Artık ne oğlunu düşünüyordu,
ne Anadolunun yirmi sekiz sene süren yeknesek, melâl-âlûd, kasvetli
hayâtını, daha evvele, Cerrahpaşadak' lâkayd, masûm, şen senelere
ircâ-ı tahattur etti.
Hâlin ye's ve ıztırâb ile çırpman dakikalarında mâzînin elvâh-ı
mesûdesini temâşâya dalmak ne kadar elem-âverdir!. . Hoş geçen
demlerimize "felekten çalınmış bir gün" deriz. Fakat felek, çalınmış
her günün bedelini ve intikâmmı bizden muztarib ve meftûr düştüğümüz
dakikalarda -hem de fâizi ve ez'âfıyla abr. Hâlin giıîve ıztırârından
ne vakit hâfızamızın habl-i yâdına sarılarak çıkmak istersek d&ha
derin bir girdâb-ı ducrete düşeriz. İnşânda fıtrî bir dâ'ü's-sıla-i mâzî
vardır. O tahassürü, bir de hâlin kahrıyla meftûr olduğumuz zamân,
tehzîz ve îkâz edersek, tâb-ı tahammülümüzü kendi elimimle kırmış
oluruz.
Ey fânî!.. Mâzîden husûsiyle mâzînin, senin hayâtın ve senin saâde-
tin gibi, nâ-pâydâr ve bî-vefâ eyyâm-ı ezvâkmı kara günlerinde yâd
etnjekten kork. Geçmişin tesliyet dilendiğin eli, seni hissen zayıf ve
hasta bulursa, mevcûdiyyetini kıran bir pençe-i kâhır olur.
Zavallı baba!.. O dakikada ne muhâkemesine hâkim idi, ne ibti-
yârma sâhib. Nefsini, güzel geçmiş günlerin müstehzi ve muazzib
yâdına, pür-fütûr ve bî-irâde, teslim etti.
Merhûme vâlidesi gençliğinde İstanbul'un en güzel kadını imiş.
Bu en güzel kadının enzâr-ı şefkati önünde koşan, oynayan çocuklu-
ğunu, sonra da istikbâl-i dûrâdûra âit bir gâyey? tatmin azmiyle İstan-
bul'u terk etmek istediği zamânları düşündü. Oğlunun mektûplârı
inkıtâ ettiği haftalardan biri ara sıra gözlerinde beliren ğarîp şulelerden
biri bu sefer de parlamaya başlıyordu. Birden bire gözlerini tavana
dikerek bir ik:' dakika arandı. Dudakları hafîf sûrette titriyor, boğazın-
dan bî-manâ, fakat nağmeli bir mırıltı çıkıyordu. Biraz sonra gür ve
acı bir sesle, adetâ haykırır gibi terennüm ettiği duyuldu:
Nihânsın dîdeden ey mest-i nâzım,
Bana sensiz cihânda cân ne lâzım!.
Benim sensin felekle sâye-sâzım,
Bana sensiz cihânda cân ne lâzım!
yetmiş sekiz yaşındaki dadısı küçük beyinin tam kırk senedenberi
şarkı okuduğunu işitmemişti. O hâlâ bu ihtiyâra "Küçük Bey" derdi.
Ve gülenlere de,
— Ne yapayım?.. Elime doğdu, beşiğini salladım. Aksakalh da
olsa yine benim küçük beyimdir.
İtizârını savururdu.
Dadı sessiz, sesiz ilerleyerek yarı açık kalmış olan oda kapısını»
aralığından baktı. Beyin o vakte kadar hiç görülmemiş bir hâli vardı.
Girmeye ve sormaya cüret edemedi. Biraz sonra yemeğe inmesini
ihtâr için gönderdiği hizmetçiyi de bey bir el işâretiyle savdı.
Şarkısına pek kısa fâsdalarla devâm ediyordu. Sabâh olmuştu.
Güneş Anadolunun ufkundan doğarken o aynı tavır ve edâ ile şarkısını
okuyor, okuyordu:
Dil-i vîrânımı yıktın temelden,
Geçirdin gönlümü her bir emelden,
Rehâyâb olmadın zâlim ecelden,
Bana sensiz cihânda cân ne lâzım!..
Güneşin odaya dökülen eşi'a-i muhrikası ona şarkısını kestirdi. Artık
dolaşacak kuvveti de kalmamıştı. Gözü, masanın üstünde açık duran o
kefen suratlı iki kağıda ilişti. Önünde tevakkuf etmiş dokunmaya
âdetâ cesâret edemiyordu. Uykusuzluktan, açlıktan bî-tâb kızarmış
gözlerinde mâ'hûd şule, birden bire her zamankinden daha şiddetle
peydâ olarak, evvelâ oğlunun mektubunu, sonra da Harbiye nezâretinin
tahrirâtını okudu. Bunda anlaşılmayacak hiç bir şey yoktu. Dün ak-
şamdan beri intikal edememiş olduğuna kahkahalarla hayret etti.
Mesele pek sarih: Ordu oğlunu hidemâtma mükâfaten terhis etmiş.
Hiç oğlu ölen bir baba tebrik olunur mu ?.. Bu ancak tehniyet-i terhistir.
O nerede ise, ihtimâl ki bugün, bu sabâh kendisine gelecek, akşamdan
beri endişenâk, s âkit duran dadısını çağırdı:
— "Artık bizim çocuk geliyor. Evvelâ dedem tebşir etti. Şimdi de
ordudan haber veriyorlar. Bana bir kahvaltı hâzırla. İlk vapurla gelmek
ihtimâli var." dedi.
Bu müjde ile sevinen dadının hemen hazırladığı kahvaltıyı kır
sakallı küçük beyi yerken, cefakeş kadın, her iki beyini kavuşturacak
olan Cenâbullâha şükr ediyordu.
Ümitvâr peder ilk vapuru istikbâle gitti. Kmalı'ya yalnız "iki
yolcu çıkmıştı. Sükût ile hânesine avdet ederek diğer vapura ve...
vapurdan vapura nakl-i intizâr etti. Vapur bulunmadığı sâatlerde de
dürbin elinde denizden geçen kayıkları birer birer tarassud ve gözden
ğâib oluncaya kadar takîb ederdi. Âh!. . ne kadar kayıkların yolcularını
oğluna benzetmiş, yüreği ne kadar titremişti!...
Dört gün sonra Sabâh gazetesin<Je Bandırma istasyonuna âit
bir telgrafnâme okudu. Zahirde kendisine taalluk etmeyen bir iş.
Bununla berâber şu telgrafnâmenin oğluyla bir münâsebeti olduğunu
sezerek ilk vapurla Bandırma'ya gitti.
Oğlu orada da yoktu!..
Artık muhtelif yerlerden sık sık ona oğlunun imzâsıyla telgraflar
geliyor. Her gün bir iskelede, bir demir yol mevkifinde onu arıyordu.
O bu hayâl ile ne kadar bî-karâr olmuş. Ne kadar fırtınalı havaların
yağmurlu soğuk günlerin mehâlikini bâzîçe-i emvâc olan küçük, dar,
pis bir vapurda bazan bir maunada, bir kayıkta sâkit ve sabûr atlat-
mıştı! . .. Silivri'den Erdeğe, Gelibolu'dan Gemliğe kadar Marmara'-
nın Şarkında, Garbında, Cenûbunda, Şimâlinde ne kadaı iskele ve ne
kadar ada varsa hepsini birer birer aradı. Mevhûm telgrafnâmelerin
temâdî eden yalanları onu me'yus değil, daha ziyâde ümitvâr ediyordu.
Zarif bahçesi, torunlarının çenberleri çemenleri üstünde dönmeden,
çiçekleri, ağaçlarıyla harâb olınuş, zengin kütüphânesi, nisyânın her
gün biraz daha maddîleşen tabakât-ı mütekâsifesiyle tozlar ve örüm-
cekler içinde, metrûk bir türbeye dönmüştü.
Kimseyi ne ziyâret, ne kabûl ediyordu. Aylardan beri bî-çâreyi
görmemiştim. Konya'dan avdet ederken İzmit istasyonunda tesâdüf
ettim. Ne kadar değişmiş ve ne kadar ihtiyâr ve harab olmuştu!..
Oğlundan yine telgraf almış, bizim trende imiş. Evvelâ yolcuları, sonra
kompartımanları, eşyâ vagonlarını, lokomotif arabasını biıer birer
aradı. Pek yorgundu. Oğlunun bu sefer de çıkmadığını görünce oradaki
tahta kanepenin üstüne yıkılır gibi oturarak,
— Âh!, nerede kaldı!... Baba olmamış ki bu kadar intizârın bir
babaya ne kadar eziyet verdiğini bilsin!., dedi.
Nişantaşı, 8 Ağustos 1918
SÜBHÂNEKE YÂ MUHAVVİLE'L-AHVÂL!..
Aradan beş asır değil, elli bin sene geçse yine bu kadar sükût
edeceğimize ihtimâl verilmezdi. Evet, öyle bir sükût ki hazîz-i zille-
tinde esfel-i sâfîlin a'lâ-yı illiyyîn kalır!. .
Bu beş asrın bizde ne kadar tahrîbât-ı maneviyye icrâ ettiğini
tayin için tedkîkât-ı arnikaya ihtiyâç yoktur. Tarihten yalnız hir vakayı
yâdımızda ibyâ ve ibkâ etmek kifâyet eder:
Timurlenk Sivas'ı zabt ile Yıldırım Bayezid'in şehzâdesi Ertuğrul'u
şehit ederken, o bedbaht şehir, bu talisiz şehriyârın memâlik-i meftûhası
idâdına yeni dâhil olmuştu.
Bir belde, iltihâk etmiş olduğu mülkün hayât ve mukadderât-ı
umûmiyyesine derhâl iştirâk edebilirse de müşâreket-i hissiyye butûn-ı-
adîdenin âmîziş-i hâtırâtıyla vücûd-pezîr olur.
Mülk ile mâlik arasındaki revâbıt-ı samîmiyyeyi teşyîd edebilecek
zamân geçmeden Timurlenk Sivas'a müstevli oldu. Bu musibet-i muzâafa
Bayezid-i evvele Yıldırım gibi isâbet etmişti. Pâytahtı olan Bursa'nın
etrâf nda günlerce tenhâ ve melîl dolaştı. Bu geşt ü güzâr arasında
kaval çalan bir çobana tesâdüf eder. Zâten müheyyâ-yı feverân olan
teessürâtmı tehyîce bu perişan nağmeler kâfi idi.
— Çal çoban çal!.. Ne S'vas gibi şehrin yıkddı, ne Ertuğtul gibi
oğlun öldü!..
>
Diyerek ağlamaya başladı. Bu târihi nevhanın manâ-yı mü'limini
hiç bir mersiye bu kadar rikkatle ifâde edemez. Zavallı pâdişâh ve za-
vallı baba yıkdan şehriyle ölen oğlunun ser-nüvişt-i siyâhı önünde
ayn-ı hiss-i telehhüfü ihtivâ eden bir şefkat-i necibe göstermişti!. .
Fakat şimdi bize ne oldu?. Ne oldu ki beldeler değil, kişverler
gidiyor da biz yine hodgâm, yine miskin bir lâkaydî ile onlara acımak,
hayır acımak şöyle dursun, onların mâtemine hürmeten her günkü
hazz ve zevkimize bir dakika sükût emretmek istemiyoruz.
Fransa Alzas-Loren için kırkbeş sene mâtem tuttu. Türk kanıyla
sulanmış Türk nehri olan Tuna için bu gün kaç dane ağlayanımız var.
Evlâdının Osmanlı hissiyle çarpan kalpleri Türk göğüslerine bile şeref
verecek derecede sâf ve metin olan Basra için mâtem tutanlarımız
nerede ?
Vâlîsinden işittim: Hükümetimiz Erzurum'u tahliye ederken erzâk
ve eşyâ-yı resmiyyeyi nakl eden arabalar, ahâlinin askere hediye ettik-
leri zahire arabalarıyla şehrin kapısı önünde karşılaşmış, serhaddimizin
dörtyüz bu kadar senelik nigehbân-ı fedâkârı olan Erzurum için...
Eski Osmanlı pâdişâhlarının menâkib-i gazâsını asırlara terennüm
ettiren Nef'i'nin vatanı için ağlayan gözlerimiz nerede?..
Felâketler karşısında hayât-nisâr olmak kadar büyük bir fazilet
vardır ki o da mesâib-i umûmiyye muvâGehesinde mâtemdâr bulun-
maktadır. Fakat biz, Haktan ve halktan hayâ etmeyerek Basra'nın
mâtemini Varşova'nın bayramıyla Erzurum'un elemini Bükreş'in
şenliğiyle telvis ettik.
Beyoğlu bu hem iğrenç, hem mashara münâsebetlerden biriyle
birgün eğlenirken tramvayda bir Erzurumluya tesâdüf ettim. Vatanının
necâtına taalluk eden fikr-i sâbiti bîçâreye Erzurum'un istirdâd edilmiş
olduğu zannını vermiş, helecânlı bir sesle benden sordu ki:
— Bu bayraklar niçin asılıyor? Erzurum'u geri aldık mı?..
Cevâb vermekte tereddüt ettim. Hakikati söylemekle onun ümmid-i
mâtemdârma hürmetsizlik edeceğimden korkuyordum başka bir yolcu
"Romanya'nın pâytahtı müttefik ordular cânibinden zabt edUmiş"
olduğunu tebşir ile ErzUrum'lunun kanayan kalbine kâhir bir müşte-i
itm;nân indirdi. Bîçâre Erzurum'lu ümitten ye'se ve ye'sten tehevvüre
intikâl ederek memleketinin kara hayâli önünde bu kırmızı bayrakları
simsiyâh gören bir nazar-ı ğayz ile etrafına bakarken yanından ayrıldım.
Şimâlden Cenuba geçelim:
,
Biraz da ihmâlimizin pâmâli olan Basra'dan geçen esirlerimize
Basralı zükûr ve nisvânm gösterdiği âsâr-ı şefkati Tanin gazetesinde
okumayan ve ağlamayan kimse kalmadı.*
* Tanın gazetesinin 21 Muharrem 1335, 18 Teşrin-i Sani 1916 tarihli nüshası, mübadele
olunan zuafâ-yı üsera miyanında Hindistan'dan avdet eden askerlerimizden bir ikisiyle gaze-
tenin muharriri arasında vaki olan bir mülakatı tafsilen hâkî bir makaleyi muhtevidir. Şu
birkaç satırı oradan aynen nakl ediyorum:
Emir çavuşu kısa bir tevekkuftan sonra yine sözüne devam etti.
Basra'da islâm tezahüratı
Sabah, yine kelepçeler bileklerimizde olduğu hâlde ikişer olduk. Ve yürümeye iktidarı olan,
olmayan hepimiz Basra'ya doğru ilerlemeye başladık. İngilizler bu gün diğer günlerden fazla
bir takayyüd gösteriyorlardı. Eski muhafızlara refakat eden Hindli müslümanları ĞURĞTJ ve
İngiliz neferatıyla tebdil etmişlerdi.
Şehre dahil olurken meyus feryatlar aks etmeye başladı. Şehrin sokaklarından geçerken
bir müslüman mahşeri arasında bulunduğumuzu samimi bir memnuniyetle görüyorduk. Ve
her ağlayarak bağıran, Cenab-ı Haktan din kardeşleri için niyaz-ı merhamet eyliyordu. Evlerin
damlan üzerine çıkan müslümanlar, kadın, erkek, İngilizlerin bütün şiddet-i mümanaatlarına
rağmen üzerimize ekmek, şeker, sigara yağdırıyorlardı. Kadınlar bu havaliye mahsus olan
mâtem hıçkırıklarıyla feryad ediyor ve ellerindeki yiyecekleri bize elimize vermek için muha-
fızların üzerlerine atılıyorlardı. Bu silahsız tehacüm gittikçe tezayüd ediyordu. ĞUR&U'lar
kalabalığı dağıtmak için ahaliyi dipçiklemeye, itmeye uğraştılar. İslamlar buna büsbütün
münfail olarak eskisinden daha şiddetle, ellerindekilerini esir dindaşlarına vermek için atıl-
mışlardı. ..
O vefâkâr halk bizim bu kadar vefasız olduğumuzu bilmem biliyor
mu ?.. Şattülarab evlâdı arasında;
— Anavatanımızın kalbgâhı olan payitahtımız kim bilir şimdi
bizim için ne kadar .müîeellimdir ?. . .
Diyenler var mıd'r?. . Evet var, ve yemin ederim ki pek çok var.
Hepsi de iki senelik yetimliğini kendi hiss-i muhabbetin bu iğfâl-i
masûmuyla tesliye ediyor. Fakat biz Alman ordusunun Varşova şehrine
girdiği gün kopardığımız hây u hûy-ı şâdî ile Basralmın kanâat-ı sâfiye-
sine öyle bir latme-i tekzîb indirdik ki acısını asırlar unutmayacak
ve unutturmayacaktır.
Ey Sivas şehri!.. Bahtiyâı ol ve iftihâr et ki izzet-i nefsi yolunda
harâb ve türâb olan bir pâdişâh kendi oğlunun türâbıyla senin harâbma
birlikte ağladı.
Ey yüz senedenberi mütevâliyen ğâib ettiğimiz vilâyetler, ülkeler!..
siz bizi affetseniz bile biz Allah'ın ve târihin düşnâmmdan tahlîs-i nâm
ve nâmûs edemeyeceğiz.
Ey vatan için cân verenler!., ey vatan yolunda uzuvlar fedâ
edenler!.. Ey vatanın serhadlerinde ve topraklarında etten ve kemikten
siperler yapanlar!.. Ve ey buQİarm mâtemdâr veya endişekâr-ı hişânı!
.. Siz bu kitle-i hodkâmm dâimâ fevkinde kalınız.
Nişantaşı 4 Mart 1917
BİR DERD-İ KADÎME RÂCİ
Yâd-ı zıyâı İslâmın hazîre-i hâtıratmda bir tayf-ı tahassür gibi
dâimâ dolaşacak ve dâimâ ağlayacak olan Endülüs'ün mâcerâsmı ilk
işittiğim zamân henüz on yaşına girmemiştim. Tâm kırk senedir
İspanya'ya gayz ve kinim var. Kübahlann uzun seneler süren isyâ-
nıyla Amerika-İspanya muharebesinin tahaddüs etmek üzere bulun-
duğu bir zamânda ve Mayn zırhlısının gark edildiği günlerde şu manzu-
meyi yazmıştım:
KÜBALILAR
-Endülüs şühedâsına -
Nedir bu rakabe-i gerden-şiken ki her yerde
Eder tahakküm a'sârı dembedem tecdîd ?..
Niçin bu dîde-i idrâki habs eden perde,
Ziyâ-yı feyzini müstakbelin eder tehdıd?..
Yıkıldı Endülüs.. Eyvâlı unutmadık hâlâ!..
-Bana gelir ki o bizden umar bugün imdâd-
Döver ufuklarını bin sadâ-yı vâveylâ,
Geçen mezâlimi eyler harâbeler tadâd..
Penah-ı zulm ve tağallüb kesilse de dünyâ,
Beşer musahharın olmaz yine ey ispanya,
Felâketi Küba'nın celb eder felâketini,
Seni harâb edecektir bu ye's-i azm-efzâ.
Eğer ümid ediyorsan bekâ-yı şevketini,
Bütün ümitler etsin seninle istihzâ!.
Bursa

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,94 M - Bugn : 4982

ulkucudunya@ulkucudunya.com