« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

26 Ara

2011

MEHMET ÂKİF ERSOY HAYATI VE ESERLERİ HAYATI

01 Ocak 1970

Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel
semtinde doğmuş ve 27 Aralık 1936 Pazar günü, saat 19.45’te Beyoğlu’ndaki Mısır
Apartmanı’nda vefat etmiştir.
Mehmet Âkif’in babası Mehmet Tâhir Efendi (1826-1888) ve annesi Emine fierife
Hanım’dır (1836-1926). Mehmet Tâhir Efendi çocuk yaşta Arnavutluk’tan İstanbul’a gelerek
tahsil etmiş ve Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmiş âlim ve ârif bir zattır. Annesi ise
aslen Buharalı olan Tokatlı bir aileye mensuptur. Ailenin Âkif’ten sonra Nuriye adında bir de
kızları olmuştur.
TAHSİL HAYATI
Mehmet Âkif, dört yaşında iken Fatih’te Emir Buhârî mahalle mektebine (yuva) gönderildi
ve tahsil hayatına başladı. Burada iki sene ve sonra sırasıyla üç sene ibtidâî (ilkokul), üç sene
rüşdiye (orta okul) ve üç sene mülkiye idâdîsine (lise), sonra da iki senesi (gündüzcü olarak)
Ahırkapı’da ve iki senesi (yatılı olarak) Halkalı’da olmak üzere, dört sene de Baytar Mektebi’ne
(Veterinerlik Fakültesi) devam etti. 1893’te mektebin ilk mezunu ve birincisi olarak diploma aldı.
Mehmet Âkif, resmî tahsilin dışında, çok bilgili ve şuurlu bir zat olan babası başta olmak
üzere birçok âlimden devamlı olarak ders okumuş ve kendisini yetiştirmiştir. Lisana karşı
bilhassa kabiliyeti bulunduğundan, devamlı çalışarak Arapça, Farsça ve Fransızca’yı,
edebiyatlarını takip edecek ve tercümeler yapacak kadar iyi öğrenmiştir. Çocukken başladığı
hâfızlık çalışmalarını, bir müddet ara verdikten sonra, yirmi yaşında iken kendi kendine
tamamlamış ve Kur’an-ı Kerîm’i ezberlemiştir. Mısır’daki son seneleri de Kur’an meâli ile
meşgul olarak geçmiştir.
SPORCULUĞU
Tahsil hayatı boyunca daima derslerinde birinci olan Mehmet Âkif, aynı zamanda çeşitli
sporlarla meşgul oluyor, bunları da, derslerine mâni olmadan, en iyi şekilde yapıyordu. On dört
yaşında iken – Osmanlı toplumunda asırlardır en sevilen ve yaygın spor olan – yağlı güreşe
başlamıştı. 16-18 yaşlarında, köy düğünlerindeki güreşlere katıldığı olmuştur. Uzun mesafeleri
yorulmadan yürüyor; hafta sonları okula giderken, Fatih’ten Halkalı’ya ve bazen güreşmek için
Halkalı’dan Çatalca’nın köylerine yürüyerek gittiği oluyordu. Ayrıca gülle atar, ata biner ve çok
iyi yüzerdi. İstanbul Boğazı’nı da yüzerek geçmiştir.
Ömrü boyunca daima manevî ve fikrî bir mücadele içinde yaşayan Âkif’in, günün birinde
ve ihtiyaç hâlinde, bedenen cihâd etmek için de hazır bulunmayı bir ibadet saydığı ve bunun
için gayret gösterdiği anlaşılmaktadır.
BULUNDUĞU VAZİFELER
Tahsilini tamamladıktan sonra, Ziraat Vekâleti Baytarlık şubesinde vazifeye başlamıştı. İlk
dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi yıllık bir
memuriyetten sonra – bir başkasına yapılan haksızlık üzerine - istifa ettiğinde, aynı şubenin
müdür muavinliği vazifesinde bulunuyordu.
Öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmiye” (resmî
yazışma usûlü) dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile
Dârülhilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” müderrisliğinde bulundu. Mütareke devrinde,
“İslâmiyet’i doğru olarak halka öğretmek, yanlış bilgileri gidermek ve İslâm ahlâkını korumak”
için fieyhülislamlık’a bağlı olarak kurulmuş bir “İslâm Danışma, Tebliğ ve İrşad İlim Heyeti” olan
“Darülhikmet-il İslâmiyye”de üye ve başkâtip (genel sekreter) olarak çalıştı (Ağustos 1918 –
Nisan 1920) ve bu kuruluşun yayın organı olan “Cerîde-i İlmiyye”yi idare etti. İstiklâl Savaşı’nı
yapan Birinci Millet Meclisi’nde milletvekili olarak vazife gördü. Mısır’da 1929 yılından 1936’ya
kadar, Kahire Üniversitesi’nde Türkçe Hocalığı yaptı. Bütün ömrünü okuyarak ve okutarak
geçirdi.
Yirmi beş yaşında iken İsmet Hanım’la (1878-1944) evlenen Mehmet Âkif’in üç kızı ve iki
oğlu olmuştur.
SEBÎLÜRREfiAD DERGİSİ
Mehmet Âkif, şiirlerinin büyük çoğunluğunu “baş muharrir”i bulunduğu dergide, ilk
sayısından başlayarak yayınlamıştır. 1908’de “Sırâtımüstakîm” adıyla (Prof.) Ebululâ Mardin
(1881-1957) ve Eşref Edib (Fergan) (1883-1971) tarafından çıkarılan, 1912’den sonra ise
“Sebîlürreşad” adını alarak yalnız Eşref Edib tarafından devam ettirilen bu dergi, 1925 yılı
başına kadar çıkmaya devam etmiş ve 641 sayı yayınlanmıştı. Fikir hayatımızda ve yakın
tarihimizde çok önemli bir yeri olan bu derginin, 362 sayı yayınlandığı ikinci bir dönemi (1948-
1966) daha vardır.
SEYAHATLERİ
Okulunu bitirdikten sonra baytarlık yaparken Arnavutluk’a (İpek) giderek, amcalarını
ziyaret etmiş; Edirne merkez olarak Rumeli’yi, Adana merkez olarak Anadolu’yu, fiam ve
civarını dolaşmış; 1914 yılı başında, davetli olarak, iki ay devam eden “Beyrut – Kahire –
el’Uksur – Medine – fiam” seyahatine çıkmış; aynı yılın sonunda vatanî bir vazifeyle üç aylığına
Berlin’de ve yine aynı şekilde 1915 Mayıs’ından sonra beş aylığına “Necid (Riyad) – Medine –
fiam – Beyrut”ta bulunmuş; 1918 yılı Temmuz ayında bir ay davetli olarak Beyrut’a gitmiş;
İstiklâl Savaşı sırasında, halkı teşvik için Anadolu’yu ve cepheleri dolaşmış ve hayatının son
yıllarını Kahire’de geçirmiştir.
ŞİİR HAYATI
Lise yıllarında şiirle meşgul olmaya başlamıştı. Baytar Mektebi’nin son senelerinde bu
kabiliyetini ilerletti. Türkçeye ve aruz veznine hâkim olmuştu. Arkadaşlarına uzun manzum
mektuplar yazıyordu. Önceleri, Ziya Paşa, Muallim Naci ve Namık Kemal gibi eski üstadlar
tarzında şiirler nazmederken, daha sonra kendi üslûbunu bularak onların tesirinden
uzaklaşmıştır.
fiâirliğinin ilk devresinde yazdığı, yayınlanmamış binlerce mısralık eski şiirlerini yok
etmiştir. Bunlardan elde sadece, bazı dostlarının defterlerinde bulunan veya çeşitli dergilerde
daha önce çıkmış olan, iki bin mısra kadarı kalmıştır. Bu eski şiirlerini “Safahat” (Safhalar,
Hayattan Manzaralar) adını verdiği şiir kitabına da almamıştır.
YAZI VE KİTAPLARI
fiiirlerini, 1908’de çıkmaya başlayan ve kendisinin baş yazarlığını yaptığı “Sırâtımüstakim”
dergisinde yayınladı. Bunlar, o zamana kadar rastlanmamış derecede akıcı, sâde, halkın
hayatını anlatan ve duygularını dile getiren, millî şiirlerdi. Bir zaman sonra “Sebîlürreşad” adını
alan dergide yayınlanan bu şiirler, tamamlandıkça, “Safahat” genel başlığı altında, küçük
kitaplar hâlinde neşrediliyorlardı. 1911-1924 yılları arasında ilk altı kitap çıkmış, yedincisi ise
1933’te Kahire’de yayınlanmıştır.
Mehmet Âkif Bey, şiirlerinden başka, Sebîlürreşad’ın hemen her sayısına tefsir yazıları,
makaleler ve tercümeler de vermekteydi. Bunların da bir kısmı kitap olarak yayınlanmıştır.
DESTAN ŞAİRİ
Balkan Harbi sırasında, “Müdâfaa-i Milliye Hey’eti Neşriyat fiûbesi”nde Abdülhak Hâmid,
Süleyman Nazif, Cenab fiehâbeddin, Hüseyin Kâzım ve daha birkaç yazar ile birlikte âza
olarak bulundu. Hey’etin başkanı, zamanın edip ve şâirleri tarafından büyük saygı gören ve
“üstâd” sıfatına lâyık bulunan “Ta’lîm-i Edebiyat” müellifi Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey idi.
Bu toplantılar sırasında bir gün Recâîzâde, Âkif’e hitap ederek: “Milletin, millî bir destana
ihtiyâcı olduğunu ve bunu da ancak kendisinin yapabileceğini söylemiş ve yazmasını
istemiş”tir.
BÜYÜK ŞAİR
Mehmet Âkif, daha önce Muallim Naci ile başlamış olan, Türkçenin sade ve akıcı bir
şekilde aruza tatbikinin ilk büyük temsilcisidir. Mizahî fıkralardan en heyecanlı şiirlere kadar, en
güzel Türkçe ile, milletine şaheserler vermiştir. fiiirleri, her bakımdan, edebiyat tarihimizde
eşsiz güzellikte muhteşem parçalardır. Basit bir hayat sahnesini anlatan mısralarında bile, hem
en keskin bir zekânın şimşekleri, hem de titreyen bir gönlün gözyaşları sezilir…
Çağdaşı olan bütün büyük şair ve edibler, Mehmet Âkif’in yüksekliğini kabul edip, bunu
itiraf ve takdir eden beyanlarda bulunmuşlardır. Âkif Bey, şiirlerinde ve makalelerinde, “sadelik,
millîlik, din ve ahlâka bağlılık” şeklinde özetlenebilecek olan edebiyat görüşünü açıklamıştır.
Kendisi, en fazla önem verdiği iki değerin, “dil ve din” olduğunu söylemektedir.
fiiirlerinden bazıları bestelenmiş ve önemli bir kısmı Arapçaya çevrilmiştir.
ARKADAŞININ ÇOCUKLARI
Mehmet Âkif, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan
Tahsin Bey ile karşılıklı andlaşmışlar ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına
dair söz vermişlerdi.
Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Âkif Bey
–daima olduğu gibi– sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı. Bu
çocukların büyüğü olan Cevdet’i, Baytar Mektebi’nde okutuyordu.
Mehmet Âkif’in büyük oğlu Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheylâ
hakkında şunları söylemektedir:
“Süheylâ Hanım isminde bir evlâd-ı mânevîsi de ablalarım ile birlikte (Ankara’ya) gelmişti.
Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım. Hasan Tahsin Bey namında babamın pek
samimî arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheylâ Hanım’ın pederi ölmüş, babam da bu
çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alâkadar olmuş, netice Süheylâ ablam
Darülmuallimât’ı ikmâl ettikten sonra Darülfünûn’u dahi bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi
ondan öğrendim.”
MİLLETİYLE BİRLİKTE
AĞLAYAN fiAİR
Balkan Harbi’nin – Rumeli müslümanlarının çoluk çocuk katledildiği, nehirlerin cesetlerle
dolduğu - felâketli günlerinde, 1913 yılının fiubat ayı içinde, İstanbul’da Beyazıd Camii’nde bir
ikindi sonrası, Fatih ve Süleymaniye camilerinde ise Cuma namazlarından sonra kalabalık
cemaatlere va’az kürsülerinden hitap ederek, halkı birliğe, cihada ve orduya yardıma
çağırmıştır.
Mehmet Âkif, bu konuşmalarını, o sırada orduya destek vermek için kurulmuş olan “Milli
Müdafaa Cemiyeti”nin İrşad Heyeti üyesi olarak yapmıştı. Bu konuşmaların ilânları günlük
gazetelerde ve metni Sebîlürreşad’da yayınlanmıştır.
Bu savaşta, vahşice öldürülen mazlumların, alnına bıçakla haç çizilen ve sarıklarından
asılan din adamlarının, sürüklenip götürülen masum genç kızların acı ve ızdırapları, onun
feryad eden şiirleriyle millî vicdana ve tarihe yazılmıştır.
Kendisinin ve derginin bütün neşriyatı, daima din, vatan ve millet duyguları ile yapılmış ve
bu yayınlar, birkaç sene sonra milletçe kalkışılacak olan Millî Mücâdele’nin de tohumlarını
atmıştır. Nitekim Mehmet Âkif, 1920 fiubat ayında, ilk kurşunun atıldığı Balıkesir cephesine
koşarak, Zağnos Paşa Camii kürsüsünden halkı cihada çağıracaktır.
BERLİN SEYAHATİ
Mehmet Âkif, 1914 yılı sonunda, devlet tarafından vazifeli olarak Almanya’ya gönderilen
bir hey’ete dâhil olarak Berlin’e gitti. Burada üç ay kadar kaldıktan sonra 1915 Mart ayının ilk
yarısı içinde İstanbul’a döndü.
Harpte müttefikimiz olan Almanlar, Fransız, Rus ve İngiliz ordularında bulunup da savaş
sırasında kendilerine esir düşmüş olan Müslümanları, ayrı kamplarda toplamışlardı. Bu
kamplardaki esirlere iyi muamele ediliyordu. Bunlar için camiler ve okullar inşâ edilmişti.
Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara, Müslüman esirlere karşı güzel
davranışlarını göstererek bir cemîle yapmak; esirleri ise Halife’lerinin kendileriyle birlik
olduğunu göstererek kazanmak istiyorlardı. Bu maksatla Almanlar tarafından davet edilen
hey’etlerin birine Mehmet Âkif de katılmıştır.
Bu gibi faaliyetler, askerî haberalma ve casusluk teşkilâtı olarak çalışan Osmanlı
“Teşkîlât-ı Mahsûsa”sı tarafından yürütülmekteydi.
NECİD SEYAHATİ
Mehmet Âkif, 1915 yılının Mayıs ayı ortalarında yine resmen vazifeli olarak, “Teşkilât-ı
Mahsûsa”nın başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bir heyete katıldı.
Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan ve dört buçuk ay süren bu seyahatin hedefi Riyad
idi. fierif Hüseyin’in İngilizlerle anlaştığının ve isyan hazırlığı içinde olduğunun anlaşılması
üzerine devlete sâdık kalmış olan Necid meliki İbnürreşîd ile kendisinin hükûmet merkezi olan
Riyad’da görüşülecekti. Bu görüşme yapılarak fieyh İbnürreşîd’e gerekenler söylenmiş ve
yakınlarına gönderilen hediyeler verilmiştir.
Seyahat dönüşünde fiam’a ve Beyrut’a da uğrayan Âkif Bey, 1915 Ekim ayı başında
İstanbul’da idi.
Âkif’in fiam’da bulunduğu günlerde orada olan eski talebesi Baha Kâhyaoğlu, Suriye
gazetelerinde “fiâir-i İslâm”ın geleceğinin haber verildiğini ve Damaskus Oteli’nde toplanan yüz
kadar âlim ve şâirin Âkif Bey’e hürmetlerini sunduklarını, mütevâzı şâirin bu hâlden çok
sıkıldığını yazmaktadır.
Bu seyahat sırasında Medine’yi ikinci defa ziyaret etme fırsatını elde eden Âkif, kendisinin
en yüksek eserlerinden sayılan “Necid Çöllerinden Medîne’ye” şiirini bu ziyaretin ilhâmı ile
yazdı.
VATAN HİZMETİ
İttihad ve Terakki Hükûmeti’nin düşünce ve idare şekline muhalif olan Mehmet Âkif’in
resmî vazife kabul ederek Berlin’e ve Necid’e gitmesi, onun, hükûmet ile devleti birbirinden ayrı
görebilen vatanseverliğinin bir gereği idi. Vatanın büyük tehlikeler karşısında bulunduğu bir
sırada Âkif’in fikir ayrılıklarını mesele yapması düşünülemezdi. Esasen yerine getirdiği
vazifenin İttihad ve Terakki Partisi veya siyaseti ile bir ilgisi olmadığı gibi, Teşkilât-ı Mahsûsa
da siyâsî değil, doğrudan orduya bağlı millî bir kuruluştu.
Âkif Bey 1925 sonrasında, on yıllık savaştan çıkmış, maddî manevî zayıf düşmüş
ülkesine zarar vermemek için, yanlış bulduğu tutumlar karşısındaki büyük ızdırabına rağmen
susmayı tercih etmiştir. Ne kadar doğru da olsa, o yıllarda kabul görmeyecek ve fitneye sebep
olarak millete zarar verecek bir hareket tarzı, merhumun yüksek şahsiyetinin ve
vatanseverliğinin kabul edebileceği bir tavır değildir.
DARÜLHİKME’DE
Savaş sonrasında, halk arasında sarsılmış olan dinî ve ahlakî değerleri canlandırıp
korumak için İstanbul’da, fieyhülislâmlık’a bağlı olarak “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” adıyla bir
müessese kurulmuştu. 12 Ağustos 1918’de açılan bu teşkilât, zamanın tanınmış İslâm
âlimlerini ve fikir adamlarını çatısı altında toplayan, yüksek seviyede, bir “İslâmî, danışma,
tebliğ ve irşâd hey’eti” idi.
Mehmet Âkif, Beyrut’ta bulunduğu sırada “Dârü’l-Hikme”ye başkâtip olarak tâyin olunmuş
ve dönüşünde vazifesine başlamış, 23 Ocak 1920 tarihinde başkâtiplik üzerinde kalmak üzere
âzâlığa da tâyin olunmuştur.
Dârülhikme kurulunca, Meşîhat (fieyhülislâmlık) dâiresinin resmî gazetesi olan, aylık
“Cerîde-i İlmiyye” de Dârülhikme’nin başkitâbetine bağlanmıştı. İlk sayısı 1914 Mayıs’ında
yayınlanmış olan mecmua, bu bağlanışa kadar kırk dört sayı intişâr etmişti. Elli üçüncü
sayısından sonra on beş günlük olan derginin 45 – 58. sayıları Âkif Bey’in idaresinde
çıkarılmıştır.
Mehmet Âkif, Anadolu’ya geçerek “Kuvâ-yı Milliye”ye katıldığı anlaşıldıktan sonra
“vazifesinden izin almadan ayrıldığı” gerekçesi ile 3 Mayıs 1920’de Dârülhikme’deki
vazifesinden azledilmiştir.
MİLLÎ MÜCADELE’YE DESTEK
1920 yılı başından itibaren, Sebîlürreşâd dergisinin idarehanesi, Millî Mücâdele’ye
katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınları arasındaki haberleşmenin ve
gizli haberleşmelerin merkezi olmuştu. Gazeteler ve mektuplar dergi vâsıtası ile Anadolu’ya
gidiyor ve İstanbul’a geliyordu.
Millî Mücâdele’yi destekleyen, yabancı dilden eserler tercüme ettirilerek basılıyor ve
Sebîlürreşâd paketlerinin içinde ve başka yollarla Anadolu’ya gönderiliyordu. Müslüman Hindli
yazar fieyh Müşir Kıdvay’ın, Ömer Rıza (Doğrul) tarafından İngilizceden tercüme edilen ve
Necm-i İstikbâl Matbaasında bastırılarak gönderilen, iki eseri de bunların arasındaydı.
BALIKESİR HİTÂBESİ
1919 yılında Anadolu’daki Millî Mücâdele’nin ilk faaliyetleri görülmüş; bilhassa 15
Mayıs’ta, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ilk
cepheler açılmaya başlamıştı.
Düşman işgali altındaki İstanbul’da bunalan Mehmet Âkif, 1920 yılının Ocak ayı sonunda
Eşref Edib’le birlikte Balıkesir’e gitti. Burada, Zağnos Paşa Camii’nde Cuma namazından sonra
va’az kürsüsüne çıkarak halka hitap etti.
“Ey Müslüman!” hitâbıyla konuşmasına başlayan Âkif, önce “Cihan altüst olurken seyre
baktın öyle durdun da; Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!” diye başlayan şiirini
okumuştu.
Bundan sonra: Müslümanların neden geri kaldıklarını; insan gibi yaşamak isteyenlerin
kuvvetli olmaya mecbur olduklarını; denizaltılar, uçaklar yapan Batılıların bunu tek tek değil,
birleşerek yaptıklarını; bugün her şeyin cemaatler ve şirketler tarafından yapıldığını; bizim, bir
araya gelip çalışmayı beceremediğimiz için aynı şeyleri yapamadığımızı; geçmişteki
kırgınlıkları unutmak ve birleşmek lâzım geldiğini; eğer bunu başaramazsak, bizi idarelerine
alacak olanların, bize hayvan muamelesi edeceklerini anlatmıştı. Söylediklerini misallerle izah
ve ispat eden ve âyetlerle destekleyen Âkif, sözü Karesi’de (Balıkesir) başlamış olan Millî
Mücâdeleye getirmiş ve konuşmasını şöyle bitirmiştir:
“Osmanlı saltanatını i’lâ için Karesi’nin, bu kahraman İslâm muhitinin vaktiyle ne büyük
fedâkârlıklar gösterdiği herkesin malûmudur. Rumeli’yi baştan başa fetheden hep bu topraktan
yetişen babayiğitlerdir. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu isbât etmelisiniz. Anadolu’yu
müdâfa’a hususunda diğer vilâyetlere ön ayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz. Sa’yiniz
meşkûrdur. İnşâallah bu şân ü şeref kıyâmete kadar artar gider. İnşâallah vatanımızın
haysiyeti, istiklâli, saâdeti, refâhı, ümrânı dünyâlar durdukça masûn ve mahfûz kalır.”
TAKİP VE BASKI ALTINDA
Âkif Bey, Balıkesir’e gidip bu konuşmasını yaptığı sırada Dârülhikme’de çalışmakta, halkı
direnmeye çağıran haftalık dergisini çıkarmakta ve bunları, düşman işgali altındaki İstanbul’da
yapmakta idi.
Üstelik Balıkesir konuşmasından sonra yine İstanbul’a döndüğü gibi, çok heyecanlı ve
düşman aleyhtarı olan bu konuşmasının metnini dergisinde de yayınlamıştı. Bundan sonra
Sebîlürreşad, işgal kuvvetleri tarafından devamlı sansür edilmiş ve kendisi de takip altına
alınmıştır.
Mehmet Âkif, İstanbul’daki faaliyetleri, temasları ve neşriyatı ile Millî Mücadele’ye büyük
destek sağlamakta idi. Fakat buradaki baskı, Âkif Bey’in Balıkesir va’azından sonra daha da
artmış ve dergideki bazı yazıların, bazan tamamı “İşgal Kuvvetleri Sansür Heyeti” tarafından
çıkarılır olmuştu.
İstanbul caddelerinde devriye gezen düşman askerlerini görmemek için Âkif Bey ara
sokaklardan gidiyor, vapurların alt kamaralarında oturuyordu. İstanbul çalışılamaz hâle
gelmişti.
Bu sebeple, Millî Mücâdele’ye daha çok faydalı olabilmek için artık Anadolu’ya geçmek,
cihâdın ortasında bulunmak istiyordu.
SAVAfiIN İÇİNDE
Nihayet İstanbul’da hizmet imkânı kalmadığını gören Âkif Bey, itibarlı ve yüksek maaşlı
işini ve ailesini bırakarak, 10 Nisan 1920 tarihinde Millî Mücadele’ye katılmak üzere, gizlice
Ankara’ya doğru yola çıkmış; Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de
Ankara’ya varmış, gider gitmez faaliyete geçerek, 28 Nisan tarihli “Hâkimiyet-i Milliye”
gazetesinde de haber verildiği gibi, 30 Nisan Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kürsüye
çıkarak halka hitap etmeye başlamış ve İstiklâl Savaşı’na Burdur mebusu olarak katılmıştır.
Mehmet Âkif, o günler için çok büyük bir hizmet olarak, Ankara’da da Sebîlürreşad’ı
çıkarmaya devam etmiş; Eskişehir, Konya, Kastamonu, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya
ve çevrelerini dolaşarak, büyük gayesi, yani dini, vatanı ve milleti uğrunda canla başla
çalışmıştır. Savaş sırasında, defalarca cephelere giderek gazilerle konuşmuş, onları cihada
teşvik ederek yüreklendirmiştir.
ANKARA YOLCULUĞU
NASIL YAPILDI?
Mehmet Âkif’in Ankara yolculuğunu, bu yolculukta onunla birlikte bulunan oğlu Emin’in
anlattıklarına dayanarak şu şekilde tesbit ve hülâsa edebiliriz:
10 Nisan 1920 günü sabahı, namazdan sonra ailesiyle vedalaşan Âkif, oniki yaşındaki
oğlu Emin’i yanına alarak Çengelköyü’nde oturduğu evden hareket etti. Yürüyerek Üsküdar’da
Karacaahmed Mezarlığı’na geldiler. Burada Âkif’i, Ali fiükrü Bey (Trabzon’un maktul şehid
mebusu, 1884-1923) bir fayton ile beklemekteydi. Faytonla Kısıklı üzerinden Alemdağı’na
gittiler. Burada Millî Mücadelecilerin toplandığı bir çiftlikte (Baltacı Çiftliği olmalı) atlara bindiler
ve bir süvarinin refakatinde yola devam ettiler. Geceyi bir köyde geçirip, ertesi gün İzmit ile
Adapazarı arasında, Kuvâ-yı Milliye’ye cephane götüren bir kafileye rastlayarak ona katıldılar.
Geyve yakınlarında Kuşçubaşı Eşref ve Yenibahçeli fiükrü Beylere rastladılar. Daha ileride bu
ikisi ile birlikte topluluktan ayrılarak beş kişilik bir kafile hâlinde, demiryolundan dekovil ile
Ankara’ya gittiler.
ANKARA’YA VARIfi: 24 NİSAN 1920
Mehmet Âkif ile Ali fiükrü Bey Ankara’ya Meclis’in açıldığı günün ertesi Cumartesi günü
öğle sıralarında vardılar. Babasıyla birlikte bulunan Emin, Ankara’ya geldikleri günü şöyle
anlatıyor:
“Eskişehir’den Ankara’ya tren ile gittik... Atatürk Ankara’da idi. Millet Meclisi yeni teşekkül
etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.
“Tren öğleye doğru Ankara’ya vâsıl oldu. Ali fiükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan
Millet Meclisi’nin önünde indik. Babam bana, sen buralarda otur diyerek, Meclis’in bahçesini
gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu
Gözübüyükzâde Ziya Hoca ve daha tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvelâ Ali fiükrü Bey’in elini
sıkarak hoş geldiniz diyen Atatürk oldu; bilâhare şâire iltifat etti:
“– Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak,
ben size gelirim” dedi.
“Onlar uzaklaşır iken biz de Ankara’da, acıkan karnımızı doyuracak bir lokanta aradık.”
Meclis’in 24 Nisan Cumartesi günü yapılan ikinci toplantısının, öğleden sonra üçte
başlayan üçüncü celsesinde, Trabzon mebusu Ali fiükrü Bey’in, müzakereler sırasında
söylediği birkaç cümlenin zapta geçmiş olduğu görülüyor.
Bu bilgilerin ışığında, “Âkif Bey ve arkadaşının 24 Nisan günü öğle vakti Ankara’ya
geldiklerini ve Ali fiükrü Bey’in Meclis’in öğleden sonraki toplantısına, katıldığını” söyleyebiliriz.
O sırada henüz mebus olmayan Âkif Bey ile oğlu da büyük ihtimalle dinleyiciler arasında
bulunuyorlardı...
Âkif, Ankara’ya gelir gelmez Hacı Bayram Camii’nden başlayarak halka hitap etmiş, ikna
olunması gereken kimselerle konuşmalar yapmış, Millî Mücâdele’ye yardım edebilecek
şehirleri dolaşarak, “Kuvâ-yı Milliye”nin bir “İttihatçı” hareket olmadığını, bu vatanı da
kaybedersek gidecek yerimizin kalmadığını, bu savaşın dine ve Halife’ye hıyânet için
yapılmadığını, bunun bir “cihâd” ve katılmanın “farz” olduğunu halka anlatmış, şüpheleri
giderip, isyanları yatıştırıp, gönülleri tutuşturmuş ve büyük bir “ihtiyaç”a cevap vermiştir.
BURDUR VE BİGA’DAN
MEBUS SEÇİLMESİ
Mehmet Âkif’in Burdur’dan mebus seçilmesine, o sırada yeni seçilmiş olan bir mebusun
istifa etmesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın onun yerine Âkif Bey’in yazılmasını istemesi, sebep
olmuştur.
Ankara’ya 24 Nisan’da gelmiş olan Âkif Bey’in seçilmesi, Paşa’nın 29 Nisan 1920 tarihli
bir telgrafı ile Burdur’un bağlı bulunduğu Konya vilâyetinin vali vekili ve kolordu kumandanı
olan Albay Fahreddin (Altay) Bey’e bildirilmiştir. Burada yapılan seçim sonucunda en fazla oyu
Âkif Bey almıştır.
Mehmet Âkif Bey’in, Burdur’dan seçildiğinden haberi olmayan Bigalıların da, onu mebus
intihâb etmelerine neyin vesile olduğunu bilemiyoruz. Ancak birkaç ay önce Balıkesir’e giderek
Millî Mücâdele’yi teşvik bâbında Zağnos Paşa Cami’inde konuşma yapmış olan Âkif Bey’in,
aydınlarca esasen bilinen şahsiyetine ilâveten halk tarafından da iyi tanındığı ve böyle bir
meselede isminin ilk akla gelenler arasında bulunacağı tabiidir. Burdur’da olduğu gibi burada
da en fazla oyu almış olması da bunu göstermektedir.
MİLLÎ MÜCÂDELE KONUfiMALARI
Mehmet Âkif’in, İstiklâl Savaşı yıllarındaki hizmetleri arasında, Kastamonu’da yaptığı
faaliyetlerin ayrı bir yeri vardır. İstanbul’dan ve Batı Anadolu’dan Ankara’ya geçişlerin ve
yapılan silah vesair hayatî yardımların yolu üzerindeki en önemli bir liman ve merkez olan
Gelibolu ve Kastamonu ile civarında, Ekim-Aralık 1920 aylarında dolaşarak ve Nasrullah
Camii’nde toplanan halka defalarca hitap ederek, harbin gerçek sebeplerini ve dünyanın o
sırada bulunduğu siyasî durumu açıklamış; bütün müslümanları ve Osmanlı Devleti’ni tehdit
eden tehlikelerin asıl kaynaklarını anlatmış; halkı ciddi olarak bilgilendirmiş, böylece onların
şuurlanmasını ve mücadeleye katılmalarını sağlamıştır.
Bu sırada Sebîlürreşad’ın üç sayısı da Kastamonu’da yayınlanmış ve kendisinin çok
önemli olan konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu’ya
ve cephelere dağıtılmış; camilerde, derneklerde ve askerî birliklerde okutulmuştur.
Mehmet Âkif’in bu konuşmaları, hâlen, İstiklal Savaşı’mızın ne için, nasıl ve hangi
gayelerle yapıldığını, ilk defa ve içinde yaşayarak anlatan en önemli ve çok kıymetli, tarihî
belgelerdir.
MANEVÎ ÖNDER
Halk tarafından çok iyi tanınan ve sevilen Mehmet Âkif’in Ankara’ya giderek “Kuvâ-yı
Milliye”ye katılmış olması, bütün millet üzerinde çok müsbet bir tesir uyandırmıştır.
Mehmet Âkif’in, sağlam imanı, itidali ve akl-ı selimi ile, o ağır şartlarda mümkün olan en
meşru, mâkul ve doğru olan kararı vereceğine güvenildiği için, onun bu harekete katılarak
onaylamış olması, Millî Mücadele’nin, Birinci Dünya Harbi’ne katılışımız gibi, “İttihatçıların,
sonu kötü bitecek bir macerası” olacağından korkan veya “devlete karşı bir isyan” olduğunu
düşünerek samimiyetinden şüphe eden birçok kimseyi tatmin etmiş ve onların da maddî
manevî güçleriyle mücadeleye katılmalarını sağlamıştır.
Onun, sessiz, mütevâzı, hiç kimsenin başına kakmadan, övünmeden, makam ve maaş
beklemeden ve insanların kendisinden böyle bir şey beklemediği bir sırada, her şeyini tehlikeye
atarak yaptığı bu büyük fedâkârlık, kahramanlık ve kısacası “büyük vatanseverlik”in değerini
bilen tarih ve fikir adamları, hiç tereddüt etmeden Mehmet Âkif’e, “İstiklâl Savaşımızın Manevi
Önderi” sıfatını vermişlerdir.
Mehmet Âkif, bu şekilde, bütün mevcudiyeti ile katıldığı İstiklal Savaşı’nı, önce, bütün
Müslümanların başı olan Türkiye’yi, sonra da İslâm âlemini hatta bütün Doğu halklarını maddi
manevi esaretten kurtaracak bir mücadelenin başlangıcı olarak görüyordu.
ÂKİF’İN SAMİMİYETİ
Mehmet Âkif’in Müslüman Anadolu halkı üzerinde büyük te’siri vardı. Onun gerçek bir
dindar, katıksız bir vatansever ve hâlis bir mücâhid olduğunu bilen Müslüman aydınlar ve halk,
ona tam bir itimad beslemekteydiler. Gerçekten de Âkif bu itimada lâyıktı ve geçmişi olduğu
gibi, yaşadığı hâl de bunun şâhidi idi.
Kastamonu hitabesi sırasında Mehmet Âkif Bey, kırk yedi yaşında bulunuyordu. O sabah,
yanında taşıdığı kitabın ne olduğunu soran Kastamonulu Hâfız Ömer Efendi’ye şu cevabı
vermişti:
“Tefsîr-i Celâleyn’dir. Bunu dâima yanımda taşır, Kelâm-ı Kadîm gibi okurum. fiimdiye
kadar on sekiz defa hatmettim. fiimdi on dokuzuncu hatme devam ediyorum.”
İSTİKLÂL MARfiI
Yazdığı şiir, 12 Mart 1921’de, Meclis kararı ile “İstiklâl Marşı” olarak kabul olunmuştu.
İstiklâl Marşı’mızın yazılma hadisesi de hem milletimize hem de Âkif merhuma tam olarak
yakışan bir özellik ve güzellik göstermektedir:
Genel Kurmay’ın Millî Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek, “Bu savaşımızın mânâsını
anlatacak, halka ve askere heyecan verecek ve diğer milletlerde bulunan millî marşlara denk
olacak bir marş” istemesi üzerine, Millî Eğitim Bakanlığı bütün kuruluşlarına bir genelge ile
bildirdiği gibi gazetelere de ilân vererek ve “Birinci seçilenin sözlerine 500 ve bestesine 500 lira
olmak üzere mükâfat” koyarak, bir müsabaka açmıştı.
Müsabakaya 700’den fazla şiir geldi. Âkif Bey, işin içinde para olduğu için, herkes
kendisinden istemesine rağmen, bir şey yazmadı. Halbuki o sırada bir paltosu yoktu ve çok
soğuklarda arkadaşının (Baytar Prof. fiefik Kolaylı) paltosunu ödünç alıyordu… Sonunda Âkif
Bey’i, kendisine “para vermeyeceklerini” söyleyerek razı ettiler ve işte bu ihlâs ve samimiyet ile,
muhteşem “İstiklâl Marşı”mız kaleme alındı… Âkif Bey, mükâfat olarak ayrılan parayı,
Dârülmesâî (İşevi) adlı, Hilâl-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı bir derneğe verdirmiştir.
İSTİKLÂL MARfiI’NIN MANASI
Bu marş – insanı heyecanlara gark eden müthiş bir duygu çağlayanı olduğu gibi – aynı
zamanda, aziz milletimizin, müslüman olup öz ve has benliğini bulduktan sonra kazandığı
bütün değerleri, yücelikleri ve güzellikleri de tesbit edip dile getiren; hepimizin yaşama gayesini
tesbit ve ilan eden, muazzam bir bildiri ve bir millî yemindir…
Bunun böyle olduğu, on kıt’alık İstiklâl Marşı şiirinin, Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa
okunduğu 1 Mart ve resmen kabul olunup iki defa üst üste okutulduğu 12 Mart 1921 tarihli
celselerinde, ayakta ve her kıt’ası uzun uzun alkışlanarak dinlenilmiş olmasından da bellidir.
Hepsi, o günlerin, dinî ve millî kültürü iyi bilen seçkin kimselerinden olan ve o sırada
savaşın heyecanı içinde bulunan Birinci Meclis topluluğunun bu takdir ve alkışı çok önemlidir.
MUSTAFA KEMAL PAfiA’NIN
SEVDİĞİ MISRALAR
Meclis’in 1 Mart celsesine Mustafa Kemal Paşa, 12 Mart celsesine şair ve yazar
Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlık etmişlerdir. 12 Mart toplantısında ön sırada oturan
Mustafa Kemal Paşa’nın büyük bir heyecan içinde ve ayakta alkışlayarak şiiri dinlediği
tarihlerde kayıtlıdır. Sonraki günlerde beste çalışmaları yapıldığı sırada, Mustafa Kemal Paşa,
“Marş’ın en beğendiği yerinin: ‘Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyyet; Hakkıdır Hakk’a
tapan milletimin istiklâl’ mısraları olduğunu” söylemiştir.
İstiklâl Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a dönen Mehmet Âkif, 1923 ve 1924 yıllarının
kış aylarını yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Kahire’de geçirdikten sonra,
Türkiye’deki siyasî gelişmeler yüzünden, 1925 yılı sonundan itibaren temelli olarak Mısır’a
gitmeye mecbur olmuş ve ağır şekilde hastalanarak sevgili yurduna döneceği 17 Haziran 1936
tarihine kadar, on buçuk sene orada kalmıştır.
ÂKİF’İN KUR’AN MEALİ
Mehmet Âkif Bey’in gurbet hayatı boyunca üzerinde çalışıp bitirdiği “Kur’an-ı Kerim
Meali”nin hikâyesi de, şairimizin dertlerle dolu hayatının, acıklı sonla biten bir başka safhası
olmuştur: İkinci devre Millet Meclisi’ndeki dindar mebusların, Diyanet İşleri Başkanlığı adına
yapılması için karar çıkarttıkları, Kur’an’ın Türkçe meal ve tefsirinin hazırlanması işinde, mealin
yapılması vazifesi, herkesin müşterek arzusu ile Âkif Bey’e verilmişti. Tefsiri ise Elmalılı Hamdi
Efendi yapacaktı.
Âkif Bey, çok mes’uliyetli bulduğu ve çekindiği bu işi, âlim arkadaşlarının ısrarları ile kabul
edip tamamladı. Ancak 1930’lu yıllarda başlatılan “Dinde Reform” cereyanı, dinin esasını
bozucu yayınlar, Ezan’ın aslının kanun zoruyla yasaklanması, okuyanların hapsedilmesi ve
Kur’an’ın namazlarda da zorla tercümesinin okutulacağı haberleri, Âkif Bey’i çok üzdü; bu
kötülüğe âlet edileceğinden korktu ve meali Türkiye’ye göndermedi.
MEAL NE OLDU?
Türkçe konuşan Müslümanlar için hem din, hem de lisan bakımından çok kıymetli olan
ve zamanın en iyi Türkçe ve Arapça bilen, samimi bir Müslüman edibi tarafından yapılmış olan
bu eser, ne yazık ki kendisine emanet edilen zatın yakınları tarafından 1961 yılında – Âkif
Bey’in vasiyeti yerine getiriliyor zannı ile – yakılıp yok edilmiştir.
Cenâb-ı Hak, sanki ona, “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ/ Etmesin tek
vatanımdan beni dünyâda cüdâ.” dedirtecek kadar çok sevdiği vatanından ayrı kalmasının
ızdırabını hafifletmek için, bu vazifeyi takdir etmiş, onu yüce kitabı ile meşgul ve teselli kılmış
ve sonunda her ikisini de dünyadan çekip almıştır.
ÇOK SIKINTI ÇEKTİ
Mehmet Âkif’in hayatı, dinî, millî ve vatanî dertlere üzülmesinin yanında, maddî olarak da
sıkıntı içinde geçmişti. Daha on beş yaşında iken, çok sevdiği babasının vefatı, arkasından iki
kere evlerinin yanması ve az bir gelirle yoksul kalmaları, gençliğinin mahrumiyet içinde
geçmesine sebep olmuştur. Sonraki yıllarda ise, hür düşünceli ve doğrucu bir fikir adamı
olması ve hiçbir hizip veya partiye yaklaşmaması, onu daima büyük zorluklar içinde bırakmıştır.
Dergisi, iktidardaki partiler tarafından defalarca, uzun sürelerle kapatılmıştır. Üniversitedeki
hocalığından ayrılması da, dergisinde tenkit ettiği politikacıların baskısı ile olmuştur.
Mehmet Âkif, Kahire’deki on buçuk yıllık ikameti sırasında da, eşinin hiç geçmeyen nefes
darlığına ve asabî bir hastalığa tutulmuş olması, çocuklarının başıboş kalması ve maddî
imkânsızlıklar yüzünden çok sıkıntı çekmiştir.
Gerek milletvekilliği, gerek memuriyetleri ve gerekse Millî Marş şairi veya “Safahat” gibi
bir millî destan ve kültürümüz için bir eser-i muazzamın sahibi oluşu sebebiyle defalarca hak
ettiği emekli maaşının – ne yazık ki - kendisinden esirgenmesi de buna sebep olmuştur. (Maaşı
ölümünden üç ay önce dostlarının gayretiyle bağlanabilmiş, ancak yine de birikenlerden ve
ikramiyesinden, kendisi de, yoksul ve kederli ailesi de mahrum ve mahzun bırakılmıştır.)
ANTAKYA’DA
Kahire’de rahatsızlanan Âkif, hava değişimi için 1935 yılı Temmuz ayında Cebel-i
Lübnan’a gitti. Âliye’nin yanında Sûku’l-Garb köyünde otele yerleştirildi. Ağustos başında ise,
vefakâr eski dostlarının kendisini davet etmesi üzerine, Antakya’ya geldi.
Antakya o sırada henüz Fransız idaresinde bulunuyordu. Âsi Nehri kıyısında gençlerle
dolaşırken “Antakya’yı nasıl buldunuz?” diye sorulunca, “...Havada bir ağırlık var” diyerek şu
kıtayı söylemişti:
Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?...
HASTALIĞI, ÖLÜMÜ VE MEZARI
Âkif Bey, son üç yılında Kahire Üniversitesi’nde Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ancak
Mısır’da uzun müddet kalan yabancılara bilhassa musallat olan “siroz” hastalığına tutulmuş ve
durumu ağırlaşınca, 17 Haziran 1936’da İstanbul’a dönmüştür.
İstanbul’da yine Abbas ve Said Halim Paşa ailelerinin yardımıyla tedavi olunmuşsa da
şifa bulamayarak 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etmiştir. Hastalığında da resmî bir alaka
görmeyen İstiklâl fiairi’nin cenazesi, birkaç kişi ve çıplak bir tabutla Beyazid Camii’ne getirilmiş;
ancak vefatını duyan ve ağlayarak koşup gelen üniversiteli gençler tarafından bayrağa ve Kâbe
örtüsüne sarılarak, etrafında nöbete durulmuştur.
Namazdan sonra mezarlığa kadar tabutu omuzlarda götürülen bu büyük insan ve büyük
Müslümanın naaşı, kefenin üzerine bayrak sarılarak ve “İstiklâl Marşı” okunarak kabrine
konulmuştur.
Kabri – bugün - Edirnekapısı’ndaki “fiehidlik”te “Mehmet Âkif Ersoy Meydanı”ndadır.
SEVİLEN MİLLET BÜYÜĞÜ
Merhumun doğduğu evin yerinde (Sarıgüzel, Bâlî Paşa caddesi, no.63-3) bulunan Barcın
Apartmanı’nın ve vefat ettiği yer olan Mısır Apartmanı’nın cephelerine, 1999 yılında, MÜ
İlâhiyat Fakültesi Vakfı “Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi”nin teşebbüsü ve mahallî
belediyelerin işbirliği ile, bu bilgileri taşıyan birer levha çakılmıştır.
Safahat, bugün Türkiye’de en çok ve hiç kesilmeden basılan, yayılan ve okunan bir eser
olduğu gibi, Âkif merhum da her sene artan bir sevgi ve saygı ile milletçe benimsenmekte ve
anılmaktadır. Hakkında birçok yazılar, kitaplar yazılmakta, araştırmalar yapılmakta, onun ve
işaret ettiği İlahî “sırâtımüstakim”in hayatımızdaki vazgeçilmez değeri, her gün daha kesin bir
şekilde anlaşılmaktadır.
Ne mutlu o millete ki içinden çıkan ve onun için kendisini feda eden, iman kahramanı
büyük evlatlarının kıymetini bilir ve onlardan istifade eder.
ESERLERİ
Mehmet Âkif Ersoy’un eserlerini aşağıdaki şekilde tasnif ederek ele alabiliriz:
I. ŞİİRLERİ
1. Safahat Dışında Kalmış Şiirler;
2. Safahat.
II. NESİR YAZILARI
1. Tefsirler;
2. Va’azlar;
3. Makaleler;
4. Tercümeler;
5. Mektuplar.
I- ŞİİRLERİ
1. SAFAHAT DIŞINDA
KALMIŞ ŞİİRLER
Mehmet Âkif Bey, Halkalı Baytar Mektebi’nin son sınıflarında bulunduğu sıralarda (1891-
93), şiirlerini zamanın dergilerine göndermeye başlamıştı. 1908 sonrasında, yazdıklarını
devamlı olarak yayınlamaya başlamadan önceki yıllarda da, önemli bir şair olarak tanınmış ve
kabul edilmişti. Gerek dostlarına gönderdiği manzum mektuplar ve gerek diğer manzumeleri,
şiir meraklıları tarafından yazılarak elden ele yayılıyordu.
Mehmet Âkif, 1908’den önce yazdığı şiirlerinden birkaçını, 1908’den sonra neşretmekle
beraber, beğenmediklerinin hepsini ortadan kaldırmıştır. Kendisinin, ikinci bir Safahat
hacminde olduğunu söylediği eski şiirlerinden, sadece, 1900’den önce yayınlanmış olanlarla,
ele geçen mektuplarında bulunanlar ve meraklıların defterlerinde kalanlar kurtulmuşlardır.
2. SAFAHAT
“Safahat”, Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerini topladığı yedi kitaplık şiir külliyâtının adıdır.
İçinde 11.240 mısra tutan 108 şiir bulunmaktadır.
Birinci kitap, yalnız “Safahat” adını taşır. Bundan başlayarak sıra numarası almış bulunan
öteki kitapların ayrıca isimleri vardır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda birkaç baskı
yapmış olan kitaplar, latin harfli baskılarından önce bir arada, tek cilt içinde yayınlanmamıştır.
Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da, yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.
Safahat’ı teşkil eden yedi kitabın mısra sayıları ile eski harflerle yapılmış baskılarının
tarihleri şöyledir:
1. Safahat: 44 şiir, 3084 mısra. Üç baskı: 1911, 1918, 1928.
2. Süleymâniye Kürsüsünde: Bir şiir, 1002 mısra. Dört baskı: 1912, 1914, 1918, 1928.
3. Hakkın Sesleri: 10 şiir, 482 mısra. Üç baskı: 1913, 1918, 1928.
4. Fâtih Kürsüsünde: Bir şiir, 1692 mısra. Dört baskı: 1914 (iki baskı), 1918, 1924.
5. Hâtıralar: 10 şiir, 1314 mısra. Üç baskı: 1917, 1918, 1928.
6. Âsım: Bir şiir, 2292 mısra. İki baskı: 1924, 1928.
7. Gölgeler: 41 şiir, 1374 mısra. Bir baskı: 1933.
Safahat, 1943 yılından itibaren yeni harflerle de basılmaya başlanmıştır. Şimdiye kadar
yüz defadan fazla ve beş yüz bin adet kadar basılmış olan “Safahat”, yurdumuzda en fazla
alınan ve okunan, bir şiir ve fikir kitabıdır.
“Safahat”: “Safhalar, devreler, dönemler” ve “görünüşler, manzaralar” demektir. (“Kötülük,
rezillik…” demek olan “sefahet” kelimesiyle karıştırmamalıdır.) Safahat’ı teşkil eden
manzumelerin tamamı “aruz” vezni ile yazılmıştır. Şiirlerin uzunluğu bir kıt’adan, 2292 mısra’a
kadar değişmektedir. Mehmet Âkif, “İstiklâl Marşı”nı “milletin malıdır” diyerek Safahat’a
almamıştır. “Çanakkale Şehidleri” adıyla meşhur olan şiir ise “Âsım” kitabında bulunmaktadır.
II- NESİR YAZILARI
1. TEFSİRLER
Mehmet Âkif’in tefsir yazılarının hepsi elli yedi tanedir. Bunların on sekizi manzum olarak
yazılmış olup, Safahat’a alınmışlardır. Elli üç tanesi âyet ve dört tanesi hadis üzerine
yazılmıştır. Çoğunun uzunluğu bir sayfadan azdır. Âkif Bey, memleketin ve halkın o günkü
meselelerine hitap eden bir veya birkaç âyet veya hadîsi mevzu alarak, okuyuculara onlarla yol
göstermeye çalışmıştır. Dolayısıyla bu yazılar, tefsir ilmi bakımından değil, zamanın
meselelerine bakış açısından mühimdirler.
2. VAAZLAR
Mehmet Âkif Ersoy’un bir tanesi kitap içinde yayınlanmış, diğerleri konuşma sırasında
Eşref Edib tarafından tesbit edilmiş olan, dokuz konuşması, va’azı (mev’izası) vardır.
Bunlardan birincisi, bir kulüpte konuşma şeklinde yapıldıktan sonra, “Mevâiz-i Dîniye” kitabında
yayınlanmıştır. Kalan sekiz va’azın üçü Balkan Harbi içinde İstanbul’un üç büyük camiinde
(Beyazıt, Fâtih, Süleymâniye); birisi Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde; üçü ise Kastamonu’da
Nasrullah Camii’nde ve şehrin kazalarında verilen va’azlardır. Her bakımdan çok önemli
konuşmalardır.
3. MAKALELER
Çeşitli cemiyet, edebiyat ve fikir meseleleri üzerine, makale, sohbet ve hatıra şeklinde
kaleme alınmış elli yazıdan ibarettir. Bunların on yedisi “Hasbihâl”, on biri “Edebiyat Bahisleri”,
dördü “Eski Hâtıralar”, ikisi “Letâif-i Arabdan” genel başlıkları altında –bazan ikinci bir başlık
daha taşıyarak– yayınlanmışlardır. On beşinin ise ayrı başlıkları vardır. Mehmet Âkif’in
düşünceleri, bilgisi, kültürü ve irfanı, çok samimî bir dille kaleme aldığı bu yazılarında
görülmektedir.
4. TERCÜMELER
Mehmet Âkif, 1908’den sonra, hepsi de dergisinde yayınlanmış ve 268 tefrika devam
etmiş olan 55 ayrı tercüme yapmıştır. Bunların birkaçında “Sa’di” takma adını kullanmıştır.
Tercümeler, beşi Arapça ve biri Fransızca yazmış olan altı yazardan yapılmıştır.
Tercümelerin yazar ve tefrika sayısı bakımından dağılışı şöyledir: Ferid Vecdi: 7 tercüme, 73
tefrika/M. Abduh: 31 tercüme, 48 tefrika / A. Refik: Bir tercüme, 3 tefrika / Şeyh Şiblî: Bir
tercüme, 10 tefrika/A. Câviş: 13 tercüme, 122 tefrika/Said Halim Paşa (Fransızca): 2 tercüme,
12 tefrika… Kitap olarak basılmış tercümeleri:
1. “Müslüman Kadını”,Ferid Vecdi; 2. “Hanoto’nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed
Abduh’un İslâm’ı Müdâfa’ası”; 3. “İslâmlaşmak”, Said Halim Paşa; 4. “Anglikan Kilisesine
Cevap”, Abdülaziz Câviş; 5. “İçkinin Hayât-ı Beşerde Açtığı Rahneler”, Abdülaziz Câviş.
5. MEKTUPLAR
Hâlen elli kadar mektubu ve bazı mektup parçaları yayınlanmış bulunan Mehmet Âkif’in,
dağınık hâlde, bazı kimselerin elinde birkaç yüz mektubunun bulunduğunu tahmin etmekteyiz.
Bunların toplanarak yayınlanması, şairimizin düşünceleri, hayatı ve yakın tarihimiz bakımından
çok faydalı olacaktır.
_______________
KAYNAKÇA
1. Mehmet Âkif Ersoy, 5. baskı, İstanbul 2004, 318 sayfa, Kaynak Yayınları.
2. Mehmed Âkif, Mısır Hayatı ve Kur’an Meâli, 2. baskı İstanbul 2005, 360 sayfa, Şûle
Yayınevi.
3. Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar, 3. baskı, İstanbul 2000, iki cilt, 254+248 sayfa, M.Ü
İlahiyat Fakültesi Vakfı, Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi yayını, 3.cilt basılıyor.
4. Mehmed Âkif, yazan: Süleyman Nazif; hazırlayan: M.E.Düzdağ, eski harfli asıl metinle
karşılıklı sayfalar halinde ve notlar ilavesiyle, İstanbul 1991, 7+102+140 sayfa, İz Yayıncılık.
5. Safahat: Kültür Bakanlığı, İz, Gonca, Şûle, MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı, İnkılap, Çağrı
Yayınları için hazırladığımız (halk baskısı, tenkidli basım, eski yazı tıpkı basım gibi) çeşitli
baskılar (1987-2006). Her biri 700 sayfanın üzerinde hacimlerde bulunan bu neşirlerin baş
tarafına Âkif ve eserleri hakkında yüz sayfadan fazla tutan (Giriş)ler ve sonuna (Safahat
Dışındaki Şiirler) ile (Safahat Rehberi) ve (İndeks) bölümleri eklenmiştir.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,00 M - Bugn : 31688

ulkucudunya@ulkucudunya.com