« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Ara

2011

MEŞRUTİYET

01 Ocak 1970

Osmanlılar'da anayasal saltanat dönemi (1876-1922).

Arapça şart kökünden türetilmiş bir kavram olan meşrûtiyyet kelimesi, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı siyasî literatüründe "anayasalı ve meclisli saltanat-hilâfet rejimi" karşılığında kullanılmıştır. Türkçe literatürde, Kânûn-ı Esâsî'nin ilân edildiği 23 Aralık 1876'dan Meclis-i Meb'ûsan"ın muvakkaten tatil edildiği 13 Şubat 1878 tarihine kadarki döneme I. Meşrutiyet, meclisin yeniden toplanmaya davet edildiği 23-24 Tem¬muz 1908'den 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'ne veya 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu'nun neşri ya da saltanatın ilga edildiği 1 -2 Kasım 1922 tarihine kadarki döneme de 11. Meşruti¬yet denmektedir. Meşrutiyet kavramı da¬ha sonra Farsça'da "anayasalı monarşi" anlamıyla yer almış, ancak kök dili olan Arapça literatüre girmemiştir.

Meşrutiyet kavramının kimin tarafın¬dan ve hangi tarihte türetildiği bilinme¬mektedir. Aynı kökten gelen meşrut keli¬mesinin "şartlı", müennesi olan meşruta¬nın "sahibi tarafından satılmamak kaydıy-la veresesine terkedilen emlâk" mânasın¬da hukuk dilinde kullanılması, sorumlu hükümet için de benzer bir ifadenin orta¬ya çıkmış olabileceğini düşündürmektedir. Nitekim bu tabir 1876 Kânûn-ı Esâsîsİ'nin ilânı öncesinde Esad Efendi tarafından Hükûmet-i Meşruta adlı risalesinde "anayasal monarşi" anlamında kullanıl¬mıştır. Fethî Rıdvan, Rifâa et-Tahtâvî'nin Fransız anayasasını Arapça'ya "eş-şarta" olarak tercüme ettiğini, daha sonra 11. Abdüihamid dahil olmak üzere Osmanlı ileri gelenlerinin bundan yola çıkarak tü¬retilen meşrutiyet kelimesini "anayasal monarşi" karşılığında kullandığını ileri sürmektedir.[1219] Dih-hudâ da meşrutiyetin Osmanlı Devleti'n-de Fransızca "la charte" karşılığı olarak türetildiğini belirtmektedir.[1220] Gerçekten Tahtâvî, XVIII. Lou-is'nin 4 Haziran 18l4'te kabul ediien Charte constitutionne "eş-şarta" olarak tercüme ettiği gibi Fransa'daki re¬jimin "mutiaku"t-tasarruf" bir karakter¬de olmayıp "kânun mukayyed" olduğunu belirtmiştir.[1221] Ancak Tahtâvî, "eş-şarta" ifadesiyle aslında şart-lı idareye atıfta bulunmayıp Fransızca "charte" kelimesini Arap alfabesiyle yaz¬mıştır. Nitekim Tahtâvî'nin kitabını 1839'-da Türkçe'ye çeviren Rüstem Besim ese¬rin bu bölümüne bir ekleme yaparak. "Şarta tesmiye ederler ve bazan karta da¬hi tabir ederler" demektedir.[1222] Bu durumda Fethî Rıdvan'ın sözünü ettiği türde bir bağlantının kurulabilmesi ol¬dukça zor olup Kânûn-ı Esâsî'nin ilânı için 1872 tarihini vermesi ve diğer bazı yaniışlar yapması da müellifin hatalı yakla¬şım ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

XIX. yüzyılın ilk yarısında yayımlanan Handjeri lugatında "constitution" kelime¬siyle ilgili bilgi kaydedilirken Fransızca "la constitution de l'etat monarchique" ifa¬desinin Türkçe karşılığı "hükûmet-i mün¬feride ile idare olunan mülk ve devletin nizamı" olarak verilmektedir. Buna karşı-lık Bianchi "constitutionnel" için "kânun-nâme- memlekete muvafık" açıklamasını yapmaktadır. Bianchi'nin Türkçe-Fran-sızca lugatında ise meşrutiyet kelimesi bulunmamaktadır. Osmanlı Türkçesi'n-de "anayasalı monarşi" anlamında kulla¬nılan İlk tabir "nizâm-ı serbestâne" olmuş ve Mustafa Fâzıl Paşa'nın Sultan Abdüla-ziz'e sunduğu, Mart 1867'de Sâdullah Bey tarafından Fransızca'dan Türkçe'ye tercüme edilen mektupta kullanılmıştır. Daha sonra bu tabirin yerine İslâmî refe¬ransı da olan "usûl-i meşveret" terkibi yaygın biçimde kullanılmıştır. Seçimle ge¬len meclislerin meşveret icra eden ku¬rumlar olarak sunulması yeni bir şey ol¬mayıp Rifâa et-Tahtâvî'nin öğrencilerin¬den Mısırlı gazeteci ve tarihçi Abdullah Ebüssuûd'un Fransız Etats generaux'-sunu "el-meşveretü'1-umûmiyye" olarak tercüme ettiği [1223]ve bu anlamda Osmanlı Türkçesi'n-de yer aldığı bilinmektedir. Ahmed Mid-hat Efendi Üss-i İnkıîâb'da Midhat Pa¬şa'nın hazırladığı cülus hatt-ı hümâyunu müsveddesinde "usûl-i meşrûtiyyet" ta¬birini kullandığını, ancak II. Abdülha-mid'in usûl-İ meşveret kavramının yay¬gınlığından hareket ederek meşrutiyet lafzının yanlış anlaşılma kaygısıyla itiraz ettiğini ileri sürmektedir. "Şeriata-uygun anayasal monarşi" anlamında usûl-i meş¬veret, ilk olarak Osmanlı idare sistemin¬de sultanın gücünü Kânûn-ı Esâsî ve Mec-lis-i Meb'ûsan ile sınırlamak isteyen Yeni Osmanlılar tarafından kullanılmış ve bu rejimin temel niteliğinin "kudret-i teşrii erbâb-ı hükümetin elinden almak" oldu¬ğu belirtilmiştir.[1224] Daha sonra İstanbul basınında usûl-İ meş¬veretin Avrupa'daki anayasal monarşile¬re atıfta bulunmak için kullanıldığı gö¬rülmektedir.[1225] Kavram bu haliyle mutlakiyet ve istibdat karşıtı bir anlam taşıyordu. Söz konusu literatürde bu tür rejimlere karşı anayasaları bulunan monarşiler için "hükûmet-i meşruta" ifadesine yer veriliyordu İstanbul basınında da aynı tarihlerde genel anla-mıyla meşrutî hükümete atıflar yapılmış¬tır.[1226] Ali Su-âvi de anayasal monarşi için usûl-i meş-veret kavramına yer verirken idare biçim¬lerini ikiye ayırıyor ve şeriata bağlı olan, şeriatın sınırını tayin ettiği mertebeye kadar tasarrufta bulunabilen idareleri "hükûmet-i mukayyede" ya da "hükû-met-i meşruta" olarak tanımlıyordu. Ona göre İslâm hükümetleri önceleri hükû¬met-i mukayyede niteliği taşırdı ve emir bi'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker ilkesi çer¬çevesinde şeriatın çizdiği sınırların dışına çıkılması önlenirken daha sonra bu tür idarenin yerini mutlak hükümetler almış¬tı. Benzer şekilde Kanunî Sultan Süley¬man'ın "kanun"u Osmanlı Devleti'ni emir bi'1-ma'rûf nehiy ani'l-münker icra eden meşrut bir idareye sahip kılarken ardın¬dan Osmanlı hükümeti bir hükûmet-i mutlaka niteliği kazanmıştı. Buna getirilecek çözüm ise şeriata uygun, modern Avrupa devletlerindekine benzer usûl-i meşveretin, yani yetkileri anayasa ile sı¬nırlandırılan bir idarenin kurulmasıydı.[1227] Tunus'taki anayasa uygu¬lamasında da benzer bir yaklaşım sergilenmiş ve şeriata uygun, Tunus beyinin yetkilerini sınırlayan bir idari yapıya atıfta bulunulmuştur. Nitekim dönemin tarih¬çisi Tunuslu İbn Ebü'd-Dıyâf yeni idareyi tanımlamak için "el-mülkü'l-mukayyed bi-kânûn" ifadesini kullanmıştır.[1228]

Bu anlamıyla meşrutî idareye İran'da ilk atıf 1908 yılında Nâzımülislâm Kirmâ-nî, Edeb mecmuası yazı işleri müdürü Mecdülislâm ve Şeyh Fazlullah Nûrî ara¬sındaki bir toplantı sırasında yapılmıştı. Bundan önce İstanbul'daki Farsça bası¬nın Osmanlı meşrutiyetinden söz ederken meşrutiyet kavramını kullandığını belirt¬mek gerekir.[1229] Mecdülislâm, anayasa ile sınırlanan idarenin şeriata dayalı hükü¬met olduğunu savunarak Avrupalıtar'ın dinî hukukları olmaması sebebiyle kişile¬rin yaptığı kanunlara dayalı İdareyi tercih ettiklerine, buna karşılık müslümanların meşrutiyet idaresinden anladıklarının şe¬riata uygun ve istibdat karşıtı bir yönetim olduğuna dikkat çekmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'ndeki kullanımında ve İs¬lâm dünyasındaki genel yorumlarda meş-rutiyet, şeriata uygun olması şartıyla ida¬renin yetkilerini sınırlayan bir temel ka¬nunî metin ve bu metin çerçevesinde te¬sis edilecek temsilî kurumlan savunan bir siyasî rejim niteliğini taşıyordu. Nite¬kim Kânün-ı Esâsî'yi yürürlüğe koyan 23 Aralık 1876 tarihli fermanda "ferd-i vâ-hidin veya efrâd-ı kalîlenin tahakküm-i müstebiddânesi"nden doğabilecek sıkın¬tıların önlenebilmesi için "kavânîn ve me-sâlih-i umûmiyyenin kaide-i meşrûa-i meşrûtiyyete merbutiyeti emr-i sâbitü'l-hayr olduğundan bir meclis-i umûmînin teşkili" gerekliliğine işaret edilmişti. [1230]II. Abdülhamid'in mecli¬sin açılış nutkunda bu vurgu daha da kuv¬vetlendirilerek "esâs-i idaremizin kâide-i meşrûa-i meşveret-i meşrûtiyyete rab-tının elzem görüldüğü" belirtilmişti. Bu anlamda "meşruta" ve "meşrûa" (şeriat) birbirine zıt ya da birbirinin alternatifi kavramlar olarak görülmüyordu. Buna karşılık İran'daki uygulamada Muhbirüs-saltana gibi devlet adamları meşrutiye¬tin bir İslâm ülkesinde uygulanamayaca¬ğını ileri sürerek meşrûa kelimesinin kul¬lanılmasında ısrar etmişler, ancak me¬busların bu teklifi ve meşrutiyet dışında herhangi bir ifadeyi kullanmayı reddet¬meleri üzerine geri adım atmak zorunda kalmışlardı. Tabâtabâî gibi meşrutiyet taraftarı ulemâ dahi meşrutiyet yerine "meclis-i meşrûa-i adâlethâne denetimin¬deki idare" ifadesini tercih etmişlerdir. Sonuçta İran'da kullanılan "meşrûtiyyet-i meşrûa" tamlaması bu sorunu çözmüş, anayasa ve temsilî nitelikli meclise dayalı bir rejim şeriata uygunluk şartıyla İslâm ülkelerinde kabul görmüştür. Literatür¬de Tunus, Osmanlı, İran ve diğer İslâm ül¬kelerindeki meşrutiyet hareketlerinin bu ortak niteliği genellikle göz ardı edilmek¬te ve bunları Avrupa anayasai monarşi sisteminin nakli olarak yorumlayan çalış¬malar ağırlık kazanmaktadır.

Osmanlı Meşrutiyet Hareketi. İslâm coğrafyasındaki ilk anayasa olan ve Ocak 1861'de ilân edilerek aynı yılın nisan ayın¬da yürürlüğe konan Tunus kanunu ve Mı¬sır'da Hidiv İsmail Paşa'nın 1866 yılındaki fermanıyla tesis edilen Meclis-i Şûrâi'n-nüvvâb ile i 829 tarihinden itibaren çıka-rılan fermanlar aracılığıyla Osmanlı ida¬resince tanınan Sırp Meclis-i Şûrâ-yı Mem-leket'i (Skupstina) ve 1831'de Memleke-teyn'de kabul edilen Teşkîlât-ı Esâsiyye Nizâmnâmesi (reglementorganique), ge¬niş anlamıyla Osmanlı sınırları içerisinde meşrutî rejimler tesis eden ilk anayasa¬lar ve genel nitelikli temsilî kurumlardı. 1861 tarihli Cebelilübnan Nizâmnâmesi ile bunu tâdil eden 1864 nizâmnâmesi Lübnan'da karma bir idare meclisi tesis ederken i 866 tarihli ferman da Girit ada¬sında aynı nitelikte bir meclis-i umûmî¬nin faaliyete geçirilmesini öngörmüştü. Yine sırasıyla 1862. 1863 ve 1865 tarihlerinde yayımlanan Rum Ortodoks, Er¬meni Gregoryen ve yahudi milletleri ni¬zâmnâmeleri bu dinî cemaatler içinde ruhanî meclislerin yanı sıra cismanî ve "ruhban ve avam takımlarından müte¬şekkil" umumi meclisler tesis ederek ce¬maat düzeyinde de olsa temsil ve temel düzenleyici metin kavramlarının uygula¬maya konulmasını sağlamıştı. Nitekim yeni düzenlemelerden hoşnut olmayan Rum cemaati, nizâmnâmesini Yunanca'-da bu anlama gelen "Kanonismoi" başlığı altında yayımlarken bu metni kendileri¬ne verilen bir anayasa gibi gören Ermeni cemaati, nizâmnâmesi için "sınır ve sis¬tem" anlamında iki kelimenin birleşimin¬den oluşan ve modern Ermenice'de "ana¬yasa" mânasına gelen "sahmanatroutyun" kelimesini uygun görmüştü. Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı meşrutiyetçileri te¬mel örneklerini Avrupa'daki uygulama¬lardan almışlarsa da cemaatler düzeyin¬de ve imparatorluğun mümtaz idarî bi¬rimlerinde temsilî kurumlar oluşturul¬ması ve bunları düzenleyici metinler se¬bebiyle bu kavramlar Osmanlı idaresine tamamen yabancı değildi. Nitekim Er¬meni Gregoryen milletine verilen 1863 tarihli nizâmnâmenin Kânûn-ı Esâsî'nin hazırlanmasında bazı noktalarda yardım¬cı bir metin olarak kullanıldığı anlaşılmak¬tadır. Ayrıca bazı istisnalar dışında vilâ¬yetlerde, 1864 tarihli vilâyet ve 1871 ta¬rihli idâre-i umûmiyye-i vilâyet nizâmnâ¬meleri çerçevesinde tesis edilen vilâyet idare meclisleri dinî bir ayırım söz konu¬su olmadan mahallî düzeyde temsili sağ¬lamıştı. Bunların yanında bizzat Kânûn-ı Esâsî'yi yürürlüğe koyan fermanda da be¬lirtildiği üzere meşrutî idare Tanzimat ile başlayan ıslahat sürecinin yeni bir aşama¬sı olarak görülüyordu.

Tanzimat dönemi paşalarından sulta¬nın yetkilerinin sınırlandırılmasına yöne¬lik bürokratik ıslahat isteyenler, anayasa¬ya dayalı temsilî bir rejimin devletin yara¬rına olmayacağını düşünmekteydi. Buna karşılık meşrutî idare ve çoğunlukla İslâ-mî bir referansla şûrâ-yı ümmet olarak atıfta bulunulan Meclis-i Meb'ûsan Yeni Osmanlılar hareketinin liderleri tarafından savunulmaktaydı. Yeni Osmanlılar, tezlerini esas itibariyle "ve şâvirhüm fi'l-emr" [1231] ve "emruhüm şû¬ra beynehüm" [1232] ifadeleri¬nin yer aldığı iki âyete dayandırmışlar, gayri müslirnierin mebus olmasına yönel¬tilen itirazlara karşı da şeriatın mesâil-i hukükiyyede müslimgayri müslim ayırı¬mı gözetmediğini belirterek karşılık ver¬mişlerdir. Vilâyet düzeyindeki uygulama da buna dayanmıştı.

Başta Hürriyet ve Muhbir olmak üze¬re Yeni Osmanlılar hareketinin sözcülü¬ğünü yapan yayın organlarının konuyla ilgili neşriyatına karşılık meşrutî idare. Sultan Abdülaziz'in hal'edildiği 30 Mayıs 1876 tarihine kadar Osmanlı basınında tartışılmamış. V. Murad'ın cülus ferma¬nında "usûl-i idâre-i devletin bir esâs-ı metîn ve sahîh üzerine tesisi" gerekliliği¬ne işaret edilmişse de temsil ve Kânûn-ı Esâsî konularına değinilmemiştir. Bunun sebebi. Midhat Paşa ve taraftarları hariç Osmanlı devlet adamlarının meşrutî bir idareye geçilmesine muhalefet edip bu¬nun yerine bürokratik reformların sür¬dürülmesinde ısrar etmeleriydi. Çerkez Hasan Vak'ası [1233] sonrasın¬da Midhat Paşa ekibi bürokrasi üzerinde baskısını arttırarak meşrutiyet hareketi¬ne ivme kazandırmıştır. V. Murad'ın taht¬tan indirilmesi sürecinde Meclis-i Vükelâ kararıyla veliaht Abdülhamid Efendi ile görüşen Midhat Paşa meşrutî idareye ge¬çileceği teminatını almış ve 31 Ağustos 1876 tarihinde gerçekleşen cülus sonra¬sında bu amaca yönelik faaliyet hızlan¬mıştır.

II. Abdülhamid döneminde meşrutî idareye geçiş çalışmaları başladığında iki grup buna muhalefet etmiştir. Birincisi ulemâ arasında meşrutî rejimin şeriata aykırı bir bid'at olduğunu savunanlar, ikincisi de meşrutiyetin "siyaseten" dev¬lete zarar vereceğini iddia eden Nâmık, Mehmed Rüşdü ve Ahmed Cevdet paşa¬ların başını çektiği devlet adamlarıdır. 26 Eylül 1876 tarihinde Tersane Konferansı1-na katılan Avrupa devletlerinin Sırbistan ve Karadağ, Bosna-Hersekve Bulgaris¬tan'la ilgili tekliflerini görüşmek için top¬lanan Meclis-i Umûmî bu teklifleri red¬dederken Midhat Paşa'nın devletin böyle hususi ıslahatı reddedebilmesi için bü¬tün tebaayı kapsayan bir reformun, meş¬rutî idarenin tesisi gerekliliğine işaret et¬mesi üzerine Anadolu kazaskerliği paye¬sini haiz Seyfeddin Efendİ'nin başını çek¬tiği ulemâ, bu tarz yönetimin "ve şâvirhüm ffl-emr" âyeti gereğince şeriata da uygun olduğunu belirtmiştir. Ancak Fetva Emini Kara Halil Efendİ'nin yanında yer alan muhalif ulemâ, bu âyetteki "hüm" zamirinin sadece müslümanları kapsadı¬ğını ileri sürerek gayri müsiimlerin de üye olacağı bir şûra tesisi fikrine karşı çıkma¬ları yüzünden bir karar alınamamıştır.

Gayri müslimleri de kapsayan bir mec¬lisi gerektiren meşrutiyet idaresine karşı "kâffe-i mü'minîn" imzalı beyannameler yayımlayıp muhalefetini sürdüren bir kı¬sım ulemâ, müşavere ve şûra konusun¬daki âyetlerde yer alan "hüm" zamirinin müminleri işaret ettiğini tekrarlamıştır. Osmanlı basınında ve bilhassa Basiret ga¬zetesinde dile getirilen muhalif görüşler meşrutiyet yanlısı basın organları tara¬fından çürütülmeye çalışılmıştır. Burada ileri sürülen tezler, kurulacak mecliste dinî değil sırf siyasî meselelerle meşgul olunacağı [1234] Hz. Peygamber'in Necran hıristi-yaniarının patriğini kabul ettiği zaman onu kendi yastığına oturtması misalinde olduğu gibi gayri müslimlere de riayet mecburiyetinin bulunduğu [1235] Hendek Savaşı öncesin¬de düşmana karşı alınacak tedbirleri tar¬tışacak meclise yahudilerin de davet edil¬diği gibi misallerle kuvvetlendirilmeye ça-lışılmıştır. Bu arada daha evvel meşrutî idarenin denendiği Tunus'la ilgili örnek¬ler de verilerek Osmanlı meşrutiyet hare¬keti desteklenmiştir.[1236] Esad Efendİ'nin Hükûmet-i Meşruta risalesinde de belir¬tildiği üzere meşrutiyet rejimini savunan¬lar, hükûmet-i meşrutanın "kâffe-i mua-melâtı bir şer' ve kanun ile mukayyet olan hükümetin, hükûmet-i mutlakanın" kar¬şıtı olmasının önemine değinmişlerdir. Kara Muhyiddin. eski kazasker Şerif Efen¬di ve diğer bazı meşrutiyet aleyhtarları¬nın tevkif edilerek Ekim 1876'da sürgü¬ne gönderilmesi muhalefetin direncini kırmıştır. Meşrutî idare taraftarlarının temel fıkıh ilkelerinden, "Zamanların ta-gayyürüyle ahkâm tagayyür eder" kura¬lına vurgu yaptıkları da görülmektedir.[1237]

7 Ekim tarihli bir irade ile. kânûn-ı esâ¬sî tanzimiyle bunun ahkâmının "her hal¬de şer"-i şerif ile tatbik ve telif edilmesi lâzım geleceğinden tanzîmât-ı cedîdeyi ahkâm-ı şer'iyye ve zarûriyyât-ı meşrûa-i zamâniyye ile tatbike kadir olacak ulemâ" ile diğer devletlerdeki anayasal nizam hakkında bilgi sahibi devlet memurların¬dan oluşan bir komisyon kurulmasına ka¬rar verilmiş [1238] bunun üzerine Saffet Paşa, halk tarafından se¬çilecek bir meclisle sultan tarafından ta¬yin edilecek kişilerden oluşacak bir ayan meclisinin tesisi konusunda kesin kara¬rın alındığını 12 Ekim'de Tersane Konfe-ransı'na katılan Avrupa devletleri temsil¬cilerine bildirmiştir. 7 Ekim tarihli iradey¬le Midhat Paşa başkanlığında kurulan yir¬mi sekiz kişiiik Kânûn-ı Esâsî Komisyo-nu'nda mücadele Midhat Paşa, Ziya ve Nâmık Kemal beyler, Odyan, Karatodori, Yanko efendiler gibi anayasa taraftarları ile Ahmed Cevdet ve Nâmık paşalar gibi muhalifler arasında geçmiştir. Komisyon çalışmalarına katılan Âsim Yâkub ve Mehmed Sâhib efendilerin başını çektikleri ulemâ temelde meşrutî idarenin şeriata uygunluğunu belirtmişti. Komisyon üye¬leri, başta Midhat Paşa'nin "Kânûn-ı Ce-dîd" başlıklı taslağı olmak üzere yirmi ci¬varında müsvedde üzerinde çalışmıştır.[1239] Sultanın, kendi huku¬kunun korunması hususundaki tavizsiz tavrı Midhat Paşa kanadının nihaî taslak üzerinde ciddi tâvizler vermesine yol aç¬tı. 7 Aralık'ta saraya sunulan 119 mad¬delik metne sultan, padişaha hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri zabıta tahkikatı ile kesinlik kazananları ülke dışına ihraç ve sürgün yetkisi veren bir paragrafı 113. maddeye ilâve ettirmiştir. Meşrutî ida¬renin tesisinde önemli bir unsur da 1875 Hersek isyanıyla yeniden Avrupa günde-minde ön plana çıkan Şark Meselesi'nin harekete kazandırdığı ivmedir. Kânûn-ı Esâsî'nin Tersane Konferansı esnasında ilân edilmesi tesadüf değildir. Bundan maksat Osmanlı Devleti'nden istenilen ıslahatın reddi için gerekli zemini hazır¬lamaktı. 113. madde sebebiyie 1876 Kâ¬nûn-ı Esâsîsi'nin gerçek anlamda bir meşrutî idare tesis edip etmediği hususu tartışma konusu olmuştur. Ancak eleşti¬rilerde Avrupa'daki uygulamalar esas alın¬dığı ve meşrutiyetin Osmanlı siyasî gele-nekleri ve İslâmî uygulamalar ışığında yorumlanmasının ihmal edildiği görül¬mektedir. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı meşrutiyetinin siyasî örgütlenme, tem¬sil ve idarenin sınırlandırılması alanların¬da ciddi değişiklikler getirdiği şüphesiz¬dir.[1240]

I. Meşrutiyet olarak adlandırılan döne¬min 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Meb'ûsan'ın tatiliyle sona erdiği genel kabul gören bir husus olmakla birlikte Kânûn-ı Esâsî'nin devlet salnamelerinde düzenli biçimde yayımlanması hukukî açıdan devletin bu dönemdeki rejimi hak¬kında tartışmaya sebep olmuştur. Mecli¬sin toplantıya çağrılmamasının yanı sıra sultanın iradelerinde Kânûn-ı Esâsî ile çe¬lişen hükümlerin yer alması bu devirde meşrutî bir idareden söz edilmesini im¬kânsız kılmaktadır. Rejimin niteliği konu¬sunda 10 Muharrem 1324 [1241] tarihli bir sadâret tezkiresi önemli veri¬ler içermektedir. Tapu senedi harçları ve arazi yoklaması konulan Meclis-i Vüke-lâ'da görüşülürken şeyhülislâmın keyfiye¬tin önce Şûrâ-yı Devlet tarafından müza¬keresini talep etmesi üzerine meclis üye¬lerinden biri, "hükûmet-i seniyye hükû-met-i meşruta olmadığı cihetle taraf-ı eşref-i hazret-i pâdişâhîlerinden her ne tensib ve ferman buyurulur ise onun ic¬rası lâzım geleceğini" beyan etmiş, buna karşılık şeyhülislâm, "hükûmet-i seniyye hükûmet-i meşruta değilse de bir hükû¬met-i şerife ve hükûmet-i âdile" olduğu cevabıyla muamelelerin sultanın iradelerine müstenit olan nizam ve kararlara da¬yanmasını istemiştir.[1242] Ancak 1908 öncesi uygulamanın tama¬men bu zeminde gerçekleştiğini söyle¬mek zordur. Bu dönemde sultanın görüş¬lerine yakın yazarlarca ileri sürülen meş¬rutî idare eleştirileri hep siyasî nitelik ta¬şımış ve şeriata aykırılık gibi bir söylem kullanılmamıştır.

Meşrutî idare taraftarları 1878 sonra¬sında rejime yönelik muhalefete katılmış¬lardır. 1895'ten itibaren hız kazanan Jön Türk hareketi esas olarak Kânûn-ı Esâ¬sî'nin yeniden uygulamaya konmasını ta¬lep etmiş. Jön Türk hareketine destek veren ulemâ da meşrutî idarenin şeriata uygunluğunu savunmuştur. İttihat ve Te-rakkî Cemiyeti'nin ulemâ kanadından Ho¬ca Muhyiddin Efendi'nin ifadesiyle "bu asrın müceddidi ... bu meclisi küşâd ve millet-i İslâmiyye'ye hürriyet veren" ola¬caktır.[1243] Jön Türkler hareketi içindeki liberal grupların da bu netlikte olmasa bile meşrutî idarenin şeriat ge¬reği olduğu hususuna vurgu yaptığı biİinmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'-nin en Önemli iki dergisine Meşveret ve Şûrâ-yı Ümmet adlarının verilmesi bu¬nun göstergesidir. Meşrutî idarenin di¬nen, aklen ve siyaseten lüzumu ortaya ko¬nulmaya çalışılan bir yazıda dinen gerek¬lilik "ve şâvirhüm fı'l-emr" ifadesinin yer aldığı âyete ve "el-hatâ" bi'ş-şûrâ evlâ mi-ne's-savâb bidûni'ş-şûrâ" fistişareli hata istişaresiz doğrudan evlâdır) hadisine daya¬nılarak savunulmuştur.[1244]

1908 ihtilâli sırasında müslümanlan hedef alan İttihat ve Terakki propagan¬dasında meşrutî idare İslâmî bir çerçevede sunulmaya çalışılmıştır. Bu durum İngiliz diplomatlarının raporlarında, İtti-hatçılar'ın halka Kânûn-ı Esâsî'nin yeni¬den uygulamaya konulacağını anlatırken şeriatın uygulanacağı teminatını verdiği şeklinde yer almıştır.[1245] Meşrutî idarenin yeniden tesisi kararının alınma¬sında etkili olan Fİrzovik Toplantısı vb. sonrasında İstanbul'daki yetkililere çeki-len telgraflarda da bu talep "meşveret usûl-i meşrûasının yeniden iadesi" şek¬linde ifade edilmiştir.

II. Meşrutiyet"in ilk döneminde ulemâ, yeni rejimin İslâm şeriatına uygunluğu üzerinde sayısız yazı kaleme alarak des¬tek vermiştir. Sonradan şeyhülislâm ola¬cak olan Mûsâ Kâzım Efendi İslâm'da Usûl-i Meşveret ve Hürriyet adlı risâ-lesiyle [1246] ilk desteği vermiş, ardından ulemâ şeriatın meşrutiyetin esası olduğunu vurgulamış [1247]ve İran'daki kullanima ben¬zer "meşrûtiyyet-i meşrûa" tamlaması¬na sıkça atıfta bulunmuştur. Bu alanda Dergünîzâde Hasan Rızâ, Kolcalı Abdüla-ziz, Mehmed İzzet, Mehmed Zeynelâbi-din ve Ömer Ziyâeddin efendilerin pek çok risalesinin yanı sıra Beyânül-hak, Sirât-ı Müstakim ve Volkan başta ol¬mak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde ya¬yımlanan çok sayıda makalede meşrutî idarenin şeriata uygunluğu savunulmuş¬tur. Kânûn-ı Esâsî'de yapılan değişiklik¬ler sonucunda 10. maddeye "şer"' ilâve¬siyle bu madde. "Hiç kimse şer' ve kanu¬nun tayin ettiği sebep ve suretten mâa¬da bir bahane ile tevkif olunamaz" şekJi-ne getirilmiş, ayrıca 118. maddeye ekle¬nen, "Kavânin ve nizâmâtın tanziminde muâmelât-ı nâsa erfakve ihtiyâcât-ı za¬mana evfak ahkâm-ı f ıkhiyye ve hukükiyye ile âdâb ve muamelât esas İttihaz kılına¬caktır" ibaresi, şüphesiz meşrutî idarenin daha İslâmî bir karakter alması sonucunu doğurmuştur. Bu hüküm Teşkîlât-ı Esâ-siyye Kanunu'nun 7. maddesinde de ay¬nen tekrarlanmıştır.

1909 Kânûn-ı Esâsî tadilâtı, yasama-yürütme dengesinde birinci kurum lehi¬ne ciddi değişiklikler yaparak Avrupa mo¬narşilerine benzer bir meşrutiyet rejimine geçişi sağlamıştır. Türk anayasa hukuk¬çuları, bu değişiklikler ve bilhassa değiş¬tirilmiş 53. madde ile meb'ûsan ve aya¬na dilediklerince yeni kanun tanzimi teklifinde bulunma yetkisi verilmesi husu¬sunun eski madde Hey'et-i Vükelâ'ya ta¬nıdığı bu hakkı meb'ûsan ve ayana ancak "kendi vazîfe-i muayyenden dairesin¬de" olmak kaydıyla veriyordu meclisin şer'î hükümlere uygunluğunu zedeleyip zedelemediği konusunda yorum yapma¬mışlardır. Unutulmaması gerekir ki bu husus, bilhassa gayri müslimlerin de için¬de yer alacağı bir meclise böylesi teşrîî yetkilerin tanınması meşrutî İdareye ge-çiş sırasındaki temel tartışmalardan bi¬riydi ve bu yönetimin müdafaasını yapan eserler dahi meclisin "azalan âdeta ahali tarafından intihap olunmuş müddeîler olduğunu" ileri sürerek [1248]ümmet-i Osmâniyye'nin müntehibger-deleri olan vekillerin" sadece "ümmet-i İslâmiyye'nin verdikleri akçenin hesabını suale ve idarelerine ait kavânin ve nizâ¬mâtın hüsn-i cereyanına ve nezarete" haklarının bulunduğunu, eğer asrın gerektirdiği yeni kanun ve uygulamalara ihtiyaç duyuluyorsa şeriata kesinlikle uy¬ması gereken bu tür yeni düzenlemele¬rin merkez-i hilâfette toplanacak seçkin ulemâ ve fukaha tarafından yapılabile¬ceğini belirtmişti.[1249] Nitekim Medis-i Meb'üsan'ın muvakkaten tatilini tavsiye eden 10 Saf er 1295 [1250] tarih¬li Hey'et-i Vükelâ mazbatasında da "Meclis-i Umûmrnin vezâif-i asliyyesinin kavâ¬nin lâyihalarının tedkik ve müzâkeresin¬den ibaret olduğu" vurgulanmıştı. 1908 ihtilâli sonrasında meclislerin teşrîî yetki¬leri olmasına şiddetle itiraz eden ulemâ bulunduğu gibi [1251] buna destek verenler de olmuştur.[1252]

Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu'nun, "Hâki¬miyet bilâ-kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bil¬fiil idare etmesi esasına müstenittir" hükmünü haiz 1. maddesiyle, "İcra kud¬reti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Mec-lisi'nde tecelli ve temerküz eder" ifadesi¬ni ihtiva eden 2. maddesi, bu kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren Büyük Millet Meclisi / Türkiye Büyük Millet Mec¬lisi hükümeti yönetimi altındaki alanlar-da meşrutiyet idaresinin sona erdiği an¬lamında yorumlanabilir. Nitekim salta¬natı kaldıran 1 -2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hey¬'et-i Umûmiyye karan da bu kanunun 1. maddesine dayanarak kanunun neşri ta¬rihinden itibaren saltanatın "merfû" ol¬duğunu tasrih etmiştir. Ancak İstanbul hükümetinin idaresi altındaki yerlerde bu İdarenin 1-2 Kasım 1922 tarihine ka¬dar sürdüğü kabul edilebilir.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,99 M - Bugn : 13224

ulkucudunya@ulkucudunya.com