Terk etmeyen Dost: Sezai Karakoç
Ekrem Özdemir 01 Ocak 1970
”Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak.”
Arkadaşı Cemal Süreyya’nın Sezai Karakoç için yaptığı bir tespitle başlayalım: “Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz. Türkiye’de özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukardadır. Düşüncesini de öfkesini de hemen ortaya koyar… yaşama konumu olarak tek ve benzersiz.”
Bir ikinci yorum da Ece Ayhan’dan: “Sezai Karakoç mülkiyeyi bitirmiş ama mülkiyetle bir ilinti kuramamıştır. Karakoç’un ıssızlığından ve yalnızlığından yakındığını bu güne dek duymadım. Kiralık bir evi bile yoktur.”
1933’te Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde başlayan sürgün hayatı bugün 77 yaşında devam eden Sezai Karakoç’un yaşamı için bu kavramı bilerek kullanıyorum. Zira (hem “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı şiiri hem de) üstadın fikir evreninde Mevlana, Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Yunus Emre gibi katkısı büyük abide şahsiyetlerin dünyayı yorumlama şekli buna müsait. Ki bu saydığımız isimlerin hepsinde dünya hayatı, ilahî aşkın ve ebedî huzurun yanında kötülenmeyi hak edecek nispette değersizdir. Ayrıca üstada göre Mevlana, Gazalî ve İbn-i Arabî İslam düşüncesinin üçlü sacayağını oluşturur. Üstadın “Yitik Cennet” adlı eseri için “Füsusu’l-Hikem’in küçük bir özeti” yorumu yapılması boşuna değildir.
Güller Ülkesinin Şairi
Sezai Karakoç (20. yüzyılın en güzel aşk şiiri) Mona Roza’yı yazdığında henüz 19 yaşında, Mülkiye öğrencisidir. Bu şiir, kadim geleneğin biricik simgesi olan ama şiirimizde artık kullanılmayan bir kavramı yeniden kazandırır Türk şiirine: GÜL
Üstadın, (Mona Roza, Pişmanlık ve Çileler, Ölüm ve Çerçeveler, Ve Mona Roza başlıklı) dört bölümden oluşan ve ilk bölümünü yayınladığımız bu şiiri yarım asırlık bir efsaneyi de beraberinde taşır. Üniversite yıllarında aşık olduğu bir kız için bu şiiri yazdığı ve büyük bir aşk yaşadığı rivayetini Karakoç her seferinde reddeder. Hatta 1998 yılında Mona Roza ismiyle şiir kitabını çıkardığında şiirin bazı yerlerini değiştirmesi edebiyat dünyasında yeni bir tartışma başlatmış ve “Artık kamuya mal olmuş bir şiiri üzerinde şair değişiklik yapabilir mi?” sorusu aylarca edebiyat sohbetlerine konu olmuştur. Gerçi Necip Fazıl’ın hidayeti sonrası ilk dönem bazı şiirlerini reddetmesi de bir zamanlar ciddî münakaşalara yol açmıştı. Üstadın, Necip Fazıl’ın hiç terk etmeyen dostu olduğunu düşünürsek bu cesaretini anlamakta zorlanmayız. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum: Bazı şiirler şairiyle özdeşleşir ve artık şairin adını andığınızda ilk akla gelen şiir olur. Edip Cansever deyince Masa da Masaymış Ha, Necip Fazıl deyince Kaldırımlar, Cahit Zarifoğlu deyince Yedi Güzel Adam, Edgar Allan Poe deyince Annabel Lee, Atilla İlhan deyince Ben Sana Mecburum, Ahmet Arif deyince Hasretinden Prangalar Eskittim şiirinin akla gelmesi gibi. Aslında bu, popüler şiir antolojilerinin bize dayattığı bir kültürdür ve Karakoç’un hiç sevmediği şiir akşamları gerçek şiire ne kadar zarar veriyorsa, ticarî amaçlı antolojilerin de aynı kertede menfî sonuçlar doğurduğu kanısındayım. Karakoç, çok daha önemsediği eserleri ve şiirleri varken aşk şairi ve Mona Roza efsanesinin kahramanı olarak anılmaktan rahatsızlık duymuş ve bu yüzden neredeyse yarım asır şiir kitaplarına almadığı bu şiiri en nihayet yayınladığında da efsane gibi ağızdan ağza dolaşan Mona Roza mitine son vermek için üzerinde değişiklik yapmıştır. Hatta en son CINE5’te yayınlanan Sezai Karakoç belgeselinde Mona Roza konusu işlenirken “birçok efsane varsa da bunların gerçekle alakası yoktur” yorumunun da üstadın isteğiyle yapıldığı kanaatindeyim. Konunun bir başka boyutu da, Mona Roza’nın bir aşk ürünü olup olmadığının Sezai Karakoç’un mahremi olmasıdır. Hiç kimse, mabedine başka bir insanın girmesini istemez ki, biz ona saygı duymak zorundayız.
Şair Kendine Yeten Adamdır
Benim için Sezai Karakoç, Masal şiirindeki Doğu’nun Yedinci Oğlu’dur. Bir babanın (Batı gelmeden önce) Batıya giden altı oğlunun yok olmasından sonra, Doğunun ruhunu işgal ederek ayakta durmaya çalışan Batı Medeniyetinin bütün ihtişamına rağmen, onu bütün yönleriyle kavrayan ve diyalektiğini sezen, gücü karşısında boyun eğmektense onurlu bir ölümü tercih eden, güce değil hakikate inanan, kendi kendisi olabilen, kendine yetebilen, kendinden memnun olabilen asil bir ruhtur Doğunun Yedinci Oğlu. Üstadın şiir poetikasında bile bu bilge tavrı görmek mümkündür. Pergünt Üçgeni diye bir tanımı vardır Sezai Karakoç’un. Şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik IBSEN (1828 -1906)’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder:
“Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.
Şair, Kendine Yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli.
Şair, Kendinden Memnun Olmalı: “Eser´in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı, onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. “Beni andırıyor, ah, beni o” demeli.”
Terk etmeyen Dost
Sezai Karakoç’ta Batı karşısında yenilmiş, taklit yolunu seçerek ancak bu şekilde yaşayabileceğine inanmış, yenilgisini kendi geçmişine bağlayan ve bağlarından kopararak yeni bir insan yaratmayı düşünmüş bir zihniyete rastlayamazsınız. O terk etmeyen dosttur ve tüm bedellerini ödeyerek Cemal Süreyya’nın da belirttiği gibi yerini korumayı bilmiş, hiçbir siyasî partiye sırtını yaslamamış, hiçbir ideolojiye angaje olmamış, tek başına bir fikir dünyası oluşturmuş ve menzilini hep korumuştur. “Diriliş Hareketi, inancımızı olanca gerçekliği ve saflığıyla korumak, ahlâkımızı en yüksek seviyede diriltmek, medeniyetimizi bir daha sarsılamayacak bir sağlamlıkla canlandırmak, yazımızı, takvimimizi, şehirlerimizi, maddî ve manevi bütün gücümüzü uyandırmak, saldırıları geri çevirmek, etkisiz kılmak, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı güvence altına almak, kısacası ruhumuzun ve onun tüm tesir, iz ve eser bütününü esenliğe eriştirmek ve bu ideali gerçekleştirecek nesli, gençlik kuşağını yetiştirmek davasıdır.”
Sezai Karakoç söz konusu olduğunda, Necip Fazıl ve Büyük Doğu Dergisi, Nurettin Topçu ve Hareket Dergisi, Nuri Pakdil ve Edebiyat Dergisi, Cahit Zarifoğlu ve Mavera Dergisi, İslamcı camianın konuşulan diğer şiir ve edebiyat anlayışlarıdır. Bu anlayışlar içinde, hem şahsı, hem fikirleri hem de dergisiyle tartışılmayan ve her kesimin beğenisini kazanan tek isim Sezai Karakoç’tur. Hem edebî duruşu, hem şiiri, hem medeniyet tasavvuru, hem siyasî fikirleriyle tertemiz bir sayfa bırakmıştır düşünce hayatımızda. Bu anlamda yeri başkadır ve hepimizin gönlünde taht kurmayı başarmıştır. Gül kavramının yeniden dirilişi Türk okurunu yıllarca sırtını döndüğü Baki, Nef’î, Nedim, Şeyh Galip gibi üstadlarımızın bahçesini süslediği Divan Edebiyatıyla yeniden tanıştırmış, Mevlana, Yunus Emre, Feridüddin-i Attar gibi Tasavvuf edebiyatımızın anıt şairleri kaybolan değerler olmaya yüz tutmuşken, yeniden ihya olmuş ve Müslüman Türk insanına geçmişiyle bağlarını hatırlatmıştır.
60’lı yıllardan itibaren ülkemizde kendini gösteren sol akımların cereyanına kapılan Müslüman gençleri komplekslerinden, utançlarından şiir, edebiyat ve düşünce yazılarıyla kurtarmakta en az Necip Fazıl kadar gayreti olan Sezai Karakoç, İslamî hassasiyetlerle şiir yazan bir şair olmasına rağmen her kesimin ilgisini çekecek kadar güçlü bir şiir yazmış, İkinci Yeni grubunun içinde yer almasına karşın kendine ait bir ekol oluşturmayı da başarmıştır. Kendisinden dinleyelim: “Sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir. Onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına yüklemekten ibarettir. Benim şiirim, aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espiriyi, irrasyonele ve absürde bulanmış MUTLAK’ı zapt etmektir… ses ve biçim, motifler ve imajlarda, başlangıçta çok yakın olduğumuz şair arkadaşlardan gittikçe, o biçimi dolduran ve o sesi fırlatan varoluşu idrak farkı yüzünden ayrılıyorum.”
Modern dünya ile herkesin verdiği mücadeleyi daha sağlam, daha dayanıklı bir donanımla sergileyen üstad adeta “çağlar ötesinden seslenen bilge” gibi geleneğin yeniden ve yepyeni bir şekilde dirilişini arzulamış ve bunu eserlerinde başarmıştır. Üstadın bir sanat eserinde bulunması gereken özelliklerle ilgili tespitleri bunu rahatça ifade eder. Karakoç’a göre bir sanat eseri; “İnsanı değiştirmeli, çarpıp büyülemeli, öz’de iç realiteye, sanatçının içinden kopup gelen gerçekliğe, teferruatta da dış realiteye uymalıdır. Dış dünyayı, yaşadığımız hayatı olduğu gibi aktarmamalıdır. Yaratılanın değil, yaratış’ın taklidi olmalıdır. Ne hissin, ne de fikrin baskısı altında bulunmalıdır. Ne toplum için ne de kendi için, gerçek bir sanatkar için ortaya konmalıdır. Hakikat özü taşımalıdır. İnsanın kalbiyle yakından ilgili olmalıdır. İnsanın tarihi ve sosyal karakteriyle de ilgilenmelidir. Fazlalık ve eksiklikten uzak bulunmalıdır. Eleştiri sınavını başarıyla vermelidir. Okuru, kendine baktırabilmelidir.”
Ben Kandan Elbise Giydim, Hiç Değiştirsinler İstemezdim
Sezai Karakoç’u yalnızca İslam geleneğinin iyi bir temsilcisi olarak değil, yaşadığı çağı iyi okuyan ve gelecekte bizi bekleyen tehlikelere de işaret eden bir düşünce adamı niteliğiyle de zikredebiliriz. Özellikle Balkon, Hızırla Kırk Saat gibi şiirleriyle modern dünyanın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermiştir. Eserlerinde sıkça zikrettiği Dicle-Fırat medeniyeti iddiasıyla da Türkiye’nin coğrafi bağlarına ve yeniden büyük dirilişin yol haritasına dikkatleri çekmiş, Ötesini Söylemeyeceğim, Ey Yahudi, Alınyazısı Saati gibi şiirleriyle İslam dünyasının sorunlarını şairane bir dille gündeme getirmiştir. 1990 yılından bu yana yaptığı Diriliş konuşmalarıyla Türkiye ve dünya meseleleriyle ilgili fikirlerini ortaya koymuş, bu konuşmalarını kitaplaştırarak okuyucusunun hizmetine sunmuştur.
1990-2000 arası üniversite gençliği için Sezai Karakoç, mitolojik bir kahramandır. Kimseyle görüşmeyen, şiir programlarına katılmayan, röportaj vermeyen, fotoğraf çektirmeyen, yüzünü bile görmediğimiz ama sanki her birimizin içinde yaşayan bir ilahî ses gibidir. “Ben Kandan Elbise Giydim, Hiç Değiştirsinler İstemezdim” şiirinde şahit tuttuğu bütün İstanbul’a ölümün güzelliğini anlatmıştır. 2006 yılında Kültür Bakanlığı özel ödülüne layık görüldüğünde tören istemeyen, ödül parasını almayıp bağışlayan üstad, evlâd-ı arifânın bugün de yaşadığını gösterir bize.
Bu Ülkenin İsimsiz Kahramanlarına!
Bu ülkede Sezai Karakoç’la tanışan her gencin ona bu büyük şairi tanıtan bir isimsiz kahramanı vardır; benimki de değerli büyüğüm Ekrem Anaç’tır. Bana ısrarla Sezai Karakoç’un “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” kitabını tavsiye ettiği günleri şimdi hatırlıyorum da, bu ülkeyi isimsiz kahramanların ayakta tuttuğuna olan inancım daha da artıyor. Ben üstadın “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı şiirini Ekrem Anaç kadar içten ve güzel okuyan ikinci bir isme şahit olamadım. Eğer bu ülke birgün beni yazar olarak anarsa bilsin ki bu ateşi yakan kişi Ekrem Anaç’tır.
Tabi ki Ekrem Anaç, üniversite ikinci sınıfta okuyan ve zavallı şehir insanıyla yeni yeni tanışarak yolunu bulmaya çalışan taşralı bir gence sadece bir kitap ve bir yazar tavsiye etmedi. Üstadın yanı sıra Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlakı, Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak, Rasim Özdenören’in Müslümanca Yaşamak Üzerine Denemeler, Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde eserleriyle başlayan okuma serüvenimde Ekrem Anaç’ın rolü büyük. Onun şahsında bu ülkenin isimsiz kahramanlarını saygıyla anıyorum.