« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

28 Eki

2024

Yahya Kemal’de Şehir ve Mimari

Ekrem Hakkı Ayverdi 01 Ocak 1970

Denebilir ki Yahyâ Kemal’in sebeb-i hayâtı, yaşamasının sâiki, onu dev kuvvetiyle harekete getiren irâdenin menba’ı azametli, büyük bir milletin ferdi olmak sevinç ve gurûrudur. Hâlıkı, bu koca arı kovanında ona milletin dehâsını övmek vazifesini vermiş, o da bu hizmeti tehâlükle kabullenmiş, her nefes alışında ubûdiyet râh-ı müstakîminde îcâbını icrâ eylemiştir. Bu çizgiden çıkar gibi göründüğü ve gösterilmek istendiği demleri bile, lüzumlu malzemeyi beşeriyet kazanında kaynatıp kalıba dökmek ve şuûra intikal ettirmek için geçirdiği sancılı zamanlarıdır.

Yahyâ Kemal ifâde vâsıtası olarak, insanda sâdır olabilecek en asil mahsûl olan edebiyâtı, daha doğrusu şiiri benimsemiştir. Tabiî bu intihapta, meşrep ve kabiliyeti başlıca âmildi; fakat başka sâhalarda da şâyân-ı hayret nüfûz-ı nazar, idrak ve ifâde örnekleri verilmiştir.

Yahyâ Kemal şiir ve edebiyat için yaratılmıştı, bunda tereddüt yoktur. Bütün tekniğiyle nik ü bed’iyle bildiği bu sâhanın sâhibkırânı oldu. Böyle oldu da fikir adamı olmadı mı? Târihçi değil midir? Bunların küçük ve günlük tafsilâtına inmeden târihin halkalarını geçirip selsebil gibi akışını ortaya dökmemiş midir? Bizim şehâmetli târihimizin revnakını duyup duyurmamış mıdır?

Bunun gibi mûsıkîmizin en derin mânâlarını kavrayan, anlayan da o olmuştur. Ve bu mûsîkiyi istihfâf edenleri görmek azâbı içinde "Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" mısra’ını hâtifi, mâverâî edâsıyla o söylememiş midir?

Bu mesleklerin adamları Yahyâ Kemal’i bu cephelerinden ele almışlar mıdır? Pek zannetmiyorum. Her ne hâl ise gocunmaklar bir tarafa bırakılınca, üzerinde durulacak pek çok hakikatleri Yahyâ Kemal’in sözlerinde buluruz. Meselâ mûsıkî târihimizi ve mûsıkî anlayışımızı, kül olarak, Itrî destânının kırkdokuz mısra’ında toplayıvermiştir. Bir gün o fikirler anlaşılacak ve üstünde cildler yazılabilecektir.

Yahyâ Kemal mîmârî fikirlerini, şiirinden çok nesrinde ifâde etmiştir. Süleymâniye’ye, onun gibi âbidelere, şehirlere, semtlere hayran idi. Fakat Yahyâ Kemal hehangi bir ferd gibi, binâların parakende güzelliklerine, hâtta tenâsüb ve edâlarında kalmayıp, âbidelere bir vatan meydana getirilmiş olması tarafiyle alâkalanmış, bundan duyduğu sevinci son derece güzel ifâde etmiştir. En realist bir görüşle bu milletin o, asırda değişmez, eğilmez, bükülmez, eskimez büyük meziyetlerinin ancak bir yerde karar kıldıktan sonra hârikalar doğurabileceğini müşâhede etmiş, bu en güzel ve en büyüğün yapıldığını idrak ile de hükmünün isâbetini görmek saâdetine ulaşmıştır.

Zâten Yahyâ Kemal’den mîmârlığın, taşı toprağı ile uğraşması istenemezdi; o, milletin hayatına karışan mîmâriyi bize söyledi.

Yahyâ Kemal’in mîmâri fikirleri yer yer, kalıb kalıb, "Aziz İstanbul" nâmı altında Enstitü tarafından neşrolunan eserinde dolup taşar. Kitab çıkmadan evvel çok kişi bunları bilmiyordu; zamânın külleri onları örtmüştü. Şâirin bu yazılarının ilkleri ile sonuncusu arasında otuzbeş senelik bir fâsıla vardır. Bu uzun zaman zarfında yolundan hiç infiraf etmeden aynı selâbetle düşüncelerini bize nakletmiştir. En parlağı 1942 senesi başında verdiği "Türk İstanbul" ismindeki konferanstır. Bu konferans âdetâ bir hülâsadır.

Şâir bu konferansı ondan sonraki uzun makalesini ve tabiî ondan daha evvelkileri, Osmanlı mîmârisi daha inceden inceye tetkik edilmeye başlanmadan, neticeler meydana çıkmadan bir san’atkârın derin sezişi ile yazmıştır. Konferanstan epeyce sonraları bu yazılardan habersiz olanlar, onun söylediklerini ilmî usûlün tabiî neticesi olarak meydana koydular. Ve tâ 1964 senesinde "Aziz İstanbul" çıkınca, binbir emek ve zahmetle bulduklarını o sahifelerde görmekle büyük bir saâdet duydular. Bu da gösteriyor ki, san’atkârda, müfekkirenin parlak buluşları, teşhisleri kuru ilme takaddüm etmektedir.

Bakınız Yahyâ Kemal, Türk şehircilik mîmârisinin bütün unsurlarını, zihniyetini en muhteşem bir çapta toplayan İstanbul ve dolayısıyla san’atımızın küllü hakkında ne diyor, bunu konferanstan nakledelim:

“Bir iklimin manzarası, mîmârisi, halkı arasında hâlis ve tam bir âhenk varsa orda gözlere bir vatan tablosu görünür.”

İklimden anlayan gerçek ve hassas bir san’atkâr, İstanbul’un eski semtlerinden her hangi birini, meselâ Koca Mustafa Paşa semtini, yâhud Eyüb’ü, yâhud Boğaziçi’ni henüz milli hüvüyetini muhâfaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki; "Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mîmâriden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.."

Muharrir burada semtlere mîmârinin meydana getirdiği iklimin yâni Fransızca’da ”Site” denilip her zerresinde husûsiyeti tüten yerlerin güzel bir târifini yapmakta olup, bu halkın kendi eseriyle olan saf ve kusursuz yekpâreliğini ortaya koymakta ve bir de ( iklim ) gibi hârikulâde bir tabir icâd etmektedir.

Muharrir devâm ederek, "Türklük beş yüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün beşeriyetin hayâline böyle nakşetti. Mîmârisini bu şehrin her tepesine, her sahiline, her köşesine kurarken gûya: 'Artık bu diyar dünyâ durdukça Türk kalacaktır' dediği hissedilir." Sonra da, "yeni baştan kurmuş olduğu bu şehirde yaratmış olduğu güzelliklerin en yüksek bir kıratta olduğunu söylemek lazımdır." sözleriyle büyük mîmâriyi ve kendine has yalın üslûbuyla gözlere nakşedilmiş kalan emsâlsiz şehri tebcil ediyor. Ve İstanbul’da yapılanların en yüksek kıratta, başka bir sözle, seviyesi ve derecesi en yüksek olduğunu beyân ediyor.

Keşke dünyânın en yüksek mîmârisi deseydi ne yanılmış ne yanıltmış olurdu. Bu arada içimizdekileri iknâ etmek istercesine: "…Avrupa’nın en yüksek şairinin gözlerini kamaştırdı." demek mecburiyetini duyması ne hazindir. O, muannid gözler kamaşsın kamaşması, lâzım olan bizim takdirimizdir. "Farz-ı muhâl olarak Türklüğün yer yüzünde güzellik nâmına başka bir eseri olmasaydı yalnız bu şehir onun nasıl bir yaratıcı kudrette olduğunu isbât etmeğe kifâyet ederdi.” hükmüne varılsa da ne fayda var?.. Kendimiz bu kıymeti müdrik miyiz?

Fakat mâzinin güzel taraflarının kadrini o kadar derinden bilen Yahyâ Kemal bu milleti o kadar seviyor ki hiç bir nesle bu konferans târihinde toz konduramıyor; Bu güzelliği şuûriyle idrâk ettiği fazeyler görünüyor da hâriçten şahâdetler arıyor.

Garb tarihçilerine karşı da ne muhteşem bir kisfeye büründüğümüzü müdafaa ediyor. "Zirâ içeride, dışarda şunu bilmemiz lâzımdır: …Türklük bu şehrini imâr görmemiş hâli bir sâhada kurmadı; Şarki Roma İmparatorluğu gibi asırlarca Avrupa’nın yeğane medeniyeti olmuş ve şa’şaasıyle bütün milletlerin gözlerini kamaştırmış bir devletin pâyitahtının hârabesi üzerine kurdu. Bunun muzâaf bir kıymeti vardır. Eski Bizans harâbesi üstüne kurulan Türk İstanbul, selefinden bambaşka bir hüviyette idi ve yalnız kendini kuran milletin milliyetini bir ifâdesi idi; ve Türklerin medeni kabiliyetleri çok üstün olmasaydı, bu virâne o kadar çabuk imar edilebilir mi idi?" Bu fıkralar şehirciliğimizin ve mîmârimizin ve bu yoldaki tâkat ve imkânlarımızın âdeta bilançosudur. Yüzde yüz doğru sözlerdir. Son çalışmalar tarafından tekzib değil, te’kid edilmiştir.

Zihniyeti, tutumu izâh eden bu bendlerden sonra ”Türklerin İstanbul içinde binâ ettikleri câmilerin adedi ve mîmâri kıymetleri göz önüne gelirse, şehri Bizans zamanında olduğundan daha fazla mîmâri manzûmeleriyle süslemiş oldukları görülür.” fıkrasıyla de miktarların büyüklüğü husûsundaki mîmâri müşahedeyi önümüze seriyor.

Yahyâ Kemal Enstitüsü’nün son zamanlarda elde ettiği şâire âit târihsiz bir el yazmasında (Mîmâriye zâmanın giydirdiği kisveyi, ”Milli Peyzaj ”ı gelişi güzel kaldırmamak lâzım geldiğini etrâfın her zâman tufeyli olmadığını) yangından evvelki Sahhaflar Çarşısı’nı misâl getiriyor. Mîmâriyi de yalnız inşaat ve teknik düşünerek ihyâ etmemek lâzım geldiğini de herhalde o sıralarda (936-937'lerde), acâib şekilde tâmir edilmiş olan Bâyezid Câmii’ni örnek gösteriyor. Müşâhede ve misâller tamdır. Câmide yapılanlar sonradan kısmen telâfi edilmiş sayılabilir. Ama Sahhaflar Çarşısı mes’elesinin halli nasib olmadı. Millî tâliimizin kaderi olan yangın sanki bizim kıymetini takdir edemeyeceğimizi bilir gibi işi kökünden hallediverdi.

Yahyâ Kemal yalnız surlar içinde münhasır, dar Bizans şehrinden defâlarla daha geniş İstanbul hakkındaki görüşlerini, Eyüb Kasım Paşa, Beyoğlu, Galata, Üsküdar’ın tasvirleri yanında, Boğaziçi için şunları söylüyor: ”Boğaziçi Bizans zamânında yoktu. Gerçi Boğaziçi’nin iki sâhilinde tek tük köyler, bâzı kiliseler görüldü. Ancak o zamanki hâliyle bugünki Çanakkale Boğazı’mızı andırır gibi ıssızdı. Boğaziçi Fetihten sonra iki sâhil boyunca Kavaklar’a kadar imtidâd eden köylere, yalnız kendine benzer bir mâmüre oldu. Boğaziçi doğrudan doğruya Türklerin eseridir.” Konferansın tevsi’en şehri gibi olan bir bankanın albümüne yazdığı uzun makalenin sonunda da ”Cedler Boğaziçi’inde yalıyı ve kayığı icâd etmişlerdi. Eski Boğaziçi ”Leb-i Deryâ” da bir yerleşiş manzarası idi, ”Bir Bir Çalan Saatler” makalesinde de, Bizans İmparatorluğu’nun bin yüz senesi içinde böyle bir mâmüre olmadığını, Osmanlı edebiyâtındaki o zengin Boğaz mevzûları karşısında Bizans edebiyâtında Boğaziçi’nin aksine tesadüf edilmediğini söylüyor.

Her şeyi toptan ifâde eden efrâdını câmi âğyârını mâni bu kısa bendlerde Boğaz’ın şâ’şaâlı, nazlı, edâlı, hülyâlı, esrarlı, her her an renk ve mizaç değiştiren hududsuz güzelliğini terennüm ederken, Roma ve Bizans devletlerinin ondan nasıl gafil yaşadıklarını gözler görmese de kalp gözünün görmemesi kabil olmayan, eşi dünyânın hiçbir yerinde bulunmayan böyle bir nâdireyi nasıl anlamadıklarını da, yana yakıla bildirmiş oluyor.

Bizce, Roma ve Bizans’ı anlamadılar, tanımadılar da İstanbul’un kadrini sanki bilebildiler mi? Bu iki devlet de tabiatten gafil idiler ve onun için hayatları da sonları da hırçın ve sefih oldu.

Yahyâ Kemal o ehemmiyetli konferanstan başka, yukarıda bahsettiğimiz makalesinde bâzı ilâve tafsilât koymuştur. Meselâ Bursa ve Edirne’yi Türk üslubunda yeni baştan inşâ etmemiz İstanbul için örnek olduğunu, bu şehirleri milli meşrep ve zihniyetimizden milli dehâmızdan gelen hâssalarla yaptığımızı bildiriyor.

Mîmâri ve şehircilik bizim dehâmızdır. İstanbul’da bu dehâyı mahallin coğrafi icablarına, emirlerine göre tatbik etmişiz daha evvel Bursa ve Edirne’de, buna göre Üsküb ve Saray Bosna’nın ilâvesiyle dört beldeyi ve daha pek çok küçüklerini, tâbiatlarının lüzûmuna göre yeni baştan kurmuşuz. Bunların hepsi ancak o yerlere göredir. Müşterek tek vasıfları tâbiata uygunluktur. Bunları yapınca Bizans İstanbul’undan bir şey almağa yer kalmaz.

İşte Yahyâ Kemal de yukarıdaki bendin biraz aşağısında, İstanbul’un semtlerini anlatırken, ”Mîmârilerdi” diyor. Bu arada Yahyâ Kemal’in Eyüb’ü mustakil bir makalede anlatışı ancak o çapta bir insanın harcıdır. Yahyâ Kemal’de Eyüb başlı başına bir mevzûdur; üzerinde ayrıca durulmak ister. Şu kadarını ilave edebiliriz ki, zâten her satırında kendisini hissettiren o pek mü’min Osmanlı Yahyâ Kemal, Eyüb makalesinde, Topkapı Sarayı yazısında olduğu gibi her türlü itirâzı bir tarafa iterek, rûhunun bütün vuzûhu ile aksettirmiştir.

Eski Fâtih Câmii ve zelzelede yıkılıp da, şadırvan avlusu ve tek kapısından gayrı yerine yapılan harem kısmı hakkında da Yahyâ Kemal çok güzel mîmâri görüş ve buluşlarını beyân ediyor. Bu câmiin mîmârının Rum olduğu hakkında, üç asır kadar ortaya sürülen iddiâya karşı da, ancak mîmâri târihi etrafınca kavramış, hassas bir mimârın verebileceği en doğru hükmü söylüyor. Eski câmiin harem kısmı müşahhas olarak bilinmediğinden, sâde geri kalan şadırvan avlusuna aslında buna tâk kapı ve mihrâbı da ilâve edip bakarak, ”…Şadırvan avlusunun mîmârisi, Türklük ve Müslümanlık iliklerine kadar geçmemiş olan bir mîmâr tarafıdan yapılamaz. Bu şadırvan avlusundaki sütun çerçevesi içinde halli-hamur olmuş bir ustanın eseridir." diyor. "Aslında ustanın da mîmârın da hükmü ne kadardır? Meçhul, ortada bir mîmâr millet vardır, o kadar. Mühtedi bir mîmâr da olsa ve kazârâ bu mîmâra cihan mîmârı ünvânı verilmiş olsa, o ne kadar yersiz yakıştırmadır ki kendi şahsiyetini unutuyor, üslubunu yürütemiyor da sâhiblerinin arzûsuna uyuyor. Böyle mîmâr olmaz olsun; onun mîmâriye asla tesiri olamaz. Teknik ise mâlûm ve mütedâvil şeylerdir."

Yahyâ Kemal birçok kıymetli câmilerden sonra Süleymaniye’ye gelip dayanıyor. "Milletimizin en büyük âbidesi olan Süleymaniye’de kaderin her cihetten mehib ve güzel tecellisini görmemek muhâldir… Câmide kubbe dayanacağı yere yüklenmiş değil, âdetâ gökten inmiş de konmuş zannedilir.” diye câmii anlatıyor; Kanûni’nin Mîmâr Sinan’ın rollerini etrâfıyla bildiriyor. Sanki bir mîmârın anlatması gibi bir îzah.

Sultan Ahmed Câmii için de, ”… Orada binâ edilmeseydi, milli hayâl olurdu.” şehrini koyuyor. Bunları daha fazla uzatmaya mahal yok; bu kadarı Yahyâ Kemal’in mîmâriye bakan gözünü ifâde etmiş olur.

Yalnız Yahyâ Kemal saray bahsine de temâs edip diyor ki: "İstanbul’un fethinden sonraki hâli ve virân manzarası Fâtih’i bile yanıltmış, kışlık sarayını Bâyezid Câmii, Üniversite ve Süleymâniye’de bulunan geniş sâhaya, yazlık sarayını da karadan surları zamânımıza kadar kalan Sarayburnu sâhasına yaptırmıştır."

Fâtih Sultan Mehmed’in hiçbir imâr bahsinde isâbetsiz bir karârına rastlanmadığı halde, eski saray yerinde aldandığı muhakkaktır. Bu da kısa bir müddet sonra tashih olunmuştur. Yahyâ Kemal de "Fâtih bile" demekle bu cihete temâs ediyor. Ancak Fâtih Sultan Mehmed’e olan mâlum büyük hürmetinden dolayı, sanki onu mahcûb etmemek istercesine, bu bahiste "Yahyâ Kemal bile" aldanmıştır. Bir kere eski sarayın yeri Bâyezid meydanına hiçbir zaman taşmamıştı. Fâtih Topkapı Sarayı’nı da yazlık için değil, bu eski sarayı beğenmediğinden, onun yerine yaptırmıştır. Aynı zamanda veyâ birbirinden bir iki sene fâsıla olsaydı haydi yazlık ve kışlık diye ayırt edelim. Halbuki birincisi fethin akabinde, ikincisi yirmi sene sonradır. Kitâbeler sarihtir. Bu kadar isabetli teşhis ve hükümler arasında, nasılsa karışan bu kadar zuhûl Yahyâ Kemal için bir nazar boncuğudur.

Yahyâ Kemal bütün bu mâzi kervanında iyi ve güzeli sevmiş ve sevdirecek bir üslûbla tekmil delilleri peşi peşine sıralamış ve bize tatlı tatlı dinletmiş ve okutmuştur. Eskide iyi ve güzellik pek bol ve feyizli olması bir kabahat midir? Asâlet bu hâli kıskanmamayı icâbettirir. Ama ne yapalım ki mâzi karşısında küçülüp küçülüp yere yapışanlar ve adem-i iktidarla ma’lül olanların, "neye böyle oldu?" diye gazaba gelmeleri bu günlerde moda oldu.

Yahyâ Kemal’in bugün için temenni ettiği ise tekrar değil, ”imtidad”dır. Makalesinin son sahifesini bu bahse tahsis etmiştir. Elbet diyor bu günün icâbı gelmesi lâzımdır. "Türk milli şuûruna sâhip olursa bu tahakkuk eder.” ve ”bahsettiğimiz imtidad içinde değişiklik budur.”

Şâir, millette millî şuûrun mevcûdiyetini pek sezmemiş olmalı ki, şimdiki zâmana mâziye verdiği dereceyi veremiyor, ve daha o devirde "hendesî semtler"den üzülerek acı acı şikâyet ediyor. Kabahat tabii onda değildir, bugünün noksânındadır. Ve bugünün, eskinin dolup taşan bereketi karşısında kıskançlıktan kıvranmasındadır. Böyle küçük hislerin yerini, asil, kibar duyguların aldığı ve asil özlü şehirlerin ve mîmârinin doğduğunu görürse Yahyâ Kemal’in rûhu ancak o zaman şâdolacaktır.

Ziyaret -> Toplam : 123,90 M - Bugn : 25936

ulkucudunya@ulkucudunya.com