« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

23 Oca

2023

Silahlar, paralar ve oylar

Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970

Soğuk Savaş sona ererken kimileri kan ve dehşet dolu bir yüzyılı geride bıraktığımızı, önümüzde barış ve refah içinde bir dünya olduğunu iddia ediyorlardı. Bir süre belki savunma harcamalarının azaldığı, nükleer savaş ihtimalinin geride kaldığı bir gezegende daha mutlu yaşama ihtimalimiz belirmişti. Herhalde son bir senedir yaşanan olaylardan sonra bu rüyaya şüpheyle yaklaşmayan kalmamıştır. Dünyanın en büyük askeri güçlerinden birisi -ya da biz öyle sanıyorduk- girdiği bataklığın içinde debelenirken devletlerarası ilişkiler on yıllardır olmadığı kadar gergin. Tehditler havalarda uçuşuyor, Rusya nükleer silah kullanma seçeneğini bir kenarda tuttuğunu tekrar edip duruyor. Askerler, uzmanlar -sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde- kanal kanal gezip sahada neler olduğunu, işlerin nasıl gelişebileceğini haritalar üzerinde anlatıyor.

Güvenlik kaygılarının diğer meseleleri gölgede bırakarak ön plana çıkması arada bir değindiğimiz bir dizi gündem maddesini ortaya çıkardı. Beyin ölümü gerçekleşiyor denen NATO’nun küllerinden doğup yeniden kıymete binmesi bunlardan birisi. Üstelik bizi doğrudan ilgilendiren İsveç ve Finlandiya’nın İttifaka katılımı konusu da var. Ama iki yeni ülkenin daha NATO üyesi olmasının ötesinde Batı’da silahlanmaya yönelik önemli gelişmeler yaşanıyor. Ukrayna’ya saldırı başladığında Scholz’un parlamentoda Almanya’nın savunma harcamalarını 100 Milyar Euro’ya çekme sözünü hatırlıyoruz. Şimdi de Macron’un ağzından Fransa’nın 2024-2030 yılları arasında 413 milyar Euro’luk bir savunma bütçesi ayıracağı bilgisi veriliyor. Bu, yedi senelik bir süreç içerisinde yıllık ortalama 70 Milyar Euro’luk bir harcama anlamına geliyor ki, şu andaki bütçelerinin üzerine yaklaşık yüzde 40’lık bir artış yapmayı planladıklarını gösteriyor. Ayrıca Rusya’ya karşı ilk savunma mevzii olarak gördükleri Polonya’nın ciddi biçimde kapasitesinin artırılması, ağır sıklet bir orduya dönüştürülmesi düşünülüyor. Varşova’nın toplam GSYH’sinin yüzde 5’ini bulacak devasa bir bütçeyle bu dönüşümü gerçekleştirmesi ekonomik açıdan onları çok zorlayabilir. Ama bu kararın sadece Polonyalılar tarafından alınmadığı, başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği ülkelerinden destek göreceklerini tahmin edebiliriz. Bunlara Finlandiya ve daha da önemlisi İsveç’in NATO üyesi olması halinde Baltık’ta artan Batı ağırlığı eklenince, Putin’in Rusya’nın başını soktuğu belanın büyüklüğünü anlayabiliriz. ‘Ukrayna’yı NATO’ya alacaklar‘ dalaveresiyle mümkünse tamamen yutmaya, olmuyorsa parça koparmaya çalıştıkları ülke başlarına büyük bela açtı. Fakat şimdi daha çok bu hamlenin Batı kamuoyunda yarattığı algıya ve onun politika yapımına etkilerine odaklanalım.


Uzun yıllardır ekonomik durgunluk içindeki Avrupa ülkeleri, kıt kaynaklarını giderek erozyona uğrayan refah devleti harcamalarına değil, silahlanmaya ayıracaklar. Atlantik’in öte yakasında ittifakın büyük ortağının silahlanmada bir vites daha atıyor olması da cabası. Yani meşhur tereyağı silah ikileminde bütün dünya hızlı bir biçimde tercihini silaha doğru kaydırıyor. Gelir dağılımının bozulduğu, ekonomik büyümenin yavaşladığı, reel gelirlerin yerinde saydığı bir dünya için bunlar iyi haberler değil.

Odağımızı Türkiye’ye çevirirsek, bizde de hiç olmadığı kadar silahların konuşulduğu bir dönemdeyiz. Öyle ki, ilk defa savunma sanayiinin başarıları bu seçimde iktidar tarafından oy için kullanılacağa benziyor. Barınacak ev bulamayan, geliri enflasyon karşısında eriyen kitlelerin böylece milli duyguları okşanıp destekleri alınmaya çalışılacak. Bu stratejinin ne kadar başarılı olacağını yakında göreceğiz.

Ukrayna’ya tedarik ettiğimiz insansız hava araçları ve zırhlı personel taşıyıcılara, savaş gemilerinden hasretle beklenen milli savaş uçağına yerli savunma sanayinin başarıları böylelikle gündemi dolduruyor. Liste uzun, her birine değinmek de teknik detaylara hakimiyet gerektirdiğinden konuyu uzmanlara bırakalım. Bir kısmı kullanıma giren bir kısmı da önümüzdeki yıllar için hazırlanan bu silahların promosyonu iktidara yakın medyada yapılırken, eski bakan, yeni muhalefet partisi lideri Ali Babacan şaşırtıcı bir çıkış yaptı. Kamu kaynaklarının savunma sanayiinin star şirketlerinden birisine aktarıldığını, milli servetin çarçur edildiğini söyleyiverdi. Açıkçası bu hamlenin iç politikada kendisine fayda sağlayacağını sanmıyorum. Ancak kaynakların kullanımı açısından önemli bir noktaya temas etmiş olabilir.

Savunma sanayii üzerinde kopan fırtınanın iki bileşeni var. Bunlardan ilki ve daha teknik olanı ihtiyaçların ne kadarının dışarıdan ne kadarının da dış tedarik yoluyla karşılanacağı. Burada da öncelikle bir tehdit değerlendirmesi yapılması, o tehdide cevap verecek hazırlığın en ekonomik biçimde nasıl yapılacağına dair rasyonel bir değerlendirme gerekiyor. Kıbrıs harekatıyla başlayan ve bugün de devam eden politik gerekçeli ambargolarla Türkiye’nin istediği silah sistemlerinden mahrum kalması iç kaynaklara yönelmesinin yolunu açtı. En son CAATSA’dan başlayan, F-16 tedarikindeki güçlüklere kadar giden birçok sıkıntı bu bıkkınlığı daha da güçlendiriyor. Öte yandan yerli sanayiinin bütün ihtiyaçlara cevap verebileceğini düşünmek de biraz naif bir yaklaşıma benziyor. Dünyanın teknoloji devleri bile yeri geldiğinde diğer ülkelerle iş birliğine giderek hem araştırma geliştirme maliyetlerini düşürmeye hem de savunma gibi kritik bir konuda ikinci sınıf teknolojilere mahkûm kalmamaya çalışıyorlar. Askeri teknolojide işlerin ne noktaya geldiği Ukrayna’ya verilen Batılı silahlar karşısında Rusya gibi bir devin bile düştüğü durumlardan görülebiliyor.

Gönül ister ki, Türkiye kendi imkanlarıyla savaş uçağından harp gemilerine, hava savunma sistemlerinden kısa ve orta menzilli füzelere tüm kritik sistemleri üretebilsin. Ancak hem zaman faktörü hem de teknolojik gereklilikler hala önemli miktarda satın almayı gerekli kılıyor. Verilen tüm kararlar yerinde olmayabilir. Bilakis S-400 meselesinde görüldüğü gibi ağır hatalar da yapılıyor. Ancak bu iç siyasetin hamasetiyle karara varılacak bir konu değil. Maalesef her konu olduğu gibi bu konu da yaklaşan seçime endekslendiğinden rasyonel değerlendirmelerden çok kuru gürültü ön plana çıkıyor.

İkinci ve daha önemli mesele ise tereyağı ve silah arasındaki tercihin giderek daha çok silaha doğru kayıyor olması. En başta dünyanın farklı yerlerinden verdiğimiz örnekler bu eğilimin sadece bize özgü olmadığını tüm dünyada güvenlik kaygılarının öne çıktığını gösteriyor. Neredeyse tüm çevresi çatışma sahalarıyla çevrili, komşularıyla her an karşı karşıya kalma riski taşıyan Türkiye’nin bu eğilimin dışında kalması da mümkün değil. Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi NATO şemsiyesi altında kalarak savunma harcamalarından tasarruf etme imkânı da bu anlaşmazlıkların birçoğu için geçerli değil. Türkiye sadece Kafkaslarda, Karadeniz’de artan gerilim için değil, Yunanistan’la yaşadığı sorunlar ve güney sınırı boyunca yaşanan istikrarsızlık için de hazırlıklı olmak durumunda.

Bu durumu tespit etmekle beraber iktidarın dünyaya bakışının, giderek sert gücü ön plana çıkararak sorunları çözme eğiliminin durumu zorlaştırdığı söylenebilir. Bilhassa iktidarla iç içe geçmiş yeni, yerli ve milli askeri-endüstriyel kompleksin dişlileri bu politikayı daha da teşvik ediyor olabilir. Zamanında Eisenhower’in ABD Başkanlığından ayrılırken dikkat çektiği, çatışmadan beslenen, onu körükleyen bir ekonomik yapı giderek bizde de palazlanıyor.

Kendi savunma sanayimizi kurmak, ülke güvenliğinde başkalarına bağımlı olmamak güzel ancak bir de bunun ekonomik yükü ve siyaseti tanzim etme potansiyeli var. Türkiye gibi genç nüfusu olan bir ülkenin tereyağını da gözden çıkarmaması, geleceğine yatırım yapması çok önemli. Ancak kısa vadede ne barış dolu bir dünyaya kavuşmamız ne de bizim kafamızı değiştirmemiz kolay değil. Önümüzde maalesef silahlardan, savaşlardan konuşmaya devam edeceğimiz günler var gibi görünüyor.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,00 M - Bugn : 26092

ulkucudunya@ulkucudunya.com