« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

31 Eki

2022

Evreni sırtlanan kaplumbağalar

İskender Öksüz 01 Ocak 1970

Bir popüler bilim konferansında genç astrofizikçi, evrenin doğuşu ve yapısı hakkındaki buluşları bir saat boyunca anlattı. Takyonlar, zaman, kara delikler, büyük patlama… Konferansın sonunda ön sırada oturan ileri yaşlarda şirin mi şirin bir hanım teyze sesini yükseltti. “Evladım, evrenin bir kaplumbağanın sırtında tepsi gibi oturduğunu herkes bilir. Niçin kafamızı böyle şeylerle karıştırıyorsun?” Fizikçi baktı, teyze son derece ciddî idi. Cevap vermeli mi diye düşündü. Nasıl cevap vermeli… Sonunda çözümü bulduğu kanaatine vardı ve sordu, “Peki, o kaplumbağa neyin üzerinde duruyor?” Hanım teyze gülümsedi. Kabahatli çocuğa hitap eder gibi, işaret parmağını fizikçiye doğru sallayarak, “Genç adam” dedi, “Çok zekisin… Ama o kaplumbağa da başka bir kaplumbağanın sırtındadır. En alta kadar hep kaplumbağalar var.”

Geçen yazımda anlatmaya başladığım “Siyasî Teşkilâtların Menşeleri” kitabında Francis Fukuyama, bu hikâyeyi Stephen Hawking’ten naklediyor. Hikâyedeki genç fizikçi Hawking değil tabi. Fukuyama, kaplumbağaların altında kaplumbağalar teşbihini, insan toplumlarıyla ilgili konularda sebep-sonuç ilişkisinin karmaşıklığına sembol yapmış. Bir olaya “işte sebep bu” diyorsunuz. Yani olayın dayandığı, alttaki kaplumbağayı buluyorsunuz. Ama bakıyorsunuz ki onun da altında bir kaplumbağa var… Sonra onun da altında…

1990’ların moda kitabı “Beşinci Disiplin”de Peter Senge, benzer bir tavsiyede bulunarak “En az beş defa sorun” der.

– Osmanlı niçin yıkıldı?

– Çünkü Batı askeri bakımdan üstünlük sağladı.

– Batı niçin askeri üstünlük sağladı?

– Çünkü ekonomik üstünlüğü vardı.

– Niçin ekonomik üstünlüğü vardı?

Ve böylece devam edin…

Devlete gerek yok mu?

Aslında insan toplumlarına ait problemler Senge’nin “beş defa sorun” ve Fukuyama’nın “kaplumbağaların da altında kaplumbağalar var” anlayışlarının işaret ettiğinden daha karmaşıktır. Evren bir değil düzinelerce kaplumbağanın sırtındadır ve o kaplumbağaların her birinin de altında farklı yönlere hareket eden daha düzinelerle kaplumbağa vardır. Sebep- sonuç haritaları öyle tek bir çizgiye değil, her adımda birçok yan kolun beslediği ırmağa benzer. O yüzden Pareto’nun öncelikli etkiler analizi ve İşikawa’nın kılçık diyagramı gerçeği daha iyi yansıtır.

Fakat burada hedefimizde Fukuyama’nın son kitabı var ve biz kaplumbağalarla yetinelim…

Yazar en dipteki kaplumbağayı arıyor. Ona bir de Almanca etiket bulmuş: Grund-Schildkröte! Yani temel kaplumbağa. Niçin Almanca? Herhalde iş felsefe ve metafizik yönünden uçuklaşınca Almanca daha uygun bir lisan. Tıpkı post-neo-Marksizm için Fransızca’nın rakipsizliği gibi.

En altta – tahmin edileceği gibi -bir değil birçok kaplumbağa çıkıyor. Bu temel sürücülere geçen yazıda “insan fıtratı” demiştim. Fukuyama’nın insan öncesinden başlayarak keşfettiği, insanı insan yapan güdüler. Kan hısımlığını tercih, toplum yaratığı olma gibi temeller. Bu temeller öyle her şeyin sebebi üretim araçlarının mülkiyetidir, yok efendim, her şeyin sebebi ekonomiktir gibi kolay reçeteler vermiyor. Aslında temel kaplumbağalar arasında maddî olanlardan çok maddî olmayan sürücüler var. Meselâ Fukuyama, mülkiyetin menşeinde, ataların gömüldüğü topraklara sahipliği görüyor.

Dünyadaki bütün toplumlar ve bütün zamanlar için geçerli formüller yok. İnsan fıtratı dediğimiz temel sürücüler var. Bu sürücüler o andaki ve o yerdeki şartlara göre insanlara birbirinden çok farklı şeyler yaptırabiliyor. Sürücüler genel, yaptırdıkları özel…

Basit izahlar kaplumbağa taarruzuna uğrayınca bu katliamdan artık çürütülmekten dayak delisi haline gelmiş Marksizm ve diğer klasik modernizasyon teorileri ve “devlete gerek yoktur” diyen tipteki liberalizm de payını alıyor tabi…

Sonuncudan başlayalım: “Sağda en yaygın devletsizlik fantezisi, pazar ekonomisinin hükümeti bir şekilde gereksiz ve anlamsız kılacağıdır… 1990’lardaki İnternet şirketleri çılgınlığı sırasında birçok heveskâr dünyada ‘egemenliğin gün batımı’nın yaşandığına inanıyordu… Global kapitalist ekonominin marifetiyle pazarın egemenliği, demokratik hükümetlerin egemenliğinin yerine kaim olacaktı…”

“Gerçekten de, solun ve sağın hayalperestlerince tahayyül edilen minimal veya sıfır hükümetli toplumlar fantezi değildir; zamanımızın gelişmekte olan ülkeler dünyasında hakikattirler. Sahra Altı Afrikası’nın birçok bölgesi bir libertaryen cennetidir. Bölgenin tamamı düşük vergi ütopyasıdır. Hükümetler burada GSMH’nin yaklaşık yüzde 10’undan fazla vergi toplayamaz. Bu oran ABD’de yüzde 30’un, Avrupa’nın bazı bölgelerinde yüzde 50’nin üstündedir. Bu düşük vergi oranları teşebbüsü şahlandırmamakta, sağlık, eğitim… gibi temel kamu hizmetlerinin ödenek açlığı çekmesi sonucunu doğurmaktadır. Yollar, mahkemeler ve polis gibi modern ekonominin dayandığı fizik altyapı mevcut değildir. 1980’den beri güçlü merkezî hükümetin bulunmadığı Somali’de tek tek şahısların sadece taarruz tüfekleri değil roketli el bombaları, uçaksavar füzeleri ve tankları vardır. İnsanlar ailelerini koruma hürriyetine sahiptir ve gerçekten de bunu yapmak zorundadırlar…”

Modernleşmeyi bütün güzellikleri ihtiva eden tek paket gibi gören klasik modernizasyon teorisyenleri olarak Marx, Durkheim, Tönnies ve Weber’i ve ABD için de Weber’in takipçisi Talcott Parsons’u sayan Fukuyama, bunlar birçok konuda birbirinden farklı düşünüyordu ama hepsi de modernleşmenin endüstrileşmeyle birlikte geldiği kanaatindeydiler diyor. Modernizasyon tek parçaydı ve bu paket, yaygın bir iş bölümünü, güçlü merkezî bürokratik devleti, dayanışmacı köy cemaatlerinden gayri şahsi şehir cemiyetlerine, cemaat ilişkilerinden ferdiyetçi sosyal ilişkilere geçişi ihtiva ediyordu. Bunların tamamının dibinde de endüstrileşme kaplumbağası yatıyordu!

Fukuyama, bu modernizasyon teorilerini, hocası Samuel Huntington’un öldürdüğünü söylüyor. Kendisine tabutun çivilerini çakmak kalıyor.

Fukuyama, Çin devletinin, bundan iki bin yıl önce güç, merkezilik ve gelişmiş bürokratik yapıda onaltıncı asır Avrupa’sının birçok devletinden çok önde olduğunu gösteriyor. Memluk ve Osmanlı için de aynı hükmü veriyor. Bu tarihler, modernizasyon kavramını saçmalaştırıyor. Üstelik bu devletlerin devlet olarak “modernliği” apaçık ortadayken modernitenin diğer bileşenlerinden eser yok! Sadece devlette değil… Modernitenin ürünü sandığımız birçok şey, endüstriden de Protestanlıktan da bin yıl öncesine gidiyor. Avrupa’da kabile ve aile ilişkileri Roma İmparatorluğu’nun sonuna doğru değişmeye başlıyor. Burada Ferid Zekeriya’yı hatırlıyoruz. Ona göre de her şey Konstantin’in Roma’yı bırakıp İstanbul’a gelmesiyle başladı.

Fukuyama, Avrupa’nın kabile ve aile bağlarında farklılaşmasını Jack Goody’den aktarıyor…

İnsan cemiyetleri kabileler halinde teşkilatlanmış. Kabileler de “agnatik”, yani erkek oğullarla devam eden soylara bağlı. Ortalama ömür otuz-otuzbeş sene. O otuz, otuz beş seninin içinde erkek çocuk sahibi olmak her çiftin harcı değil. Baba, erkek varis bırakmadan ölürse malın, yani toprağın, başka sülalelere, başka kabilelere geçme tehlikesi var. Buna karşı bir dizi önlem alınmış. Amca kızı ile evlenmek… Erkek çocuk doğmuyorsa boşanıp erkek varis ümidiyle tekrar evlenmek… Erkek evlatlık almak… Ölen erkeğin erkek kardeşinin, dul yengesiyle evlenmesi. Nihayet cariye müessesesi. Bunların hepsi Roma zamanında – ve bugün de— Akdeniz çevresinde bol bol yapılmakta.

Katolik kilisesi ‘soy kurtaran’ uygulamaların hepsini yasaklıyor. Goody’e göre bu yasağın dinle bir ilgisi yok. İsa’nın yaşadığı asırlarda da, daha sonra da Filistin ve civarında yukarıda sayılan kabile koruma önlemlerinin tamamı uygulanıyor. Hatta Hz. Meryem ile kocası Yusuf’un bile kuzen olması ihtimali var. Buna rağmen kilise bu yasakları koyar. Niçin? Goody, varissiz insanların mallarını kiliseye bağışladığını, Katolik kilisesinin de bu yasakları bağışlanan mal artsın diye koyduğunu söylüyor.

Dahası var…

“Batı Avrupa’da kadınların statüsünün görece daha yüksek olması, kilisenin bencilliğinin kazara yol açtığı bir sonuçtur. Kilise, dul kadının aile grubu içinde tekrar evlenerek malların kabileye kalmasını önleyince, dul kadın, malın sahibi oldu. Kadınların mal sahibi olması ve mal üzerinde tasarrufa hak kazanması kilisenin lehineydi çünkü çocuksuz dullar ve hiç evlenmemiş kadınlar kilise için büyük bağış kaynağıydı. Kadının mülk sahibi olma hakkı, yalnız erkek soyundan yürüyen mirasa son vererek agnatic sülalenin ölümünü getiriyordu.

“Katolik Kilisesi, bu kurallar konduktan sonraki asırlarda maddî bakımdan çok başarılıdır. Yedinci asrın sonunda Fransa’daki üretken toprakların üçte biri semavî ellerdeydi. Sekizinci ve dokuzuncu asırlarda (Bu kurallar konduktan sonra) Kuzey Fransa, Alman toprakları ve İtalya’da kilise mülkiyetindeki arazi ikiye katlandı. “

Feodaliteden moderniteye…

Fukuyama’nın “Malthus çağı” dediği, hemen bütün üretimin topraktan ve tarımdan sağlandığı bu devirde arazilerin büyük kısmına sahip olmak, büyük bir ekonomik ve siyasi güç olmakla eş anlamlıdır. Geçen yazıda bahsettiğim, 7. Gregor’un Kutsal Roma İmparatoru 3. Henry’e kafa tutup galip gelmesini sağlayan işte bu güçtür.

Erkeğe dayanan sülale yapısının tahribi, kabilenin sonunu getirdi. Kabilelerin sağladığı dayanışma ortadan kalkınca insanlar içinde yer alacakları yeni bir toplum birimine ihtiyaç duydular. Fakat Avrupa’da ne Çin gibi bir merkezî devlet, ne de bozkırda hâkimiyeti binlerce kilometreye ulaşabilen atlı bir medeniyet ve devlet vardı. Ama sığınılacak bir çatı şarttı… Temel kaplumbağalarımızdan biri insanın sosyalliğidir… Fukuyama bu çatıyı işaret ediyor: Feodalite.

Anlaşılıyor ki feodalite, öyle modernite öncesi her toplumun geçmesi gereken bir köprü değil. Bırakın böyle genel olmayı; Avrupa’daki feodalite, tamamen Avrupa’ya has bir kurum. Hani Marksistlerin yaptığı gibi genel mekanizmaya feodaliteyi yerleştirip bunun dışını “Asya Tipi Üretim Tarzı” gibi istisnalarla açıklamaya çalışmanın hiç iler tutar tarafı yok. Tam tersine, Avrupa feodalitesinin kendisi Katolik Kilisesi’nin sebep olduğu bir kaza. İstisna olan feodalite. Avrupa’da, ikinci bin yılda, yani on birinci asırdan itibaren, teokrasinin de, laikliğin de altındaki kaplumbağa Katolik Kilisesi’nin gücü ve onun bağımsız devlete benzer yapısıdır. Yoksa dünyanın hemen bütün ülkelerinde din kurumu devletin yönetimindedir. Bizans, bütün Ortodoks dünyası, Türk devletleri… Sonra Rusya… Hepsi “sezaropapist”, yani din liderini siyasî iktidarın tayin ettiği yapılardır. Fukuyama, Osmanlı ile Batı Avrupa’nın “kilise”, yani din kurumunda tuttukları zıt yollara dikkat çekiyor: Papa, imparatora galebe çaldıktan sonra Katolik dünyada kilise giderek bir devlet haline geldi. Osmanlı’da ise, din kurumunu devlet temsil etti, devlet yönetti. Dinî teşkilat devletin bir parçasıydı.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,78 M - Bugn : 24845

ulkucudunya@ulkucudunya.com