« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

12 Eyl

2022

12 Eylül: Büyük Kırılma

Milay Köktürk 01 Ocak 1970

Sadece övgünün serbest olduğu darbe yılları hariç, neredeyse çeyrek asırdır öncesiyle yahut sonrasıyla 12 Eylül üzerine çok farklı eleştirel değerlendirmeler yapıldı. Görülüyor ki faillerinden mağdurlarına ve dışındakilere kadar herkesin bir 12 Eylül deneyimi ve algılaması var.

Ya Dünya Değişmeseydi…
Hayal bu ya, soğuk savaş bitmeseydi ve dünyada bilişim devrimi yaşanmasaydı, nasıl bir Türkiye’de yaşar, dünyaya nasıl bakardık?

Muhtemelen 80’li yıllar iç hesaplaşma ile geçer, 90’lı yıllarda eski kavgalar yeniden alevlenir, herkes tıpkı 12 Eylül öncesi olduğu gibi, ‘vatan uğruna’ diğer siyasal grubu düşman bellemeye devam ederdi. Söylemler aynı kalır, siyasal gruplara göre halen komünizm yahut faşizm tehlikesi kapıda bekliyor olurdu. Dolayısıyla ‘devletin ekmeğiyle kurşununu yemeyi eşdeğer sayan idealistler’le ‘emeğin sömürüsüne karşı olanlar’ın “kutsal” kavgası her zeminde sürerdi. Darbeyi kim lanetlerdi, orası belirsiz.

Sosyo-ekonomik bakımdan ise Türkiye ‘karma ekonomi’ diye adlandırılan ne olduğu belirsiz bir düzen içinde, yoksullukla boğuşarak varlığını sürdürür, bir avuç yerli görünümlü kurnaz kapitalist koruma duvarlarının arkasına sığınıp halkı sömürmeye devam ederdi. Perişan yollarda pejmürde ulaşım vasıtalarıyla ömür tüketirdik. Anadolu insanı ise köyünde ve köylü kalmaya mahkûm olurdu. Değil otoyollar ve lüks otomobiller, sıradan bir vasıta sahibi olmak bile hayalin ötesine geçmez, yurt dışına serbestçe çıkıp orada eğitim görmek ve dünyayı tanımak zaten ulaşılmaz bir şey olarak kalırdı. Ülke yine korku imparatorluğu olmaya devam eder, ancak bürokratik ve ekonomik elitler ‘korkusuzca’, tüm nimetler ellerinin altında olarak saltanatlarını sürdürürdü.

Kaos ortamının olmadığını varsayalım ve gerçekten samimi olarak düşünelim; kim 1980’li yılların sosyo-ekonomik şartlarında yaşamak ister? Hiç kimse! Ancak bu yargıdan, darbenin yararlı ve onaylanması gereken bir şey olduğu sonucu çıkarılmamalıdır.



Olgu ve Değer

12 Eylül üzerine yapılan değerlendirmelerde, çoğunlukla darbecilerin ülkenin her yanında kurdukları işkence tezgâhlarında yaşanan insanlık dışı trajediler, darbe anayasasıyla vesayet altına sokulan siyasal düzen ve 12 Eylül sonrası ülkede kurulan kapitalist sistem temaları öne çıkmaktadır. Daha yakından bakınca, anayasa sorunu hariç, diğerlerinin duygusal yaklaşımlardan pek kurtulamadığı ve bu çerçevede genellikle olumsuz nitelikte olmak üzere, “değer” içeren yargıların ağırlıklı olduğu görülüyor. Bu noktada, sosyal olgularla değer ilişkisi ve onlara değer ilişkisiz bakabilme sorunu karşımıza çıkmaktadır. Konunun doğası gereği bu ikilemin yaşanması kaçınılmazdır.

Sosyal olayların karakteristik vasfı, onların değer taşıyan yahut değerle ilişkilenmiş olgular olmalarıdır. Çünkü onlar niyet ve amaç sahibi insanın elinden çıkmıştır. Bu amacı olan bitenin iç yapısından da okumak mümkündür. Bu olayların gerçekleşmesi esnasında yahut sonrasında, ondan etkilenen veya ona tanıklık eden herkes, niyet ve amaç temeline dayanan ve bu yüzden de değer içeren bir bakış açısına sahip olur. Olayın niteliği bu değere göre anlam kazanır. Olup biten, içinde bizzat yer alanı doğrudan, zamansal veya mekânsal olarak uzağında olanı ise dolaylı şekilde etkiler. Etkilenme de amaç ve niyetten soyutlanmış olamaz. Bu bakımdan, hele toplumun kaderini etkileyen olaylar karşısında, değer merkezli bakış açısını bir yana bırakmak çok da kolay değildir. Diğer yandan bir sosyal olay sadece değer ilişkili bakış açısıyla ele alınırsa, onun sonraya yansıyan ve geri dönüşsüz nitelik taşıyan etkileri, mesela darbenin dalga etkisi, yani başlayan hareketin gittikçe yayılarak daha geniş çerçevede ve uzun süre doğrudan yahut dolaylı olarak belirleyici oluşu tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla, kendi şimdiki zamanımızı da tam olarak kavrama problemi yaşarız.

Her ne kadar sosyal olaylarda zorunlu ve tek biçimli bir neden-sonuç ilişkisi (determinizm) olmasa da, bu olaylar bu türden ilişkilerin tamamen dışında da değildir. Yani doğa olaylarındaki yalın sebep-sonuç zinciri, sosyal olaylarda o kadar basit görünümle sergilenmez. Doğa olaylarındaki sebep-sonuç ilişkisi olayın gerçekleştiği ve aralarında bağ oluşturduğu unsurlarla sınırlıdır. Belki kaos teorisinin iddia ettiği gibi ‘kelebek etkisi’ vardır, ama biz eşya ile ilişkilerimizi, boşluğa bırakılan cisimlerin yere düştüğü dünyada ve boşluğa bırakılınca yere düşen cisimler dünyasında kuruyoruz ve bu dünyadaki deneyimlerimiz bizi hiç de yanıltmıyor. Fiziksel dünya, hayatımızın akışını karmakarışık hale getirecek kadar belirsiz değil.

Sosyal olayların neden-sonuç ilişkileri ise fiziksel dünyadaki gibi doğrudan temas ve anlık etkileşim şeklinde gerçekleşmemektedir. Sosyal olayın zamansal etkisi, gerçekleştiği dilimdeki sonucu yahut görünümü bakımından değişik olabileceği gibi, akan olaylar dizisi içinde, doğurduğu dolaylı etkiler veya sonradan işin içine karışan başka etkenler söz konusu olunca, sonraki yıllarda farklı bir içerik kazanabilir. Dolayısıyla tek başına 12 Eylül’ü incelemek yetmez; onun öncesini, sonrasını ve sonrasındaki dış gelişmeleri de bir bütün olarak ele almak gerekir.



Öznel ve Nesnel Bakış

Olup bitmiş olan gerçekleşmiş ve nihayete ermiştir. Geriye dönüp değiştirilemez. 12 Eylül darbesi yaşanmıştır ve etkileri bugüne kadar uzanıyor. Bu bakımdan o, öznel tavrımız ne olursa olsun, olup bitmiş olması bakımından nesnel bir olaydır. Bu olay, kendi şimdiki zamanımızla bağlantısı ve kapımıza taşıdıkları bakımından nesnel, bizde uyandırdığı duygulanım bakımından özneldir. Öznel duygulanım beğenme yahut onaylama veya olumsuzlama yahut ret tavrı doğurur. Burada öznellik ve nesnellik iç içe geçer. Başka bir ifadeyle, 2010’lu yıllarda da biz, darbe sonrası kurulan düzende yaşamaktayız ve bu bir vakıadır. Bu zaman diliminde yaşıyor olmamız nesnel bir durum, ancak zihnimizdeki “olması gereken” tasarımına göre, olmuş bitmiş bu olaylar zinciri hakkında bir tavır takınmamız ve onun sürmekte olan etkisine karşı kendi tasarımlarımızı inşa etme çabamız öznel bir durumdur. Sorun ise, bu bağlamda hangi temanın öne çıkması gerektiğidir.

İşkencelerin dillendirilmesi, sadece o ortamı yaşamış yahut ona tanık olmuş olanları etkiler. Diğerlerinin duygusal tepkisi acımadan, belli belirsiz üzüntüden öteye gitmez. Belki yeni kuşağa propaganda malzemesi olur. Anılar geleceği ve geleceğe yön verecek olan toplumsal bilinci kökten değiştiremez, sadece haberdar eder. Dolayısıyla 12 Eylül’ün insanlık dışı yönünü, darbenin içyüzünü deşifre edilişi ve yargılanışı olarak görülmemelidir. Hem bugünü anlamak hem de gelecek tasarımını oluşturabilmek için, böylesine önemli bir olay bilimsel ve felsefi açılardan didik didik edilmelidir.

12 Eylül, taraftar yahut karşıt olalım, birçok bakımdan kırılma noktasıdır. Onu lanetlemeden yahut odak tartışması yapmadan, militarist mantığın ‘iyi ve doğru’ diye düşünerek attığı adımları, bunun sosyal ve siyasal yapımızda yol açtığı değişmeleri nesnel olarak incelemek ve kavramak gerekir. Böylesine önemli bir olay, aynı zamanda sosyolojik, psikolojik, siyasal ve düşünsel bir laboratuvardır. O laboratuvara girenler büyük sosyal, siyasal teoriler ve felsefi tezler çıkarabilmeliydi. Ancak bahsedilen duygusal ve öznel bakış yanında darbenin uzun soluklu etkisi buna engel olmuştur.



İşkence ve Ötesi

Darbenin etkisi, mağdur sıfatı taşıyanlarla sınırlı değildi. Onun etkisi, sanıldığından daha derin ve yaygın oldu. Lakin darbenin sonuçlarının tamamı darbecilerin ellerinden çıkan uygulamalardan doğmadı, bir kısmı, hatta belki en önemli sonucu, darbecilerin dolaylı uygulamalarından kaynaklandı ya da onlar oluşturdukları korku imparatorluğunda buna zemin hazırladılar. Bu yüzden 12 Eylül’ün sonuçları farklı kategoriler altında incelenebilir.

Darbenin doğrudan sınırlı etkileri arasında işkenceleri, hukuki mağduriyetleri ve insanların geleceğinin keyfi biçimde yok edilmesini sayabiliriz. Onların büyük çoğunluğu, bu muameleye maruz kalan kişilerle sınırlı oldu. Fakat bu işkenceler arasında, Diyarbakır cezaevinde yapılanları ayırmamız gerekir. Çünkü akıl almaz işkencelere maruz kalan bir kısım Kürt vatandaşımız artık devletle barışamayacak hale gelmiş, bu da PKK’nın en önemli destekçi kitlesini oluşturmuştur. Yani onuru yok edilen kişiler, etnik kimliği yücelterek kendilerini ayrı tanımlamak için çok önemli bir gerekçe elde ettiler. Mamak’ta yahut başka bir işkence yerinde aynı muameleye maruz kalan Türklerin ise sığınabilecekleri başka bir etnik kimlikleri yoktu. Onlar kendilerini sadece Türk olarak tanımlayabilirlerdi. Bu yüzden, uğradıkları zulme karşı tavır belirlemede seçenekleri sınırlı oldu. Onlar ya devlete küstüler, ya sineye çektiler, ya mahalle değiştirdiler ya da yeni bir bilinç inşa etmeyi tercih ettiler.


Siyaset

Darbenin en genel trajik sonuçlarından biri cumhuriyet ve demokrasinin tamamen militarist bir vesayet altına sokulması oldu. Uzun yıllar bu tablo birçok bunalıma yol açtı; 2010’lu yıllarda yaşadığımız siyasal bunalım, yargının siyasallaşması, çete soruşturmaları, hukukun zaman zaman en üst hukuk yerine rafa kaldırılması bunun uzantısı gibi duruyor.

Siyaset üzerine baskı kuran ve siyasetçilere sınırlı bir alan bırakan bürokrasi, aynı zamanda toplumu siyasetin dışına çıkaracak düzenlemeler yaptı ve bu doğrultuda politikalar üretti. 90’lı yıllarda zirveye çıkan terör dolayısıyla siyasetçilerin hareket alanı ve karar iradesi her yönden daraldı. Zaten çok sağlıklı yapıya sahip olmayan siyaset dünyası bu kuşatılmışlık içinde bocaladı durdu. Bu yüzden, 90’lı yılları siyasal bunalımlarla geçirdik. Başarısızlıkların tüm faturası ise siyasetçilere çıkarıldı. Siyaset gerçekten yıprandı.

Yine darbecilerin militarist mantıkla aldıkları bazı kararların, mesela Kürtçenin yasa marifetiyle yasaklanması gibi kararların vahim sonuçları oldu. Sözü edilen bu kararın uygulanıp uygulanamaması bir yana, bu karar bölücülerin en önemli propaganda malzemesini teşkil etti. PKK terörü bir yandan Türkiye’nin enerjisini tüketti, diğer yandan ortaya ciddi bir güvenlik sorunu ve ülkenin geleceğine ilişkin kaygılar çıktığı için, darbecilerin kamu vicdanında mahkûm olmalarını da engelledi. Çünkü yakın tehlike varken, kimse yaşanmış acı deneyimi bu tehlikeden önemli bulmadı. Bugün, geçmişin karanlık dehlizleri deşildikçe, binlerce vatan evladının hayatına mal olan bu sürecin en önemli nedenlerinden birinin darbe ve darbeciler olduğunu yeni yeni anlıyoruz.

Bir de, darbecilerin o dönem gençliğine ilişkin bazı uygulamalarına işaret edelim… Bunu her ne kadar ölçüp test ederek kanıtlayamasak da, gençlik arasında eyyamcı kimliğin yaygınlaşmasının en büyük sorumlusu darbecilerin sosyal politikaları oldu. Gençliği “zararlı işlerle” uğraşmaktan men etmek için başka alanlara yöneltmek gerekirdi. Bunun yolu da, genç insanın duygusal yönelimlerine sosyal ahlakı gözetmeyen bir zemin oluşturmaktan, “tabuları yıkmak”tan geçebilirdi. Bu yüzden, genç kuşaktaki değer aşınmasında bu sosyal politikalar ivmelendirici rol oynadığını düşünmemiz için çok sebep var.



Ekonomi

Aslında darbenin en önemli sonucu, ANAP iktidarının kurduğu kapitalist ekonomi düzenidir. Fakat bunu, darbecilerin doğrudan kendi icraatı değil, darbe sonrası siyasal iktidarın eseri olarak görmek gerekir. Bu bakımdan bu yeni ekonomi düzenini darbenin dolaylı sonucu olarak değerlendirmek daha doğru olur. 24 Ocak kararları belki bu yapının temeliydi, ama kapitalizm tam anlamıyla darbe sonrası siyasal iktidarın marifetiyle kuruldu. Alınan kararlar darbe ortamında uygulandı.

Bu noktada, belki sadece ekonomik çerçevede değerlendirilemeyecek olan, hatta hem siyasal-sosyal alanı hem de ekonomik alanı etkileyen başka etkenlerden söz etmek gerek: Dış konjoktür; soğuk savaşın bitmesi, dünyada gerçekleşen değişim, küreselleşme, internet teknolojisi veya bilişim devrimi… Bunun sonuçları diğerlerine baskın geldi veya diğer sonuçları kökten farklılaştırıcı rol oynadı. Mesela 27 Mayıs darbesi sonrası askeri vesayet rejimi pekişmiş ve ülkeye kabus gibi çökmüştü. Fakat 12 Eylül darbesinin ipliği, sözünü ettiğimiz değişim yüzünden, on yıl geçmeden pazara çıktı. Gerçi yasalaşmış vesayet düzeni devam etti ama aradan geçen zaman zarfında hep siyasal gerilimlere tanıklık ettik. İşte 27 Mayıs darbesi sonrasında gerçekleşmeyen değişim, bu yüzden 12 Eylül darbesi sonrasında gerçekleşti.

90’lı yılların değişen dünyası yanında yaşanan bilişim devrimiyle ve ekonomik olarak zenginleşmeyle birlikte, dünyayı, olup biteni, yakın geçmişi okuyuşumuz değişti. Eşya ilişkileri, yaşama biçimi farklılaştı. Beklentiler ve idealler değişti yahut tekâmül etti. Siyasette ve ekonomide Anadolu insanı en büyük aktör olmaya doğru hamle yaptı. Dolayısıyla artık devlet katındaki beyan ve açıklamalar kabul görmemeye başladı. Hiçbir şeyin gizli kalmaması, insanların daha doğru ve bilinçli karar ve tercihte bulunmalarına zemin hazırladı. Bilgi ve kavrayışımız genişledi. 21. yüzyılın başları, bu çizgide bir sıçrama noktası oldu, aynı zamanda bilgi kirliliği ortamı da!

Bu arada karma ekonomi hakkında birkaç yargımızı dile getirelim… Bu ekonomik modelin kendimize özgü sentez olduğu ezberletildi. Aslında yüzyıllardır sentezlerle ömür tüketmiştik. Şimdi ise sentezin özgün yapılanma olmadığını, sadece kurnazca bir ithal işlemi, gizlenmiş bir eklemlenme olduğunu anlıyoruz. Eklektik olmak, birinden diğerine eklemeler yapmaktır. Alıntı yaptığımız şey kendi yapısı içinde bir bütün, kendi dinamikleriyle şekillenen bir sistem olduğu için, bizim her birinden birer parça alarak onları birbirine eklemleyişimiz özgün olamazdı. Ya özgün üretici olabilirdik ya da kötü bir takipçi. Bizim payımıza ikincisi düştü. Sentezin anlamı buydu, ama bunu o yıllarda bilmiyorduk.

Bugünkü bilgi düzeyimizden bakınca, Türk ekonomisinin tamamen devletçi ekonomi olduğu, yani geçmişte “mülkiyetçi komünist ekonomi düzeni” içinde yaşamış olduğumuzu anlıyoruz. Yine şimdi daha iyi anlıyoruz ki, o yılların Türkiyesi görünüşte özgürlükçü, gerçekte ise baskıcı bir sistemle yönetilmekteymiş. Temel ekonomik faaliyetleri ve ekonomideki ana sektörleri doğrudan, diğerlerini ise dolaylı olarak denetleyen devlet katıyla iyi geçinmeden ekonominin ana aktörleri varlığını sürdüremezdi. Belki bakkal-market serbest ve yaygınlaşabilirdi, o kadar! Koruma duvarlarıyla rakipsizce üretip satan ve teknolojisini hiç geliştirmeyen, maliyetleri düşürmeyen firmalar bu ülkeyi yıllarca sömürdü. İşte bu yapıda, devletten beslenen kurnaz kapitalistlerin, kapitalizmin vahşi çağlarından bile daha ilkesiz olduğunu yeni öğrendik. İşte 12 Eylül sonrası siyasal iktidar bu hilkat garibesi durumu ortadan kaldıracak, adı sanı ve işleyişi belli bir ekonomik yapıya geçmek için temel adımları attı. Yani darbeden sonra Türkiye kapitalistleşmeyi seçti. Sonuçlarını yahut bu süreci beğenelim veya beğenmeyelim, bu da bir vakıadır.

Özellikle kapitalistleşme süreci, “darbelerin toplumu gerilettiği” tezini genel bir tez olmaktan çıkaran bir süreçtir. Çünkü Türkiye bugünkü gelişmişlik düzeyini bu sürece borçludur. 12 Eylül’ün kendisi değil ama sonrasında gerçekleşen değişim, ülkenin ekonomik olarak çağ atlamasına neden oldu.

Bu yargılar, kapitalist ekonominin onaylanışı olarak değil, gerçekleşen durum tespiti olarak okunmalıdır. Hepimiz biliyoruz ki, aradan geçen zaman zarfında gelir dağılımı inanılmaz derecede bozuldu ve ruhsal sefalet aldı başını gitti. Aile yapımız ve sosyal ahlak düzenimiz altüst oldu. Kelimenin tam anlamıyla savruluyoruz. Diğer yandan, bundan şikâyet edilirken de, “daha önce toplum çok sağlam ahlaki ilkelere sahipse, nasıl birden bozuldu?” sorusu hiç sorulmadı.



İdeoloji Çağları

12 Eylül Atatürkçülüğün yeniden diriliş yıllarıoldu. Ancak bu, kelimenin gerçek anlamındaki Atatürkçülük, yani Cumhuriyeti kuran büyük lidere sevgi ve saygı duymayı anlatan bir düşünce olmadı; CHP’nin Kemalist ideolojisi Atatürkçülük adıyla darbeciler tarafından ‘darbenin ve darbe sonrasının ideolojisi’ haline getirildi. Oysa Atatürkçülük darbecilere gelinceye kadar ideolojileşmemişti. 12 Eylül’le Türkiye tam bir ideoloji devleti haline geldi.

Atatürk tarihteki ve millet vicdanındaki doğru yerini aldığı ve marjinal bir grup olan dinciler haricinde hiç kimsenin Atatürk’e karşı bir duruşu olmadığı halde, niye ideolojik bir Atatürkçülük (eski adıyla Kemalizm) topluma dayatıldı? Topluma ideoloji ‘dayatma’nın nedeni, darbecilerin militarist bir mantıkla, Atatürkçülüğü tüm toplumu birleştirecek bir düşünce zemini olarak görmüş olmalarıdır. Darbeciler bu kararlarıyla Atatürk’e gerçekten en büyük kötülüğü yaptılar. Çünkü Atatürk siyasal görüş yahut tasarımlar üzeri bir kişilik olarak kalmalıydı. Darbeciler, ideoloji üniformasıyla, zihinleri tek tip hale getirmeyi amaçladılar. 12 Eylül’ün vesayeti sadece devlet ve yasa düzeyinde olmadı. Zihinlere tasallut edip Atatürkçülüğü kullanarak ideolojik vesayet kurmayı ihmal etmedi. Tablo çok sadeydi: Kutsallaştırılmış bir ideoloji, hakkında söz söylemek yasak, herkes yazılı yahut yazısız yasa gereği buna uymak zorunda… Öyleyse bu ideoloji herkesi birleştirir ve insanlar sağa-sola gitmezdi…

Darbecilerin, CHP’nin ideolojisi Kemalizm’i ‘Atatürkçülük’ diye dayatması, zihinleri birleştirici olmadı. Yani bu ideolojik beklenti emir-komuta ilişkisinin kalktığı ve çoğulcu yapının hâkim olduğu toplumda işe yaramazdı ve öyle de oldu. Toplum, üst değerler etrafında toplanan, ama kendi güncel yaşantısında çoğulcu tasarım, tercih ve eylemler sergileyen bir yapıydı ve kışla değildi. Bu baskı ortamında herkes Atatürkçü olmayı ihmal etmedi ama bildiğini yaptı. İdeolojinin herkesin muhayyilesini bir tasarımda birleştirebileceği yargısı, olsa olsa militarist mantığın ürünü olabilirdi.

Gerçi bu süreçte toplum Atatürk’e duyduğu saygı ve sevgiyi kaybetmedi elbette; ama iş kişilerin fikir dünyasına gelince, herkes kendi fikrini Atatürkçü söylemlerle dile getirdi. Herkes Atatürk’ten alıntı yaparak konuşmayı yıllarca sürdürdü. Uzun yıllar, içinde “Atatürk’ün de dediği gibi” cümlesi geçmeyen hiçbir konuşma yapılmadı. Herkes kendi idealini “Atatürk’ün izinde ve onun gösterdiği hedef çerçevesinde” diyerek ifade etti. Yani bir ideoloji devletinde doğması kaçınılmaz olan, tüm baskıcı rejimlerde gördüğümüz tablo yaşandı. Samimiyetsiz bir Atatürkçülük söylemi entelektüel eğilimleri çürüttü. Gerçek Atatürk sevgisi bu çürümüşlük ortamında gelişip serpilmedi. Bu, her tercihini Atatürkçülükte temellendiren, Atatürkçü olmayı zorunlu ve aynı zamanda kendini tanımlama söylemi olarak benimseyen, ama Atatürk’ün gerçek idealleriyle hiç ilgisi olmayan ikiyüzlü insan tipi doğurdu. Bütün bunların sonucu olarak, entelektüel ilkeler canlanmadığı için derinlikli bir düşünce dünyası oluşmadı, sanat ve edebiyatta büyük eserlerin üretilmesi söz konusu olmadı. Düşünce tarihi gösterdi ki, ideolojik ortamlar tüm üretimlerin üzerine kâbus gibi çökmektedir. Zaten özgün olan farklı olandır ve her şeyin katı bir disipline tâbi tutulduğu bir dünyada, farklı olmak, aykırı olmak, yani disiplin dışına çıkmak demektir. Aykırılık ise, baskıcı sistemlerde devasa güç marifetiyle sindirilir, lanetlenir, silikleştirilirdi.

Darbecilerin ellerinde, toplumun kutsalı olan kavramların aşınmasına tanık olduk. Ahlaki kavramlar kapitalistleşme dolayısıyla, kutsal kavramlar ya içeriksiz ve samimiyetsiz kullanımdan ya da yerli yersiz hayatın içine sokulmasından dolayı aşındı. Darbeciler ülkenin yüce menfaatleri için darbe yapmışlardı. Herkes her şeyi ülke menfaatine sığdırdı. Ancak bu kavram da artık maske oldu.



Yeni Bilinç ve Yeni Kavrayış

Darbenin asıl geriletici etkisi, belirtildiği gibi, zihinsel etkilerde daha açık gözlemlenmektedir. Bu zihinsel etkilerin ise bir kısmının olumlu bir kısmının olumsuz olduğu görülmektedir. Yukarıda bahsedilenler olumsuz etkilerdir. Olumlu ama dolaylı sonuçlara gelince; daha önce sözünü ettiğimiz dış konjoktür ve bilişim devrimi dolayısıyla, kavrayışımız farklılaştı. 21. yüzyıldan ve bu yıllarda ortaya çıkan bilgilerden, belgelerden, kırılma noktalarındaki tavırlardan hareketle geriye, 12 Eylül öncesi Türkiye’ye bakınca ilgi çekici bir siyasal-sosyal yapı içinde, ‘gizlenmiş baskıcılık ortamı’nda yaşamış olduğumuzu fark ediyoruz.

O yıllara bugünden bakınca, Türkiye’nin yönetilmediğini, Batı’ya teslim edildiğini, devletin de bürokratik oligarşinin saltanat mekânı olduğunu anlıyoruz. Çünkü aradan geçen yıllar herkesin maskesinin düşüşüne neden oldu. Şimdi görüyoruz ki, o yıllarda devleti yönetenler yahut yönetmeye aday olanlar hiç de üstün vukufiyet sahibi, hikmetlerinden sual olunmaz derecede yüce şahsiyetler değillermiş. Onlar en temel insani gerçeklerden bile bihaber yahut onlara kayıtsızmış! Yine o yıllarda ülkeyi idare edenler aslında inisiyatif alarak hükümet etmemişler, onlara gitmeleri gereken yol, almaları gereken kararlar kibarca dikte edilmiş. Hatta darbecilere de darbe yapmaktan başka hiçbir yol bırakılmamış. Düşünsel açıdan ise, kuşatılmış zihinler, sadece kayıtsız şartsız itaat gerektiren, kutsal düzen ve kutsal kurumlardan başka bir şey ortaya çıkmamış. Genel bir serbestiyet var gibi görünse de, belli çizgilerin dışına asla çıkılamadığından, mesela 90’lı yıllar sonrası alevlenen ifade özgürlüğü sorunu, bu kısır döngüden kurtulma çabasında önemli bir kırılma ve sıçrama noktası oldu.

Bu süreçte, dünyada yükselen liberalizmin, toplumsal bilinci derinden etkilediğini söylemek gerekir. Yakın tarihi sorgulama, sosyal-siyasal düzene başka açılardan bakış. Ancak sorgulayıcı bakış sadece liberalizm öyle öngördüğü için değil, içerdiği bazı haklı tez yahut tekliflerden dolayı etkili olmuştur. 12 Eylül öncesi gündemde olmayan insan hakları, temel hak ve özgürlükler, adalet, hukuk, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar gündeme oturmakla kalmadı, yaygın bir bilinç içeriği haline geldi. Mesela bu süreçte sol söylemin vazgeçemediği emek-hak-özgürlük kavramlarına dayanmaktaki samimiyetsizliği ortaya çıktı. Mesela devlet karşısında temel hak ve özgürlüklerin dokunulmazlığından bahsedilirken, artık devletin kutsanışı kabul görmez oldu. Devlet bir yeryüzü devleti olarak tanımlanmaya başlandı. Demokrasi bilinci yaygınlaştı.

Kapitalistleşme sürecinde insanlar yatırım kavramıyla ve zenginlik imkânlarıyla tanıştılar. Böylece, Weber’in Batı tarihi bağlamında dile getirdiğine benzer şekilde Protestanca bir ruh doğdu. Diğer yandan zenginleşme sadece servet artışına neden olmadı; çok sınırlı da olsa, entelektüel genişlemeye yol açtı. İnsanlar kendilerini biraz daha garanti altında ve daha özgür hissetmeye başladılar. Zenginliğin çeşitli sonuçlarından biri de, entelektüel ilgilerin ve ilkesel duruş eğilimlerinin uyanmasıydı. Fakat bu süreçte, darbe öncesi idealistleri, kelimenin tam anlamıyla savrulma yaşadılar. İdeolojik vesayetin hiç kimse tarafından onaylanmadığı 21. yüzyılda, bu idealistlerden bir kısmının kapitalist veya liberal olmayı seçtiğini, bir kısmının küskün tavır takındığını, bir kısmının ise idealizmini yeniden inşa etmeye çabaladığını görüyoruz. Diğer bireylere gelince; hatırı sayılır kısmının cebinde daha çok para var, daha iyi yaşama şartları mevcut. İnsanlar geçmişe kıyasla daha iyi yaşayıp daha iyi tüketiyor. Ama yaşama dünyasının derin anlamları buharlaşmış halde!

12 Eylül’ü değerlendirirken, artık yaşanmış trajedileri, anıları, çileleri, sıkıntıları anlatmakla yetinilmemelidir. Onlar yaşandı ve tüketildi. Bizi bekleyen bilinmezlik yüklü zaman diliminde, otuz yıl önce yaşanan bu kırılma ya bir sıçramaya dönüşecek ya da çöküşe! Sonuç ne olursa olsun, nihayetinde kendi eserimiz olacaktır. Daha dengeli bir gelecek için yaşanmış deneyimlerden ilkeler dizisi türetmekten, entelektüel bir yenilenmenin temelini oluşturmaktan, varoluşun anlamını yeniden inşa etmekten başka yol yoktur.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,98 M - Bugn : 12987

ulkucudunya@ulkucudunya.com