« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 Tem

2022

Devlet ve fıtrat

İskender Öksüz 01 Ocak 1970

Müfettişleri kim teftiş edecek? Teşkilâtların zor sorusu bu… En eski devletlerden Çin, doğru dürüst devlet olmanın gereğini yerine getirip, ülkenin köşesine, bucağına, merkezde eğitilmiş yöneticiler tayin eder. Bu yöneticiler kimsenin oğlu, yeğeni falan değildir. 2000 yıl öncesinin KPSS’si olan bir sınavla seçilmektedirler. Fakat sistemde aşağıdan yukarı işleyen bir hesap verme mekanizması bulunmadığından yolsuzluk, rüşvet gırla gider…
İmparator bunları kontrol için çareyi bir gizli örgütte bulur. Devlet teşkilâtına paralel bir iç casus teşkilatı. Ming Hanedanı’nın sonuna doğru, yani 17. asırda, bu teşkilatta yüz bin hafiye istihdam edilmektedir.
Bu hafiyelerden başarılı olup, iyi ispiyonculuk yapanlar kariyerlerinin bir noktasında saraya alınır ve merkezi idarede yükselirler. Vezir, hatta veziri-azam statüsü elde ederler. Fakat sayı yüzbinlere tırmanınca casuslar da fire vermeye başlar. Az önceki problem: Müfettişleri kim teftiş edecek? Casuslara kim casusluk yapacak? Yoldan çıkanları cezalandırmak için Çin sarayında bir “Hadım Edeplendirme Bürosu” ihdas edilir.
Evet ‘hadım’! Çünkü bu yüz binlik casus teşkilâtının tamamı, yani Çin’in en, en üst yönetimi hadımdır. Niçin? Bugünkü Çin nüfusunu asırlar önce tahmin edip, üremeyi sınırlamak için mi? Çapkınlık yapıp internete düşmesinler diye mi? Hiç biri değil. Servet biriktirip çocuklarına, ailelerine haksız zenginlik sağlamasınlar, o biriken servete dayanan güçlü sülaleler kurmasınlar diye.
İnsan nasıl bin yaratıktır?
Bu hikâyeyi Francis Fukuyama’nın son kitabından, “Siyasi Teşkilatların Menşeleri”nden aldım. Bu yılın Nisanı’nda yayınlanmış. 608 sayfa. Nasıl sayfa derseniz, kitap bir kilo çekiyor. Ve bu henüz birinci cilt. Bu cildin alt başlığı, “İnsan öncesi zamanlardan Fransız İhtilaline”. İkinci cilt, ihtilâlden bugüne kadarki dönemi kapsayacakmış. “İnsan öncesi” ne oluyor diye merak edersiniz… Fukuyama, historisizme sapmaktan çekiniyor. Historisizm, hani “dünya şuraya gidiyor, sizin haberiniz yok salaklar” şeklinde özetleyebileceğimiz bir edepsizliktir ve bunun Karl Popper’le birlikte sona ermesi beklenirdi. Fakat öyle olmadı ve bize yine, “edep yahu!” demek düştü. “Tek yol devrim”, “tek yol devletin-veya milletin yok olması” velhasıl cümle tek yollardan kaçınmak gereği duyan Fukuyama, kendine başka bir yol bulmuş: “İnsanın fıtratı nedir” diye sormuş. İşte bu sorunun cevapları, siyasi teşkilâtların da temel sürücüleridir… Müdir sebep bu ‘fıtrat’. Fakat maddî şartlara, coğrafyaya, tarihin cilvelerine göre bu temeller farklı toplumları farklı yerlere taşımış. İnsana ait temel güdüleri belirlerken de işe insan öncesinden, pirimatlardan, özellikle şempanzelerden başlamış, sonra ilk insanlara gelmiş ve insanı insan yapan temelleri aramış.
İnsanın fıtratı nedir? Tek tek belirliyor:
1. İnsan bir toplum yaratığıdır. O her zaman sosyaldi. Hiçbir zaman cemiyet dışı bir insan olmamıştır.
Fukuyama, “insanlar önce tek tek yaşıyordu¸ sonra karşılıklı menfaat alışverişini bir anlaşma, bir kontrat haline getirip cemiyetleri oluşturdular” teorisinin zamanın hiçbir noktasında geçerli olmadığını söylüyor.
2. İlkel insanın sosyalliği iki mekanizmaya dayanır: Soy tercihi ve dayanışma.
Kabileden ulus devlete
Yakın akraba ve menfaate dayalı gruplar oluşturup bunların babadan oğla sürmesine yazar, “patrimonializm” diyor.
Liste uzayıp gidiyor. Bazı maddelerin açıklanmadan birkaç cümleyle anlaşılması mümkün olmadığı için iki maddede kesiyorum. Şu anki maksadımıza bu iki madde yetecek.
Devletin düşmanı, her devirde, patrimonializm olmuş. Devletten önce akrabalığa dayanan kavim-kabile yapıları var. Avrupa’da kabileden sonra feodalite geliyor ki bu da yine aile ve al gülüm-ver gülüm üzerine kurulu. Devlet ne zaman zayıflasa, akraba veya karşılıklı rant temelli yapılar bir yerlerden başını çıkarıyor.
Kabilelerin devleti nasıl yıktığını İbni Haldun’dan biliyoruz. Kabileden küçük akraba-eş-dost grupları da bunu pekâlâ yapabiliyor. Devleti kurdunuz… Şimdi temel soru şu: Devlet imkânlarının patrimonial grupların eline geçmemesi için ne tedbir alacaksınız? Fukuyama bu soruya cevap olarak, birbirinden bağımsız üç tarihî devlet oluşumuna işaret ediyor: Çin, Memluklar ve Osmanlı.
Çin’in patrimonializme cevabı, yukarıda bahsettiğim kamu personel seçme sınavı. Çin asırlar boyunca, müstakbel devlet memurlarını Konfüçyüs felsefesinin temel kitapları üzerinden sınava tabi tutarak işe almış. Bu sınava hazırlık kursları var mıymış? Fukuyama o ayrıntıya girmiyor. Fakat sistemin sapıttığı birkaç kısa dönem hâriç Çin, bir devlette olması gereken şekilde, liyakat esasına göre seçilmiş memurlarca yönetilmiş. O sınav metinleri Çin’in tek dil ve tek kültür etrafında birleşmesini de sağlamış. Hadımlar bu önlemin üzerine ikinci bir sigorta diye düşünülmüş. Bütün gayret, devlet gücünden rant elde eden sülalelerin belirmemesi, imparator dışında ve imparatora rakip asil ailelerin türememesine yönelik.
Araplarda, İslâmiyet’e kadar akrabalık her şey demek. Kabileler, kabileler… Emeviler ve Abbasiler… Asr-ı Saadet’te dört halifeden üçünün öldürülmesinin sebebi de bu. Sonunda akrabalıklardan kurtulmanın yolu şöyle bulunuyor: Arapların dışından, yani bu birbirinin boğazındaki kabilelerin dışından esirler getirilecek ve bunlar devletin ordusunu teşkil edecekler. Ki, kabile güçleri devleti alt edemesin. Arap fethi Türk topraklarına uzandığı zaman tam da maksada uygun esirler bulunmuş. Hem de nasıl uygun! Fukuyama, David Ayalon’dan naklediyor, o da Halife Ma’mun’un seferinin bir gözlemcisinden:
“…mola yerinin yakınındaki yolun iki yanında iki sıra atlı… Sağdaki sırada 100 Türk atlısı vardı. Soldaki sırada 100 ‘diğer’ (yani Arap) atlısı… Hepsi sefer düzeninde Ma’mun’un gelmesini bekliyordu… Öğlen vaktiydi ve sıcaklık çok şiddetlendi. Ma’mun o yere vardığında üç veya dördü hariç bütün Türkleri atlarının sırtında oturur buldu, halbuki ‘bütün o diğerler’…kendini yere atmıştı.”
Fakat bilindiği gibi bu ordu, bir süre sonra başa geçti ve ülkeyi yönetmeye başladı. Fukuyama bu sefer Bernard Lewis’ten, o da İbni Haldun’dan aktarıyor:
“…(Abbasi devletinin çürümüşlüğünü ve Cengiz istilasıyla yok oluşunu anlattıktan sonra) Allah’ın lütfu ölen nefesini canlandırarak, Müslümanlığın birliğini, düzeni ve İslâm’ın surlarını korudu. Allah bunu bu Türk Milleti’nden Müslümanlar göndererek yaptı, onların büyük ve sayısız kabilelerinden, onları savunacak emirler ve tam manasıyla sadık yardımcılar ki bunlar esaret marifetiyle darülharpten darülislama gelmişti…”
Yönetim Memluklar’a geçtikten sonra, yani tarih açısından memluku, büyük harfle, Memluk diye yazmak gerektikten sonra da -ki o devletin resmî adı, “Ed-devleti Türkiyye”dir- Memluklar Orta Asya’dan ve daha sonra Kafkaslar’dan yeni memluklar getirmeye devam ettiler. Patrimonializme karşı memluk çözümü, bu hastalığın Memluklar’ın kendi içinde başlamasıyla sona eriyor. Fukuyama, “ordunun kendisi başa geçmeyip, Osmanlı’da olduğu gibi sivil idarenin emrinde olsaydı bu çürüme meydana gelmeyebilirdi” diyor.
Çin ve Osmanlı örnekleri
Çin ve Memluklar’dan sonra Fukuyama’ya göre üçüncü anti-patrimonial çözüm Osmanlı’dır. Osmanlı’nın Kapıkulu ve Yeniçeri mekanizmalarıdır. Devşirmeler Çin’deki gibi kısırlaştırılmıyordu. Bunun yerine başka bir çözüm vardı: Evlenmeleri yasaktı. İş sahibi olmaları da. Patrimonializmi bertaraf etmek için ille iğdiş gerekmiyor. Fukuyama, kapıkuluna “tek nesillik aristokrasi” diyor ve memleketlerine yazan Avrupalı diplomatların, Osmanlı saray erkânının asalet değil de tamamen liyakat üzere seçilmesini hayretle anlattıklarını söylüyor. Kutsal Roma İmparatoru Ferdinand’ın elçisi Baron Busbek’ten şu pasajı kastediyor olmalı: “Huzurda iken, büyük bir kalabalık dikkatimi çekti… Bu kalabalık mecliste herkes şahsî kabiliyeti, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere getirilmişlerdir. Filâncanın neslinden geldiği için hiç kimseye diğerlerinden üstün bir rütbe verilmez. Herkes memuriyet derecesine göre saygı ve itibar görür… Çobanlıktan gelmiş olsalar dahi, mazideki durumlarından dolayı bir eksiklik duymadıkları gibi, ebeveynlerine ne kadar az borçlu olurlarsa bununla o kadar çok iftihar ederler.”
Halbuki Baron Busbek, babası Baron Busbek olduğu için orada bulunuyordu ki babasının babası da Baron Busbek idi.
Resmen devlet olmadığı halde Avrupa’daki birçok devletten daha devlet olan bir kurum da evlilikleri yasaklamış Papalık! Sebep tamamen aynı. Avrupa’nın topraklarının çok önemli bir kısmına hâkim ve tarım ekonomisi döneminde bütün krallıklardan daha zengin bir teşkilat olan Papalık, tıpkı Çin, Memluklar ve Osmanlı gibi, merkezi otoritesini sağlama almak için memurlarına, yani cümle papazlara evlenmeyi men etmiş. Belki Çin gibi iğdişi düşünebilirdi ama iğdiş edilmiş papazın kürsüde sesi yeterince davudî çıkmazdı herhalde… Kilise devletinin her seviyedeki memuru, yani kardinali, piskoposu, papazı ailesiz olunca zenginliğin yönlendirileceği aile veya bırakılacak miras da söz konusu değildi.
Patrimonyalizme yol vermemek
Papa 7. Gregor’a kadar siyasi iktidar Katolik kilisesinde papa dahil yöneticileri tayin ve azledebiliyordu. Papa olduktan sonra 7. Gregor unvanını alan keşiş Hildebrand, önce papazların evlenmemeleri gerektiğini ilân etti. Gerekçe dinî değildi. Ranta, yolsuzluğa engel olmak için böyle yapılması gerekiyordu. Papazlar tabiatıyla bundan hoşlanmadılar. Gregor, piskopos tayin yetkisini Kutsal Roma-Germen İmparatoru’ndan almadıkça bu reformu gerçekleştiremeyeceğini anladı ve 1075’te bu yetkiyi İmparator’dan aldığını ilan etti. İmparator 3. Henry de Gregor’u görevden aldığını, “in aşağı, in aşağı ebedi lanetli” sözlerini ihtiva eden azilnameyle ilan etti. Gregor, Henry’i aforoz ederek karşılık verdi! Öyle anlaşılıyor ki Gregor, adımını atmadan önce koalisyonunu sağlam kurmuştu. Alman prensleri ve Gregor taraftarı piskoposlar İmparator’u ikna ettiler. Bu bir felsefi ikna kılıfına büründü ama aslında bir siyasi bilek güreşiydi. 1077’de Henry, Papa’nın huzuruna çıkmak için üç gün bekletildi ve karlar içinde yalınayak yürüyerek affedilmeye gitti.
Niçin sadece Katolik kilisesinde evliliğin yasaklandığını, Ortodoks veya Protestanlarda bu yasağın bulunmadığını merak ettiyseniz, cevabı şimdi keşfediyoruz. Çünkü sadece Katolik kilisesi bir imparatorluk kadar zengindir ve bir tek o, egemenliği siyasî iradeden koparıp alabilmiştir.
Patrimonial yapılarda miras mal ve mülkten ibaret değildir. Zenginliğin kazanılmasına sebep olan makam da çocuklara bırakılmak istenir. Çocuk faktörünü ortadan kaldırdınız mı, patrimonializmi bir vuruşta yok ediyorsunuz.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,99 M - Bugn : 20156

ulkucudunya@ulkucudunya.com