« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 Oca

2022

‘Lan nasıl?’ın Rusçası

Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970

Hükümetin ekonomiyi yönetim biçimi ile dış politika tasarruflarının aynı düşünce dünyasından beslendiğine şüphe yok. İç siyasette ‘fakir fukarayı memnun edemiyorum, bari öbürlerini de mutsuz edeyim‘ düsturuyla shadenfreude temelli politikalar izlenirken, ekonomi ve dış politikada geriden şişirme toplarla kaos futbolu oynanıyor. Sanıyorum diğer oyuncuların kafalarını karıştırıp, bu hengameden karambol golü bulunup galip çıkılmaya çalışılıyor. Bütüncül bir strateji olmayınca taktikler günlük ihtiyaca göre şekilleniyor, her iki alanda da rüzgârın yönüne göre tekne bir o yana bir bu yana yatıveriyor.

Hükümetin yakın destekçilerinden birisinin ifade ettiği gibi halihazırda uygulanan bu politikaların ekonomide karşılığı olarak Nobel bekleniyor. Açıkçası bu çizgiden iyi bir şey çıkarsa bence Nobel komitesi tereddüt etmeden ödülü bize vermeli. Dahası, eğer dış politikada da nurlu ufuklara ulaşabilirsek bir ödülün de o alanda ihdas edilmesi gerekecek. Orada da bir uçtan öbür uca savrulan dış politika uygulamalarımızda çarkıfeleğimizin ibresi bu defa Batı’yı gösteriyor.

Son haftaların uluslararası siyasetteki en sıcak gündemi Ukrayna üzerinden gelişen Rusya ile ABD, İngiltere ortaklığı arasındaki gerilim. Türkiye kendisini de doğrudan ilgilendiren bu hassas gelişmede en son Putin’le Zelensky arasında arabuluculuk önerisi yaptı. İyi niyeti sorgulanamayacak, keşke başarılı olsa denecek bu önerinin muhatapları tarafından nasıl karşılandığını gözümde canlandırmakta zorlanıyorum. Bir türlü dümeni tutturamayan, bir yandan öbür yana ışık hızıyla savrulan bir siyasetin arabulucu rolüne soyunması pek kolay olmasa gerek.

Savrulma demişken ekonomideki son çalkantılardan başlayıp dış politikada da aynı fikir uçuşmasının izdüşümlerine geleyim. Geçtiğimiz aylarda düşük faiz takıntısının döviz kuru atağına dönüşmesi sonucunda en yetkili ağızlardan Türkiye’nin Çin modeline geçtiği, rekabetçi Türk lirası sayesinde bir üretim merkezi olacağımız söylenmişti. Eş zamanlı olarak yabancıların paramızı değersizleştirmek için kumpas kurduğu, bunun Türkiye’nin yükselişini kıskananların bir oyunu olduğu da söyleniyordu ama olsundu. Sonra 20 Aralık gecesi ters perendeyle lira mevduatların dövize endekslenmesi ve bolca rezerv satışı ile kur bir miktar geriletildi ve bu defa Çin hikayesi unutulup, Ekonomi Bakanı’nın ağzından “Lan nasıl?” sloganıyla lanse edilen yeni modele geçildi. Para, pul meseleleri çok göz önünde olduğu, sonuçlarıyla birebir yüzleşmek zorunda kaldığımız için kamuoyunun çok daha fazla dikkatini çekiyor. Oysa aynı git-gelleri dış politikada da yaşıyoruz. Şimdi Ukrayna krizinde arabuluculuk teklifimizi duyan Rusların böyle öngörülemez bir muhataba dayanarak politika geliştirmeleri de o bakımdan güç.

Türkiye’de iktidar partisinin kendisiyle bağ kurduğu merkez sağ geleneğin Batı yönelimli olmakla beraber Moskova ile bir biçimde iyi ilişki kurmaktan memnun olduklarını biliyoruz. Demirel’in Sovyetler’e yaptırdığı sanayi tesisleri, Özal’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın da sonuna gelinmesiyle iki ülke arasında enerji ve ticaret alanında adımlar atılmaya başlanması bunun örnekleri arasında sayılabilir. Öte yandan Ruslar her zaman Türkiye’nin Batı ittifakının bir parçası olduğunu ve dış politikada karar aşamasına gelindiğinde tercihini o yönde kullanabileceklerini kestirebiliyorlardı. Türkiye o zamanlar, uluslararası siyasette atacağı adımlar kestirilebilir, devlet geleneğine sahip bir aktör olarak görünüyor olmalı. 2000’lerin ilk yıllarında da bu çizginin belli ölçülerde korunduğu, Türkiye-Rusya ilişkilerinin de bu temel yönelim içinde seyrettiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Ne zaman ki kaybedilmiş bir imparatorluğun görkemli geçmişine dönme arzusuyla, abartılmış beka kaygılarının birbiriyle çelişen sarmalına girdik, dış politikada savrulmalarımız da şiddetlenmeye başladı. Bir on sene önce Ortadoğu’nun liderliği umuduyla çıktığımız yolculukta Ruslarla kafa kafaya çarpışıp, ikili ilişkilerimizin dibe vurduğu bir zemine savrulduk. Düşen uçaklar, bombalanan siviller derken vekaleten çatışma noktasından hızla Astana sürecinin can ciğer kuzu sarması ortaklarına dönüştük. Türkiye’de iktidara yakın seslerden ‘stratejik ortaklığa’ varan sözleri duysak da Putin, herhalde Ankara’nın hallerini bizden daha iyi bildiği için temkinli tutumunu sürdürdü. Bizse, ‘bir S-400 bataryası yetmez bir tane daha alalım‘ deyip, Batı’ya meydan okurken Moskova’yla çatışan çıkarlarımızı görmezden geldik. Şimdi epeyce mesele yaptığımız Kırım’ın işgali ve ilhakı sırasında da öbür tarafa bakıp ıslık çalmayı sürdürdük. Ne zaman ki Rusların Suriye politikalarının hiç de bizimle uyumlu olmadığını anlayıp, İdlib’te de köşeye sıkıştık, bir kez daha NATO üyesi kimliğimize rücu ettik. Gerçi bu sıralarda ABD’yi yola getirmek için hala Rusya kartını kullanmayı ihmal etmedik. Hatta Cumhurbaşkanı New York’ta Biden’la görüşemeyince hemen ikinci S-400 bataryasından bahis açtı ama günün sonunda ne kullanılabilir bir savunma sistemi edinebildik ne de beka kaygılarımızı giderebilecek yeni bir yön tayin edebildik.

İşte bu savrulmaların son aşamasında bir kez daha kaynayan kazan Ukrayna fokurdamaya başladı. Zaten bir süredir Türkiye’nin bu krize yönelik suskunluğunu geride bıraktığını, Astana ortağının canını sıkacak bir pozisyona meylettiğini görüyorduk. Cumhurbaşkanı’ndan, Savunma Bakanı’na birçok yetkili -haklı olarak- Tükiye’nin Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunduğunu ve Kırım’ın ilhakının kabul edilemeyeceğini dile getirmişti. Ardından Erdoğan’ın Ukrayna ziyaretinde askerleri ‘Slava Ukrayna‘ diye sembolik anlamı olan bir şekilde selamlaması ama daha da önemlisi Kiev’e insansız hava araçları satışının yapılması kritik dönemeçlerdi.

İktidarın kadrolu abartıcıları Ukrayna’nın elindeki drone’lar sayesinde sahadaki dengeyi lehine değiştireceğini iddia etse de dünyanın ikinci en büyük askeri gücünün bu şekilde durdurulması elbette mümkün değil. Öte yandan Türkiye’nin Ukrayna ve Polonya’ya böyle yüksek teknolojili silahları satıyor olmasının Moskova’da politik bir tercih olarak yorumlanması da herhalde anlaşılabilir. Neticede Soğuk Savaş sonrası en ağır doğu-batı krizi tırmanırken Rusların perspektifinden bakıldığında Türkiye oldukça menfi bir tutum alıyor gibi gözüküyor olmalı. Bir de bunlara Montrö üzerine tartışmalar gibi Rusya’nın en hassas olduğu konulardan birisini eklersek, Putin Erdoğan’a baktığında potansiyel bir müttefikten çok kendisiyle olan ilişkilerini kaldıraç olarak kullanıp, ABD ile anlaşmaya çalışan bir siyasetçi görüyor olmalı. Bu da birkaç sene önce Türkiye-Rusya arasında kalıcı ittifak söylemleri havalarda uçuşurken Moskova’nın temkinli yaklaşımının ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor.

İşte bu koşullar altında, Ukrayna krizinin kontrolden çıkması halinde kendisinin de ciddi zarar göreceğini gören Türkiye inisiyatif kullanıp iki aktör arasında arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Bir yanında ABD-İngiltere ikilisinin kılıç şakırdattığı, Ukrayna’nın egemen bir devlet olduğu ilkesinden hareketle geri adım atmaya yanaşmadığı bir durum söz konusu. Diğer yanda Rusya, Soğuk Savaş’tan bu yana gerileye gerileye Ukrayna’yla sınırına kadar çekildiğinden, artık NATO’nun kuşatması altında ikinci sınıf bir oyuncuya dönüşmeme mücadelesi veriyor. Amerikalıların ve İngilizlerin ‘Truva atı‘ yakıştırmalarına muhatap olan Almanya ise kendi ekonomik çıkarlarına ve Moskova’yla ilişkilerine zarar vermeden bu krizi savuşturma gailesinde. O sırada biz, dış politikada bir tam dönüşü tamamlamış halde bu krizde rol kapmaya çalışıyoruz. Neticede Rusya’yı tam gözden çıkaramıyoruz ama ABD’yle arayı düzelten bir hükümetin 2023 sonrasını görme ihtimali çok daha fazla artacağından olsa gerek, rotayı çaktırmadan Batı’ya kırmış durumdayız.

Bu koşullarda Kremlin’de Lavrov’un Putin’e gidip, “Türkiye, sizi Zelensky’le görüştürüp soruna siyasi bir çözüm bulmak istiyor” dediğini gözümde canlandırıyorum. Putin’in gözleri parlıyor ve kelimeler ağzından dökülüyor: Lan nasıl?

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,80 M - Bugn : 8008

ulkucudunya@ulkucudunya.com