« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 May

2020

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî 1813 – 13.05.1913

13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ 01 Ocak 1970

“Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslâm alimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücahid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikati ve şeriati beraber götürmüş, ehl-i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halife yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbu’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.
Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.
YETİŞMESİ
Gümüşhânevî hazretlerinin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde ise Kasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.
On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin alimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar.
Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.
İLİM TAHSİLİ
18 yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğini, ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da, kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.
“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zâtın vefatının ardından Mahmudpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.
Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (ks.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (ks.) yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşadı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Cami-i Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmudpaşa Medresesi’nde Sultan Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin halifesi ve daha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincanlı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde gerekli ilimleri tahsil ederek İstanbul’daki 13 yıllık tahsil hayatı sonunda 1844’de icazet almıştır.
Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının ders halkasında tamamlayan, icazet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî hazretleri, icazet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmudpaşa medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü 30 yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve telîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.
TASAVVUFA İNTİSABI
Gümüşhânevî hazretleri, şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşit arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda, 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alacaminare Tekkesi’nde tarikat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî (v. 1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.
Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin bir başka halifesi Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşılaşır ve ona intisap eder. Onun mânevî murakabesi altında seyr u sülûkünü tamamlar.
İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlerinden hilâfet-i tâmme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış verişi 16 yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir zirvesi olmuştur.
Pek çok meşayihin mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşitlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi Ervâdî’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşat etmesi onun ileride Hâlidiyye Tarîkati içindeki yerinin önemine ve değerine işaret etmektedir.
Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da bu dünyadan ayrılır. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, onun vefatı ardından Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî hazretleri de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.
1864’de Abdülfettah Efendi’nin âhirete göçmesine kadar tarikat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, kitap çalışmalarının tamamını bu tarihe kadar tamamlamıştır.
1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. 16 yıl müridlerine Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatm-i Hâce zikri icra eylemiştir.
Bu dönemden sonra artık irşat faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir.
Onun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî hazretlerinden hilafet aldığı halde daha sonradan Ervâdî hazretlerinden Hâlidî Tarikati üzere irşat icazeti alan talebesi Gümüşhânevî’ye intisap etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürt Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.
TEKKESİ
Tarikat neşrine başladığında, önceleri tekkeye fazla rağbet etmeyen Gümüşhânevî, Mahmudpaşa Medresesi’ndeki hücresi ile iktifa etmiştir. Burası sayıları zamanla artan müridlerinin ihtiyacına cevap veremez hale gelince ibadete kapalı ve metruk bulunan Fatmasultan Câmii tekke ittihaz edilmiştir. Halifelerinden Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’nin gayretleriyle beş vakit ibadete açık hale getirilen bu caminin bitişiğine Gümüşhânevî tarafından 16 odalı bir ev ile bir de tekke yaptırılıp vakfedilmiştir. Ev ve tekke yapımından sonra Şeyh hazretleri buraya taşınmış, bu cami ve müştemilatı zamanla Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi diye şöhret bulmuştur.
Gümüşhânevî’nin tarikat ve tasavvuf anlayışında ferdî planda kâmil insanlar yetiştirme hedefi gözetilirken, içtimâî hayatın da asla ihmal edilmediğini görüyoruz. Esasen onun tarikat faaliyeti ve tasavvufî eğitimle ulaşmak istediği asıl hedef fikriyle, imaniyle, ahlâkıyla kemâle ermiş, şuurlu müslümanların oluşturduğu ideal bir toplum ortaya çıkarmaktır. Onun Bâb-ı Âlî’nin tam karşısında yer alan, metruk bir camiyi ihyâ ederek, idare merkezine böyle yakın bir yeri tekke olarak seçmesi bu anlayışın bir tezahürüdür. Toplumun istikametini tayin etmek, büyük ölçüde idarenin insiyatifini ele geçirmeye bağlıdır. Gümüşhânevî hazretleri de ehemmiyetli bir mevkiyi tekke olarak seçmiş, devlet idaresine yön verici bir irşat siyaseti ile hareket etmiştir.
Kendi zamanında hem bir tekke hem de bir dârülhadis hüviyeti kazanan dergâhına Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamid ve daha bir çok devlet adamının zaman zaman gelerek sohbet ve derslerine iştirak etmeleri, müridleri arasında Arap Mehmed Ağa, Erkân-ı Harb livalarından Münib Bey, saray doktorlarından Emin Paşa, Reîsülülemâ Tikveşli Yusuf Ziyâeddin Efendi gibi zâtların yer alması, onun ne derece etkili ve hürmet edilip sözü dinlenen bir şahsiyet olduğunu göstermektedir.
II. Abdülhamid ile hususi bir yakınlıklarının bulunduğu özel istişare ve toplantılarının olduğu da bilinmektedir.
Toplumun her türlü ihtiyacına cevap verme gayreti içinde olan Ahmed Ziyâüddin hazretleri, o devirde yeni kurulmaya başlanan ve faizle çalışan bankalara bir alternatif olarak, müntesiplerinin ellerinde bulunan menkul kıymetleri bir araya getirerek bir yardım ve borç sandığı kurdurmuştur. Atıl vaziyette bulunan bu birikimler toplanarak ortak yardımlaşma ve yatırım amacıyla kullanılacak bir sermaye olmuştur. Kapısında:
Nakşbendî Dergâhıdır bu makâm-ı dil-küşâ
İşte meydân-ı muhabbet gel azîzim merhaba!
yazılı olan, “Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi” diye şöhret bulan tekkesi, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra 1942’ye kadar mâbed olarak korundu. Anıtlar Yüksek Kurulu’nun, korunması gerekli eski eser kararına rağmen, 1957 senesinde yol yapımı gerekçesiyle yıktırıldı. Bugün sadece minaresinden tuğla enkazı ile; “Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Sokağı” hatıra kaldı. Arsası üzerinde ise, İstanbul Defterdarlığı bulunmaktadır.
CİHADI
Kalemi ve kelâmıyla mücadele veren Gümüşhânevî, yeri gelince kılıca ve silaha sarılmayı da bilmiş, 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşlarına iştirak ederek cephede bizzat çarpışmış, gönüllü gittiği bu savaşın kesintiye uğradığı bir ara Of’a gelerek tarikat neşrinde ve irşat hizmetinde bulunmuş, savaş başlar başlamaz muharebe meydanına tekrar dönmüştür.
Gümüşhânevî’nin toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye, sosyal faaliyetlere bu derece önem vermesi, biraz da müntesibi bulunduğu tarikatin hususiyetinden kaynaklanmaktadır. Nakşibendî Tarikati, irşat faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön planda tutan bir anlayışa sahiptir.
Bu tarikatin en önemli prensiplerinden biri de halvet der encümen’dir. Bu prensip, toplum içerisinde meşru olan her türlü faaliyete iştirak ederek insanlara hizmet etmeyi, bütün bunları yaparken de kalben daima Allah (cc.) ile beraber olmayı, yani “halvet” şuurunu muhafaza etmeyi ifade eder.
İLMÎ ŞAHSİYETİ
Gümüşhânevî hazretleri, talebelerinden birine verdiği icazette şunları söylüyor:
“Bu aciz kula Cenâb-ı Hak ikramlarda bulunmuş, onu itaatlerin en üstünü ile meşgul etmiş ve ibadetlerin en büyüğünde çalıştırmıştır ki o da şerefli ilmi talep etme işidir. Zira insan Allahu Teâlâ’nın rızasını istemekte, ihlas sahibi olduğu, çirkin olan gösteriş ve desinlerden uzak bulunduğu zaman, ilâhî emirle mükellef olanlar arasında temayüz eder ve şeref kazanır. Aksi halde ilim, sahibine vebal olur.”
Kulluk ve yaratılış gayesinin Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyetine ermek olduğunu ifade eden Gümüşhânevî, kişiyi bu gayeye götüren sebeplerin başında ilmi görmektedir. Gerek meşrebi, gerekse tasavvuf ve tarikat anlayışı bakımından ilme ve ilim tahsiline ağırlık verilmesini isteyen Gümüşhânevî’nin eserleri, sohbetleri ve talebelerinin hususiyeti de bunu yansıtmaktadır.
Bütün eserlerini Arapça yazmış olması, Mısır’daki derslerini Arapça takrîri, onun yazacak ve okutacak derecede Arapça’ya vukûfiyetinin, dolayısıyla ilmî kudretinin delilidir.
Vasiyetlerinde “Amelleriniz, tahsiliniz ve ahlâkınızla alim olup insanlara seviyelerine göre hitap ediniz. Alimlerin zalim ve inatçılarından olmayınız. Daima müzâkere, Hak ve hakikati izhar için ilminizi ve araştırmalarınızı artırınız.” diyen Gümüşhânevî (ks.), bu konudaki hassasiyetini göstermektedir. Kendisi de ilme ve ilmî araştırmalara büyük önem vermiş, ömrünün 28 senesini kitap yazmaya vakfetmiş, nice geceleri uykusuz geçirip; durup dinlenmeden çalışmıştır.
Halifelerinden Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi bir defasında altı ay boyunca geceleri hiç uyumadığını anlatarak şöyle demektedir: “Çok uzun süren bu dönem içerisinde, öğleye az bir zaman kala kıbleye karşı döner, başına bir havlu örterek uyumaya çalışırdı. Böyle yaparken de her defasında çevresindekilere, ‘öğle ezanına az bir zaman kala beni uyandırın’ diye tenbih ettiği halde her defasında kendiliğinden uyandığı için onu uyandırmak hiç kimseye nasip olmamıştır.”
Gümüşhânevî (ks.), tekkesinde kurduğu yardımlaşma ve yatırım sandığında biriken sermaye ile büyükçe bir matbaa satın alarak, ilmî eserlerin ilim erbabına bedelsiz ve hediye usûlü dağıtılarak, ilmin daha verimli ve yaygın hale getirilmesine gayret göstermişti. Aynı sermayeden tahsis edilen beşyüzer altınlık vakıflarla İstanbul, Bayburt, Rize ve Of’ta 18 bin ciltlik dört ayrı kütüphane tesis edilerek ilmin Anadolu’da da yayılması temin edilmeye çalışılmıştır.
Tekkeler, zamanın şartları ve imkânları dahilinde içtimâî hayata yön veren çeşitli faaliyetleri tarihin her döneminde gerçekleştirmişlerdir. Ancak Gümüşhâneli Dergâhı’nın toplumun ihtiyaçlarına ve zamanın şartlarına hitap eden böyle verimli bir metotla ilmî, iktisâdî ve içtimâî gayeleri hedef alan bir usul ile ortaya çıkması üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husustur.
İlme ve Sünnet-i Seniye’ye uymaya ayrı bir önem verdiği görülen Gümüşhânevî’nin ikinci büyük hususiyeti, tekkesinde hadis ilmine ağırlık vermesi ve hadis ilmi ile meşguliyeti tarikatinin bir rüknü haline getirmiş olmasıdır.
Alfabetik sıraya göre yazmış olduğu Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabından, haftanın iki günü, çoğu defa sorulu-cevaplı ders takrir eden Gümüşhânevî ömrü boyunca 70 defa bu usulle Râmûz’u hatmettirmiştir. Kendisinden okuyup icazet alanlar da aynı usule riayet etmişlerdir.

Hadis ilmine yaptığı hizmetlerden dolayı Muhaddisîn-i Rûm, Hâtimetü’l-Muhaddisîn gibi unvanlarla da anılan Gümüşhânevî’nin bu gayretleri meyvesini vermiş ve Gümüşhâneli Dergâhı bir Dârülhadis hüviyetine bürünmüştür. Bu çalışmalar, Gümüşhâneli Dergâhı’nda icazet almış, yüzlerce hadis aliminin yetişmesine, bir çoğunun Huzur Dersleri mukarrir ve muhataplığına, bazılarının da Safranbolulu İsmail Necati Efendi ve Dağıstanlı Ömer Ziyâeddin Efendi hazretleri gibi Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hadis ve hilâfiyyat dersleri müderrisliğine kadar yükselmelerine sebep olmuştur.
ESERLERİ
Hadis öğretimine önem veren, hadîse dair eserler kaleme alan Gümüşhânevî, tasavvuf tarihi içinde köklü bir geleneğin sürdürücülerinden biri olmuştur. Onun bu yönü en azından hadis sahasında verdiği eserlerin hacmi bakımından, seleflerinin çoğundan daha belirgindir.
Hadîse dair eserlerinden ilki ve en önemlisi adı geçen Râmûzü’l-ehâdîs’tir. Kendi ifadesiyle az sözle çok mâna veren veciz ve alimlerce muteber bir kısım hadisleri bir araya getirip yazdığı bir eserdir.
Levâmiu’l-ukûl adlı eseri ise Râmûz’un şerhidir. Bunlar dışında hadisle alakalı Acâibü’n-nübüvve, Letâifü’l-hikem, Hadîs-i Erbaîn adlı üç eseri daha vardır.
Gümüşhânevî’nin tasavvufî yorumlarını ihtiva eden hadisle ilgili eserleri ile tasavvuf ve kelâma dair kitapları dünyanın dört bir yanına dağılarak yakın-uzak bütün bölge ilim adamlarının el kitabı olma hüviyeti kazanabilmiştir.
Tasavvuf konusundaki eserlerinden ikisi daha önce adı geçen Câmiü’l-usûl, Mecmûatü’l-ahzâb dışında Rûhu’l-ârifîn gibi tasavvufun inceliklerini ihtiva eden eserleri de mevcuttur.
Ahlak konusunda Necâtü’l-gâfilîn, Devâü’l-müslimîn, Netâicü’l-ihlâs adlı eserlerinden başka Gümüşhânevî hazretleri fıkıh ve kelam ilmine dair eserler de vermiştir.
TASAVVUFÎ ŞAHSİYETİ
Gümüşhânevî hazretleri az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi prensipleri içeren zühd ve takvâ dolu bir hayatı benimsemişti. Misafirsiz sofraya oturmazdı. Bütün nafile oruçları tutardı. Haftada iki defa müridleriyle topluca Hatm-i Hâce zikri icra ederdi. Salı geceleri zikirden sonra 70 bin kelime-i tevhid zikri yaptırmayı âdet haline getirmişti.
Yazlarını Beykoz’daki Yûşâ tepesinde çadır kurarak geçirirdi.
Yine bir yaz günü Yûşâ tepesi’nde yakınlarıyla çadır kurmuş olan Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî, elinde eski bir kemanla geçmekte olan bir çalgıcıyı çağırtır. Adam, sizin hocanızla benim ne işim var, gidin işinize, siz keman çaldırıp para vermezsiniz, ben de sizin sözlerinize kulak asıp dediğinizi yapmam, derse de ısrar eder ve huzura getirirler. Gümüşhânevî hazretleri, çalgıcının kulağına gizlice bir şey söyler. Adam bu sözler üzerine öyle bir cezbeye tutulup bağırır ki etraftakiler şaşırıp kalırlar. Çalgıcı, tevbekâr olur. Ahmed Ziyâüddîn hazretlerinin kendisinin kulağına neler söylediğini merak edip soranlara uzun süre bir şey söylemez, nihayet bir gün;
“Ben gençliğimde bir Bektâşî şeyhine intisap etmiştim, kendisi ehl-i sünnet ve’l-cemaatten idi. Vefat edeceği zaman ‘Seni büyüklerden birine emanet ettim, sakın reddedip perişan olma, âhir ömründe iyi bir insan olursun inşaallah.’ demişti. Gümüşhaneli Efendimiz de bana ‘Şeyhin seni bana emanet etmişti.’ demesi ile kendime sahip olamadım, bağırdım ve ellerine kapandım.” demiştir.
Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usulü gereği halvete çok önem verir, Zilhicce ve Receb aylarında senede iki defa halvete girerdi. Müridlerinden girmek isteyenlere de bu aylarda halvet yaptırırdı.
Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı saydığı için hiç bir zaman ayak uzatarak uyumamıştır. Bir defasında, hasta yatağında baygın bir şekilde dört büklüm yatan Gümüşhânevî’nin, tedavisi için gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, kulaklarının ucuna kadar utancından kıpkırmızı kesilmiş, gözlerini hafifçe açarak, “Bir de beni Rabbım’ın huzurunda ayak uzatma suçu ile başbaşa bırakmayın.” diyerek ayaklarının toplanmasını istemiştir.
Kerametleri zâhir olan Gümüşhânevî hazretleri, ihvanına nasihatlerinde her zaman şunu tekrar ederlermiş:
“Kimsenin sakalına, bıyığına, tarikine, sigarasına karışmayın.”
Müridlerinden iki kişi bir gün yakınlarındaki bir Mevlevî tekkesinde ayin seyretmeye karar verirler. Akıllarına Gümüşhaneli hazretlerinin tenbihi gelir ama “Nasıl olsa biz kimsenin işine karışmayız.” diyerek giderler. Bir ara birisinin gözüne Mevlevî şeyhinin gür bıyıkları takılır, gittikçe zıddına gitmeye başlar ve nihayet dayanamaz. Arkadaşının kulağına eğilerek hafif bir sesle “Bu adam kızılbaş mıdır nedir?” der. O anda Mevlevî şeyhi bunlara gözlerini öyle bir diker ki az daha sıkıntıdan göğüsleri patlayacak olur. Derhal kendilerini dışarı atar dergâhın yolunu tutarlar. Karşılarına çıkan Gümüşhânevî hazretleri;
“Adam öyle bir gözlerini dikti ki... diker ya... Ben size demedim mi ki kimsenin âyinine, bıyığına karışmayın…” diye tekdîr eder ve ruhî inkıbazı da onlardan gidererek merhamet buyururlar.
Gümüşhânevî hazretlerinin vefatından hayli seneler sonra son demlerini yaşayan ilim ve irfan sahibi bir zât,
“Derhal kadınlar yanımdan çıksın veya başlarını örtsünler şeyhim Hazret-i Ahmed Ziyâ geliyor.” demiş ve biraz sonra da;
“Elhamdülillâh şeyhim bana dedi ki: ‘Cenâb-ı Hak günahlarını bağışladı, bize geliyorsun müjdeler olsun.’” diyerek ağlamış ve kelime-i şehâdet getirerek emr-i ilâhîye icâbet eylemiştir.
Ne zaman kendi halifelerinden Oflu Hacı Yusuf Efendi Trabzon’dan istanbul’a doğru gelen vapura binse, dergâhta bulunan Gümüşhânevî hazretleri etrafındakilere;
“Yusuf’umun kokusu geliyor.” buyururlarmış.
Mahmud Esad Coşan Hocaefendi anlatıyor:
Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddin hazretleri hayatta iken, Medîne-i Münevvere ahalisinden Muhammed isminde bir şahsı rüyasında, “İstanbul’a gel.” diye çağırmış. Medineli, kendisi Arap... Seyyid, Peygamber Efendimiz’in sülalesinden... O da atlamış vapura, kalkmış İstanbul’a gelmiş. Bir rüya üzerine, Medîne-i Münevvere’den deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş. Ama adres yok. İşte rüyada “İstanbul’a gel.” dedi bir sakallı şahıs, ondan geldi. Çıkmış vapurdan... Yürürken bir şahıs yanına yanaşmış:
“Sen Medineli Muhammed filanca mısın?”
“Evet!..” demiş.
“Düş peşime!..” demiş.
O önden, bu arkadan bir yere gelmişler. Bir hocaefendinin yanına girmişler. El öpmüş... Bir de bakmış ki rüyada kendisini İstanbul’a çağıran, “gel” diyen şahıs. O şahıs demiş ki:
“Yahu burası neresi, bu zât-ı muhterem kim?” O şahıs;
“Burası Gümüşhaneli Tekkesi... Bu zât-ı muhterem de, Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleridir.” demiş.
Bayram ve kandil gecelerini, müridleriyle birlikte sabahlara kadar zikir, fikir, tekbir, tehlil ve tahmidle geçiren Gümüşhânevî hazretleri, ömrünün son 18 yılını bayram günleri hariç oruçlu geçirmiştir.
Lüzumsuz sözlerden hiç hoşlanmaz, boş vakitlerini ve çoğu gecelerini ilim ile meşgul olarak geçirirdi. Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbur kalmadıkça dünya kelamı konuşmazdı. Kendisine yakın olanlarca rivayet edildiğine göre, yatağa gireceği zaman, mutlaka Yâsîn sûresini okumayı âdet edinmişti. Kendisi okuyamayacak kadar bitkin olduğu zaman birisine okutup dinlerdi.
SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Âşık Efendi ile sohbette bulundu. İlk haccından sonra 63 yaşında iken Şeyhülharem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa’nın kızı Havva Seher Hanım’la evlendi. Hanımı kendisinden 18 sene sonra bu dünyadan ayrıldı.
İkinci hac yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hac dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerinde Râmûz okutmuş, beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir.
ŞEMÂİLİ
Son zamanlarında yaşı çok ilerlediği için vücudunda zayıflık hasıl olmuştu. Bir şeye dayanmadan oturamıyor, âsasız yürüyemiyordu. Konuşmasını ise ancak sohbetlerine müdavim olanlarla, konuşma tarzına alışık olanlar anlayabiliyordu.
Bütün mecalsizliğine rağmen, gözünden fışkıran feyz nuru, yüzünde parlayan müşâhede-i cemâl tecellîsi müridleri üzerinde aynı şekilde aşk, vecd, ızdırap ve hararet meydana getiriyordu. Ömrünün sonlarına doğru görenlerden nakledildiğine göre şemâili şu şekildeydi:
Dengeli ve uzuna yakın orta boylu, yanakları kırmızı, beyaz yüzlü, orta kısmı hafifçe yüksek çekme burunlu, çatık kaş ve açık alınlı, sağ ve sol gözünün altında birer siyah ben bulunan yuvarlak yüzlü, siyah ve iri gözlü, başı devamlı traşlı ve beyaz sakallı bir zât idi. Başlarına Nakşî tâcı ve beyaz imame sarar, cübbe, hırka ve uzun entari giyerdi. Ayağında devamlı ayakkabı bulunur, siyah renge hiç rağbet etmezdi. Yazları beyaz, kışları da yeşil renkli elbise giymeyi tercih ederlerdi.
VEFATI
Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,79 M - Bugn : 30923

ulkucudunya@ulkucudunya.com