« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

04 Oca

2017

Ruhi Kılıçkıran

01 Ocak 1970

Ruhi Kılıçkıran, (d. 1946; Rızaiye, Osmaniye - ö. 5 Ocak 1968; Ankara), Ülkücü ve ilahiyat öğrencisi.

Kılıçkıran, 1946 yılında Osmaniye'nin Rızaiye Mahallesi'nde dünyaya geldi ve çocuk yaşta babası Ömer Kılıçkıran'ı kaybetti, annesi Münire Kılıçkıran tarafından yetiştirildi. İlk ve orta eğitimini Osmaniye'de tamamladıktan sonra 1966 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne kaydoldu.

5 Ocak 1968'de iftar yemeği ardından Site Yurdu Kantini'nde komünist bir grup ile çıkan tartışma sonrasında vurularak hayatını kaybetti. Türkiye'de şehit edilen ilk ülkücüdür.

HAKKINDA YAZILANLAR:

İLK ŞEHİDİMİZ RUHİ KILIÇKIRAN

5 Ocak 1968’de şehit oldu. ü

İlk can, ilk kandın, toprağa düşen ilk fidandın...

İlk can, ilk fidan toprağa düşen ilk yiğidimiz



Cumhuriyet tarihimizde dillere destan olmuş ve istikbalde daima şerefle yâd edileceğine inandığımız bir misyon olan “Ülkücü Hareket” in Türk-İslâm davası uğruna verdiği ilk şehit Ruhi Kılıçkıran'dır.



5 Ocak 1968, Ülkücü hareket Var olduğu sürece akıllardan çıkmayacak bir kara gündür. Tipi, boran Ankara'nın üzerinde eserken bir can toprağa düşürülüyordu. Şehidimiz.



Sana şiir yazamam ben,

Çünkü sen baştanbaşa şiirsin.

Sana destan düzemem ben,

Çünkü sen destandan da büyüksün.

Sana gözyaşı dökemem ben,

Çünkü sen bir denizsin.

Sana ağıt yakamam ben,

Çünkü sen benden önce yanmışsın

Sen kutlu şehit, senin için...

Yalnız bir "Fatiha" okuyabilirim ancak.



Osmaniye den kalkıp Ankara'nın o boğucu insan kalabalığında kendini bulmuştu. İlk günleri zor geçti Ruhi'nin çünkü insan yığını şehre ayak basmıştı. Ankara ne kadar büyük olursa olsun bu Anadolu yiğidine dar geliyordu. Ruhi Ankara Garı'na inip de şöyle bir Ulusa doğru giden caddeye göz gezdirdiğinde Kurtuluş Savaşı'nın o zorlu dönemlerini gözlerinde canlandırıyor ve eski Büyük Millet Meclisi'ne doğru yol alıyordu...



Şahadetinden sonra arkadaşlarının sakladığı mektuplarda "gardaş Ankara çok boğucu geliyor, ilk olarak Anafartalar Caddesini gezdim, eski zor dönemleri âdeta yaşadım" diyordu.



1946 yılında Osmaniye'nin Rızaiye mahallesi'nde dünyaya gelen Ruhi KILIÇKIRAN, çocuk yaşta babası Ömer efendiyi kaybetti ve annesi Münire hanım tarafından yetiştirildi.

İlk ve orta tahsilini Osmaniye'de tamamladıktan sonra 1966 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne kaydoldu.



Okulda ve kaldığı Site Talebe Yurdu'nda kendisini sevdirdi ve saydırdı. Çok büyük bir ikna kabiliyetine sahip olan ve davranışlarıyla çevresine örnek olan Ruhi KILIÇKIRAN; bir ruh disiplini ve mücadelede dürüstlük kaynağı olarak kabul ettiği sporun birçok dallarında başarı göstermişti.



5 Ocak 1968 günü, iftardan sonra Site Yurdu kantinine gelerek kasıtlı bir tartışma çıkaran hain eller tarafından kurşunlanarak şehit edildi. Türk-İslâm davası için verilen ilk ülkücü şehidimiz olan Ruhi KILIÇKIRAN 'ın naaşı Osmaniye'ye getirildi ve anlamlı bir törenle toprağa verildi.



Çok küçük yaşlarda babasını kaybeden şehidimiz, ağabeyi Hüseyin'le beraber hayat kavgasına başlıyordu. Henüz ilkokulda iken tatillerde simit satarak ailesine katkıda bulunmaya çalışıyordu. Ortaokul ve lise dönemlerinde de bu böyle oluyordu. Soğuk, sıcak, uykusuzluk demeden, gece gündüz anasına ve ailesine yardımcı olma mücadelesi veriyordu. Lisede iken katıldığı bir müsamerede öğretmeni şiir okuması için Ruhi'ye görev veriyordu. Ruhi mahcup, Ruhi sıkıntılıydı, çünkü müsamere için giyeceği bir ceketi o gün için ödünç alıyordu. Şiir okurken onun mahcubiyetini yaşıyordu ama onun maddî yoksulluğunca büyüyen ve doruğa ulaşan bir manevi enginliği vardı. Hakka hizmet yolunda haksızlıklarla mücadeleyi o dönemlerde yüreğine emziriyordu.



İlahiyat Fakültesi'ni kazanıp Ankara'ya gittiğinde geride gözü yaşlı bir aile bırakıyordu. Ankara'da okuluna kayıt yaptırdıktan sonra Site Öğrenci Yurdu'na yerleşti. Fakir bir ailenin çocuğu idi. Maddî yönden büyük sıkıntılar yaşıyordu... Abisi Hüseyin harçlık gönderiyordu. Ama ailenin geçimi de onun üzerinde olduğu için gerekli şekilde yardımcı olamıyordu. Bundan dolayı, Ruhi abisine ihtiyacının olduğu dönemlerde bile yardımcı olması için talepte bulunmuyordu.



İşte bu dönemlerde şehidimiz sanki açlık orucuna giriyordu, ama yine de bu sıkıntısını ailesine belli etmemeye çalışıyor ve yazdığı mektuplarda daima iyi olduğunu ifade ediyordu. Öyle zor anlar yaşıyordu ki yol parasından iktisat edebilmek için, dini bayramları bile anacığından ve ailesinden ayrı yaşamak zorunda kalıyordu. 1967 yılının Kurban Bayramı'nda gönderdiği fotoğrafın arkasına şöyle bir not düşüyordu: "bensiz geçen Kurban Bayramınızı kutlar ellerinizden saygıyla öperim..."



Şehidimizin bu bayram günü ile ilgili hatıralarını yazdığı not defterine Arif Nihat Asya'nın şu beytini düşüyordu: "Bayram dedi; ben mutluların bayramıyım!

Toplum dedi; mutsuz kişiler toplamıyım..." aynı not defterinin bir başka sayfasında bu büyük mutsuzluğu şöyle izah edecekti. Defterin üzerine bir şema çiziyor, çizgilerde iyice koyu bir şekil var şema şöyle: "Milliyetçilik" diyor ve oklarla umdeleri işaret ediyor birinci okun karşısında kocaman bir "ana hakkı" yazılı. Demek ki mutsuzluğu, milliyetçilik anlayışının en önemli umdesi olan "ana" ile ilgiliydi. Şemada yer alan oklardan ikisinin karşısında yazılı olan "din" ve "vatandaşlık" umdelerine bağlılığıysa ona şahadetini hazırlıyordu...



Bir iftar sonrası Site Yurdu kantini ve mukaddes değerlere açıkça saldırı yapan bir topluluk. Ruhi yemeğini bitiriyor ve iftarını açmanın manevi hazzı ile duasını ediyor, ama kantinde bulunan hain zihniyetli güruh sözlü ithamlarına devam ediyor. Bunun üzerine Ruhi yanına boş bir sandalye çekerek, Türk insanının mukaddes bildiği değerleri tahkir ve tezyif etmemelerini söyleyerek, onları bu konuda oturup konuşmaya davet ediyor. Bu davetin karşılığı olarak hain gurubun elebaşısı, Allah (c.c) ve dini kastederek "olmayan şeylerin tartışmasını mı yapacağız" diyor ve kutsal değerlere küfrünü daha da artırıyor. Ruhi küfrü geri alması uyarısında bulunuyor. Ama o küstah hakaretlerini daha da artırıyor. Bunun üzerine Ruhi'nin yumruğu ile yere yıkılıyor. İşte bu andan itibaren, ihanet sürüsü hep birden Ruhi'nin üzerine saldırıyorlar. Bir tabancadan çıkan ölümün sesine, "Yandım Allah!" sesi katılıyor. Kantin duvarında yankılanıyordu. Bu ses dalga, dalga Anadolu'yu sarıyordu. Allah (c.c) sevdalısı bir çeri Allahsızlarca kurşunlanıyordu.



Önce sıkılı yumrukları gevşedi Ruhi'nin, başı o anlık bir sadelikle ve mazlumca hoşlukla hafifçe döndü, geriye doğru yaslanıp gözünü yumdu. Ebemkuşağı renklerinin, birbirleriyle genişleme savaşındaymış gibi ipil ipildi. Mavi, yeşil, sarı ve sonra kırmızıda soluverdi bütün renkler, koynundan çıkardığı ellerindeydi gözleri. Kıpkırmızı kan... Bir ılıklık yayıldı can vücuda. Osmaniye, anacığımın duası; bir de Çataloluk'tan su içebilseydim diye geçirdi içinden, soğuk soğuk terlediğini hissetti, kırılmış sandalyelerin üzerine yığıldığını fark edemedi bile... Başında beyaz takkesi, sırtında cübbesi, yüreğinde ülküsü, Osmaniye Ulu Camii'nin minberinde adım adım yükseliyordu.



Oy Ruhi... Vay can oğul... Nedendir, nasıldır, niçin? Sorularıyla oyuluyor beynimiz ilk can, ilk kandın, toprağa düşen ilk fidandın... Oldu mu be kader oldu mu şimdi? Ölümlerin en güzeline talip olduk ama çok erken aldın Ruhimizi, çok çabuk yaktın yüreğimizi, şimdi acı bir poyraz uğuldar kulaklarımızda, sancılı, yanık, ezik, türküler dinleriz... Ne onun hatıraları, ne de doğan yeni bir gün doyurur gönlümüzü. Bir kahpelik kurşun çekirdeğinde, onu kaybedeceğimizi düşünemezdik.



Kim derdi ki bu koca yüreğin, umutla çıktığı Osmaniye'den, cansız bir beden olarak geri Osmaniye’ye döneceğini... Yurdumuzun semalarında ezanlar okunan da gönderdik onu... Gözlerimizdeki yaş gidişine değildi, döktüğümüz damlalar onun şahadetine bizim ulaşamayacak olmamızaydı. Gün ola harman ola be yiğidim!.. Gün ola harman ola... Açıp ta o mübarek ellerini bizi yanına aldığın gün sancılarımız, kederlerimiz bitecektir. Gün ola harman ola be yiğidim... Derdime derman ola... Kılıçkıran ilk şehidimiz, Ergenekon’dan çıkışımızın ilk şahididir. Ancak onun şahadetiyle başlayan, ülkücü şehitler zinciri devam edecekti... Şunu yine tekrarlıyoruz; Türk kendine geldiği gün, işte o kahpe eller kendilerine yer ve yurt bulamamanın gerçeğini yaşayacaklardır... Bu şahadet aynı zamanda kızıl emperyalizmin kalesi, milletler hapishanesi kızıl Rus imparatorluğunun yıkılışının da müjdecisi olacaktır. Kızıl Çarların genişleme süreci Ülkücü Hareketin şanlı direnişiyle son bulmuş, ateşe atılan her ülkü deviyle dünya biraz daha huzur bulmuştur.



Bu süreç esir Türklerin Azatlığına kadar devam etmiştir. Türk titreyipte kendine dönene kadar da ülkücü hareketin şanlı mücadelesi bitmeyecektir



Şehidimize Allah'tan rahmet diliyor, şimdi şehidimizin ardından söylenen arkadaşlarının görüşlerine yer veriyoruz



“İLK FAKAT SON DEĞİL

Bir olmak veya olmamak mücadelesinin arifesindedir Türkiye... Çok olaylara gebedir. Neden mi olacak bütün bunlar? Cevap gayet basittir. Artık Türkiye'nin Müslüman-Türklere ait olduğunun ispatlanması lâzım. Hem de bu ispatlama fikir yönünde olduğu kadar gerekirse acı kuvvetle de olacaktır... Biz fikir yoluyla olmasını isterdik, haklı davamızın fikren ispatı çok kolaydı. Ne yazık ki olaylar hiç de düşündüğümüz gibi tezahür etmedi. Şimdi karşımızda taş gibi acı vakıalar var, gerçekler var. Fikren mücadelemizin semere vermeyeceğini en güzel şekilde ispatladılar. Mana yönünden fethi henüz tamamlanmamış olan Anadolu'nun elli yıldan bu yana ilk şehidi. Belki de ruh âleminin çöküntüsü tamamlanmak üzere olan Müslümanlara bir işaret, bir haberci, belki de bir ikaz durumundadır. Ama ne dereceye kadar kıssalardan hisse alacak ve ne dereceye kadar olmak yolunda ölen şehidimizin ruhunu şad edeceğiz... Bu şad ediş ne şekilde olur? Ruhlardaki infial nasıl hareket hâlini alır? Bütün bunların cevabını daha sonra vereceğiz. Şimdi olayın sadece görünüşünü inceleyecek, görünmeyen yönlerine sonra tekrar döneceğiz.



Hadise bütün Müslümanların üzerine rahmet yağan bir ramazan gecesi olmuştur. Herkes insan olmak yönünden kendi nefis muhasebesini bizzat yapar o günlerde. İman cephesi; bir zincirin halkaları misali ayrılmaz olur, birlik ve beraberlik son haddini bulur. Tekleşen gönüller, ifadelerini, bükülen boyunlar ve açılan ellerde bulur. Gözler pınarlar misalidir.

Yağmurlar yağar bu pınarlardan... O yağmurlar ki; inananların gözyaşları ve Hakk'ın rahmetidir, daima... İşte böyle bir gün. Vakit akşamdır. Yani iftar vakti. Akşama kadar İslâm'ın her emrinde bulunan hikmetin yüzlere verdiği İlâhî bir nurla nurlanmış yüzlerin gönül gönüle, kalp kalbe vererek iftar yapışları... Sonra tanıştıklarıyla Lisanı gali ile, tanışmadıkları ile lisanı hâl ile sohbet... Yemeği müteakip namaz ve çay içmek için kantine geliş...



Olay bu anda içeri giren bir şair bozuntusu ile başlar. Hani malûmunuzdur, şu son devirlerde çıkan ve dine, imana söverek meşhur olanlardan. Girer girmez sövgüsüne başlar. Tabiîdir ki Allah'a inananlar böyle aziz bir günde buna tahammül edemezler. Sanatını başka yerde icra etmesini söylerler. Hatta mükerreren rica ederler. Adam gitmek isterse de malûm zihniyetin uşağı olan Bay Zülküf, mani olur. Münakaşa uzamış, olay artık bir çatışma hâlini almıştır. Hadisenin yatışması için Yurt Talebe Başkanı, Yalçın Serinsöz araya girer. Bu da sonuç vermez. Ruhi'nin olaya karışması bundan sonra başlar. O, halk şairi(!) ile konuşurken Zülküf, Ruhi'ye saldırır. Artık tren raydan çıkmıştır. Ruhi mukabele eder. Birkaç kişi saldırdığı halde hepsini savmıştır başından. Bu sırada yere düşmüş olan Zülküf, tabancasını iki defa ateşler. Bunu kardeşinin namluyu Ruhi'nin sırtına dayayarak sıktığı kurşun takip eder. Artık yere yuvarlanmış ve öldürücü yara açılmıştır. Hemen hastaneye kaldırılmasına ve her türIü ihtimama rağmen kaderin tecellisine uyarak, 4 Ocak 1968 akşamı saat 20.00 sularında Hakk'ın rahmetine kavuşur.

Görünüş itibariyle cinayetle sonuçlanan bir olay ve her gün rastlanan zabıta vaka’larından biri olmaktan öteye gitmeyen bu hadise acaba bu kadar basit bir düşünce ve yorumla bizi gerçeğe götürür ve hakikati buldurabilir mi?... İşte bu suale her aklı selim sahibinin vereceği cevap: Hayırdır. Bu hayır ifadesinin manasına nüfuz edebilmek için olayların öncesine bir göz atmak gerekir. Şöyle ki geçen sene Site Yurdu Başkanlığını Zülküf Şahin yapmıştır. Bu seneki seçimlerde yurt idareciliğini ve başkanlığını imanlı gençler ele geçirmişlerdir. Seçimler arifesinde en geniş faaliyette bulunanlardan biri de Ruhi'dir. Zülküf, başkanlığı sırasında yurdun lokantasına ve kantine akrabalarını ve üvey kardeşini yerleştirmiştir. Ruhi'yi vuran Zülküf'ün üvey kardeşidir. Kavgayı başlayan ise Zülküf. Gelen şair bozuntusu. Allah'a ve dine küfrettiğine, Zülküf'le özel olarak tanıştığına göre bu bir tertiptir. Tertiptir ve bu tertibi malûm zihniyetler yapmıştır. Malûm zihniyetler diyorum çünkü Zülküf, T.İ.P. (Türkiye İşçi Partisi) Gençlik Kolları başkanlığını uzun zamandan beri yapmaktadır. Aynı zamanda yurtta bu fikirlerinden dolayı tanınan ve nefret edilen bir kişidir. Bundan önce de fikirlerinden dolayı kavgaya girişmiş ve linç edilmekten kurtulmuştur.



Tertiptir çünkü; sekiz seneden beri Hukuk Fakültesi'nde talebe olan Zülküf, tabanca taşımanın suçunu çok iyi bilmektedir. Silah taşımak ve bile bile suç işlemekse bir kastı icap ettirir. O hâlde bu yine bir tertiptir. Neyse... Bu babda söylenecek söz çok ama biz bu kadarla iktifa ediyoruz. Olayın bir diğer yönü daha vardır.

O da Komünistlerin artık Müslümanlara karşı fiili harekâta başlamalarıdır. Aslında yapmak istedikleri şeyi şimdilik kaydı ile bir kişi üzerinde tatbik etmektedirler. Oysa bu bir kişi; sen, ben veya bir başkası olabilirdi. Herhangi bir Müslüman... O takdirde onlar yine yapmak istediklerini yapmış olacaklardı. Zira öldürecekleri herhangi bir Müslüman-Türk'ün şahsında bütün Müslümanlara yönelttikleri silâhı ve gıcırdattıkları sırtlan dişlerini görmemek mümkün değildir. Bu cennet yurdu kızıl bir peyk ve bu peykin yarınki köpekleri olmak sevdasından gözü dönen bu köpeklerin artık son bir derse ihtiyaçları vardır. Zira bunlar zemzem kuyusuna siğerek meşhur olmak isteyen kuduz köpeklerdir.

Artık zaman gelmiştir. Hukuk devleti içinde aleni cinayet işleyenlerin cezasını elbette sadece mahkemeler değil; Müslüman-Türklerin vicdanları ve aksiyonları da verecektir. Zira bu mecburiyettir. Böyle yapılmazsa: ilk kurşunu takip edecek birçok kurşunlar ve ilk şehidi takip edecek birçok şehitler olacaktır. Bu kurşun ilktir fakat son değil. Şehidimize Allah'tan rahmet, bütün gönüldaşlarına ve ailesine baş sağlığı dileriz.”

Sıtkı KESKİN (Üniversite ve Köy Dergisi Ocak - 1968)



“Ağabeyim Ruhi'nin şehit düştüğü gün rüyamda Belen geçidini aşıp gelen binlerce insanın omuzlarında Albayraklı tabutu görmüştüm. Düşümde bura neresi diye sorduğumda, Belen geçidi olduğunu bu geçitten sonra Cennet'e ulaşıldığı belirtildi. Ben o güne kadar Belen geçidini hiç görmemiştim. Rüyamı rahmetli anama anlatınca "İnşallah hayırlısı olur yavrum" demişti ve o günün ertesinde ağabeyimin şahadetinin haberi gelmişti. Sonraki yıllarda o Belen geçidini rahmetli Mustafa Ekerin cenazesine giderken gördüm. Osmaniye de görev yapan kıymetli bir ağabeyimizin memleketiydi Reyhanlı, olayı duyunca bizde gitmek istemiştik, o gün rüyamda gördüğüm Belen geçidi gözlerimin önündeydi, tıpkı rüyamdaki gibi bütün çevrede bulunan ülkücüler şehit kardeşimize dokunabilmek için Reyhanlı'nın yoluna koyulmuşlardı..."



Ülkücü hareketin ilk şehidi Ruhi Kılıçkıran'ın bacısı

Dursen KIRANER









“İlk Şehidin Ardından

Okulda bilhassa sınıfında kendisini sevenleri çoktu, muhiti genişti. Kafeteryada tek masaya sığamazdı. Merhumun arkadaşları masasına bir masa, bir masa daha ilâve ediverirlerdi.

Mütebbessim çehresi, efendi hali, ciddiyeti velhasıl kibar ve nazik hareketleriyle Kılıçkıran çok dost kazanmıştır.”

A.ü. İlahiyat Fakültesi Köycülük Derneği Başkanı

Ömer ALBAY



“Ruhi Kılıçkıran, bütün hocaları, kız ve erkek arkadaşları tarafından çok sevilen, sayılan, huyları beğenilen mert tabiatlı. Yiğit bir Türk genci, kıymetli bir öğrencimizdi.”

Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY



Ey kardeşim; gözün arkada kalmasın. Senden akan mübarek kanın düştüğü topraktan, daha nice Ruhiler filiz verecek ve yolunda yürüyeceklerdir.”

Doç. Dr. Halit Ziya ÜNLÜSOY



“... Senin Osmaniyeli kardeşin, senin mukaddesatının genç bekçisi ve mukaddesatının sağlam teminatından biri olan Ruhi Kılıçkıran, namertçe öldürüldü. İlâhiyat Fakültesi öğrencisiydi. Dopdoluydu, yepyeniydi, dipdiriydi. ... Sendendi, sana lâyıktı...

Ayhan Şükrü AKSU





ŞEHİTTE ANNE SEVGİSİ

Çok küçük yaşlarda babasını kaybeden Ruhi Kılıçkıran, ağabeyi Hüseyin'le beraber hayat kavgasına başladılar. Orta tahsili boyunca soğuk, sıcak, uykusuzluk demeden simit satarak ailesine yardımcı olmaya çalıştı.



Lisede iken katıldığımız bir 19 Mayıs Bayramı'nı düşünüyorum. Rahmetliyi, bir arkadaşından ödünç aldığı elbise içinde, kürsüde şiir okurken duyduğu mahcubiyet içinde yaşar gibiyim. Okul adına şiiri sen okuyacaksın demişlerdi hem de elbise ile. Ama onun maddi yoksulluğunca büyüyen ve doruğa ulaşan bir manevi zenginliği vardı. Hak'ka hizmet yolunda haksızlıkla mücadeleye o yaşlarda başladı.

İlahiyat Fakültesi'ni kazanıp Ankara'ya gitti ve Site Yurduna yerleşti. Artık ailesini zorla geçindirmekte olan ağabeyi de kendisine para göndermek durumunda idi. Bu durumda Ruhi için açlık orucu başlamış oluyordu. Onları daha fazla üzmemek için durumunun çok iyi olduğunu, para göndermemelerini anlatan mektuplar yazıyordu. Yol parasından iktisat edebilmek için dini bayramları bile anacığından, ağabeyinden, yeğenlerinden ve Osmaniye'sinden ayrı geçirmek zorunda kalıyordu. İşte 1967 yılının Kurban Bayramı'nda gönderdiği fotoğrafın arkasına yazdıkları; “Bensiz geçen Kurban Bayramınızı kutlar, ellerinizden saygıyla öperim. R. K.”



Bu bayram günü için hatıralarını yazdığı not defterinde Arif Nihat Asya'nın şu beyti bulunuyordu. “Bayram dedi; ben mutluların bayramıyım! Toplum dedi; mutsuz kişiler toplamıyım.” Aynı not defterinin bir başka sahifesinde bu büyük mutsuzluğu, söyle izah etmek mümkün oluyordu. Bu sahifede yer alan ve çizgileri iyice koyulaştırılmış şema şöyle; “MİLLİYETÇİLİK” diyor ve oklarla umdeleri işaret ediyor. Birinci okun karşısında kocaman bir “ANA HAKKI” yazılı. Demek ki mutsuzluğu, milliyetçilik anlayışının en önemli umdesi olan ”ANAYLA” ilgiliydi.

Şemada yer alan oklardan ikisinin karşısında yazılı olan Din ve Vatandaşlık umdelerine bağlılığıysa O'na şahadeti hazırlıyordu.

Bir iftar sonrası, Site Yurdu kantini ve mukaddes değerlere açıkça saldırılar yapan bir topluluk. Ruhi, yanına bir boş sandalye çekerek Türk insanının ve bütün Müslümanların mukaddes bildiği değerle tahkir ve tezyif etmemelerini söyleyerek onları bu konuda mütalâa, hatta münakaşaya davet ediyor. Bu sözler üzerine gurubun elebaşı olan küstah, Allah ve dini kastederek olmayan şeylerin münakaşa yapılmaz diyor ve Din'e, Allah'a ve Kur'an-a küfre başlıyor. Küfrünü geri al ikazıyla küfrü tekrarlaması üzerine de Ruhi'nin yumruğuyla yere yıkılıyor.

Münkirin ava nesi, hep birden saldırıyor ve O'nun imanla çelikleşmiş yumruğunu yiyen düşüyordu. Bir tabanca sesi işitiliyor ve “YANDIM ALLAH!” diye bağırıyor Ruhi Kılıçkıran... Allah diyen Ruhi, Allahsız komünistler tarafından kurşunlanıyordu. Böylece Türkiye'de ilk siyasi cinayet işlenmiş oluyordu. İlk şehidim, mekanın cennet, ruhun şad ola...

O, ilk şehidimizdir. Ancak O'nun şahadetiyle başlatılan Müslüman-Türk katliâmı, devam ede geldi. Hâlâ devam ediyor ama bayrak düşmeyecektir. Çünkü artık görülmüştür ki, gölgesine sığındığımız bayrağın düşmesi demek; bir milletin şehit, bir vatanın mezar olması demektir.

Bu DİN, bu VATAN, bu MİLLET, bu BAYRAK bizim. BU DEVLET BİZİM, Bu ANALAR, BACILAR, KARDEŞLER BİZİM.

Bizim, Türkiye topraklarından başka gideceğimiz başka toprak parçası yoktur.. Bu toprağın üstünde yaşamazsak, toprağın üstünde yaşamak için bu toprakların altına düşmekten çekinmeyeceğiz.

Bu toprağın MÜSLÜMAN TÜRKLÜĞE aidiyetinin garantisi TÜRK DEVLETİDİR. Allah göstermesin bu devlet zafiyet içine düşer de görevi Müslüman-Türk insanına verirse; VAY O ALLAHSIZLARIN HALİNE. İŞTE O ZAMAN ÜSTÜNDE DURACAK TOPRAK ARAMAKTA GEÇ KALMIŞ OLACAKLARDIR.

Şevket KESKİN





“COŞAN İMAN ELBET KÜFRÜ BOGACAKTIR

Dinsiz sosyalistin hainine hareketi ile şehit olan şanlı şehidimiz Ruhi KILIÇKIRAN’a sıkılan kurşun aslında Müslüman Türk milletinin kalbine sıkılmıştır. Her yerde volkan gibi coşan iman elbette küfrü boğacaktır.



Ey sosyal adaletçi sosyalistler, ilerici ve insaniyetperver “hümanist” geçinen aydınlar ve gazeteler ve TRT şimdi neredesiniz? Bir Müslüman Türk Allah derse “gericilik hortladı” diye yaygara koparırken sosyalistler tevkif edilince “fikir hürriyeti kalmadı” diye haykırırken, şimdi üniversiteli bir Müslüman Türk genci dinsiz ve milliyetsiz bir sosyalistin hain kurşunu ile şehit edilirken sizlerin niçin sesiniz çıkmaz?



Niçin kızıl tehlike var diye bağırmazsınız?

Ey Müslüman Türk milleti; beşerin halaskarı olan kuran-ı kerim’e saldıran, peygamberler peygamberine dil uzatan, vicdanı şimale satan hainlere, milli bütünlüğümüzü bozmağa çalışanlara haddini bildirmek zamanı gelmiştir.

Ruhi KILIÇKIRAN ölmemiştir. Ebedi âleme gitmiştir. Her Müslüman Türk genci birkaç Ruhi KILIÇKIRAN’dır onun elindeki onun elindeki iman ve Türklük bayrağı ilelebet dalgalanacaktır.”

Türkiye Milliyetçiler Birliği Tosya ocağı başkanı

Zeki BAGATUR





SAADETİN SIRRI

Aşağıda metnini sunduğumuz konuşma, Ruhi Kılıçkıran tarafından, şahadetinden birkaç ay önce İlahiyat Fakültesinde düzenlenen bir açık oturumda yapılmıştır.



Bir kişi saadeti aramaya başladı mı onu bulamamaya mahkûm demektir. Saadet, vitrinlerdeki bedelini Ödeyip sardırarak alıp götürdüğümüz eşya değildir. Saadetin yollarını, çevreyi kendi arzularına, zorbalıkla, hilekârlıkla ve yalan uydurmakta arayanlar hüsrana uğramışlardır.



İnsanla her sahada çarpışan tabiat, onu kendi eline almak, esir etmek ve onu kendi potasında birtakım psikolojik faktörlerle eritmek ister. Önce, inanan fakat inandığını tatbik edemeyen bu günün adamını etkileyen ve çoğuna şekil verebilen bir takım ruhî olaylardan bahsedeceğiz;



İlk tesir, kıskançlık duygusu:



Saadetsizliğin en mühim sebeplerinden sayılan bu faktörün kökü derinlerde çocukluk çağlarında görülebilir. Bir ailede iki çocuktan biri daha fazla seviliyorsa, sevilmeyen çocuktaki kıskançlık duygusu büyüdükten sonra da devam edebilir. Bir memur normal bir aylıkla geçinirken, kendisinden hiçte üstün olmayan birinin daha fazla aylık aldığını duyduğunda, eğer kıskançsa, haksızlığa uğradığı düşüncesiyle kendi kendini yemeye başlar. Aldığı maaşı yetersiz bulur. Bu durumda eğer kendisinden üstün maaş alan kimse de kendinden üstünleri kıskanır ise düzen bozulur, fertler arasında bir hoşnutsuzluk baş gösterir. Şunu iyi bilmelidir ki, her zaman mukayeseli düşünme metodu, kötümserlik ve başkalarını kıskanma ve elindeki imkânlarla yetinmeyip bulunduğu duruma şükretmeme daima kötü sonuçlar verir. İnsan bu kötü durumlardan kurtulabilmek için şöyle düşünmeli; Benim elimde bulunan şeyler, başkalarının elinde bulunan şeyler yüzünden değerini kaybetmemeli, Yani kadere rıza göstermek.



İkinci mesele; mevkiimiz ne olursa olsun, her şeyi heves etmedikçe ve hoşnut olmadıkça saadete ulaşamayacağımızda.



Eğer saadet peşinde koşuyorsak, heves etmeliyiz. İlgili olduğumuz konuyu bütün gönlümüzle istemeliyiz. Filozof Epiklet der ki : (Sen istedikten sonra karga sana uğur getirir.) Bu sözü ile isteğin her şeyi gerçek saadete çevirdiğini söylüyor.



Saadetin sırrına ermenin önemli prensiplerinden biri de sevgi meselesidir. Bir insan sevilmediği duygusuna kapılabilir. Bu kişi çocukluğunda ya sevilmemenin acısını tatmıştır, ya da kendisinin sevilecek bir kimse olmadığı kanısına varmıştır. Bu günkü deyimiyle aşağılık duygusuna kapılmıştır. Böyle kişiler çoğu zaman içine kapalı kimseler olup, sevgi noksanlığı onlara güvensizlik duygusunu aşılar. Hayatı güvenle karşılayanlar, güvensizlikle karşılayanlardan daha mesutturlar. Saadetin prensiplerinden birisi de kötü havada iyi düşünmek sanatıdır. Meselâ, yağmurlu bir günde bir takım kişiler yolların çamuru olacağını, bazıları çimenlere artık oturulamayacağını, kimisi de mahsullere zarar vereceğini düşünerek üzülürler. Bunlar insan psikolojisi icabı malûm şeyler. Hâlbuki böyle sızlanıp duracağına yağmuru güzel ve eğlendirici bir şey kabul edip, ondan zevk almaya çalışmak lâzımdır. Böyle düşünmeye kendimizi alıştırdığımız an saadet ve mutluluğa doğru, adım adım yaklaşıyoruz demektir.



Bu yüzden kapalı havada açık yüzlü olmalı.



Bazı gurur sahibi kimseler vardır. Onlar birliğin azametini bilmeyen, insanî kıymetlere değer vermeyen kişilerdir. Ona gurur veren, onun ruhunu canavarlaştıran şey ortadan kalktığı an perişan olacaktır. Bu kişi, hak için ateşlere düşüp çile çekmezse, içindeki. Gurur ejderini öldürmezse saadete erişemez.



Saadet prensiplerinden biri de gönül almaktır. Böyle bir kaide ilk bakışta hayret uyandırabilir. Gönül almak, yalancılık ve dalkavuklukla değil, bizim anladığımız manada temiz duygularla, riyadan uzak olarak yapılan gönül almadır. Nahoş bir hadiseyi gönü! Hoşluğu içinde halletme her iki tarafı mesut etmeğe kâfi gelecektir.



Saydığımız olayların bir memleketi ve bir vatanı yoktur. Bunlar insanlar arasındaki ortak dertlerdir ki kişi bunları kalbine bir nakkaş ustalığında işlemelidir. Bu dertler milletleri çeşitli kötülüklere ve cinayetlere sürüklüyor. Bugün neden bir devlet yaşayabilmek İçin başka bir devlete aç kurt iştihasıyla saldırıyor. Neden hürriyet adına, hürriyet ocakları söndürülüyor? Yaşamak neden hileye, zorbalığa, yalana ram olmaya başladı?



Neden bazıları, insanlığı ve kendini unutmak için çılgınca eğlenceye dalıyor? Neden bazıları intihar edip, bazıları kendi kabuğuna çekilip ölüm sessizliğinde susuyor?

Nedendir insanoğlundaki bu Everesi tepesi yüksekliğinde, okyanus dalgalan çokluğundaki dert? Bu derdi, bu saadetsizliği çok filozof, çok âlim işledi. Bazıları bu dertlerden kendini kurtaramayıp kör tabiatın esiri oldu. Gerçeği bulanlar ellerindeki formül ile tabiata meydan okudular. Bu gerçek, bu formül saadetin sırrı sorusunun tam, eksiksiz cevabıdır. Onu bir çırpıda söylüyoruz.



ALLAH'A VE RESULÜNE İNANMAK



Madde âlemini, mana âleminin potasında eritmedikçe, maddenin esaretinden kurtulup İLAHÎ Aşk’ın tesirine girmedikçe saadet yoktur.

Bazı ahlâk kurallarıyla insanları saadetin sırrına ulaştırmak isteyen pek çok filozof yetişmiştir. Bunlar ne derse desin İLAHÎ SAADETİ, ALLAH'A VE RESULÜNE İNANMANIN dışında arayan kişinin, saadet anlayışı tek kelime ile boştur.

Hz. Muhammed (S.A.VJ, amcası Ebu Talib'in ölümünden sonra Müslümanlığı yaymak için civar kabilelere yanında azadlı kölesi olduğu halde gitmişti. Gittiği Taif halkı Müslümanlığı kabul etmediği gibi, Peygamber efendimizi taş yağmuruna tutmuşlardı. Mübarek vücudu şerha şerha kanamış olduğu halde O. Allah'a inanmışlığın verdiği vecd içinde «Allah'ım, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.» diyordu. Bu söyleyiş, bu kendinden geçercesine hoşnutluk, ilâhî saadete ermişliğin öz varlığı benliğinde duymuşluğun açık örneğidir.

Saadetin sırrını en iyi şekilde tasavvufta görmek mümkündür.



Tasavvufa göre kişi ancak saadeti Allah'ın birliğinde bulacaktır. Allah'ı bilme ilimle olur. İlimde birlik yoktur. Bu biliş sonsuz bir aşktır. Bu aşk insanı kendi benliğinden geçirir, Allah'ın varlığında yok eder. Bu suretle bütün huzursuzluğun kaynağı olan beşerî varlık ortadan kalkınca kişi saadetin gerçek anlamına ulaşmış olur. Saadete ermek için önce nefs-i emmareden kurtulmak ve derece derece nefs-i mutmainneye doğru ilerlemek lâzımdır. Birçok dereceler aştıktan sonra ilâhî saadete erişebilir.



Biz saadeti, hürriyet teraneleri ve müsavvat hileleriyle masum halkın elinden alınan düzende değil, Allah'ın düzeninde arıyoruz. Biz saadeti, 20, asrın maddeleşmiş ruhunda İmanın sinmediği vicdansız kanunlarda, Kızılay'ın uzun saçlı gençliğinin, gitar nağmelerinde değil, onu, Allah'a ve Resulüne inanmanın verdiği iman kuvvetinde, onu ilâhî nizamın gerçekleşmesi ve her şeyin İslâm’ca olması için dökülen alın terlerinde arıyoruz.



Netice olarak, biz, saadeti, Allah'ın kendine verdiği aşkın tesiriyle her şeyinden vazgeçercesine «Ben hiçim, Allah ve Resulü her şeydir.» diyen, günün her saatinde nefsi ile cehd yapıp mücahitleşen sessiz fakat büyük müminlerin gözbebeklerinde, nurlu alınlarında, inançlı gönüllerinde arıyoruz

HAZIRLAYAN: RUHİ KILIÇKIRAN



Fevkalâde hazırlanmıştı mevzua Ruhi

Bizlere anlatırken Saadetin Sırı’nı

Mutluluğu teslimiyette bulmuştu Ruhi

Kavuştu şehitlikle Saadetin Sırrı’na.

Ayşe ÖZTÜRK



SANA RAHMET NUR İSTİYORUZ

Ey Ruhi kardeşim uğurlar olsun.

Hak'dan sana rahmet, nur istiyoruz.

Mukaddes mezarın nur ile dolsun.

Hak'dan sana rahmet, nur istiyoruz.



Bir tek kurşuna san can vermişsin

Kaderin peşine koşup gelmişsin

Ne mutlu sana ki Hak'ka ermişsin

Hak'dan sana rahmet, nur istiyoruz.



Nerde senin o tunç gibi vücudun

Mukaddes davayı yüce düşündün

Bir yumrukta bir kaç kişi düşürdün.

Hak'dan sana rahmet, nur istiyoruz

Hüseyin KURT



KERVANDA BİZ DE VARIZ

Eyninde kanlı libas,

Yüzünde mutluluk var...

Benim yüreğimde yas;

Yas, çelikten bir duvar!...



Kılıçkıran isimli bir namlı yiğit vardı,

Tanrı sevmiş n'idelim, .aramızdan apardı.



Tıpkı bir ceylan gibi

Mazlumdun vurulurken,

Ömre bedel an gibi

An'ı, Yaşadım erken...



Vurulmakla Doğan'lar, bu bayrak düşmez yere :

Şehitler çoğalırken, bayrak çıkar göklere...



Her mevsim sonbaharmış,

Sen Sonbaharda yaprak.

Bir esinti çıkarmış

Son durak, kara toprak!..

Bayrağımız göklere yükselirken an be an;

Bir İbrahim, Bir Şahin... Davadır bayraklaşan.



«Dön gel ağam, dön gel; dayanamiram,

Uyku, gaflet basmış; uyanamiram,

Ağam: öldüğüne inanamiram!..»

Erzurum türküsü ne içli söyler,

Dadaşlar, Efeler, Kızanlar, Beğler:

Yardımcı'sız Ağrı'm, yarını neyler?..



Aylarca kara toprak altında kaldın amma

Hâlâ kan fışkırıyor, o mübarek teninden.

Şehadet belgesini, Önce sen aldın amma

Tanrı'm mahrum etmesin; geliyoruz peşinden.

Turan ALTINSU



GERİ DUR DEME!.,

Ateş hattındayız güzelim,

varlık-yokluk arasında,

bana,

"Geri dur" deme.

Bükme boynunu öyle

"Ne olur" deme.

Kahrolan binlerce soydaşımın

Ağıtları dudaklarımda

Kan istiyorlar kanlarına

Hayber'de, Caber'de, Tiyanşan'da

Bağlama kollarımı benim

"Geri dur" deme.

'Bak otuz dört şehit toprağa düştüler.

Allah! Sesleriyle

Ardında Bozkurtlarla

Allah'a yükseldiler

Geri dur deme.

Sana Altaylardan bir tuğ

Çiniden şal getireceğim

Kızıl kurşun vurursa beni

Kanıma batırıp mendilimi

Al, al getireceğim

Geri dur deme.

Bak Giray hanın torunları tutsak

Ötükenim yasta

Kerkük kan ağlıyor güzelim

Rodoplarım hasta

Kanımı adadım yollarına ilaç olsun diye

"Geri dur" deme.

İmanımı zincirlemek istiyorlar.

Kahrolacak onlar

Demir pençelerimle

Geri dönmek yok tarihimizde

Geri dur deme

Kaşların yay, kirpiklerin ok gibi ama

Bana gerçek ok lazım.

Kılıç gibi bakışlarınla del bağrımı

Tutma kollarımı benim

Geri dur deme.

Benim sevda manileri yazmak

İçin vaktim yok.

Ağıtlar dökülüyor dudaklarımdan,

Haber sor bana Önkuzu'dan,

Kılıçkıran'dan,

Onların düştüğü yola kurbanım



Geri dur deme.

Elbette kutsalsın benim için

Gelinliğin ap ak olmalı lâkin

Kardaşların kara yasta iken

O günün hatırı için

Geri dur deme.

Senin deniz mavisi gözlerin

Aral'ı hatırlatır bana

Sonra tutsak kardeşlerimi

Yanar yanar kahrolurum

Geri dur deme.

Saçlarında Selenge'nin kıvrılışı var.

Tutsak Selenge'nin

Başında Tanrı Dağları kadar

Dik olmalı senin

Bükme boynunu Öyle

Geri dur deme.

Senin namusun kadar

Mübarek yurdumda

Kızıl çizmeler

Sarı çıyanlar var.

Tutsak kardaşlar

Dokuz tuğla gök bayrağı bekliyorlar

Geri dur deme.

Sen, alnında tutsak kardeşlerinin

Lekesi varken,

Ap ak gelinlik giyemezsin

Börteçine, Asena zincirliyken

Bana geri dur diyemezsin

Geri dur deme.

Senin alnın ap ak hürsün

Şafaklar senin için müjdeci

Tutsak gardaşların her şafakta ölürler

Benimle beraber

Geri dur deme.

Sen güzelsin damarlarında Türk kanı

Kalbinde kardeş sevgisi taşıyorsan

Allah'a inanıyor

Ve beni seviyorsan

Geri dur deme.

Gardaşlarım tutsak, gardaşlarım yaralı

Onlara sıkılan kurşun beni yaralar

Son Türk'te hür olana kadar

Sakın bana



Geri dur deme.

Eğer bir çığ gibi büyüyorsak

Eğer bir ölüp, bin diriliyorsak

Bu ülkü aşkından güzelim

Şehadet aşkından

Çok görme bana

Geri dur deme

Eğer demirperdeyi eritecek gözyaşı ise

Ağlasın anam, ağlasın bacım

Sen, gök gözlüm, gök eşarplım

Seninde gözyaşın karışsın sele

Sakın bana Geri dur deme.

Ben bir savaşçıyım

Ağlamak için doğmadım.

Tutsak Türk ellerinin hürriyeti amacım

Daha oralarda moskofu

Kovmadan geri dur deme

Damarlarımda Bilge Kağan'ın kanı

Gönlümde Hira'dan kopan nur var

Dokuz tuğlu sancak ile kurmadan

Turanı

Sakın bana

Geri dur deme.

Ben karanlıkla savaştayım

Düşman kahpe, düşman namert

Daha dün düştü Alparslan'ım.

Daha kurumadı kanı,

Geri dur deme.

Dokuz tuğ göndere çıkana kadar,

Bozkurtlar Turan'a akana kadar,

Çin'in setlerini yıkana kadar,

Son Türk'te hür olana kadar,

Geri dur deme

Alparslan GÜMÜŞ'ün Nişanlısına mektubu



KILIÇKIRAN

Tavlayı hızla kapatarak kalktı. Garsona çay paralarını ödedikten sonra dışarıya çıkarken,

— Galipsin ama iftardan sonra yine görüşürüz Ruhi. O vakit tuttuğun zarlarda seni kurtaramayacak…

Dedi. Ruhi hiç sesini çıkarmadı. Uzun siyah bıyıklarını kıvırmakla yetindi. Kahvehane boşalmaya başlamıştı. İki sandalye alarak kapının önüne oturdu. Kalabalık çarşıda büyük bir telaş vardı. Koşar adımlarla yürüyenlerin acelesi ne idi? Ya karşıdaki fırının önünde pide alabilmek için bekleyen kalabalık... Bu kalabalığı bir müddet boş gözlerle seyretti ve:

— Bir şalgam ver Hüseyin ağa. Tanesi bol olsun. Diye seslendi. Getirilen şalgamı henüz içmiş, elinin

Tersi ile dudaklarından sızan kırmızı suyu siliyordu ki müthiş bir top sesi duyuldu. İftar vakti gelmiş, ezan sesleri bütün Osmaniye'yi kaplamıştı. Gecikmiş bir at arabası önünden hızla geçti. Şimdi sokaklar bomboştu.



Boşalan kahvehanede ocakçı oğlunun getirdiği yemekle orucunu açmış, bulgur pilâvı ve turşuyu iştahla yiyordu. Canı sıkıldı. Bir sigara yakarak sessizce kalktı. Çarşıda kararsız adımlarla bir müddet dolaştı. Yemeklerini acele ile yemiş olan insan seli Teravih namazını kılmak için huşu içerisinde camiye doğru ilerliyordu. Öyle bir an geldi ki kendini koca şehirde yalnız hissetti. Beyni çatlayacak gibi ağrıyordu. Eve gitse yine evdekilerle kavga edeceğini biliyordu. Ne söyleseler kızıyor, bağırıp çağırıyordu. Bu miskinler şehrinden nasıl kurtulmalıydı? Bu yıl üniversiteye girebilecek miydi?



1967 yılı Ekim ayı Ruhi'ye büyük bir müjde getirmişti. İmtihan neticeleri belli olmuş, açıkta kalmayacak kadar puan almıştı, Trene binerken mutluydu. Annesinin tülbenti ile sildiği gözyaşlarını göremeyecek kadar kör, «Allah'ım, sen oğlumu ıslah et» diye yapılan duayı anlayamayacak kadar duygusuzdu. Kara tren ağır ağır hareket elti. Sanki geride kalan her şeyin üzerine siyah bir çizgi çiziyordu. Şimdi Ruhi'nin gözünde yalnız Başkentin hayali vardı.



Ruhi Ankara'da büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Puanı yalnız İlahiyat fakültesine girecek kadardı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Osmaniye'ye dönemezdi. Bu yobazlar mektebine girmekse intihar etmek demekti. Günlerce düşündükten sonra aklına parlak bir fikir geldi. İlahiyat fakültesine kaydını yaptıracak ve alacağı bursla Ankara'da kalarak gelecek yıl için üniversite imtihanlarına hazırlanacaktı.

Aradan bir ay geçmişti. Okula birkaç defa bazı arkadaşlarını görmek için uğramıştı. Her gün öğle vakti kalkıyor, gece yarılarına kadar kumar oynuyordu. Bir sabah somyesinin hızla sarsılması üzerine gözlerini oğuşturarak yatağında doğruldu. Karşısında duran arkadaşı Hacı gülerek:

— Seni uyandırmak için top mu atmak lâzım be birader? Haydi, çabuk giyin maça gidiyoruz.

Dedi. Ruhi uzun uzun esnedikten sonra

— Ne maçı?

Diye sordu. Hacı elindeki kramponları göstererek

— Okulumuzun Hukuk Fakültesi ile futbol maçı var. Muhakkak oynaman lâzım. Diye cevap verdi. Ruhi çevik bir hareketle kalktı. Elbiselerini giyerken « Futbol için İlahiyat’ınızın formasını dahi giyerim » diye mırıldandı.

O gün İlahiyat Fakültesi maçı kaybetmişti, ama kazanılan bir Ruhi vardı. Takım arkadaşları arasındaki samimi havaya kapılmış haftaya yapılacak D.T.C. Fakültesi maçının antrenmanlarına hazırlanıyordu.

Maç günü gelmiş, heyecanlı bir maç oynanıyordu. Maç 1–1 berabere iken İlâhiyat'lılar son dakikalarda bir penaltı atışı kazanmışlardı. Atışı Ruhi yapacaktı. Şutu atmak için hazırlanırken etraftan,

— Yobazlar penaltı atmasını ne bilir.

— Topa sakın vurma, gerici çarpılırsın…

Gibi alaycı sesler yükseliyordu. Ancak atılan sert şutu kaleci görememişti bile. Galibiyet İlâhiyat'lılarındı.

Ruhi ertesi gün okulda günün adamı olmuştu. Artık arkadaşlarının ısrarı ile her gün okula gidiyordu. Günler geçtikçe okuluna ısınıyordu. Orada gericiliğin, hurafelerin değil gerçek ilmin, islâmiyetin öğretildiğini hayretler içerisinde görüyordu. İslâmiyetin nuru kalbini alev alev sararken boşa geçirdiği günlerini telafi için hummalı bir çalışmaya koyulmuştu. Derslerdeki açığını kısa sürede kapatmıştı. Şubat tatilinde memleketine gitmeyerek Arapça kurslarına katıldı. Artık annesi mektuplarını okurken sevinç gözyaşlarının tadını duyuyordu.

Sene sonu yaklaşırken Ruhi tamamen bir ülkü insanı olmuştu. Günleri kütüphanelerde, ilmi konferanslarda geçiyordu. «Dünü ve bu günü birbirine eşit olan bizden değildir». Diyen Hz. Muhammet'i (S.A.) ümmetinden olmanın ahlâk ve faziletine, «Hocamın atının sıçrattığı çamur elbiseme süstür» diyen Fatih Sultan Mehmet'in milletinden olmanın gurur ve şuuruna ermişti.

Bir sabah Ruhi erkenden kalktı. Yurdunun mescidinde sabah namazını kıldıktan sonra uzun uzun dua etti. Sevinçliydi. Etrafına nur saçar gibi bir hali vardı. Hazırladığı «İslâm’da küfür» adlı seminer hocası tarafından çok beğenilmişti. Bir hafta sonra gideceği Osmaniye Ulu Camiinde vaaz verecekti. Bunu o kadar çok istiyordu ki, rüyalarında hep o kutlu günü görüyordu. Camideki kalabalığa öyle şeyler anlatacaktı ki, eski Ruhi kalplerden kendiliğinden sökülüp atılacaktı. Artık herkesten beddua değil hayır duaları alacaktı... Bu düşüncelerle ne kadar dua etti bilmiyordu. Dışarı çıktığı vakit güneş doğmuş yurtta okula gitme hazırlıkları başlamıştı. O akşam okuldan dönüşte sinemaya giden arkadaşlarından ayrılarak Site Yurdunun kantinine girdi. Kantinde büyük bir kalabalık vardı. Yarım ekmek, süt ve yüz gram helva alarak boş bir yer aradı. Kalabalık bir masadaki boş sandalyeye ilişirken «Selâmünaleyküm» diyerek gülümsedi. Selâmına mukabele eden olmamıştı. Yemeğini ağır ağır yerken konuşulanlara kulak kabarttı.

— İşçi ve köylüyü biz uyandıracağız yoldaşlar.

— Halkımızı din afyonundan kurtarmalıyız.

— Gerici güçler kahrolacaktır... Gibi sözler bir törpü gibi kulaklarını tırmaladı. O vakit masadakilere dikkatle baktı. Talebeye benzer halleri yoktu. Kimdi bu insanlar. Onları daha önce hiç görmemişti. Sesini çıkarmadı ama masadakilerin Allaha, Yüce Peygamberine uzatılan dilleri kesilmeli. «Bırakın şu çöl bedevisinin saçmaladığı Kuran’dan bahsetmeyi» diyenler susturulmalı idi. Dinimizde küfre rıza göstermekte küfürdü. Türkiye'ye Komünizm sözünü sokan yılanların başı ezilmezse ileride bu milletin başına büyük belâlar açabilirlerdi. Hafifçe öksürdükten sonra yumuşak, tatlı bir sesle:

— Konuşmama izin verir misiniz? Diyerek söze başladı. Konuşmaları ile ileri sürülen fikirleri çürütüyordu. Fakat onların şartlandırılmış beyinleri bir şey anlamıyordu. Fakat Ruhi yılmadan anlatıyor, onların kaba kuvvetlerini fikirle yıkacağına inanıyordu. İçlerinden biri yumruğunu masaya hızla vurarak:

— Yeter, artık gerici. Yoksa diye bağırırken Ruhi ayağa kalktı. Şimşek gibi çakan gözlerini masadakilere dikerek «Yoksa ne olur?» diye bağırdı. Hazırladığı tezi zihninde defalardır tekrarlanıyordu. Sözle bir şey anlatamamıştı. Şimdi gücünün yettiği kadar bir şeyler yapmaya mı çalışması, yoksa kalbinden beddua ederek sessizce çekip gitmesi mi doğruydu? O düşüncelerle durgunlaştığı anda çenesine sert bir yumruk indi. Beş altısı birden çakallar gibi başına üşüşmüşlerdi. Artık düşünme fırsatı kalmamıştı. Şimdi Ruhi bir Bozkurt gibi saldırıyor, kuvvetli yumruğunu yiyen yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Bu kargaşalıkta cılız bir el ceketini aralayarak belinden tabancasın; sıyırdı. Ruhi korkutabilir miyim? Düşüncesi ile elini cebine soktu. Cebinde Osmaniye’ye gitmek için aldığı otobüs biletinden başka bir şey yoktu. İki el silah sesi kantini bir çığ gibi kapladı. Korku ile açılan gözler ve olayın mahiyetini dahi anlayamayarak donup kalan büyük kalabalık... Ruhi olduğu yerde bir sendeledi. Yanında duran sandalyeyi çelik pençeleri ile kavradı. Birkaç adım attı. Kavgayı çıkaranlar gerileyecek yer bulamamışlar köşede sıkışıp kalmışlardı. Havaya kalkan sandalye bir an öylece kaldı. Başı hafifçe dönüyordu. Kollarından sızan bu ılık pıhtı ne idi? Dizleri neden titriyordu? Elinden düşen sandalyenin üzerine yığılan kendisimi idi. Hayır hayır, o yıkılmıyordu. Başında beyaz sarığı, sırtında cübbesi Osmaniye Ulu Camiinin minberinde yükseliyordu. Sekiz-on basamak bitmiş, nurdan binlerce basamak peyda olmuştu. Onlarla göklere yükseliyordu.

İki gün sonra Ulu Camiin önünde toplanan mahşeri kalabalığın taşıdığı Ay-yıldızlı bayrakla şanlı tabut kimindi? Ruhi yine o beyaz sarığı, cübbesi ve gür sesi ile kalabalığa hitap edendi. Gerçeği kaba kuvvetle yok etmek isteyen kızılların ilk kurbanı, kahraman ülkücülerin şehitler zincirinin ilk halkası Ruhi Kılıçkıran'dı O...

Reşat GÜREL



SEN YALNIZ DEĞİLSİN

Sen yalnız değilsin gökler ve yerler,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

Seksen bin evliya, doksan bin pirler,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Yeşil Tuna dertli, akışı usul!

Azerbaycan, Kırım, Kafkasya, Musul,

Yedi iklim gardaş... cihan velhasıl,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Yükünü idrak et! Ecdadın, atan,

Gönlünde İslâm’ın imanı yatan,

Edirne`den Kars`a koskoca vatan,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Söyletmeyin beni hey gidi hey hey...

Yusuf Kaya, ilk göz ağrım Ruhi bey,

Son gurbet şehidi Necati ağabey,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Haşatlı`lar, Gün`ler dizdik o safa.

Tarih şahit, Kur`an öpüp üç defa,

Kellesini ipe veren Mustafa

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Elbet bir gün biter çekilen dertler.

Zindanlarda çile çeken yiğitler,

Saymakla tükenmez cümle şehitler

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Evlât vermiş anaların sızısı,

Dul kalan gelinin kara yazısı,

Ülkücü şehidin yetim kuzusu,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Kim bilir ne kadar, sığmaz ki dile,

Say sayabilirsen, kaç ehl-i çile,

Kırk çatal yürekli Muhsin`im bile,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.



Ozan Arif, düşmeyecek bu tuğum.

Geri çıksın kim diyorsa ben yoğum.

Ankara`dan selam salmış Başbuğ`um,

Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

OZAN ARİF ŞİRİN



UNUTMAM

Unuttu mu sanıyorsun unuttu?

Unutamam, unutamam unutmam!

Unutmamak beni hayatta tuttu,

Unutamam, unutamam unutmam



Kinin yeri yoktu benim gönlümde,

Böyle oldu isem kabahat kimde?

İstesem de artık değil elimde

Unutamam, unutamam unutmam.



Anlasanda usul usul anlatsam,

Sana bir ülkücü nesil anlatsam

Nereden başlasam, nasıl anlatsam

Unutamam, unutamam unutmam.



Ruhî Kılıçkıran ilk göz ağrımız,

Sonra Özmen’imiz, İmamoğlu'muz,

Önkuzu'muz derken yandı bağrımız.

Unutamam, unutamam unutmam.



Baştan giden bunlar bunlar en baştan,

Sırf bunlarla çıkamadık ataştan.

Genç ihtiyar şehit verdik her yaştan.

Unutamam, unutamam unutmam.



Bir haneden kîp kip giden kan oldu.

Ellerimin kan dolduğu an oldu.

Yedi tabut taşıdığım gün oldu.

Unutamam, unutamam unutmam.



Giderken dedik ki bu dört bin nefer,

Kanımız aksada İslam’ın zafer.

Bırak Türk olmayı, insansam eğer,

Unutamam, unutamam unutmam.



Verdiğim şehidin on katı kadar,

Elsiz kolsuz kalan gazilerim var.

Unutmak ne demek? Ar ederim ar

Unutamam, unutamam unutmam.



Vatan dedik, millet dedik, din dedik

Kızıl kızıl fırtınalar önledik.

Yine en büyük kazığı biz yedik.

Unutamam, unutamam unutmam.



Ve o fil sandığım pire eylülü,

Deva sandığım yara eylülü,

Bizi hançerleyen kara eylülü,

Unutamam, unutamam unutmam.



O eylülün getirdiği kafayı,

İmanı küfürle tartan kefeyi,

Kanımla sürülen zevki sefayı,

Unutamam, unutamam unutmam.



Ondokuz ağustos sene seksen bir,

Tarihlere nasıl geçer kim bilir?

Bana göre leke, bana göre kir,

Unutamam, unutamam unutmam.



Kurt peşinde köpek olan savcıyı,

Hâkim dedikleri zalim avcıyı,

Bize verdikleri zulmü acıyı,

Unutamam, unutamam unutmam.



Mamak'taki C-5 deki halleri,

Adaletsiz kalem kıran elleri,

O ellerin soldurduğu gülleri,

Unutamam, Unutamam unutmam.



Zindanlar, hücreler, gizli bölümler,

Gizli bölümlerde gizli ölümler,

İşkenceler, hakaretler zulümler,

Unutamam, unutamam unutmam.



Gözlerimin ışığına bir bakın,

Doğrultun namluyu bir kurşun sıkın,

Ama bana unut demeyin sakın,

Unutamam, unutamam unutmam.



Ozan ARIF bu dünyadan göç etse,

Kara toprak erîm erim eritse,

Mezarında karış karış ot bitse,

Unutamam, unutamam unutmam

Ozan ARİF



ŞEHİDİN ELLERİNE ÖVGÜ

- Ülküdaşım Ruhi Kılıçkıran'ın aziz ruhuna-

Kıbleli bir rüzgârla gelip doldun içime

Yeşillerin en güzeline pervaneydi ellerin.

Bir şeyler getirsin o diyen pırıl pırıl sabahlar

Tuttun da gecelere uzandın sessiz.

Şimdi hilâllerde, yıldızlarda ellerin.

Kılıçlar bilendi ak düşüncelere asırlar boyu

Mananın düşmanı hâlâ çaresiz

Bir cemresin şehidim, toprağıma düştün.

Gözleri dolu bulutların, bulutlar boşalacak

Yağmurlarda, berekette ellerin.

Dilaver CEBECİ





ÜLKÜCÜYE DESTAN

İlk Ülkücü şehit Ruhi Kılıçkıran'a.

Ne barda ne pavyon ne sazda gördüm

Ben seni beş vakit namazda gördüm

Her seher ihlâsla niyazda gördüm

Billâhi ne güzel ülkücüsün sen.

"Hamd olsun, İslâmım, Türküm" diyorsun

Haramda işin yok helâl yiyorsun

Hakkı Hak'ta bulmak ülküm diyorsun

Billâhi ne güzel ülkücüsün sen.

Senden çok uzakta her türlü günah

Senden çok uzakta her türlü günah

Ne mutlu, dilinden düşmüyor Allah

Elbet doğacaksın bir gün, bir sabah

Billâhi hakikî ülkücüsün sen.

İslâm sende, ihlâs sende, hak sende

En güzel yaşayış ve ahlâk sende

Şefkatle ümitle gözler, bak, sende

Billâhi ne güzel ülkücüsün sen.

Gün gelirse ben de ölürüm derdin

Gün geldi erkekçe canını verdin

İçtin şahadeti göklere erdin

Billâhi ne güzel ülkücüsün sen.

Uğrunda öldüğüm mukaddes sende

Hak için gürleyen erkek ses sende

İslâm bir yaşayış, bir nefes sende

Billâhi hakikî ülkücüsün sen.

Türküm deyip coştun bendini aştın

Sığmadın engine çağlayıp taptın

Şükürler Tanrı'ya bunca ulaştın

Billâhi hakikî ülkücüsün sen.

Çatmaz sana çehresini bu hilâl

Bak kanınla yine coşkun yine al

Sana hakkımızı hep ettik helal

Billâhi hakikî ülkücüsün sen.

Seninle vatandır bu güzel vatan

Rahattır toprakta kefensiz yatan

Hiç şüphesiz senden incinmez atan

Billâhi hakikî ülkücüsün sen.

Asım'ın neslisin unutma sakın!

Kırılsın göksünde her alçak akın.

Şüphesiz ki güzel günler çok yakın

Billâhi Hakikî ülkücüsün sen.

Dün Malazgirt'te sen ve Mohaç'ta sen

Kefenin olmuştu yine elbisen

Bir rüzgârsın Kıble yönünden esen

Unutma! Beklenen ülkücüsün sen.

Salih Sefa YAZAR

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,01 M - Bugn : 37061

ulkucudunya@ulkucudunya.com