« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Haz

2007

[VEFAT YILDÖNÜMÜ ANISINA...] 'Ölür ise ten ölür, Meriç ölesi değil

M. Naci BOSTANCI 19 Haziran 2007

'Başlıca işim, düşünmek ve düşündüklerimi cemiyete sunmaktır." diyen Cemil Meriç, yirmi yıl önce bugün 71 yaşında vefat etti. "Düşünmek, düşünceye hakettiği asaleti vermek ve bunu cemiyetle paylaşmak" içinde yaşadığımız coğrafyanın yakın zamanlarda unuttuğu bir nitelik. Değerler sıralamasında düşünce hanesi hayli gerilerde.



Hele hele Cemil Meriç gibi belli bir kesime bağlanmamış, fikri birikimini bir sofist tavrıyla "izm"lerin meşrulaştırılmasına adamamış olan kişinin kendisine biçtiği rolle "kitlelerin sevgilisi" olması beklenemezdi, nitekim öyle de olmuştur. "İzm"ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleri," diyen Meriç'i, izm'lere bağlanmayı, bir kolektif kimlik fantezisi içinde kendi bireyliğini yitirmeyi soylu bir tavır olarak gören kuşakların anlaması kolay değildir. Bugün izm'lerin sonundan bahsedenlerin bile gerçekte başka bir kılıkla arzıendam eden yeni bir izm'in takipçileri olduklarını fark edemedikleri bir dünyada Meriç'in sözlerine kulak verenlerin az olması anlaşılır bir durumdur.

Elbette herkes düşünce hayatıyla ilgilensin, herkes entelektüel bir sermaye oluştursun ve bu alandaki geleneği bilsin şeklinde bir iddia söz konusu olamaz. Her toplumda fikir hayatında yer alanlar nihayetinde bir avuç insandır. Herkes işini yapmalıdır ve her iş kutsaldır. Ancak, düşünce hayatıyla uğraşanların, kendilerine öyle bir rol atfedilenlerin politik kadastroları aşkın bir bağlam içinde birbirlerinden haberdar olması, ortak kutsallıklarının bulunması önemlidir. Keza bir başka önemli husus, işi bir ülkenin fikri birikimine katkı sağlamak olmayanların dahi en azından düşünce insanlarını bilmesi, tanıması ve onlara yaşadıkları toplum adına gereken saygıyı göstermesidir. Bir gece geç vakit katıldığı davetten evine dönen Bernard Shaw, içeri giremeyecek kadar sıkışmış bir vaziyette "kimseler görmeden" evinin duvarına siymeye kalktığında hemen çevreden birisi tarafından ikaz edildiğinden bahseder. O kişinin söylediği şudur: "Beyefendi o evin duvarına siyemezsin; çünkü orası B. Shaw'ın evidir." Düşünce insanına karşı asgari duyarlılık sınırı böyle bir yerden geçer. Ülkeleri rastgele bir toprak parçası olmaktan kurtaran, üstünde yaşayanları da bir halk, bir millet haline getiren birkaç ilke sayılacaksa, herhalde en başta gelenlerinden birisi de budur.

Fildişi kule

Üstat bir yazısında yeni çıkmış bir eserini devrin önde gelen fikir adamlarına birer üst yazı ile gönderdiğini; ama hiçbirisinden ses seda çıkmadığını sitemle anlatır. Sitemi "niçin görülmüyorum"a değil, bu hâlin cemiyet adına nasıl bir bahtsızlık olduğunadır. Onu düşünce semamızın yıldızı ama münzevi bir yıldızı yapan biraz da yaşadığı bu türden şartlardır. Fildişi kule bir sırça köşk değil, hayatın kaba gerçekliğine karşı kelimelerden, fikirlerden ve tarih içindeki düşünce devlerinden oluşmuş bir sığınaktır. Dışarıdaki hayata karşı içerideki zihni dünyadır. Meriç, Kırk Ambar'daki bir yazısında "Mea Culpa" diye başlayan bölümde, cemiyetin içinde yaşadığı kargaşayı kendi suçu olarak görür. Çünkü o bir okuryazar olarak üstüne düşeni yapamamış, "Bir ülkenin vicdanı olmak, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak" görevini yerine getirememiştir. Ancak onun külliyatını bilenler bu sözleri, o muhteşem entelektüel dehanın tıpkı büyük mistikler gibi nasıl derin ve kucaklayıcı bir vicdana sahip olduğunun ifadesi olarak görürler.

Bir kesimin, bir grubun değil, herkesin vicdanı olmak! Eğer ona araçsal bir anlam yüklemiyor, fikir pazarında birilerine saldırmak için onun haşmetli varlığını siper olarak kullanmıyorsanız, vicdan herkese yöneliktir; çatışanları, farklı yönlere savrulanları insani ortaklıkları üzerinden kucaklayan bir insanlık durumudur. Vicdan, tam da özellikle politik mücadelelerin körleştirdiği yerdeki insani olanı görmek ve kavramak için vardır. Edward Said, entelektüelin görevini "krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir." şeklinde tanımlarken Meriç'in "bir devrin vicdanı olmak" isteğiyle buluşur. Said'i ve Meriç'i aynı yerde bir araya getiren ait oldukları o farklı ülkenin vicdana en geniş anlamda hayat bahşeden fikir ve tecrübe zenginliğidir. Unutmayalım ki vicdan, arzudan, ya da kategorik bir ahlaki tavırdan değil; ülkelerin, kültürlerin, hayatların en derin şekildeki ilişkisel dünyasından çıkar.

Meriç, Hint'i tanımış, kutsal Vedalardan büyülenmiş, Ganj'ın mistik sularında yıkanmış birisidir, aynı zamanda Saint Simon'u, bu ilk sosyalisti, hakkı yenmiş, gölgede kalmış; ama asrın tüm düşüncesini yoğurmuş birisi olarak takdirle anmıştır. Keza başlı başına bir çalışmasının konusu olarak ele aldığı bir başka kişi, doğrunun ve yanlışın ötesinde, insanların idrakine "mülkiyet hırsızlıktır" diye şövalyece haykıran Proudhon'dur. "İrfan Doğu, kültür Batı'dır." diyen Meriç, hem irfanın hem kültürün zirvelerinde dolaşır. Hugo ve Balzac, hakkını vererek çeviri yaptığı iki büyük romancıdır. İran şiiri, Doğu'nun klasikleri tıpkı Batı'nın klasikleri gibi onun zihninin derinliklerinde yerlerini almışlardır. İşte onun vicdanını oluşturan bu arka plandır. O, bir çağın zirvesinden aşağıda, sisler içindeki ovada yaşananları görmüş, cenk türküleri, kılıç şakırtıları arasında yitirilenleri hüzünle dile getirmiş; ama sesini, kendisini akrabalık bağları içinde gördüğü okuryazarlara dahi yeterince duyuramamıştır.

Kamus namustur...

Üstat bir yazısında, "Kamus, namustur." der. O her sözünü, her kelimesini bir namus duygusuyla kaleme almış birisidir. Söze hakkını vermek, hazır repliklerin, klişelerin ortada dolaştığı, sözlerin anlamını ve değerini angajmanların belirlediği, Cenap Şahabettin'in dediği gibi, "Beğendikçe alkışlayan havas"ın ortadan çekilip "alkışlandıkça beğenisi artan avam"ın sesinin ve alkışının gür çıktığı bir zamanda geride kalmaya mahkûm bir asil düşünce tavrıdır. Hegemonik söylemin neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu tayin ettiği bir zamanda, sadece meramını anlatmak için değil, düşünce üzerindeki baskısını da kırmak için nasıl kahramanca bir tavırla ortaya atıldığını Meriç okuyucuları iyi bilirler. "Çağdaşlık" gibi neredeyse kutsallık mertebesine yükselmiş, bırakın eleştiriyi, bu manada daha doğmamış düşünceyi bile büyük bir günah olarak cezalandırmak kudretindeki kavramı, "Bu çağdaşlaşma kadar rezil, adi ve katil bir kelime yoktur." diye başlayan uzun bir tiratla "hakettiği şekilde" değerlendirmiş, arkasına saklanan idraki açığa çıkartmıştır. "Çağdaşlaşma mefhumu dünyanın hiçbir dilinde yoktur bizden başka. Biz çağdaşlaşma diye kendimizi idama mahkûm ediyoruz." ifadesiyle asıl yaraya parmak basmıştır. Bilgiyle haysiyetin buluştuğu yer işte burasıdır. Kamusu namus olarak gören kişinin, içi boş kavramların nümayişine göz yumması, bir yalancı şenliğin göz bağcılığı olarak kullanılmasına rıza göstermesi beklenemez. "Dil varlığın evi"yse, dil varlıkla bu kadar ilişkiliyse, dile titizlenmek varlığı saygının bir gereğidir. O derbeder kelimelerden oluşmuş sarhoş yağma alaylarının varlığın şehrini talan etmesine karşı kapıyı bekleyen muhafızdır. Elbette bu titizliği sadece başkalarına karşı değil, en başta kendi yaptığı işte gösterir. Yazılarını kaleme alırken önce kelimelerden başlar, onların tarih içindeki izlerini sürer, bugüne geçmişten neleri telmih ederek ulaştıklarını dile getirir ve bizim gözümüze pek aydınlıkmış gibi görülen kavramların alacakaranlık dünyasını, kültürlerin yağmurunda, karında, rüzgârında, tarihin uzun soluğunda dövüle dövüle şekillenen anlamını hatırlatarak, kendi zamanımızı hakikileştirme yanılsamasına düşmemize mani olur. Hürriyet, kültür, irfan gibi düşünce savaşlarının bu ağır silahlarını bir bir açığa çıkartır.

Bakmak ve görmek...

Meriç yaşarken Göztepe'deki evinde kendisini ziyaret etme imkânı bulmuştum. Bir kütüphane, bir masa ve Cemil Meriç... 38 yaşından beri gözleri görmediği için hep birilerinin kendisine okuması ve söylediklerini yazması biçimindeki bir ilişki biçiminden ortaya çıkan külliyat, işte böyle bir yalın arka plana sahipti. Görüntü yalındı, evet; ama o görüntünün tam da merkezi yerinde, yalınlık örtüsünün altında Meriç'in İskenderiye kitaplığı gibi duran zihni vardı. Herhalde makro kozmosun mikro kozmosta temsili böyle bir şeydi. 33 yıl gözleri görmemiş; ama kendisini takip edenlere asıl görmeleri gerekenleri ustalıkla göstermiş, düşünce hayatının girift ormanında nasıl yol almak gerektiği konusunda öğretmenleri olmuştu. Arjantinli yazar Borges ile Cemil Meriç örneği, insanlığın hikâyesini kavramak ve bu konuda başkalarına mihmandarlık etmek için asıl gerekli olanın göz değil, ondan bağımsız görme olduğunu göstermiştir. Herhalde Rilke'nin bakmak ile görmek arasında ayırım yaparken ima ettiği hususlardan birisi de budur.

Elbette bir yanda Meriç'in kendi hayat kronolojisi ve eserlerinin bu hayat çizgisi üzerindeki yerleri, diğer yanda ise biz okuyucuların bu kronolojiye hiç de uymayan bir şekilde yapmış olduğumuz okumalar vardır. Benim kişisel hikâyemde Meriç'le karşılaşmam "Bu Ülke" kitabıyla olmuştu. Yetmişli yılların başlarında çocuklukla gençlik arasında "debelenir" ve başkalarının gözünde bir yer ve değer edinmenin kişisel arayışıyla kolektif kimliklerin vaat dolu dünyası arasındaki tuhaf ve arızalı ilişkide yol almaya çalışırken "Bu Ülke" elimden tuttu. "Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği..." diyen üstatla mülaki oldum. Beni büyüleyen, fikirlerinden de önce diliydi. Yazı dilinin niçin "hayat"a ait değilmiş duygusu yarattığını onun sayesinde anladım. Üstat, konuşma dilinin o rahat, o serazat, kimi zaman doğrudan seslenen, haykıran, kimi zaman tıpkı okuyucuları gibi içine çekilen, sessiz bir söylenmeye dönüşen, aforizmalarıyla aklı ve kalbi birleştiren imkânlarını kendine has bir üslup güzelliğiyle sunuyordu. "Kelimeleri sana veriyorum okuyucu... Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime, narsistin kendisini seyrettiği dere. Çok bakma, içine düşersin." diyen bir aklın, içine yeniden ruh üfürdüğü kelimelerden aldım. Sonra karmaşık bir şekilde Ümrandan Uygarlığı, Bir Dünyanın Eşiğinde, Işık Doğudan Gelir, Kültürden İrfana, Kırk Ambar kitaplarını okudum.

En son okuduklarım ise Jurnal I ve Jurnal II'ydi. Günlüklerdeki "çıplak görünmek korkusu"ndan bahseden Meriç için çıplaklık, zihninin dip bucak ortaya konmasıydı: "Sen acıların, utançların, zilletlerinle aynısın. Rüyaların, hayallerin, dileklerinle bir başkası..." Günlüklerde sürekli kendisiyle savaşan bir Cemil Meriç gördüm. Bilginin, insanın hayatını nasıl her bilgeliğin kendi sesiyle konuştuğu çok sesli müziğe çevirdiğini gördüm. Aynı zamanda bir entelektüelin bu dünyada her ne yazdıysa bunu kanından, canından bir parça olarak yazdığını gördüm. Bu fikir işçisinin anarşizmden sosyalizme, Dante'ye, Hügo'ya, ansiklopedistlere, Cevdet Paşa ve Namık Kemal'e, İhvan-ı Safa'dan İslamiyet'e yol alışları, öfkeleri, kızgınlıkları, sevinçleri ile soluk alıp veren canlı bir insanın seyahatleriydi. O, sadece bugünde değil, hatta belki bugünden çok daha fazla geçmişte yaşıyor, üstüne tarihin yaprağı düşmüş insanlar ve kitaplarla konuşarak yazıyordu. Bütün düşünce uğraklarından geçerek ulaştığı yerde üstadın söylediği, "Galiba, tek kurtuluş inanmak."tı. Jurnallerden sonra onun eserlerini bir kez daha baştan okumak gerektiğini düşündüm.

Işık, Meriç'ten yükselir

Meriç öleli yirmi yıl geçmiş. Bugünkü genç kuşaklar arasında Meriç'in ismini bilenler fazla değil, bir eserini okumuş olanlar ise daha az. Bu kadirbilmezlik sadece Meriç'e karşı yapılmıyor, biraz geçmişte kalmış her eser her insan, garip bir şekilde "eskimiş" muamelesi görüyor. Yanındaki ikinci kelimeden bağımsız bir şekilde, kendi başına tirani bir güce sahip olan "yeni" zaman tekerleğinin gerisinde kalan her şeyi bir anda modası geçmiş olarak yaftalıyor. Oysa fikir dünyasının ritmi ile moda dünyasının ritmi hiçbir şekilde aynı değil. Hayat orkestrasının ritim sazı olarak modanın ses verdiği bir düzende, şeylerin değerini anlamak için yeninin bu kutsal dansından ayrılmak, ritüeli bozmak, bağlamın dışına çıkmak gerekiyor. Üstat ışık doğudan yükselir, demişti, benzeri bir anlatımla bugünün kuşaklarına şunu söylemek lazım: Gelecek için ışık geçmişten gelir. Geçmişin derin aydınlığına vâkıf olanlar, aynı ölçüde geleceğe nüfuz etme kudret ve cüretkârlığını kendilerinde bulurlar. Cemil Meriç bu manada fikir yolculuğuna çıkmış olanların elindeki "İstanbul'dan yükselen lüks"tür. Sadece bakmak için değil, görmek ve nüfuz etmek için de Meriç'in kitaplarındaki ışığı geleceğe düşürmek gerekir.

Bu ölüm yıldönümünde, kadim bilgeliğin mecrasında diğerleriyle hemhâl olmuş Meriç'e en uygun düşen sözlerden birisi, aynı gelenekteki diğerleri için de söylenmiş olan, "Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil." sözleridir. Meriç bundan yirmi yıl önce ölmüştür; fakat o halen düşünce dünyamızda varlığını sürdürmekte, kendisini tanıyanlara olduğu kadar hiç görmediği, görmesi mümkün olmayan yeni kuşaklara da kitapları üzerinden hocalık yapmaya devam etmektedir. Canın ölmemesi böyle bir durumdur. Can, onun sayfalarına uzanan her yeni solukla birlikte yüzünü hayata dönen kelimeleriyle can bulmakta, ebediliğin içinden bugüne konuşmaya devam etmektedir. Her kim yüzünü Meriç'e dönerse, bilsin ki canına can katacaktır.

Son söz yine onun: "Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu? Meşhur bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebi bir nevi de temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşeri ihtiraslardan uzaklaşmışım: Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar..."

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,96 M - Bugn : 24309

ulkucudunya@ulkucudunya.com