« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

16 Şub

2015

OSMANLICA - MAZİDEN SAYFALAR

16 Şubat 2015

Kömüşçügilin Halilağa’nın oğlu İsa, Çakırağagilin Turhan’ın oğlu bendeniz ve misafir İdris, ateşin başında oturuyoruz. Kartvizit unvanlardan uzak, insanların kendilerinin de unutmaya başladığı asli hüviyetleriyle anıldığı yerlerde soluk almak hoş bir duygu. Doğduğumuz ahşap evlerde babalarımız da, dedelerimiz de doğmuştu. Terk edilmiş olsalar da yanı başlarında ocaklarımız tütüyor. Eski tadları bulmak artık imkânsız. Dedelerimiz, nenelerimiz göçeli çok zaman oluyor. Akranlarımız torun sahibi olmaya başladı. Buna da şükür, hâlâ çalacak kapılarımız var.

İsa’ya bir daha anlattırdık, askerden dönen dedesinin askere giden oğluyla nasıl tesadüf ettiklerini. Forsa hikâyesine benziyor. Baba asker, cepheden cepheye dolaşmış, Sina’da esir düşmüş, haber alınamamış, sağlığından ümit kesilmiş. Binbir meşakkat çekmiş. Sonunda kurtulmuş dönerken nahiyede sevk bekleyen asker kafilesiyle karşılaşır. Temerküz noktasına yaklaşır, selam verir. Üst baş perişan, saç sakal karışmış adama gençler torbalarından ekmek, peksimet verir. Ayaküstü yarenlik ederler. Nerelisin, nereden gelir nereye gidersin, kimlerdensin. Konuşurken anlaşılır ki askerlerden birinin babasıdır. Senelerdir görmediği, suretini, şekil şemalini unuttuğu oğlu askerlik çağına girmiş. Baba oğul sarmaş dolaş, kucaklaşıp ağlaşırlar. Hasret gideremeden hareket vakti gelir. Mahzun melül vedalaşıp tekrar ayrılırlar.

Kurdun kuşun hakkının nasıl gözetildiğini de dinledik. Kalabalık aile, arazi geniş, mandalar, davar çok. Evin reisi büyük amcası, herhangi bir şikâyet, ihbar olmaksızın diğer kardeşlerini ve yeğenlerini toplar sıkı sıkı azarlarmış. O kadar tembih ediyorum, yine mukayyet olamıyorum. Doğru söyleyin bakalım, sürüyü hanginiz başkasının ekinine soktu. Besbelli harama değmiş ki, bu sene hiç kurt kapmadı. İyi düşünün, her kimin tarlasıysa helalleşelim. Hayvanatın bile rızk arayışında haramdan sakındığına inanılan mübarek memleketin manevi seviyesini beğenmeyip kendilerine benzeyen nesiller yetiştirmeye hevesli hırsızlar ibret alsınlar.

Türk yurdunda yazılmamış nice destanlar, ne hazin hayat hikâyeleri saklı. Biz konuşmayınca hainlerin sesi çıkıyor. Tarihi terse çeviren kitaplar yazıyorlar, filmler çekiyorlar. Hep Türk’e sövüyorlar, Türk’e vuruyorlar. Çanakkale filmlerinden birinin afişinde, İngiliz neferin savurduğu süngü bizim Mehmet’in bağrını delip sırtından çıkmış, bayrağımız yere düştü düşecek. Çanakkale’de Türk ordusunda döğüşenler, Koca Yusufların ahfadı değil de cüce pigmeler miydi acaba. O cihan pehlivanları değil mi, üst üste yendiği halde hakemler saymayınca rakiplerini kaldırıp heyetin üzerine fırlatıveren kuvvet timsalleri. Mehmetçiğin bire bir dövüşte İngiliz’i de, Amerikalıyı da, Yunanı da, Avustralyalıyı da, Kanadalıyı da, İtalyan’ı da, Fransız’ı da, Rus’u da, Çinliyi de, Hindu’yu da, yamyamı da haklayacağını bilmezler mi. Bilirler, bal gibi bilirler de, işlerine gelmez. Çünkü onlar bu milletin evladı değil. Hainlikte birleşiyorlar. Türk milletine her biri ayrı sebepten hınç besliyor. Gönüllerinden geçeni resmetmişler. Türk’ün süngüyle deşilmesinden haz duyuyorlar. Türk’ün yenilmesini istiyorlar. Türk bayrağının yere düşmesini, böylece salibin hilale galip gelerek mukaddesatın çiğnenmesini arzu ediyorlar. Batı sadece donanmasıyla değil, bedenen de, manen de Türkten güçlüdür ve mağlup edilemez kanaati yerleştiriyorlar. Türk milli şuuru verilmeden akın akın Çanakkale’ye, Sarıkamış’a, hatta mukaddes beldelere gezmeye götürülen Mehmetlerin torunları ise haftalarca afişin önünden aval aval geçip gittiler.

En son Atatürk’ün dini inancını tartıştılar, üç kuruşa tamah eden sözde milliyetçi profesörün titrek sakala yancılık yaptığı programda. Her hafta şamar oğlanı muamelesi görmekten izzeti nefis, haysiyet, fikir namusu mefhumu kalmamış. Afyon yutmuş gibi susuyor. Alçaklık o kadar sinsi ki. Tarafsız yayın yapıyorlarmış. Daha önce ailesi hakkındaki çirkin iddialarda savunmuşlarmış. Zayıf inançlı olduğu işlenerek Atatürk’e duyulan sevgi ve güven azalsın, böylece ona düşmanlık güderek mili devleti yıkmayı hedefleyen günümüz hainlerinin haklı ve ne kadar çok dindar olduğu daha bariz ortaya çıksın. Yaladıkları çanaktan paylarına bir iki kemik düşmesini umuyorlar.

Yazın bir cenaze için üç arkadaş memlekete gitmiştik. Son vazifemizi ifa ettik, kabristanda geçmişlerimizin başında dua okuduk. Kimbilir kaç yüzyıllık yurtlarının toprağında sıra sıra yatıyorlar, taşlar olmuş üstünleri. Geriye kalan, gittikçe silikleşen kırık dökük hatıralar, hoş sadalar. Alnı beş vakit beyaz pöstekisinde, çoraplarımızı koklayarak hasret gideren, herkese karşı sevgi dolu babaannem. Yanı başında, daima hürmetle, gururla andığı şevketli zevcesi. İleri yaşına rağmen dik cami yokuşunda beş altı yaşındaki torununu sırtından indirip yürütmeye kıyamayan büyükbabam. Haklarında söylenenler birbirini teyid eder. Alime ana, akşamüstü evin önündeki toprak fırını yakar, diz boyu karda komşu köye dönen mektep uşaklarını yoldan çevirir, pişirdiği sıcak çörekleri ellerine tutuşturmadan bırakmazdı. Yazın harmanda döğen süren komşu çocuklarına, tutun diye seslenip bahçenizden alma yuvarlardı, sıcakta serin serin ne hoş gelirdi. Dedikodu bilmez, kusurları örter, kendisinden menkul beğenilen işleri evin diğer fertlerine mal ederek takdiri onlara yönlendirir, diğerlerine ait hataları üstlenerek tenkitten korur. Berzah âleminde karşılığını görüyorlardır inşallah. Hasan ağa barut gibiydi, çabucak parlar, sonra üzülür, gönül almaya uğraşır, hak etmeyene zararı dokunmaz, gücü nisbetinde garibi yoksulu kollardı. Öteye doğru, küçük yavrucakken doktora yetiştiremeden meçhul bir ateşli hastalığın aldığı melek kız kardeşim. Yarım asır ayrı kaldığı yurduna, hastalanınca bakım için getirilip göçen büyükamcamız Aziz usta. Onların ana babaları, tahta sandukaları çürümüş, çalıların dikenlerin arasında kaybolmaya yüz tutmuş irili ufaklı kabirler. Diplerde, devrilmiş, beyit kısmı yıpranmış, okunamayan Osmanlıca bir taş. Aliimamoğlu Molla Ahmet, tarih binikiyüzkırk.

Eşi dostu, hısım akrabayı gördük. Yol boyu dağlarda gezmeyi, gece kalmayı konuşmuştuk. Fikrimizi açık etsek bırakmazlar. Başka işlerimiz var diye söyleyip hava kararınca kuzeye doğru dağ yollarına vurduk.

Derin ormanlarda saatlerce öteye beriye maksatsız dolanıp durduk. Yolumuzu kaybettik. Annemin, yüceliğini tavsif için, sen nereye gitsen o da senle gelir diye adeta kutsiyet atfettiği Karataş’ın doruğuna ulaştık. Eskiden eteklerinde yağmur duasına çıkılırmış. Yükseklik ikibine yakın. Ormancılar çay ikram etti. Çepeçevre dört beş ilçe, yetmiş seksen kadar köyün ışıkları görünüyor.

Nihayet bir yazıda durduk. Gecenin yarısı. Zifiri karanlık. Arabanın içinde neyse de, dışarısı öyle kabadayılığa gelecek gibi değil. Biri ayı lafı etti, diğeri kurt da vardır dedi. Kuru yakacak bulmak için uzaklaşınca korkuya yakın bir ürperti geldi.

Çam dallarının alevinde birbirimizi ancak seçebiliyoruz. Her çıtırtıda, uğultuda dikkat kesiliyoruz. Kurdun yediği, yılanın boğduğu, ayının paraladığı bir vaka işitilmediyse de ıssız ve ürkütücü yerler. Gezdiğimiz yerler ecdadın arka bahçesi. Ormanın kıyıcığında neredeyse titreştiğimizi görselerdi bize gülerlerdi.

Kazgölü, Soğukçam, Sülükgölü. Her karışında alın teri, çile ve tarih var. Evler, samanlıklar, ahırlar hep buraların ulu ağaçlarından. Yapılar üç dört neslin ihtiyacını görür. O zaman zarfında tabiat kendini yeniler. Mahalli ihtiyaç kadarıyla orman tükenmez. Köylüye el çektirildi, bizatihi devlet yerle bir ediyor.

Sivas yollarında geceleri

Katar katar kağnılar gider

Tekerleri meşeden

Ağız dil vermeyen köylüler

Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?

Buralarda da kağnılar odun götürür, tuz götürür, hasta götürür. Ot götürür, sap götürür, kemre götürür. En çok da kütük götürürdü. Bazen resmi nakliye için yevmiyeyle. Bazen de kaçak, ihtiyaç için. Arabalara güçlü kömüşler koşuludur, işgücü zayıf fakir hanelerinse bir çift cılız öküz. Tekerler gıcırdar. Çamura batar. Araba yokuşta kalır. İnsanlar bağrışır, hayvanlar iniler. Tütün dumanı tüter. Ormancı kol gezer. Zabıt tutar. Dağ işleri kuvvet ister, dirayet ister.

Son demlerde, yetmişli yıllarda arabalardan birini yeddime vermişlerdi. Durağan hayatta yürüyen bineğe binmek keyiflidir. Res’en idare etmek ise heyecan verici. Gece boyu öndekini takib ettim. Yol çatallarında yanlış yere sapıp kaybolmak korkusundan yüreğim ağzıma geldi. Sabah kesim yerine vardık. Babam bütün gün arabaları yükledi, sardı. Dolamayla urganların, zincirlerin nasıl sıkılacağını gösterdi. En tepeye de beni oturttu. Bu yay gibi gerilen ağaç ipten kurtulur beline bir çarparsa havada uçarsın diye korkuttu. Sırtımda ürpertisini hissettim.

Diğerleri de eskilerden anlattı. Harp, muhacirlik, mübadele, göç, esaret. Sohbetin ortasında Osmanlıca kursuna devam edip etmediğimi sordular. Ediyorum dedim. Sebebini merak ettiler.

Yitirdiğimiz değerleri aramak belki. Mesela korkusuzluğu. Korkmamayı belki tarihten öğreniriz. Korkuyoruz. Karanlıktan, kurttan, ayıdan, hayattan, istikbalden, evlad-ı iyal iaşesinden korkuyoruz. Korkularımız yüzünden çekiyoruz zilleti. Patronalar, Kabakçılar belki iyi adamlardı. Belki iktidar sahipleri sadabaddaki mermer saltanatın başlarına yıkılmasını hak etmişlerdi. Bugün fütursuzca sergilenen açgözlülük, şatafat, debdebe karşısında şiddetli bir tazyik, infial ve nefret doğmuyorsa bir yerlerde noksanlık var demektir.

O cahil şarlatan ortaya atmadan çok önce azmetmiştim Osmanlıca’ya. Hoşa gidecek bazı fikirleri hayrına diline dolamıyor tabii. En basit meselelerde dahi insiyatif almayı akıl erdiremeyen gafil rakiplerini tuzağa düşürerek sırf muhalefet için saçmalıklara tevessül edilmesini sağlıyor. Gündem değiştirmeye ihtiyaç duydukça deliliğe verip kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı çıkarmaya uğraşsın dursun. Kırk akıllı kalmadı ki. Başka deli de çıkmıyor, bunları baş aşağı kuyuya atıversin. Bezip usanan biri sosyal medyada elinde tuttuğu dövizle güzelce özetlemiş. Altı milyar yıllık evrende yirmiiki yıldır yaşıyorum, o da buna denk geldi. Ben böyle şansın. Sonuna da gülücük resmi koymuş.

Milli ve manevi değerlerimiz şahsi ihtiraslara kurban ediliyor. İhanet muhafazakârlık maskesiyle tezgâhlanıyor. Meseleleri kavramak, doğru teşhis koymak her zamankinden daha fazla feraset istiyor. Göktük abidelerine kazındığı gibi, millet düşmanlarının hilelerine, vatan hainlerinin tatlı dillerine kanmamalı, suret-i haktan görünen hallerinde dahi muhakkak ihanet saklı olacağı asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Samimi olsalar önce arşiv uzmanlarının maddi imkânlarını iyileştirir, başka kurumlara geçmenin önünü alırlar. Osmanlıca meselesinde kim bilir hangi art niyetler gizli. Milli kültür meselelerinin milliyetsiz, cibilliyetsiz, ahlaksız, dalkavuk, menfaatperest kadrolar eliyle günlük siyaset malzemesi haline getirilmesi büyük tahribata yol açmaktadır. Tabii alfabeye abece diyen, Osmanlıcayı Arapça sanan işgüzarlar var oldukça sahtekârlara daha çok gün doğuyor.

İlgilisi, meraklısı Osmanlıca da, Göktürkçe de öğrenebilmelidir. İlim ve ihtisas konusu olduğu göz önünde tutularak ciddiye alınmalıdır. Aksi taktirde üç beş kelime öğrenen uzmanım diye çıkar, yarım yamalak çözülen belgelerle telafisi mümkün olmayan yalan yanlış neşriyat furyası başlar. Tek başına Osmanlıca eğitimi de yetmez. Nerede nasıl davranacağını, nasıl konuşacağını bilen, vatanına, milletine, devletine bağlı, sağlam karakterli Türk nesilleri yetiştirilmeli, Türk kültürü, Türk hayat tarzı hakim kılınmalıdır.

Osmanlı Türkçesi öğrenip yeniden tarih yazmak muradında değiliz. Tecrübeyle sabit, günlük hayatta kullanılmayan alfabeye adamakıllı nüfuz edilmesi sanıldığı kadar kolay değil. Merakımız kendi mütevazı mazimizle mahdut. Nereden gelmişiz, nereye gidiyoruz. Çocukken müşfik elleriyle başımızı okşayan, güler yüzleriyle daima mesud sandığımız yaşlı insanlar neler yaşamışlar. Hayat tarzları nasılmış. Hain takımı ekranlarda çıkıp varlık vergisi ödedik, yokluk çektik diye ağlaşıyorlar. Kuru soğana muhtaç olan Türk oğlu Türkler neler çekmiş.

Arkadaşlarıma sararmış birkaç mektup uzattım. Bir nüfus cüzdanı gösterdim. Babamdan dinlediklerimin bir kısmını anlattım. Şu eski harflerle yazılmış mektuplardan biri vaktiyle ilgili yerlere ibraz edilebilseymiş boş yere bir yığın çile çekilmeyecekmiş. Bir zarf kâğıda, bir kat çamaşıra muhtaç kalan yoklukta da asalet saklı. Ağabeyin mübarek elleri hürmetle öpülür. Koca, darda kalsa da, şevketli zevcedir. Ziyana uğrayana yardım edilir, Allah şefiktir, daha ziyade verir denilerek teselli ve maneviyat verilir.

***

1961 senesi Nisan ayı. Milli Birlik Komitesi üyesi Sıtkı Paşa, maruzat arz etmek için bekleyen vatandaşı bir müddet sonra kabul eder. Kasketi koltuğunda makamına giren adamı süzer, meşgul olduğu dosyaya göz atmayı sürdürerek, evet dinliyorum manasında işaret eder.

- Kastamonu vilayeti, Araç kazası, Süzey köyünden Hasan Araç. Memlekette başıma askerlikle alakalı bir çorap ördüler. Sağa sola gittim, hallolmadı. Size kadar geldim.
-
Paşa askerlik sözünü duyunca meraklanır, elindeki dosyayı bırakır. Karşısındaki adama bir daha bakar. Akranı yaşlardadır.

- Askerlik ha! Otur bakalım ağa. Nedir?

- Efendim, ben rençberim, torun torba sahibiyim. Evim barkım köyümdedir. Bir aralık kasabada kahvehane işletirdim. İyi kötü muhitim vardır. Sözü sohbeti dinlenir, hatırlı gönüllü, muteber biri olarak tanınırım. Ahbaplık ettiğimiz bir hâkim beyle hususi bir meseleden dolayı aramız açıldı. Hırsını mertlikle çıkaramayınca içten içe husumet gütmüş. Askerlik şubesi başkanı albayla anlaşıp kütüğün sayfasını yırtmışlar. Eskerlik yapmadım deyi kâğat göndermişler. Candarma, tebligat, celp, bir senedir burnumdan geldi. Haşa huzurdan devir onların devri, biri hakim, biri zabit. Kılıçları her tarafa kesiyor. Baş edemedim. Neticede beni yeniden esker ettiler. Askere diye çıktım. Ardımdan kimi, çok haşarıydı bir daha askerlik yapsın da uslansın dedi, kimi bir yolunu bulur işini halleder, dedi. Kapınıza geldim. İşte sülüsüm.


Paşa yerinden kalkar, sevk evrakını alır, muhatabının karşısına geçer, ayak ayak üstüne atıp oturur. Meseleyi kavramıştır, canı yanmasa vatandaş kalkıp niye gelsin. Kelleyi koltuğa alıp ihtilal yaptık, sefasını hergeleler sürüyor diye söylenir.

Köylünün gözü bir aralık devlet büyüğünün ayakkabılarına takılır. Kunduraları pençeli, halden anlar bir adama benziyor, doğru yere geldim diye sevinir.

- Askerlik yaptın mı?
- Yaptım efendim.
- Tam mı? Eksiği, noksanı var mı?
- Yok.
- Nerede?
- Lüleburgaz ve Çorlu’da.
- Ne zaman?
- Kırk senesinin martında esker oldum. Otuzüç yaşındaydım. Vardığımızda iki seneydi. Alman harbinde bir sene uzadı. Kırküçte tezkere aldım. Tam üç sene eskerlik yaptım.
- Kumandanların kimdi?
- Ordu kumandanı Altay paşaydı. Diğerlerini unuttum. Tabur karargâhında aşçıydım. Bir teftişte Feyzi Paşa pek memnun kalmış, altın saat hediye ettiydi. Maalesef zayi oldu.
- Terhis belgen.
- Yok. Olsaydı mesele bu kadar uzamazdı.
- Askerlik yaptığına dair bir ipucu. Bir izin kâğıdı, resim, er mektubu?
- Hiçbir şey yok efendim. Mektup olacaktı. Ben yazdıydım, bana da geldiydi. Aradım bulamadım. Ömrümüz dağınık geçti, tam toparlıyorduk bu mesele çıktı.
- Tevellüt?
- Binüçyüzyirmidört.
- Hımm. On sene kadar geç gitmişsin. O zamanda mı kaçaktın?
- Değildim efendim. Hapisteydim. Anlatması uzun.
- Uzun olsun. Anlat bakalım neler oldu? Dur bir de kahve söyleyelim.
Kahveler gelir. Cıgaraya da müsaade çıkar.

Köylü uzun uzadıya şahsi ahvalinden bahsedecek boşboğaz cinsinden değildir. Hepsini konuşmadı belki. Ömrünün hülasasını gâh düşündü, gâhi söyledi. Sonunda;

- İşte böyle paşam. En son bu mesele çıktı. Candarma arar, muhtar gelir. Dirlik vermediler. İki ay dağda durdum. Allah razı olsun hatun otuz yıla yakın kahır çeker. Ata biner yarım günlük yola cıgara, ekmek, azık getirir. Kurdu var, ayısı var. Bizim memleket Aydın efelerinin dağları gibi ılıman değil. Eylülde kar düşer. Havalar soğuyunca düze indim, üç beş ay İstanbullarda kaldım. Kaçmanın sonu yok. Çaresiz aldım evrakı geldim işte. Eskerlik ettiğime bütün muhitim şahittir. Askerden kaçacak insan değiliz. Çanakkale türküsünü biz yakmışız. Allah muhafaza, harp darp çıksa devlet çağırsa canımız feda, bu yaşta seve seve gene giderim. Fakat şahsi meseleye dökülünce pek müşkül vaziyette kaldım. Takdir zatıâlinizin.


- Efendi biz ihtilal yaptık ama sen köyünde bizden fırtınalı hayat sürmüşsün. Yaman adammışsın. Hâlâ uslanmışa benzemiyorsun. İyi albayı, hâkimi makimi vurmamışsın.

- Estağfurullah beğim. Ata atlayıp yürüsem önümde duramazlar da, üzerlerinde devlet zırhı olmasa. Bir, yaş kemale erdi. İki, devlete karşı boynumuz kıldan ince. Üç, cellat olsan bitiremezsin ki şerri.


Paşa bir iki yere telefon eder, künyeyi söyler, iyice bakın, halledin, neticeden malumat verin diye talimat verir. Ziyaretçisine, gönül rahatlığıyla köyüne dön, bir haftaya kadar muamele ikmal olur, şubeye müracaat et, yazdır, merak etme bundan sonra bir şey olmaz diyerek gönderir.

***

Eski tip defter şeklindeki nüfus cüzdanının ‘İhtiyata naklinden ihracına kadar cari muamelâtı’ hanesine koyu lacivert mürekkepli kalemle düşülen şerh.

Mehmet oğlu: Hasan Araç Araç-Süzey Köyü-1324 doğumludur.

1334/285 (1334’lülerle muamele görmüştür.)

Kastamonu As. Daire Başkanlığının 24.6.1961 gün ve 3. ks (4400)-(41)-61 sayılı emirleri ile:

[Muvazzaflık hizmetini noksansız olarak yaptığı anlaşıldığından, M.S.B.lığının 12.6.1961 gün ve MD:4400 As.Al. (Dos.22. hitam) 29-5-59-71-E-3 sayılı emirlerine atfen 4.ncü yurtiçi Bölge K.lığının 19.6.1961 gün ve OP; (4400)-90-34623-60-(71) c sayılı emirleri ile terhisinin yapılmasının emredildiği] bildirilmiştir. Mezkur emir gereğince terhis edildi.

Mühür TC Araç Askerlik Şubesi Başkanlığı. İmza Araç Askerlik Şb. Bşk. P. Albay Kemal Bayraktar. İmza 3. Ks. A. Prs. Kd. Yzb.

***

Köylünün anlattıkları:

Dediğim gibi rençberim. Kendimize yeter çiftimiz çubuğumuz vardır. Herkes kadar işte. Arkamız dağ, önümüz ova. Köyümüzün eskilerinden, bilinen bir aileyiz. Aliimamoğulları. Okumuş yazmışı, sofusu softası, mollası da çıkmış. Ali, Hasan, Hüseyin, İsmail çoktur bizde. Mehmet de çok, Mahmut da, Ahmet de. Nesilden nesile aynı isimler deveran eder durur. Alevi, Sünni, kökü hep birmiş zahir. Seferberlik çağlarında biz cahil kaldık. Gurbetteki iki amcamın ailesiyle beraber üç hane bir koca evde dururduk. Kapılar ayrı. Bolluk görmediysek, yokluk da çekmiyorduk. Harp zamanı sıkıntı baş gösterdi. Yunan bize taarruz eder. Biz kendimize. Çaya yüzmeye giderdik. Karşıdaki küçücük köyün delikanlıları horlardı. Hayatta tutunmak, ezilmemek, yenilmemek için birlik olmak, güçlü olmak lazım geldiğini daha o vakitler anladım.

Küçük yaşta anam öldü. Mektep medrese göremeden bakımsız yetiştik. Ablam gelin gittiği köyde bir arbedede kaza kurşunuyla vurulmuş. Elinde büyüdüm, anam yerindeydi. Keşif günü hep gittik. Koca koca adamlar. Kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor. Kuruluktan bir balta ele geçirdim, ardıma sakladım. Vuranı kollamaya başladım. Niyetim bir hamlede kafasını ayırmak. Tam indireceğim sıra zabıt kâtibi fark etmiş, havada bileğimden kaptı. Oradan kurtardık. Yazı neyse o gelir başa.

Öğey ana eline kaldık. Öğey kardeşler de türedi. Babam dininde diyanetinde, eli bereketli muhterem bir zattı. Dünyaya tamah etmez, ekip biçtiği tek tarlanın mahsulüyle ambarı silme doldurur, onca nüfusu beslerdi. Ayrı haneye çıkınca sorardım, aynı tarlayı ekiyorum, mart ayı gelmeden herkillerin dibi görünüyor, iki boğaza ben niye yetiremiyorum. Beynamaz oğlan, sen de yetirirsen şaşarım diye gülerdi. Çakır Ağa derlerdi, ama, yuları karı kapınca ağalık mı kalır. Biz fazla geldik. Ağabeyim duramadı, Şile’de fırıncılık yapan amcamızın yanına göçtü. İyi sanatkârdır, kırk senedir dükkân işletir. Sonradan öbür kardeşleri de himayesine aldı, hayırsız çıktılar. Peşi sıra ben de İstanbul’a gittim. O zaman doğru dürüst karayolu, otobüs yok. Zonguldak’tan vapur işliyor, güvertede insan, eşya, yük karmakarışık. Sepette ibi mi ararsın, yatak denklerinin arasında bit pire kaynıyor. Sefalet diz boyu. Lalelideki Hasanpaşa Fırını hemşerimiz olur. Biraz oralarda, Fatih’te, Galata Arap Camii’nde fırınlarda çalıştım. Sonra Tahtakale’de bir kahve devraldım. Az geçince yanına bir de esnaf lokantası kattım. İyi kötü bir nizam kurmuşken başımız belâya girdi. Eminönü Yemişçi iskelesinde kayıkçılardan haraç alan namlı bir zorba musallat oldu, benden de haraç istedi. O da dokuz aylık, ben de. O Eflaniliyse, ben de Araçlıyım. Vermedim. Söğdü. İlkini sineye çektim. İriyarı, heybetli adam, ben rüştünü doldurmamış delikanlı. Tekerrür edince saldırmayı böğrüne sapladım. İstikbali oracıkta söndürdük. Böyle de düştüm zindana yanar yanar ağlarım. Demir de parmaklıktan yanar döner ağlarım. Toyluk işte. Yürüdüm, gittim, Mercan karakoluna teslim oldum. İkdam’da çıkmış galiba. Şile’de amcam sabah kahvesi içerken gazetede haberi okuyunca fincan elinden küt diye yere düşüvermiş. Ona bahsettiydim. Ciddiye alıp mani olmadım diye çok müteessir olmuş, inme iniyormuş. Babamı da kocattım kederden, o haliyle kaç kere kalktı geldi ziyaretime. Yedibuçuk sene Sultanahmet’te mapus yattım. İstanbul’un en namlı kabadayılarını, okumuş yazmış takımını, en adi mahlûklarını da tanıdım.

Otuzdört senesinde mapustan çıktım. Biraz daha İstanbullarda cedelleştim. Evlendim. Eski işlere el attım. Hanım da Cibali tütün fabrikasına girdiydi. Olmadı, kavga döğüş yakamı bırakmıyor. Gün oldu bir kahve dolusu serseriyle dalaştım, burnum kanamadı. Kenar geçmeye alışmamışız. Mazlum dursan eziyorlar. Yırtıcılığın da belâsı çok. Haksızlığa uğradığında, aciz kalınca devlet ortada yok, hakkını korumak için cürüm işledin mi tepene çöküyor. Namlunun ucundan çekilelim, namuslu yaşayalım dedik. Tekrar derde bulaşmadan köye naklettik. Tamamen tasfiye etmedim, münasebeti tam kesmedim İstanbul’la. Ben koğuşta uyurken ayak uçlarına basan bitirimler mahalle çevirmişler, kabadayı diye nam salıyorlar. Çiftçilik yaptığımı duyunca tuhaf karşılarlardı.

Babam bir yer gösterdi. Sabana, tırpana yapıştık. El bir çalışıyorsa ben iki çalıştım. Alnımızın teri, elimizin nasırı, ekip biçiyorken bir gece evimi kundakladılar. Herhalde İstanbul’daki hadiseden. Kimse bir şey kurtarmaya yeltenmesin, yakan deyyus gelsin ısınsın dedim. Zaten kurtarmak ne mümkün, kuru çam keresteleri çıra gibi yanıyor, canımızı zor attık. Don gömlek, Ayhan beşikte bebek, ortada kaldık. Bir çift öküz ahırda telef oldu. Komşular birer tomruk çekip bıraktı, başımızı sokacak derme çatma bir ev yaptık.

Ardından askere aldılar. Bindokuzyüzkırkta. Üç sene askerdim. Çoluk çocuk perişan kaldı. Mektupta soruyorlar, şayia çıkmış, zabit vurmuşum, mapusta yatıyormuşum. Millete haber anlat. Hafta sonları evci çıkarak kahveyi idare ettim. Ablamın öksüz oğlunu koyduydum işlerin başına. Gözü açılmış, işrete başlamış haylaz. Hesabı kitabı tam vermiyor. Kızdım. Zoruna gitmiş, sabah odamda ne bulduysa toplamış kaçmış. Kadıköy vapuruna sinmiş, bir taraftan ardını gözlüyor. Tam hareket edeceği sıra Yenicaminin köşeden hışımla çıktığımı görmüş. Denize atacakmış kendini kerata. Kalabalıkta bulamadım. Uzun zaman kayboldu. Yenilerde çıktı meydana. Bağrıma bastım. Hayrına değilmiş meğer, yine dolap çevirmeye gelmiş.

Terhisime az kala abim geldi kışlaya. Telgraf çekmişler, baban ağır hasta. Yaşımdan dolayı pek sıkmazlardı, izin verdiler. Sabah Sarpun deposunda indik. Paçaları sıvayıp sırtımda çayı geçirdim. Köye yukarı yürürken mermer deresinde Raif sığır güdüyormuş. Abim, köyde ne var ne yok diye sordu. Çocuk onu tanımıyor. Hiç dedi, Hasan ağamın babası öldü dün gece. Abim, yaşı kırkbeş, başladı hüngür hüngür ağlamaya. Teselli ettim, dünyada kalan var mı dedim.

Askerden gelince analığı eski muhitin tavassutuyla saraydan çıkma yaşlıca bir adama hizmetkâr verip o taifeyi başımdan savdım. Sonra adamcağız nikâhına aldı. Alipaşa semtinde bunlara bir konak kaldı. Ben de babadan kalan yerleri sahiplendim. Tek başıma gece gündüz dağa giderek evi şekle şemale soktum. Samanlık yaptım, ahır ekledim. Eski evdeki hissemizi kestim, yerini bahçeye kattım. Çıkan keresteyi ambarda kullandım.

Çamlığın başında tüter bir tütün... Üç beş kere Karabük’e gittim. Ağabeyim duymuş, haber salmış, gitmesin, ben ona para gönderirim diye. Demir çelik fabrikası inşa ediliyordu. Haddaneler kuruluyor. Piyasa hummalı. Kereste talebi fazla. Gece dağa çıkarsın. Onbeş kilometre. Gündüz arabayı yüklersin. Ertesi gece köye indirirsin. Akşam köyden aşağı çayı geçersin. Çoğu zaman taşkın olur geçit vermez. Kaçak iş bu. Gündüz gidemezsin, asfalta çıkamazsın. Mecbur geceleri yol alacaksın. Çay sıra toprak yollardan, sapalardan, adalardan, büklerden İğdir, Kayaboğazı, Toprakcuma, Safranbolu, Karabük. Yetmiş kilometre daha. On günde varırsın. Teker kırılır. Yük yıkılır. Bir yerden teker tedarik edilir. Değiştirilir. Yük geri sarılır. İnsan insanlıktan çıkar, hayvan hayvanlıktan. Bir defasında dönüş yolunda yorulduk bittik. İki arkadaş tarla kıyısında uyuyakalmışız. Bir velveleyle uyandık, bir uğultu, gürültü. Ahali toplaşmış üstümüze yürüyor. Kiminin elinde sopa. Silaha davranacak vakit yok, ne olduğunu anlayamadık. Homurtu, bağrış, çağrış. Meğer biz uyurken kömüşler ekine dalmış. Bilerek isteyerek olmadı, yabancı yer, laf anlatamıyoruz. Vaziyet fena idi. Allahtan biri tanıdı, ben bunun iyiliğini gördüm Istanbul’da dedi. Zararlarını tazmin ettik. Ne zor işlerdir. Geçenlerde uşaklar boyunduruğu iyi oturtamamışlar. Hayvan rahatlamak için durmadan zorlamış. Boynuzu zelveye takmış, kılıfı sıyrılmış gitmiş. Hayvan bağırır, boynuz kanar. Yerine oturtmuşlar, poğla sıkıca sarıp ahıra saklamışlar. Hepsini fena haşladım.

Askerdeyken varlık vergisi çıktıydı. Kayınpederim Çanakkale şehididir. Güya köyün ağaları olacak zenginler kayınvalidemin elinden yok bahasına Karadağ tarafında iki tarlasını almışlar. Biraz vaziyeti düzeltince aldıkları fiyatı ödeyip tarlaları geri istedim. Kulak asmadılar. Bıçağın yüzü soğuktur. Sıkıyı görünce verdiler. Bilahare bunlarla da aramızda itiş kakış oldu. Birinin kolu kırılmış. Kargaşada yeğenim kazıkla vurmuş. Benim üstüme attılar. Genç delikanlı, memuriyete girecekti, sabıka yemesin diye inkâr etmedim, üstlendim. İki sene daha yok yere hapis yattım. Küçük oğlum Turhan babasız durmaz, o da benimle yattı çoğu zaman. Bu oğlan acar, seni aratmaz derlerdi. Sonradan vukuatları çıktı. Tahliye olacağım sıra köyde uzaktan hısım dokunan iki adamı vurmuşlar. Katili çıkarıyorlar bizim koğuşa. Ulan dedim dün köye gelip bugün köpek yüzünden adam vurmak olur mu? Merdivenin başında bir yumruk savurdum, taşlığa doğru yuvarlandı gitti. İki dişi kırılmış. Beni onun yanına koymayın diye bas bas bağırıyor. Sorsan bu da ağa. Kadınlar koğuşu boştu. Tahliyem gelene kadar orada tuttular.

Bir dönem muhtarlık yaptım. Adaylığa teşvik ettiler, baştan bütün reyler bana gelecek sandım. Sandık açıldı. Durmadan rakibe rey çıkıyor. Gözüm döndü. Çocuklara seslendim, kabaçakıla gidin koca meşenin dibinden mavzeri çıkarıp gelin. Allah vere alttan bizimkiler çıkmaya başladı, üç beş farkla aldım. Yol yapılır fakir angarya çalışır, zengin kaytarır. Üst üste haber saldığım halde gelmeyen birinin yüzünde kırbacı şaklattım, önüme katıp götürdüm. Ceberrut dediler. Velhasıl evliya olsan millete yaranamazsın.

Şehir zordu. Köyün de aşağı kalır tarafı yok. Dedikodu, cehalet, fakirlik. Güçlü zalim olur. Zayıf ona yanaşır. Acaip bir dünya. Musalladan görününce dedikoduyu keserler, ardını dönünce başlar. Kasabadan misafirler geldiydi. Bakacak’a doğru tur attık. Dönüşte odanın önü kalabalık. Karpuzcu gelmiş. Beygiri direğe bağlamış, heybede karpuzlar. Bizde pek bostan olmaz, güdük kalır. Vardım yanına. Şu karpuzu ver dedim. Oralı olmadı, satıcı değil, baş efendi. İstifini bozmadan, onu filanca ağa aldı. Şunu ver dedim. Yine metelik vermez tavırla, onu da falanca ağa aldı. Hangisine yönelsem almışlar. Hevesim kursağımda kaldı. Hepsi aynı sülaleden, yan yana oturuyorlar. Şunlardan birini keselim de misafire ikram edelim diyecek kabiliyetleri yok. Kafamın tası attı. Bana bak dedim o zaman al atını götür, ağalarının öğenine bağla. Karpuzlarını kafanda kırmadan çek git bir daha da gelme buraya. Birkaç tanesi heba oldu zaten. Bu kim diye sordu, söylediler. Demek Çakır Hasan buymuş diye söylene söylene uzaklaştı.

Tekrar kahveciliğe başladık. İlçede yeni mapushane yapılıyordu. Mahkûmlar da çalışıyor. Öğlenleri bizim kahveye müsaade ettiler. Bir saat gelip oturuyorlar. Saat oniki oldu mu ipten kazıktan kurtulmuş gibi doluyorlar. Müşteri diye bakarsan iyi de yaygarası çok. Bir gün ocakçı yoktu. Gene doluştular. Kimi tavla istedi, kimi dama, kimi elliki kağıdı. Demli çay, açık çay, orta kahve, sade kahve. Tepsiyi doldurdum, verdim. Turhan dağıtıyor. Edepsizin biri kahveden bir yudum çekti, tükürdü. Bu ne ulan velet dedi, ben sade istediydim, şekerli getirmişsin. Beni yok sandı, ya da dip tarafta duymaz zannetti, çocuğa efeleniyor. Yine cezve var elimde, taşmak üzere. Bunun alnına çarptım kaynar cezveyi. Dana gibi böğürüyor. Tavlasını kapattım. Öbürleri höt möt edecek oldu. Barabelliyi çektim. Kalkın ulan ayağa dedim. Dönün yüzünüzü duvara, tek sıra dizilin. Hepinizden çok yattım ben dedim. Kıdem, sıra, saygı, yaşa hürmet bilmez misiniz, terbiyesizler. Çıkın şimdi tek tek dışarı. Ortalık sakinleşince canım sıkıldı. Yap oğlum bir kahve bakayım dedim. Bir cıgara yaktım. Az sonra camekânda bizim köylü biri. İçeri girmeye çekiniyor. Ayağını gösteriyor, kaş göz işaretiyle bir şeyler anlatıyor. Bak bakayım ne istiyor bu. Demin kaçarken ayakkabısının teki kalmış. Aldı gitti. Ayakkabısının peşinde. Komşumuzu vurdular mı, döğdüler mi dert değil. Adanalı biri vardı mahkûmların içinde, ağır cezalı, o iyiydi. Ertesi günü uğradı, kusura bakma dedi. Çoluk çocuğu gelince misafir ederdik.

Turhan’la bir cuma günü dağa gittik. Odun ediyoruz. Baltanın sapı kırıldı. Aklımıza diğer baltayla sap yapmak gelmedi nedense. O sırada öteden biri göründü. Merkebe iki düzine sap yüklemiş pazara götürüyor. Hah dedim şu adamdan alırız. Başka köyden, aksi bir herif çıktı. Daha yanımıza yaklaşmadan niyetimizi anladı, hiç heveslenmeyin vallahi vermem dedi. Altın külçesi değil ya bu, Allah’ın ağacının dalı. Dağda tanış olsun olmasın herkes birbirine yardım eder. Verirsin vermezsin girdik birbirimize. Oğlan, zor ayırdı. Saplar yere saçıldı. Ben sana gösteririm diyerek gitti. Sonradan üzüldüm. O da cumadan kaçmış, biz de. Allah müstehakımızı verdi dedim.

Çocukları asker ettik sırayla. Turhan yeni evliydi. Kışlaya sinema getirmişler. Sepetçioğlu filmi. Bizim karşı dağların efesi. Türkü başlayınca efkârlanmış. Sepetçioğlu bir ananın kuzusu, hiç gitmiyor kollarımın sızısı… Nerede olduğunu unutup, narayı patlatmış. Durdurmuşlar filmi. Ön sırada rütbeliler. Kim o bağıran. Çıkmış, benim demiş. Ne bağırıyorsun? Efendim kem küm, efkârlandım. Neyse, tezkere aldı. Çoluk çocuk sevindik. Az geçmeden geri çağırdılar. Onbeş gün daha askerlik çıktı. Kış kıyamet. Öte yakada bir asker arkadaşı daha vardı, onu da çağırmışlar. Akşam ciple geldi. Gece misafir kaldı, sabaha otobüse binecekler. Kalktık baktık, her taraf buz. Cip çalışmıyor. Kazan kazan su kaynattık döktük, sonunda çalıştı. Fakat tekerler buza saplanmış, çıkmıyor. Kömüşleri bağladık. Çekiyorlar, ayakları kayıyor, yerinden kımıldatamadılar. Koca Yusuf’un kömüşlerini de koşup çıvgar ettik. İki çift manda kayayı yerinden söker. Bana mısın demiyor araba. Öğlene doğru hava yumuşadı, zor zahmet çıkardık, uğurladık.

Boz eşeğin boz bir sıpası vardı. Bir gün kayboldu. Kızılyar, Akgeçit, Göves, Göçük, ara tara bulamadık. İşittik ki alt komşunun damındaymış. Vardık, sıpayı istedik. Sahiplendiler. Arka baldırında kurt ısırığı vardı, gösterdik. Bizimkinde de vardı dediler. Beş para etmez sıpa için yalan söylüyorlar. Mahalleden bir uslu, orta yere bırakın dedi. Kimin damına giderse sıpa onundur. Hayvan doğruca geldi bizim damda anasını buldu. Hazmedemediler, ardımdan bir şeyler söylüyor. Kulağım da ağır işitir oldu. Geline sordum, ne diyor. Bir şey demiyor baba dedi, kolumdan çekiştirdi götürdü. Dua etsin yaşlandı, yoksa fena yapacaktım demiş. Turhan İstanbuldaydı. Gelen giden bahsetmiş, üç gün geçmeden damladı. Haberim olsaydı mani olurdum. Mahkemelik oldu. Yedi gün rapor almış öteki. Müessir fiilden altıyüz lira ceza ödedik.

Yengem vefat edince ağabeyim yalnız kaldı. Hastalanmış. Önce ben gittim bakmaya. Veresiye defteri kabarmış. Toparladım. Bir balıkçı reisi sen de kimsin dedi, sırtlan gibi diklendi. Anladığı lisandan konuşup alacağı tahsil ettim. Abim kızdı, her yerde patırtı çıkarıyorsun, ne zaman uslanacaksın. Sen dön, Turhanla annesini gönder. Biraz da onlar baktı, çekip çevirdiler. Büsbütün yatağa düşünce getirdik memlekete.

Torunlar okusun, bizim çektiğimizi çekmesinler isterim. Yazın İstanbuldakiler gelince şenleniriz. Biri yatılı mektebe başladı. Küçüğü afacan, bu mazlum durur. Sırtımdan inmezdi. İki defa gittim ziyaretine. Yolcu etmeye izin aldı. Yol yorgunluğundan, yaşlılıktan altıma kaçırmışım biraz. Belediye tuvaletine soktu, çamaşırımı suyla temizledi. Cebine harçlık koyduydum, ayrılırken yazıhanede bilet parasını vermeye uğraşıyor. Canlandım, katiyyen müsaade etmedim.

Velhasıl uslandık ama ömür hay huyla geçti. Yalan dünya. Mazluma dokunmadıysak, başkasının malını çalıp çırpmadıysak da günahımız çoktur. Namazı niyazı aksatmamaya çalışırım. Hane halkı camide mevlid var diye kandırıp misafirliğe gider. İkide bir mevlid mi olurmuş, yumuşak noktayı bulmuşlar. Farkındayım, anlamazdan gelirim. Cuma gelince canım pazara gitmek çeker, bugün cuma değil diye atlatırlar. Cuma hiç gelmez. Canım sıkılır. En çok gazete özlerim. Ah Kadırga Kadırga, Cuma gelmedi mi, bu senin yalanların daha tükenmedi mi...

Söyleyeceklerim bu kadar. Gün gelir diken sarmış, çalı basmış kabirlerimize uğrayıp bir Fatiha esirgemezlerse Allah razı olsun.

***

Osmanlıca mektuplardan numuneler.

12 Mayıs 1938

Muhterem amcam Ali Usta’ya,

Bilhassa selam-ı mahsus ile ellerinizden öperim. Saniyen hatırlarınızı sual ederim. İnşallah afiyettesinizdir. Ben de sayenizde afiyetteyim. Ol tarafta hanenizde bulunan yengem hanıma ve mahdumlarınız efendilere ve kerimeleriniz muhterem hemşirem hanıma selam ile cümlenin sıhhat ve afiyette olmasını Cenab-ı zül Celal Hazretlerinden dilerim. Ol tarafta biraderim Aziz efendiye dahi ayrıca selamlar ellerinden öperim. Hane efradı yengem hanıma da selam ile ellerinden öperim. Amcam Ali Usta Tahsin efendilere emanet bıraktığınız pamuk yastıkları aldık ve hanenize teslim ettik. Amcacığım şimdi bu tarafa gelmenizi ben arz ediyorum. Esbabı ise mahdumunuz Kadir’i evlendirelim. Şayet Şile’deki meşguliyetinizden dolayı gelemezseniz Kadir’e bir kat elbise ile yirmibeş otuz lira para gönder. Üst tarafına kaç lira para giderse ben katar işi yaparım. Herhalde mektubuma cevap beklerim. Bu tarafta hanem taraf cümlenize selam eder. Pederim Mehmet ağa dahi selam eder. Mahdumunuz Kadir efendi dahi cümlenize selamla büyüklerin ellerinden ve küçüklerin gözlerinden öper. Baki selam. Amcazadeniz Hasan Araç tarafından. 12 Mayıs 1938



(Zarfta)

Bay Aziz

Aşçı ve Tatlıcı Şile



Canciğer ağabeyim Aziz Usta

Evvela arz-ı hürmetle mahsus selam idüp mübarek ellerinden öperim. Hatır-ı şeriflerini sual ederim. Ve sıhhatte daim olmanızı dilerim. Yengem hanıma selam ider, iki ellerinden öperim. Kardeşim Muharreme selam eder gözlerinden öperim. Ben şimdi asker oldum. Benim iki sene memlekete hiçbir faydam olmayacak. İsterseniz köye gidiniz. Ağabeyim Aziz usta, benim namusum senindir. Kardeşlik varsa köye gitmenizi çok rica ederim. Ağabeyim biliyorsun ki dağınık bir vaziyette ve yoksuz bir zamanda asker olduk. Tabii köye gitdim. Köy vaziyetini düzelteyim derken tabii çamaşırsız geldik. Her halde bana iki kat çamaşır posta ile göndermenizi rica iderim. Eğer ki gönderemeyecek olursan bile vaziyetler bence malum. Çok rica iderim. Benim hatırıma başka bir şey gelmez. Mektubu kesmeyecek olursan bana büyük yardım etmiş olursun. Çünkü başka bir yere yahut köye yazacak vaziyetim kalmamıştır. Sebebiyse bütün dertleri depreştirecekler. Onun için yazmam icab etmedi. Sizden başka mektup yazacak kimsem yoktur. Çamaşırların içine zarf kağıt da koyasınız. Amcam Ali Ustaya selam iderim. Biraderim Muharreme de selam iderim. Tahir Ustaya da selam iderim. El baki cümlenize selam iderim. Mektubum akşam varırsa sabahleyin gönderirsiniz. Müsaadenizle mektubuma nihayet veriyorum. Kardeşin Hasan. Etresem şudur. Lüleburkaz İstasyonunda def tabur def bataryasında 28.3.1940. Damga Lüleburgaz 24.04.1940 Damga Şile 26.04.1940

(Zarfta)

Bay Hasan Araç

Asgeri Posta No:1171

Tabur garergahında

Mehmetoğlu Çorlu



Şevketli zevcem Hasan Efendi,

Selam iderim ve hörmetle iki ellerinden hasret ile öperim. Nasılsın iyi misin. Zevcem Hasan efendi bizi sorup sual edersen sayende çok iyiyiz. Gece gündüz sizi merak etmekten elimiz işe varmıyor. Çünkü burada sizi böyük bir cinayet yüzünden mahpushanede diye herkes söylüyor. Bir zabit vurmuş deyi söylediler. Bunun için biz gece gündüz gözyaşı dökmekteyiz. Bizi garip bırakma. Garip olmamız da mektuptur. Canım Cuma gelince yola bakıyoruz da melül oluyoruz. Mektubunu alırsam kendini görmüş gibi oluyoruz. Çok seviniyoruz. Bizim için merak etme. Sayenizde bize ne olur. On sene de olsa bize ne olur. Bizim için hiç merak etme. Bizim senden başka telaşemiz yoktur. Acele cevap isterim. Bize bildir ne var ne yok. Zevcen Alime Araç tarafından

Mühür Er mektubudur-Damga Süzey Köyü İhtiyar Heyeti. Damga Araç 1.11.1941 Damga Kastamonu 1.11.1941 Damga Çorlu 8.11.1941



Kanun-u Sani 2.1.1943

Kardeşim Hasan

Bugün Hoca’lı Ahmetten bir şey duydum. Bu nasıl şeydir merak itdim. Şimdi size bunun fotoğraflarını gönderiyorum. Bununla karakola müracaat edersin. Bu işe hepimiz çok üzülüyoruz. İnşallah bulunur. Kendini felaketten sakın. Aman Hasan kardeşim, yapan fenalığı kendine yapar. Allah şefik daha ziyade virir. Merak itme. Geçenlerde sizden bir mektup aldım. O zaman çok rahatsızdım. Şimdi biraz iyileştim. Ama yüzlerim, her tarafım kabardı. Sıkılıyorum. Ortalık yer virgi, varlık, vaziyetler çok kötüleşti. Allah cümleye kolaylık virsin. Amin. Mahsus selam ider, istifsar-ı hatır eylerim. Yengen selam ider. Muharrem ellerinden öper. Mektubuma nihayet virerek cevab beklerim. Kardeşin Aziz.

(Zarfta)

Bay Aziz Güler

Aşçı Şile



Abeyim Aziz Usta

Evvela selam iderim ve yengeme de selam ider ve ellerinden öperim. Abeyim Aziz Usta o hayırsız beni mafetti. Elbisemi, iskarpinimi ve çamaşırımı ve yüzotuz lira paramı ve beş kilo sabunumu. Ben bu puştu bulamazsam yazıklar olsun. Beni çıplak bıraktı. Vallahi pazar günü ayaklarım nasır içindeydi. Vallahi çok ağırıma gitti. Fakat ben bu namussuzu bulurum. Tezkere alınca ilk işim olur, ziyanı yok. Ne yapayım. Askerliğimi yakarım deyi korkuyorum. Beni perişan etti. Çok selam iderim. Kusura bakmamanı rica ederim. Sana mektup yazmış. Ne yazmış bana yaz sakın. Ve nereye gittiğini yaz. Acele cevap beklerim. Kardeşiniz Hasan Araç Damga Şile 8.1.1943



7 Ağustos 1943

Bismillah Huzura

Sevgili Candan Muhterem Ağabeyim,

Evvela arzı- hürmetle mahsus selam idüp ellerinden öperim. Hatır-ı şeriflerini sual ederim. Ve sıhhatte daim olmanızı dilerim. Yengeme selam eder ellerinden öperim ve hatır-ı şeriflerini sual ederim ve sıhhatte daim olmasını dilerim. Kardeşim Muharreme selam eder gözlerinden öperim. Bu tarafta ailem ve mahdumum cümlenizin ellerinden öperler ve iyi olmanızı dilerler. Ve kayınvalidem selam eder gözlerinizden öper. Ağabeyim şimdiye kadar size mektup yazamadığımın sebebi şudur. Malum bizim buralarda şimdi hasıl zamanıdır. Bu meşguliyetim dolayısıyla size mektup yazamadım. Şimdi ise harmana geldik ve İstanbul’da yaptığım bir hadiseden dolayı ifade vermek için Araç’a gelmiştim. İfademi verdim ve bu vesile ile siz ağabeyime bu mektubu yazabildim. Bu husustaki kusurumun affını rica ederim Kadir’den göndermiş olduğunuz bir kilo şekeri aldım. Derecesiz memnun oldum. Bana Karabük’e gitmesin, ben ona para gönderirim diye haber göndermişsin. Derecesiz memnun kaldım. İki sefer Karabük’e gittim. Hiç dinlenmedim. Ağabeyim bu memlekette geçinmek güç, ne yapalım. Başkalarına muhtaç olmamak için çalışmak lazım. Ekin biçmeyi öğrendim ve kendim biçtim. Harmandan çıkınca ev yaptıracağım. Ve gelmenizi bekliyorum. Sen çoluk çocuğun başında bulunursun, ben de ticaretle meşgul olurum. Ağabeyim para kazanmasını bilene bu memlekette para oradan daha fazladır. Yalnızlık dolayısıyla bir yere gidemiyorum. Ağabeyim Muharrem’e söyle okusun adam olsun. Burada annesi yalnız. Altıyüz liralık saman ve üçyüz liralık mahsul satmış. Bunun üzerine annesini çıkardım. Şimdi köyündedir. Böylece malumatınız olsun. Çocuklar yanımdadır. Cümlesi selam ediyor. Ağabeyim Karabük’e gitmezden evvel Küpyakası’nda bizim arpa ağarmıştı ve mahsul de geldiğimde kalmamış. Gitmeden evvel yoldurdum. Öküzlerin bir çifti ile sürün dedim. Ve mahsulü olmayan komşulara ödünç mukabilinde verin dedim. Ve bu arpa da sürüldükten sonra ailem orada iken dört yarım arpa çekiyor ve koyduğu yerden haber aldım. Ve arpayı oradan alarak bundan sonra kendisini kovdum. Bir yarım mahsulü onbeş liraya satarak yiyecek zaman değildir. Ağabeyim harmanı kaldırmışlar, malağı da öldürmüşler samansızlık yüzünden, samanı satarak. Harmandan çıkınca İstanbul’a geliyorum. Biraz mal alacağım. Malum kahvede ve sair yerlerde alacağım var. Hem onları alacağım hem de görüşmüş oluruz. Bilvesile hürmetle ellerinden öperim. Mektubuma nihayet veriyorum. Baki teveccühat. Mektubun cevabını beklerim. Sizleri hiçbir zaman hatırından çıkarmayan kardeşiniz Hasan Araç tarafından. 7 Ağustos 1943

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,77 M - Bugn : 11595

ulkucudunya@ulkucudunya.com