« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Din Birliği ve İslâmiyet

 

Türk milleti için, milliyeti meydana getiren çok mühim bir unsur da din birliğidir. Çok şükür, Türk milletinin, bugün hepsi denecek kadar büyük bir çoğunluğu İslâm Dini'ndendir ve bâtıl dinlere mensup olan Türklerin sayısı, bu, büyük çoğunluğun yanında yok denecek kadar azdır. Türk milleti, İslâmiyet'i kabul etme ve benimsemede, yayma ve tebliğ etmede ve düşmanlarına karşı korumadaki davranışları ile İslâm'ı âdeta, millî bir din haline getirmiştir. Bu sebeple, din birliği de, Türk milleti için önemli bir milliyet unsurudur.

Din, insanı içinden kavrayan, şekillendiren, ona fizik ve fizikötesi âlemler hakkında kavrayış biçimleri kazandıran en büyük güçtür. İnsanlar dış dünyayı, inançları nisbetinde, dinin bakış
açısından ve ölçüleri ile kavrar, değerlendirir ve hayatlarını şekillendirirler. Din, insanlara belli bir inanç yapısını aşılar ve insanlardan, muayyen ölçülere uygun olarak yaşamalarını ister; kendi bakış açısının ve değerlerinin hayata hâkim kılınmasını emreder.

Çağdaş sosyologların en büyüklerinden P. A. SOROKİN, din bir üst sistemdir diyor ve üst sistemi de, kültür ve medeniyetlere yön veren ve zamana hâkim dünya görüşü olarak tarif ediyor... Öyleyse, İslâmiyet de kültür ve medeniyetlere şekil ve ruh veren bir üst sistemdir. Ve, İslâmiyet çeşitli kültür ve medeniyetlere biçim veren bir üst sistem olarak millî şahsiyete, millî değerlere, millî töreye önem verir, ancak bunu yaparken kendi gerçeğine aykırı olanları ayıklar, sivri noktaları törpüler... Yani İslâmiyet, milletleri inkâr etmez, aksine milleti nitelikleri içinde tutarak geliştirir. Millî kültürü ve müesseseleri, kendi inanç ve ölçüleri içinde yeniden bir terkibe zorlar. Ondaki küfrü atar, ancak millî şahsiyeti korur. Kendine aykırı olmamak şartı ile örfe (töre'ye) uymayı emrettiğinden milletin üslûbunu yansıtır. İslâmiyet sosyal yapıyı bütünü ile etkilediği halde, milletin şahsiyet ve üslûbunu inkâr ve ihmal etmez. Bilâkis, millî şahsiyeti ve üslûbu, getirdiği iman, aşk, aksiyon ve disiplinle gelişmeye götürür.

Görülüyor ki, din ve İslâmiyet, Türk kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk millî yapısına, Türk millî şahsiyetine ve üslûbuna, Türk millî değerlerine ve Türk millî töresine ruh, yön ve şekil veren en mühim faktörlerden biridir... Ve, bu haliyle ihmal ve inkâr edilmesi imkânsız bir milliyet unsurudur... Biz de, işte bu sebeple, din birliği ile İslâmiyet'i Türk milletini meydana getiren milliyet unsurlarından biri ve belki de en önemlisi kabul ediyoruz... Bu
bölümde, İslâmiyet'i milletimizi meydana getiren milliyet unsurlarından birisi olarak anlatmaya gayret edeceğiz.

GÖK TANRI DİNİ

Eski Türkler'de, şamanların dinî ve sihrî hayatın merkezi durumunda görülmeleri, tarihçilerde Türklerin Şamanizm diye bir dini olduğu yanlış inancına yol açmıştır... Bu konuda değerli tarihçi ve mütefekkir Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU'nu okuyalım: “Bozkırlar sahasındaki dinî inançların şamanlığa bağlanması âdet haline gelmiştir. Eski Türk inancının şamanlık olduğu kanaati, geçen asrın ikinci yarısında, Orta-Asya Türkleri arasında yapılan araştırmalar
neticesinde iyice yerleşmiştir. Gerçekten, bilhassa Yakutlar ile Altaylılar daha uzun zamandan beri, bu inanca bağlı görünmektedirler. Ancak, buralarda, dünyanın ve insanın yaradılışı ile ilgili rivayetlerden hiçbiri, Türkler'in kendi düşünce mahsulü olmayıp, çeşitli dinlerden gelen tesirlerin birbirine karışmasından meydana çıkmış bir tasavvurlar örgüsüdür” diyen tarihçimiz, şamanlığın eski çağların ve ilkel toplulukların hayatında çok sık rastlanan, dinden
ziyade sihir karakteri bulunan, Türk dünyasına sonradan bulaşan inançlar olduğunu belirtir. Tarihçimiz, esasen Eski Türkler'de din adamı manâsına şaman değil, kam sözünün kullanıldığını ve şaman sözünün Hint-İran menşeeli olduğunu ortaya koyar... Bazı kaynaklarda Kam'ların Tanrı ile de temas kurarak O'ndan emir aldıklarına dair bilgiler nakledilmiş ise de, ne Şamanlık bir din, ne de Kamlar peygamber yerine kaimdir.

İlk zamanlarda hava, su, ateş ve toprak gibi tabiat unsurları takdis edilmiş olmakla beraber, Gök-Türkler zamanında ulûhiyet fikrinin semavî, tek tanrı inancına yükseldiği kesindir. Tengri kelimesi ilk zamanlarda mavi gök anlamında kullanılmıştır. Sonraları hem gök, hem
Tanrı yerine kullanılmıştır ki, bu, ulûhiyet anlayışının semavîleşmesindeki bir mertebedir. Gök-Türkler zamanında ise, yeri, gökleri, bütün mahlûkatı yaratan, insanların iyi ve kötü kaderlerini tayin eden ve göklerde bulunan bir tek Tanrı inancına ulaşılmıştır.

Gök-Türk âbidelerinin girişindeki, “Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisinin arasındaki insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan, kağan olarak oturmuşlar” şeklindeki, gerçekten muhteşem ifade ile, yağız yeri, mavi
gökleri ve insanoğlunu yaratan bir Tanrı'nın varlığı inancı, çok net olarak bildirilmektedir. Tengri kelimesi ise bu zamanlarda, artık sadece Tanrı'ya tahsis edilmiş bulunmaktadır. Bu inancın bir özelliği, Tanrı'nın Türk Tanrı'sı olarak düşünülmüş olmasıdır. O'na ibadet edilir, dua edilir ve kurban kesilir. Bu, millî bir dindir ve adı Gök Tanrı Dini’dir.

Gök-Türk Âbidelerine göre, imparatorluğun kurucuları Bumin ve İstemi kağanları, Türk töresini yürütmeleri için Tanrı tahta çıkarmıştır. Türk budunu yok olmasın ve yükselsin diye İlteriş Hakanı Tanrı yükseltmiştir.

Mengü Kağan'ın, İslâm elçisine söylediği aşağıdaki şu sözler ise, Türklerin İslâmiyet ile karşılaştıkları dönemdeki dinî inançlarını tereddütsüz bir biçimde açıklamaktadır: “Biz tek bir Tanrı'ya inanır ve taparız. O'nun emri ile yaşar ve ölürüz. Dünya ve âhirette mücâzat ve mükâfat da O'na aittir. Tanrı, görünen ve görünmeyen her şeyin hâlikidir. Allah sizlere kitaplar gönderdi; ama siz onların yazdıklarını tutmazsınız. Bize de gaaibi bildiren kamlar verdi; biz onların dediklerini yapar ve huzur içinde yaşarız.”

Tek Tanrı fikrine ulaşan Türkler'de öte dünya, cennet (uçmak), cehennem (tamu), hesap verme, kıyâmet günü (uluğ gün), peygamber (yalavaç) kavramları da vardır. Hatta bu tâbirleri müslüman olduktan sonra da kullanmaya devam etmişlerdir. Ruhların ölümsüzlüğü ve meleklerin varlığı da biliniyordu... Türkler mühim olaylarda ve sefere çıkmazdan önce, ellerini kaldırarak dua ederlerdi.

Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S. Ahmed ARVASÎ Hocamız, bunu, şöyle yorumluyorlar: “Öyle anlaşılıyor ki, Şanlı Peygamberimizden önce, buradan da birçok gerçek peygamberler gelip geçmişlerdir. Nitekim, yüce dinimizden öğrendiğimize göre, bütün zaman
ve mekânlara peygamber gönderilmiştir. Böyle olunca, hiç şüphesiz, Orta-Asya'dan da kim bilir kaç peygamber gelip geçti? Çünkü, Cenab-ı Hak, bir peygamber göndermedikçe, hiç kimseye ve kavme azap etmiyeceğini bildirmektedir. Bu hususta, yüce ve mukaddes kitabımız
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır: “Biz, bir peygamber gönderinceye kadar azab ediciler değiliz”. (El-İsra/15)

“Bu açıklamalardan sonra, şu noktaya gelmek istiyoruz: Şanlı Peygamberimizin tebliğleri ile şereflenmeden önce, bütün Türkler, kâfir değildi. Kimi Musevi, kimi İsevi, kimi de yukarıda belirttiğimiz tarzda muvahhid idi. Tıpkı, putperest Arapların arasında bulunan Hanifler gibi Türkler'in içinde de doğru inanan insanlar çoktu.”

“Kısaca, belirtirsek, Türkler, âdeta, bütün tarihleri boyunca, İslâm’ı aramışlar ve beklemişlerdir. Nitekim, İslâm'la karşılaştıkları zaman da aradığını bulan insanların heyecanı ile kitleler halinde müslüman olmuşlardır.” Neyse, bunları da sırası gelince anlatmaya
çalışacağız.

Her Türk boyunun bir hayvanı uğurlu bilip, mübârek sayarak ongun olarak seçmesi, ona ulûhiyet izafe etmek anlamında değildir. Keza, büyük ataların ruhlarının yaşadığına inanılan yerlerin, dağların ve meleklerin kutsanması da böyledir. Altaylar'daki Ergenekon Mağarası'na
senede bir kere çıkılarak kurban kesilmesi, törenler yapılması, bazı tarihçilerde yanlış olarak, tapınma zehabını uyandırmıştır. Halbuki böyle törenler İslâmiyet'in kabul edilmesinden sonra da, velilerin türbesi çevresinde günümüzde de yapılmaktadır ve ulûhiyet atfı ile hiç bir ilgisi yoktur.

Kıymetli tarihçi ve mütefekkirimiz merhum Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU'na göre, bozkurtun ata tanınmasına rağmen, Türk tarihinin en eski devirlerinde bile, Türklerde totemcilik asla olmamıştır. “Çünkü, totemcilik sadece bir hayvanı ata tanımaktan ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması icabeder.”

“Totemcilikte ana hukuku cari iken, Türk ailesi esasta, baba hukuku'nun ağır bastığı pederî karakterde idi. Bir klan dini olan totemcilikte, mülkiyet ortaklığı olduğu halde, Türklerde, hususî mülkiyet büyük rol oynuyordu. Totem inancında, aynı toteme bağlı olanlar (sıhrî bir bağ ile) birbiri ile akraba sayılır. Halbuki, Türkler'de kan akrabalığı vardır. Totemci klanda asalak ekonomi (avcılık ve devşirme) bulunurken, Türk ekonomisi, hayvan yetiştiricilik ve ziraat üzerine kurulu idi. Totemci topluluklarda, her klanın ata tanıdığı ayrı bir totemi bulunur. Türkler'de ise bütün bir kavmin kutlu saydığı (sembolik) bir hayvan (bozkurt) mevcuttur.”

Merhum KAFESOĞLU, şöyle devam ediyor: “Türkler'de kurdun saygı görmesi, ise, yüzbinlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki, bunun temelinde dinî bir tasavvur keşfetmek müşküldür. Kurt efsanesinin toplayıcı vasfa sahip bulunması, klanları birbirinden ayıran ve karşı karşıya koyan totemcilik anlayışına aykırı düşmektedir. Klanda her fert totemin adını taşır (kişilerin ayrı ayrı adları yoktur). Türkler'de ise her ferdin, her ailenin ayrı adı vardır. Eski Türkler'de kurtata'nın yaşadığı yer olarak kabul edilen mağarada, törenler tertiplemek geleneği kurdun vücudu ile ilgili değil, mazisi karanlıklara karışmış eski bir hâtıranın canlandırılması ile ilgilidir. Nihayet, klan, totemine tapındığı halde, Türkler'de kurda (bozkurda) tapılmaz.”

ESKİ TÜRKLER ARASINDA DİNLER

İslâmiyet'in kabul edilmesine kadar ki dönemde Türkler arasında, pek yaygın ve sürekli olmamakla birlikte çeşitli dinler de görülmüştür. Hindistan'da hâkim olan Kuşanlar hânedanı ve Ak-Hunlar Budist idiler. Gök-Türk hakanı, Tapu Han da Buda dinine girmiş, ancak halk bu inanca itibar etmemiştir. İran'da başlayıp, Sasaniler'in baskısı altında bir kısım mensupları, daha hoşgörülü oldukları bilinen Türk ülkelerine göçen Mani dini, buralarda etkili olmuştur. Uygur hanı Bügü Han, Çin seferinden yanında getirdiği rahiplerin etkisi ile Mani dinini resmen kabul eder. Bu din Uygurlar ve kültürü üzerinde derin etki yapmıştır. Uygurlar'da Hıristiyanlık, İslâmiyet, Gök Tanrı dini ve Mani dini bir arada yaşamıştır. Ayni asırlarda batıda Hazar Hakanı da Musevi dinini resmen kabul eder; ancak, halk genellikle İslâmiyet ile Hıristiyanlığa yönelir; Gök Tanrı dini de devam eder. 1016 yılında ise Hazar Hanı Hıristiyan olur; Hazarlar arasında yine, çeşitli dinler bir arada yaşar. 860 yılında Kansu'ya yerleşerek burada bir hükümet kuran Sarı Uygurlar da Buda dinini kabul ederler. 8. yüzyılda Mâverâünnehir civarında Zerdüştlüğün yayıldığı görülür. Doğu Türkistan'da Uygurlar arasında ise Hıristiyanlık görülür. Batı'da Bulgar Hanları 9. asırda Hıristiyanlığı seçerler. Bir kısım Bulgarlar ise Müslüman olarak İtil Bulgar hükümetini kurarlar. Balkanlara geçen Kıpçak ve Oğuzların da Hıristiyanlaştığı görülür. Peçenekler'de ise Hıristiyanlık ile Gök
Tanrı dini birlikte yaşamaya devam eder.

Ortaçağ, tarihin en renkli ve en büyük oluşumlarına sahne olan dönemidir... İslâmiyet de, tevhid anlayışını ilân ederek, madde ve manâya gerçek yerlerini veren, üstün bir adalet ve nizam anlayışı ile bu asırlarda doğar... Çölde doğan bu aydınlık, tarifsiz bir heyecan tuğyanı halinde ve tam bir tarihi mucize olarak, yarım asır içinde Ön Asya ve Afrika'yı tutar, Orta-Asya'ya dayanır...

İSLÂMİYET İLE İLK TEMAS VE TANIŞMA

7. asrın başlarından itibaren, Müslüman Araplarla Türk boyları arasında temas ve çatışmalar başlar. Aynı zamanlarda, Türkler arasında münferit İslâmlaşma olaylarının başladığı görülür. Ancak, İslâm ordularının ilk zamanlardaki ilerleyişleri çok sert ve kırıcı olur. Fethedilen yerlerde kurulan idareler, yahut görevlendirilen valiler, İslâm’ın emrettiği adaleti yeterince gerçekleştiremezler. Fetihler, vergi ve ganimet yönünden istismarcı görünümler arzeder.
Müslümanlardan alınmaması gereken cizye vergisinin, alınmaya devam edilmesi, uzun süren huzursuzluklara yol açar. Emeviler devrinde henüz sönmemiş olan Arapçılık taassubu yeni müslümanları rencide eder ve karşı akımların gelişmesine yardımcı olur. Fethedilen bölgelere idareci olarak gönderilenlerin, mahallî güçlerle işbirliği ederek sık sık isyan ettikleri görülür.

Mâverâünnehir bölgesi sürekli çatışma ve savaşların mekânı olur; aynı zamanda İslâmiyet bu bölgede kuvvetle yayılmaya devam eder. 720'den itibaren, Türgeş kağanları İslâm-Arap ordularının ilerleyişini durdururlar. Muhtelif savaş ve akınlarla onları geri çekilmeye mecbur
eder ve Ceyhun nehrine kadar ulaşırlar. Türgeş Kağanı Sulu Han'ın Sarıtürgeşler tarafından öldürülmesi, Müslüman ordularına karşı teşkilâtlı direnişin gücünü kırar.

Bu sıralarda hilafet Abbasilere geçer; Arap olmayanlara karşı ilgi artar, daha âdil ve uyumlu bir devre başlar. Bu olaylarda Müslüman Türkler fiilen yer alır ve etkili olurlar.

751 yılında, Müslümanları Orta Asya'dan kovmak üzere gelen büyük Çin ordusu ile İslâm ordusu Talas'ta, çağın en büyük savaşına tutuşurlar; Türkler, Müslümanların tarafına ağırlıklarını koyarlar ve zafer Müslümanların olur. Bu tarih ve silah arkadaşlığı, Türklerle
Müslümanlar arasında ciddi bir yakınlaşma vesilesi ve İslâm yayılmasının bir başlangıcı olur. Türkler arasında İslâmlaşma olayları artar. Halifenin göndermiş olduğu İslâm'a dâvet mektuplarına sınır bölgelerindeki mahallî hükümdarlar müsbet cevap verirler. Ancak, henüz
Müslüman olmamış olan Oğuz ve Karluk gibi Türk boylarının Horasan bölgesine akınları durmaz.

9. asırdan itibaren Abbasi sarayı ve ordusunda Türk soylu askerler ve komutanlar görülmeye başlar. Köle olarak hizmete alınan ve müslüman olan bu askerlerin saray ve ordu üzerindeki nüfuzu gittikçe artar. Halife Mutasım onları pek sever; Türk askerlerinin ahlâk ve seciyelerinin bozulmaması için onlara Bağdat dışında Samerra kentini kurar; Türk askerlerini Türkistan'dan getirttiği Türk cariyelerle evlendirerek, mensup oldukları boylara göre düzenler ve başlarına da kendi beğlerinden kumandanlar tayin eder. Yüksek kumandanlık ve idarecilik mevkiilerine gelen Türk soyluların, yer yer, halifeye bağlı müstakil hükümetler kurduğu da görülür; Mısır ve Suriye'deki Tolunoğulları, İhşidoğulları ve Azarbeycan yöresindeki Sâcoğulları bu tür hükümetlerdir.

Türkler bir yandan da, Bizansa karşı Anadolu'daki uç boylarına yerleştirilir. Erzurum ve Malatya'dan Tarsusa çekilecek bir hattın doğu bölgesi tamamen Türk unsurların gazâ ve yerleşme bölgesi haline gelir. Halife Mütevekkil zamanında, güney doğu Anadolu'da büyük Türk yerleşmeleri olur ve bu bölge Bizansa karşı yapılan akınları insan unsuru ile besler. Tuğrul Beğ Bağdat'a girdiğinde, Türk soyluların saray ve hilafet ordusu üzerindeki büyük nüfuzları devam etmekte idi.

TÜRKLER MÜSLÜMAN OLUYOR

Türkler arasında kitle halinde ilk Müslüman olanlar Volga ve Kazan havalisindeki İtil Bulgarlar'ıdır. Tuna Bulgarlarının Hıristiyanlığı, Hazar Hanı'nın Museviliği, Uygur Hanı'nın Mani dinini kabul ettiği sıralarda, Büyük Bulgarlar'ın Hanı da İslâmiyet'i kabul eder ve topyekün İslâmiyet'e girilir. İkinci ve büyük hâdise, Karahanlı Hakanı Satuk Buğra Han'ın 920'de Müslüman olması ve bütün tebâsına İslâm'ı buyurmasıdır.

Türkler arasında, Satuk Buğra Han'ın rüyası ile menkibeleşen bu olayla Karahanlılar ilk Müslüman Büyük Türk Hakanlığı olma şerefini kazanırlar. Büyük Türk kitleleri bu arada Karluk boyu İslâmiyet'i kabul eder. Türkistan'da hâlâ okunan Satuk Buğra Han Tezkiresine göre, “Allah'ın Resulü Muhammed Mi'raca çıktığı gece peygamberler arasında tanımadığı bir kimseyi görmüş ve Cebrail'e hangi peygamber olduğunu sormuş. Cebrail onun peygamber değil, 333 yıl sonra Türkistan'ı dininize sokacak olan Satuk Buğra Han'ın ruhu olduğu cevabını vermiş. Hazreti Peygamber sonsuz bir sevinç içinde yere inmiş ve Türkler arasında dinini yüceltecek ve yayacak olan Buğra Han'a dua etmiş. Ashâbı da O'nu görmek istemişler. Hazreti Muhammed arzularını kabul edince, başlarında Türk külahı ve silahlı kırk atlı selâm vererek yaklaşmış. Bunlar Satuk Buğra Han ve arkadaşlarının ruhları imiş...” Sonra, Satuk Buğra Han bir gece rüyasında gökten bir adamın indiğini ve kendisine Türkçe olarak “Müslüman ol dünya ve âhiretini kurtar” dediğini görür; uyanır ve Müslüman olur.

960 yıllarında ise üçüncü büyük hadise gerçekleşir ve Oğuzlar Müslüman olurlar. Tarihler, iki yüzbin çadır halkının toptan İslâmiyet'i kabul ettiğini kaydederler. 10. asrın sonuna yaklaşıldığında, Türk yurdunun hemen tamamına yakını Müslüman olmuş bulunuyordu.

10. asır, esas itibariyle Orta Asya'da İslâm fütuhatının durduğu ve büyük mücadelelerin bittiği bir dönemdir. Böyle bir zamanda, mecbur kalmadıkları halde, Türklerin, kendi arzularıyla kitleler halinde İslâm'a girişleri tarihçilerin dikkatini çekmektedir.

İslâm, şüphesiz çağın en üstün medeniyetini temsil ediyordu. Müslüman şeyh ve dervişler Türk boyları arasında sürekli tebliğ yapıyorlardı ki, ayni şeyi diğer dinlerin mensupları da yapıyorlardı. Batı Türkistan bölgesi daha 8. asırdan itibaren İslâmlaşmaya başlamış ve İslâm medeniyeti burada süratle yükselmişti; bölge, bir ilim, kültür ve ticaret merkezi haline gelmişti. Bu gelişmelerin yanında, İslâm orduları içinde Bizanslılara karşı gazâ yapan Türk soyluların durumu ve Orta Asya'ya ulaşan menkibeleri de, İslâmlaşmayı etkileyici bir unsurdur. Ancak, bütün bunları, hazırlayıcı faktörler olarak kabul edip, asıl sebebi Türk kültürünün o zamana kadar oluşan muhteva ve yönünde aramak gerekir.

Herşeyden önce, ulûhiyet anlayışındaki yakınlığa dikkat edilmelidir. Her dinin esas rüknü, bu konudaki inancıdır. Türklerin tek Tanrı inancına yükselmiş bulunduklarını söylemiştik. Bu bakımdan, Süryani Mihal'in aşağıdaki sözleri, İslâmlaşma konusundaki gerçeği tesbit etmektedir: “Türkler daima tek bir Tanrı'ya inanıyor ve Arapların da ayni Allah'a inanmaları onların dinini kabule sebep oluyordu.” Yani Türklerin, İslâmiyet'in tevhid anlayışına koşmaları, bir akide değiştirmekten çok, inançlarında temizlenme, yükselme, derinleşme, yücelme ve aydınlanma niteliği taşımaktadır...

Türklerin, daha önce, bazı dinleri tabiatlarına uymadığı, kendilerini uyuşukluğa sevkettiği gerekçesi ile reddettikleri bilinmektedir... Halbuki, Türk boylarının hareketli, hayatı tanzimde
sade ve aksiyona yönelik tabiatı ve tarihî birikimleri, İslâmiyet'in kabulü ile çok derin ve zengin ufuklar kazanmış; yeni bir enerji patlaması gibi tesir icra etmiştir. Türk tarihinde bundan böyle daha büyük bir şevk ve hareket görülecektir.

Tarihimizde, Orta Asya'dan, Ön Asya ve Avrupa'ya, asırlardan beri durmayan bir yürüyüş ve bir nevi taşma olduğu ifade edilmişti. Bu hareket o kadar canlı ve nüfus olarak o ölçüde gür idi ki, bir tarihçi kendi zamanını, “Dünya Türkleri taşımağa kâfi gelmiyordu” diye anlatır. İslâmî asırlara kadar Orta Asya'nın en çetin coğrafî ve tarihî şartları içinde yoğrularak oluşan Türk mizacı, İslâm’ın cihad emrinde, Kızıl Elma ülküsüne ufuklar açan mukaddes bir mecra bulur ve ilâhî, derin heyecanlarla ayağa kalkar. Bu zamanlardan itibaren tarihî akışın yönü
değişmez, fakat rengi değişir, heyecan ve hızı artar.

İslâm anlayışında cihad mücerret bir fetih çağrısı değil, yerine göre savunma, yerine göre Allah'ın emrettiği ölçülerle insanlar arasında adaleti hâkim kılma, nizâm-ı âlemi te'sis etme emridir. Yeryüzü ile gökyüzü arasında Türk Devleti ve insanları yönetmek üzere gönderilmiş bir Türk Hakanı inancını taşıyan Türkler için, cihadın, nizâm-ı âlemi te'sis etmek fikrinin, kökleri mitolojiye dayanan cihan devleti ve cihan hâkimiyeti ülküsünün, Allah'ın emri olarak tecelli etmesi şeklinde görülmüş olması tabiidir. İnsanları teşkilâtlandırma ve büyük imparatorluklar kurma kaabiliyetinin Türk Hakanlarına has bir ilâhî mevhibe olduğu inancı, cihanı adaletle tedvir etme anlayışı içinde devam etmiş, hatta, daha ilk zamanlardan itibaren bu husus Peygamber Efendimizin hadislerine dayandırılmaya çalışılmıştır. Ölçüleri Kitab'da verilmiş olan bu nizamda zorla din yayma gayretinin olmadığı, tarihî gelişme ile de sabit olmuştur.

İslâmiyet'te, devlet idaresi bakımından temel ölçü adalettir; hâkimiyetin kaynağı ve meşrûiyeti, adalet fikrine dayandırılmıştır. Adalet fikrinin kaynağı ilâhî, ölçüleri İslâmi'dir. Adalet mülkün temelidir sözü bu anlayışın ifadesidir ve mülk, devletin hâkimiyet hakkını ifade eder. Adaletin zıddı ise zulümdür. Millî kültürümüzde, bir memleket küfr ile yaşar ama zulm ile durmaz, sözü bir darbımesel olmuştur. Bu anlayışın, üstün bir hukuka bağlılık şuurunu getireceği tabiidir. Nitekim, Hz.Ömer'in “Ben Allah'ın ve Resûlü'nün yolundan
saparsam ne yaparsınız?” sorusuna, cemaatin “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz” cevabı, bu yüksek hassasiyeti dile getirmektedir. Bu şuur, özellikle Osmanlılar döneminde, Şeyhülislâmlık şeklinde müesseseleşecek ve harp kararlarında bile fetva almak gibi, henüz asrımızın ulaşamadığı bir seviye kazanacaktır.

İslâmiyet ile Türk kültüründeki dini telakkî ve kavramların intibakını, bir çok noktada görmek mümkündür. Üstün kabiliyetlere sahip kam'ların yerini İslâm velileri, dervişleri alır; güç ve kahramanlığı temsil eden alpler, alperenler olur ve bu muhtevâ kazanmada, ruh, ölüm, âhiret, cennet, cehennem inançlarında ciddi bir çatışma olmaz. Aksine, bu kavramlar zenginleşir, berraklaşır.

Bu dönemlerde, İslâm dünyası ve Hilafetteki zaaflar, Türklerin çok büyük ve koruyucu, inşa edici bir güç olarak İslâm âlemine girmelerine ve yer tutmalarına yardımcı olur. Bu asırlardan sonra ise, İslâmiyet, Türk boyları arasında millî şuur ve birliğin gelişmesinde en büyük âmil ve giderek milliyet şuurunun tek ölçüsü haline gelir.

İslâmiyet'ten gayri dinlere katılan Türk boyları, maalesef millî kültürlerini kaybederek silinip gitmişlerdir. Hıristiyan olan Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar, Macarlar, Bulgarlar... kısa zamanda Türklüklelerini kaybetmişlerdir. Öte yandan Tabgaçlar, Budizmin tesiri ile Çinlileşmişlerdir. Halbuki, Müslüman olan Türkler, yalnız İslâmiyet'e hizmet etmekle kalmamışlar, millî şahsiyetlerini koruyarak dünyanın en güçlü hükümetlerini kurmuşlardır. Türklüğün İslâm'la kaynaşması hem Türk dünyasına, hem İslâm dünyasına karşılıklı faydalar
sağlamıştır. Gerçekten de Türk ve İslâm Dünyası'nın kaderi ortaktır. Güçlü iseler birlikte güçlü olmakta, zayıflarsa birlikte zayıf düşmektedirler. Bin yıllık tarihî macerâmız, bunun sayısız örnekleri ile dolu olduğu için sözü fazla uzatmak istemiyoruz... Bilhassa Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerinde Türk Milletinin ilimde, sanatta, din ve ahlâkta gösterdiği gelişme, kurduğu büyük medeniyet bütün dünyada hayranlık uyandırmış, tarihin çehresini değiştirmiş, bugünkü bir çok medeniyete ışık tutmuştur.

Öte yandan Türklüğün İslâm âlemine ve medeniyetine büyük hizmetleri olmuştur. Bu hizmetin siyasî ve askerî yönünü herkes bilir, o sebeple tekrar etmeyi lüzumsuz buluyoruz. Ancak, Türklerin din hayatına olan yardım ve hizmetleri çok daha önemlidir. Türk dünyasında İmam-ı A'zamlar, İmam-ı Matüridîler, İmam-ı Buhariler, Büyük mutasavvıf
Ahmed Yesevîler, Bahaeddin-i Nakşibendiler, İmam-ı Gazaliler, Nizam-ı Mülkler, Mevlânalar, Yunus Emreler, Hacı Bektaşlar, Sadreddin-i Konevîler, Hocazade Efendiler, İmam-ı Birgiviler, Ahmed Cevdetler,... gibi din uluları yetişerek, kitaplığımıza binlerce cilt değerli eserler kazandırdılar, yeni ihtiyaçlara, yüce dinimizi mecrasından saptırmadan,
çözüm yolları buldular, devletimizi ve milletimizi devrin en ilersine çıkarmayı başardılar. Türkler, İslâm'a hizmet eden en büyük millet olma sıfatını gerçekten haketmişlerdir. Peygamber Efendimizden ve yüce sahâbi kadrosundan sonra, bu sıfat, gerçekten Türk milletinin hakkıdır.
SONUÇ YERİNE

1969 yılında İstanbul'da yapılan, Milliyetçiler İlmî Semineri adlı toplantıdan sonra yayınlanan Milliyetçi Türkiye'ye Doğru adındaki kitaptan, Türk Milliyetçiliği ve İslâmiyet başlıklı bölümü, buraya, hemen hemen aynen alıyoruz: “Dinin, cemiyetin temel unsurlarından biri olduğu hususunda (fikir birliğine varılmıştır). En iptidâisinden en mütekâmiline kadar,
gelip geçmiş bütün cemiyetlerde din müessesesinin mevcudiyeti bunun reddedilmez delilidir. Burada, umumiyetle din müessesesi ve cemiyet hayatındaki yerinden ziyade, Türk Milliyetçiliğinde din müessesesi, sonra da İslâm dini bakımından milliyetçilik ve bilhassa Türk Milliyeçiliği üzerinde durmak istiyoruz.”

“Konuya birinci açıdan baktığımız zaman, tamamen Türkler ve Türklüğe has bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bu, Müslümanlığın, Türklüğün bünyesine nüfuz edip, ondan ayrılmaz, ayrılamaz bir unsur haline gelmiş olduğu gerçeğidir. On asırdan fazla bir zamandanberi, Müslümanlık Türk Dünyası'nda öyle bir rol oynamıştır ki, artık Türk'ü bu dinden zihnen
dahi tecrit ederek düşünmeye imkân kalmamıştır. Müslümanlık (Türk Milletinin) vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. Bunun en bariz delili, batıya olan büyük göçler sırasında ve sonunda Hazer Denizinin güneyinden başka yollar takip ederek Balkanlara ve Orta Avrupa'ya
gelmiş Türk kavimlerinin varlıklarını yitirmiş olmalarıdır. Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşundan ve bilhassa Haçlı Seferleri’nden itibaren, Müslümanlığı batı hıristiyan dünyasına karşı sadece Türkler temsil ve müdafaa etmiştir.”

“İslâm dini açısından milliyetçilik meselesine gelince: Bilhassa 1. Dünya Savaşı sıralarında, İmparatorluğun yıkılmasına takaddüm eden yıllarda çıkan İslâmcılık cereyanının tesiri ile, müslüman olmanın milliyetçi olmaya mâni teşkil ettiği fikri ortaya atılmıştır.”

“Mesele, günlük ve politik şartların üstünde, sadece bir din meselesi olarak ele alınacak olursa böyle bir mâniden söz edilemez. İslâm dini Allah'ın yolunda birleşilmesini, tefrikaya düşülmemesini âmirdir: Müslümanların kardeş olmalarını ve kardeşler arasında bir ihtilâf çıktığı takdirde, aralarının bulunmasını âmirdir. Bu emirler ise, bir kimsenin milliyetine sahip çıkmasını, milletini sevmesini nehy manâsını kat'iyyen tazammum etmediği gibi, aksine, kardeşliğin takviyesi bakımından terviç şuuruna ermesinin sonucu, hiç bir zaman din kardeşliğinden vazgeçilmesini yahut düşmanlık edilmesini gerektirmez.”

“Konu bu bakımdan ele alındığı zaman, kişinin önce Müslümanlığı mı, yoksa Türklüğü mü gelir meselesinin de, aslında mesele olmadığı anlaşılmış olur; çünkü bu iki vasıf bir tek bünyenin birbirinden ayrılmaz unsurlarını teşkil eder.”

“Tarihin en eski devirlerine kadar kadar uzanan Türk Milleti, ahlâkî ve içtimaî karakterine çok uygun bularak kabul ettiği İslâm Dini ile tarihinin yeni bir devrine girmiştir. Denilebilir ki, Türk Milletinin millî şuur ve varlığı asıl bu devirden itibaren sarahat ve hız kazanmıştır. Asırlar boyu milliyetçilik ve din tek mefküre halinde Türk Milletinin fetihlerine, san'atına, maarifine, ahlâkına ve milletçe terakkisine ışık tutmuş, bu iki temel arasında herhangi bir çatışma bahis mevzuu olmamış ve bu mes'ut âhenk son zamanlara kadar devam etmiştir.”

TÜRK MİLLETİNİN ÖZÜ DEMEK OLAN, MÜSLÜMAN VE DOKUZ IŞIKÇI TÜRK
MİLLİYETÇİLERİNİN DÂVASI, BUGÜN DE, ALEME NİZAM VERME ÜLKÜSÜDÜR!

HEDEFİ, ALLAH RIZASINI KAZANMAK VE İLAY-I KELİMETULLAH YOLUNDA
SAVAŞMAKTIR.

TÜRK MİLLETİNİ AHLÂKTA VE MANEVÎYATTA, İLİM VE TEKNİKTE YENİDEN
CİHANA ÖNCÜ YAPMAKTIR. ANADOLU YAYLALARINDA PARLAYAN MEŞALE İLE, BÜTÜN CİHANI AYDINLATMAKTIR!

BÜTÜN TÜRKLÜĞÜ BAĞIMSIZ YAPMAK VE BİRLEŞTİRMEKTİR! İSLÂM
MİLLETLERİNİN KÖLELİK ZİNCİRLERİNİ KIRMAK VE KAYNAŞTIRMAKTIR!

İNSANLIĞI İÇİNDE BULUNDUĞU ZULÜM ÇAĞINDAN KURTARMAK, MADDEYE
TAPAN KÖLELER OLMAKTAN ÇIKARMAK, YENİDEN KENDİNİ BULDURMAKTIR!

TÜRK-İSLÂM MEDENİYETİNİN MÜHRÜNÜ, ÇAĞIN VE GELECEK ÇAĞLARIN
SIRTINA VURMAKTIR!..

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,96 M - Bugn : 23246

ulkucudunya@ulkucudunya.com